
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4409 sonuç bulundu
- SORUMLU
Şenol YAZICI * Buldukları her yazılı kâğıdı, sonra klâsikleri okudular. Ne anne vardı onları anlayacak, ne baba, ne de çevre. Okumak olmanın yoluydu. Okumak kendini yaratmaktı. Gazap Üzümleri'nde hasta bir adamı, genç göğüsleriyle emziren anneydi hepsi; kız ve erkek. Dönüşüm başlamıştı; bu erkek ormanında güzel sözlü bir adam çıkmış, eşiyle dağa taşa "karaoğlan" yazdırıyor; düne değin şalvar giyen kadınlarımız, mini etek giymeye; ellerimizle seçtiğimiz, vekil dediğimiz, ama kendini can almaya yetkili Tanrı sanmaya başlamış kelli felli adamlar itiraz eden üniversiteli gençleri asmaya başlamıştı. Kahvelerin, cafe olmadığı günlerdi. Babaların Tanrıdan sonra geldiği, ama gerçekten "baba" olduğu zamanlardı. Gene de iş dönüşü meyhanede iki tek attı diye kıyameti koparırdık. Anlaşılmaz bir müzik eşliğinde çoluk çocukla, saygın, eğitimli, yetişkin insanların birlikte kafa çekmesinin doğal olduğu barlara henüz geçilmemişti. Yaşlıların taze ergin rolüne soyunmaları ve en birinci çağdaş sayılmaları, yaş dönümlerinin, ikinci gençlik diye adlandırılması, ne sosyal insanlar diye alkışlanması da sonradandır. Yaşlanmak saygınlıktı. Saygınlık hiç ödülü olmayan bir onuru ya da yükü taşımak demekti; küçükleri sevmek, korumak... Şimdi ilköğretim andı gibi gelse de. Sokakta gördüğün, konuştuğun insan belli ederdi kendini. Bu okumuş, bu umur görmüş, bu adam... dedirtirdi. O zamanlardı. Ayaklarında cızlavut lâstikler, sırtlarında yamalı ceketler vardı. Arka mahallelerden, köylerden okumaya, salt okumaya değil, çağdaş kentli olmaya gelirlerdi. Ufukları enginlerdi. Çıkmayan, güdük kanatlarıyla okyanuslar aşacaklardı. Yaşanacak çok şeyler vardı. Şu bu olmak değildi önemlisi ya da zengin… Köylülüğün geri kalmışlığını aşmak, yapısal özelliklerini terk etmek, çağdaşlığın akılcı, sistemli, birleştirici düşünce dünyasına taşınmak, uygar ülkenin yapıtaşlarından biri olmak; yeterince onur değil miydi? Mağaradan çıkan insanın binlerce yılda ulaşabildiği en son nokta olan saygın bir kentli olmayı bir başarırlarsa, nasılsa yeteneklerinin karşılığını ödemez miydi dünya? Bunun yolu da köyle kent arasındaki var olan, biçimsel olarak yüz yıl, anlayış ve birikim olarak beş yüz yılı aşmaktan, kentin birikimini edinmekten yani okumaktan geçiyordu. Okuyorlardı: Tolstoy’u, Gorki’yi, Steincbeck'i, Hemingway'i... Spartaküs'te insan onuru için çarmıha gerilmeyi göze aldılar, Hacı Murat'ta ülkesi için ölmeyi... Çanlar Kimin İçin Çalıyor'da, dünyanın öteki ucundaki bir insanın acısının kendi acıları olduğunu duyumsadılar. Gazap Üzümleri'ndeki hasta erkeği emziren genç anneydi hepsi; kız ve erkek. Genç kadından süt emen erkek olmayı hiç düşünmediler. Ya da tanımadığı ergin bir erkeği emzirme fantezisini... Öyle vericiydiler. Öyle kolay gözüküyordu kentli olmak, çağdaşlaşmak… İyi bir sıçrayışta aşılacak dende kolay… Kitaplarda, filmlerde büyük emekler istese de hep iyiler kazanıyordu. Devlet malından, tüyü bitmemiş yetim hakkından hanlar, hamamlar yapanlar yoktu. Yüksek ederle mal satan, toplumsal sorumluluğuna ihanet edenler, kuş yuvasını bozan sevgisiz, yitik çocukları anımsatıyordu. Onlara ancak acınırdı; yatacak yerleri bile yoktu. Alın teriyle kazanan babalarının neden yatları, katları, ikinci evleri olmadığını sorgulamadılar. Çalsa çırpsa, boyasa beyaz eşeği, satsa siyah diye düşünmediler. Düşünmek bile aşağılıktı. Parasını denkleştiremediklerinden seyredemedikleri, ama ezberledikleri afişlerden, izleyen arkadaşlarının anlattıklarından çok iyi bildikleri, hep akılla, erdemle, çağdaşlıkla donanımlı iyilerin kazandığı filmleri vardı. Dünyayı da öyle bildiler. Direnirse iyilik, er ya da geç kazanırdı. Alamadıkları kitaplar, özendikleri giysileri, önünde yutkunup durdukları lokantalar, yaşamadıkları gençlikleri vardı… O dünya güzeli, ihaneti bir iki yanı keskin kılıç sayan sevgililere alınmamış armağanlar vardı. Ve ertelenmiş sevdaları... Gün olacak çatalı bıçağı öğreneceklerdi. Şimdi yürümeyi bilmiyorlardı, her ışıklı kavşakta, hey köylü, başka Ankara yok, diye bağırılıyordu arkalarından, ama gün olacak çiftetelliyi aşacak, ışıklı sokaklarda valsin kanatlarıyla uçacaklardı. Kuşkusuz annelerin ilkel ama candan türkülerini bileceklerdi, ama Bolero'yu, Ay Işığı Sonatı'nı da ıslıkla çalabileceklerdi. Köylülüklerinden hiçbir yerde utanmayacaklardı. O bir başlangıçtı, kelebek kozadan çıkmaz mıydı? Geldiği kültürü dayatarak değil, onu aşarak, rahat, güvenli, elleri kolları fazla gelmeyen uygar insanlar olacaklardı. Camiye mayoyla, denize elbiseyle girmeyeceklerdi. Yükselişin yolunun, yetenekli birilerine kara çalmaktan, dinleri, inançları kullanmaktan, size umut bağlamış çıkıp geldiğiniz sılanızın insanlarını tavuk gibi yolmaktan, sevmediğini pusuya düşürmekten geçtiğini düşünmeyeceklerdi. Şimdi değiştirilecek benlikleri, kurtarılacak yarınları ve ülkeleri vardı. Elbet seveceklerdi, sevmeyi öğrendikleri zaman, hakkını verebilecekleri zaman... O zaman, eskimesin diye hiç kullanmadıkları beyaz, ipek mendillerini sakladıkları gibi saklanan sevgililerine ömürlerini adayacaklardı. Ne var ki, şimdi erkendi. Fethedilecek, tüketilecek insanlar değillerdi sevilenler çeteleye atılan çizik değildi. Sevda, kazanamadığınız özgüveni bir başkasını tüketerek kazanmak da değildi. Kabuk değiştirmek gibi, deri değiştirmek gibi öyle zor ve acılıydı değişmek, ama değiştiler. Ülkülerin öğretildiği, öğrenmeyenin ayıplandığı günlerdi. Ondan seçici, soylu, verici oldular. Ondan mı çabuk kandılar, o hamlığın üstüne bildikleri mi fazla geldi ne, imrendikleri uygarlığa farkında olmadan düşman oldular. En seherinden bir şey olmaya soyunduk ve yangınlara çırılçıplak yakalandık. Bundan daha önemlisi Mustafa Kemal’den beri hiç anlamadığımız, hatta günahtır, safına bile yerleştirdiğimiz, ama dayatana hürmeten ezberlemeye çalıştığımız, bıraksalar hatmedeceğimiz kesin olan moderniteyi tam kalbinden yedik. Ki cumhuriyetin gerçek ruhuydu modernite… Kaç kez avuç içlerinizi alkıştan kızartarak izlediniz o filmi? Anımsarsınız, köylü kahramanımız kent giyneğine bürünüp feodal ahlâkını dayatıyordu şehre ve kazanıyordu. Türkülerimizde, şiirlerimizde kadın erkek birlikte çekilen halaylardan söz ettiğimizi unuttuk. Çok eşliliğin, ensestin, çarpık ilişkilerin kırsal kesimdeki yaygınlığını, köylü kurnazlığının darbımeselliğini de… Karısının arkadaşıyla dans etmesine izin veren kentli erkeğe ahlâksız gözüyle bakıp nasıl öfkelenmiştik. Kentte her yabancı erkek, dünyayı kendine benzeyen çocuklarla doldurmaya kararlı 'Susuz Yaz'daki Erol Taş, her yabancı erkekle konuşan kadın da, Sezar deneyiminden sonra Romalının tadına delirmiş Kleopatra'ydı. Her film çıkışında bir türlü sizi arasına almayan büyük şehrin insanlarına, sokaklarına küçümsemeyle, iğrenmeyle nasıl bakıyorduk? Ne kadar kendine inanmış, ne kadar yürekliydik, değil mi? Son Amerika'yı biz keşfettik sanıyorduk. Oysa daha kaç Amerika varmış değil mi? Şimdi düşünüyor musunuz, aslında biz evrensel sosyalizmi bile köy giyneğine sokmayı başarıp giyinmiştik? Artık tek doğru köyden gelendi. Feodalitenin öğretilmeyen, anlaşılmayan, çünkü çıkarlara göre durmadan değişen, ancak ezberlenen, çoğu içgüdüsel ahlâkı, kentin öğretilen yarar ilkeli ahlâkını yenecekti. Yüz yıllardır uyuyan eziklik uyandı, yargı kolaydı; kentli çürümüştü. Ondan bizi öğrenmeye, kendine benzemeye zorluyor, beceremezsek dışlıyordu. Ne arka mahallenin dev varoşlar olmaya dörtnal gittiği düşünüldü, ne de kentli olmanın insanın ulaşabildiği uygarlık ölçütlerinden biri olduğu. Bir gün bu savunmanın çeteyi, lâhmacunu, jiletçiyi, bir karmaşayı besleyen garip bir etik yapıyı üreteceğini kimse düşünemedi. Oysa deneyimimiz vardı. Tıpkı Moğol istilasında Tanrıdan başka sığınacağı kalmayan Anadolu gibi kaos karşısında çaresizleşen genel halk katmanlarının savunmayı en ilkele kurup en baştan başlayacağını da düşünemedik. Her birimiz öğrenmekte güçlük çektiğimiz uygarlığa tavırlı, yerine ne koyacağımızı bilmeden yok etmeye kararlıydık. Yerine konulacağı hala bulamadık. Bulamadığımız için önce ülküleri yok ettik. Daha da kötüsü, o ülküleri işimize gelen her kılığa sokarak insanlara dağıttık, yalan yanlış anımsadıklarımızı inananlara ezberlettik. Geride ne var? Başkalarının yaptıklarından söz etmeyin. Biz uygarlığın yanında değil miydik? Sarılacak bir arka mahalle veya köy ahlâkımız da yok artık. Dahası onlar, arka mahalledekiler de, köydekiler de yok. Üretim güçlerini ele geçirmiş, aydınlık sokaklara taşınmışlar. Kullanmasını bilmedikleri uçağı, tekerleklerinin her biri bir tarafa giden eski Skoda kamyonetleri gibi kendi yöntemleriyle sürüyorlar ve tıpkı eskiden olduğu gibi başkasına hiç katlanamıyorlar. Sıra kent sokakları, kentli için zulüm. Bu inanılmaz Moğol saldırısına dayanamıyorlar, kaçıyorlar; son sığınaklarına, adalarına çekiliyorlar. Ve artık çok azlar. Dün, kentli sadece küçümsüyor ve uzak duruyordu bizden. Bunlarsa dayatıyor, istemeseniz de yaşamak zorunda bırakıyor. En garibi, dayattıklarını, çağdaşlık ve demokrasi diye adlandırıyorlar. Ayırt ediyor muyuz? Çoğunun diploması var; konumları, kariyerleri, çoğunun dört elle sarıldıkları partileri, ideolojik bir geçmişleri var. Söze inançlarınızın anahtarıyla başlayıp kendi alt kimliklerinden gelen her şeyi, alacalı bir boyaya sokup kurtuluşun, hatta çağdaşlığın tek gereği diye dayatıyorlar. Alkış da alıyorlar. Hepimizin bir yanı arka mahalleden geliyor, hepimizin bir yanı soğanın cücüğünü çekiyor, ondan. Çürütüyoruz, ne varsa çürütüyoruz; ulaştığımızı da, geldiğimiz yeri de. Bıraksanız tek başlarına, gerçekten güzel olabilecek her bir şeyin genetik kodlamasını değiştiriyoruz. Türküye Mozart katıyoruz, Vivaldi'ye arabeski. Sonra karşısına geçip ürettiğimiz bu ucubeye alkış tutuyoruz. Bunların yavaş gelişen demokrasi ve çağdaşlığımızın adımları olduğundan dem vuruyoruz. Güç onlarda artık. Arzu edilen yer burası mıydı? Artık filmler, kitaplar bile sizi anlatmıyor, farkında mısınız? Artık, garip şivesi ve kılığıyla uyum sağlayamayan, davranışlarıyla gülünç durumlara düşen köylünün öykülerine değil, özenle yaşamak için dağ başları arayan kentlinin acıklı öykülerine gülüyoruz. Yarın ne olacak, seçkin olmaya çalışan, binlerce yılda oluşturduğu ama birkaç yılda kaybettiği yaşam alanlarını geri almaya çalışan kentli, gasp edilen haklarından söz edip ayağa kalkarsa ne yapacaksın? Erinçle kemanını çalmayı arzu eden kentsoylu kalabilmiş bir genç ki enderdir, çünkü onlar da yaşayabilmek için bozuldu, ayağa kalkarsa onun bu mücadelesini alkışlayacak mısınız? Şimdi, o filmi ve o kahramanı düşünüyor musunuz; üzerinden bize uydurarak yozlaştırdığı ideolojiyi aldığınızda geride ne kaldığını? Kim bilir belki mevsimiydi, belki denk gelmişti. O garip devrim, 60 rüzgârı belki de bu toprağa atılan en lânetli(!) tohumdu. Ektiği özgürlük ortamı çok derinlerimizde saklanan ama hazır olmadığımız soylu, kahraman ve insan ruhunu uyandırdı; keşfetmeye, donatmaya ve ona dört el sarılmaya götürdü bizi. YÜZYILLARDIR açlığını yaşadığımız, ama ancak damla damla sızan ışıkla avunduğumuz, aralamakta sıkıntı çektiğimiz o kapıyı açmadık, kırdık; bizi kör eden güneşe boğulduk. Sonra da hep olan oldu, kurallar işledi; bindiğimiz dalı kesmeye başladık. Ne dersiniz, epey sorumlu değil miyiz? 2018 Yılında Nasrettin Hocayı anmak için darphanenin bastığı 2,5 Lira... Yerinde bir seçim; ulusal kimliğimizdir bindiğimiz dalı kesmek. * 1999, Yalova, Haberci Gazetesi 2002 Güney Dergisi 2003, Bursa maviADA Dergisi, 2005 Damar, AykırıSanat Degileri /23.06.2020
- YUNUS’UM
NİYAZİ UYAR * Çocukluk arkadaşımdı Yunus. Ahşap derme çatma evlerimiz dip dibeydi, onların evlerindeki ses bizim evde, bizimki onlarda. Yunus’un bir omzu diğerine göre düşüktü. Kara gözleri hemen her daim melül melül bakar dururdu. Siz ondaki sıcaklığı hemen o bakışlarından hisseder, siz de ona yumuşak olmak zorunda hissedersiniz. Sesini yükseltmez, en öfkeli anlarında bile sesinde bir naiflik vardır. İnsandı nihayet bir de kızdı mı gözü hiçbir şey görmez dümdüz giderdi. Ona sebep bütün arkadaşları sınırı bilir, sınırı aşmaktan imtina ederdi. Abisi Zengin Nurullah, koruyup kollardı Yunus’umu, cebini harçlıksız bırakmazdı. Zengin Nurullah derlerdi ona. Lakabını en çok hak edenlerdi o. Nakliyecilik yapardı Zengin Nurullah, sefer dönüşü Gıcırların Mustafa’nın Kahvesinin yan kapısından girer: “Emmi, benden herkese çay ver,” der kapçıklı sigarayı ortaya bırakır, canı isteyen sormadan alır yakardı. O zamanlar filtreli sigara içmek her babayiğidin harcı değildi. Filtreli sigaralara kapçıklı sigara denirdi. Kapçıklı sigara da Samsun sigarasıydı. Zengin Nurullah’ı gördü mü, Ali Rıza Emmi’nin oğlu Nurullah, ağzındaki birinci markalı filtresiz sigarasını yere atar, “Ver şundan yakayım, içilmiyor bu, bilmem ne ettiğimin cığarası, ağzıma tütün gaçıyo” deyip yakardı bir kapçıklı Samsun sigarası. Cebinde her daim para olan Yunus’um, “İyen bi tavık alam ortak, Neslan temizle, pişirir, bende bi yetmişlik alırın, içemin bi yo.” Neslan derdi hanımı Neslihan’a O da gülen yüzü ile karşılar, hiç hayır demez tamam derdi hep! Neslihan Hanım, çabuk çabuk iş görürken bir yandan da hızlı hızlı bir şeyler anlatırdı. “He Yonis’im, sen kesive, ben temizlerin, ağamlamla barabar eğlenirsiniz!” Bize ağala derdi. Gelinler kendinden büyük olsun, küçük olsun ağa derdi. Neslihan yenge, tavuğu temizleyip pişirirken bir yandan da meze falan hazırlardı yanına. Köy yerinde meze derken ne olur ki, salata malata, yoğurt moğurt, turşu falan. Rus Salatası nerde, Alinazik nerde, enginar nerde, ahtapot salatası nerde… İçimizde bağlama çalmayı bilen yalnız Yunus’umdu. Hem çalar hem söylerdi. Sesi aynen üstat Mahmut Erdal’ın sesine benzerdi. Onun gibi çalıp söylemekten keyif alırdı. Bizde “yaşa iyen, aynen Mahmut Erdal gibi çalıp söylüyorsun,” deyince tarifsiz bir kıvanç duyardı. Yunus’umun bir omzu düşüktür, demiştim ya. Babası okusun da köy hayatından, rençberlikten kurtulsun diye ilçeye okumaya göndermişti. Oğlumun garipliği belli olmasın diye de köylerinde yıllarca öğretmenlik yapmış, Cengiz Topel İlkokulunda çalışan köy enstitülü Sait Özyiğit’e emanet etmiş onu ve “bi takım elbise tiktirem, sen ilazım olanı edesin hocam,” demiş. Elbiseyi Demirci’nin ünlü terzisi Tüccar Terzi Kemal’ e diktirirler. Ceketi giyen Yunus’un bir omzu düşük olduğundan ceketin bir eteği ötekine göre aşağıdadır. Köy enstitüsü mezunu Sait Özyiğit ceketin bir eteğinin diğerine göre aşağıda olduğunu görünce öfkelenir. Terzi Kemal ölçüyü doğru aldığını prova yaptığını böyle bir şeyin imkânsız olduğunu söyler. Söyler söylemesine de Sait Özyiğit’in öfkesi geçmez. Tartışmalar sertleşmeye başlamışken, Terzi Kemal, Yunus’un bir omzunun düşük olduğunu fark edince birbirlerinden özür dileyip meseleyi tatlıya bağlarlar. Ders çalışmayı, disiplinli çalışmayı pey sevmeyen Yunus’um başarılı olamaz ortaokulu bitirmeden ayrılır. Günler bir nehir gibi akıp giderken, Yunus, Kamber, ben hemen her ay kendi çapımızda felekten bir gün çalamaz olduk. Zaten bizim cebimizde doğru dürüst bir şey olmazdı. Ben zamanı bir şekilde geçirebiliyordum, bolca kitap okuyor, hatta okuduğum kitapların kahramanların yerine koyuyordum kendimi. O yıllar radyo tiyatrosu dinlemek de zaman geçirdiğimiz en güzel şeylerdendi. Mesela hiç unutmam Muzaffer İzgü’nün radyo tiyatrosunu dinlerken olayın kahramanı Osman’a ne çok üzülmüştüm. Yunus’umun da harçlığı da zaman içinde önce azalmış sonra o da bizim gibi o da parasız pulsuz parasız kalmış. Yunus evli barklı çoluk çocuk sahibidir. Böyle olmayacaktır aşağıya çalışmaya gitmesi lazımdır. Köyde aşağıya diye söylenen yer, Salihli’dir. Salihli, köyden gelenler için iş yatağıdır: Kiremit fabrikaları, bağ bahçe, çubuk işleri, inşaat işleri, sanayide tamircilik, lokantalarda garsonluk, çiftliklerde hayvan bakıcılığı… Bir vesileyle köyü aradığımda çocukluk arkadaşım Yunus’um göçü göceği sarmış üç beş yıl önce Salihli’ye gidip kiremit fabrikalarında çalışmaya başlamış. Yıllardır görüşemiyorduk, yaz tatiline girmişti okullar, ben de on yıl aşkla görev yaptığım İstanbul’ a gitmiş, dostlarımla hasret gideriyordum. Bizi mi beklemiştir nedir İstanbul’un nemli havası, son yılların en çekilmez havalarından birini sırtlayıp gelmiş, mega köyün üstüne indirivermiş bunaltıcı havayı. Hem nem hem iç sıkıntımla bunaldıkça bunalmıştım. Aslında bir gün önce başlamıştı iç sıkıntım. Kimseye bir şey demiyordum, durduğum yerde duramıyordum, dayanamadım az kestireyim bahanesiyle yan odaya geçip sıkıntının bir başıma üstesinden gelmeye çalışacaktım. Öyle bir olmuştu iç sıkıntım, boğmaya başlamıştı beni. Elim defalarca telefona gitmiş, birilerini arayıp hasbihal etsem belki, sıkıntım dağılır diye düşünüp telefon etmek istemiş; sonra yapamayıp tam telefon edecekken, kendi kendimle bir kavgaya girip fırlatıp atmıştım telefonu. Akşam yemeği beni mi yedi ben yemeğimi yedim bilmiyorum. Patlayacaktım. Yatma saatime daha vardı, fakat olmuyordu, yapamadım, yatsı ezanı okunmadan bana müsaade deyip uyumaya gittim. Uyumak ne mümkün, iç sıkıntısı dayanılacak değildi. Epey zaman sonra bir nöbet horozlar öterken yorulan, uyuşan beynim uykuya teslim olmuş, uyumuşum. Sabah herkesten önce yine ben ayaktaydım. Kahvaltıdan sonra Ali Bacanak’la onun gittiği kahvede oturmuş, sohbet ediyorduk. Anlattıklarının bazısı aklımda kalırken, bazısı benim iç huzursuzluğumla kaynayıp gidiyordu. Birden köyde oturan kardeşim Ali’yi aramak düştü aklıma. “Benim bir telefon etmem lazım,” deyip kahvenin dışına çıktım, “Ali ne var yok köyde, sormayınca bir şey anlatmıyorsun,” deyip hafif serzenişte bulundum. Ali, “Sorma abi Yunus abiyi kaybettik, Salihli’de kamyon çarpmış, bisikletiyle karşıdan karşıya geçerken,” deyince, yıkılmışım. Bu sırada Ali, anlatmaya devam etmiş, fakat ben anlattıklarını yarı anladım, yarı anlamadım. “Ne zaman olmuş, doğru mu söylüyorsun…” diye anlaşılır anlaşılmaz cümleler kurduğumu sonradan fark ettim. “Yunus abiyi dün toprağa verdik abi deyince daha çok üzülmüştüm, çocukluk arkadaşımın cenazesine katılamamıştım. Çok sevdiğim Yunus’umu uzun zamandır göremediğime mi yanayım ya da cenazesinde bile bulunamayışıma mı? Vahşi kapitalizm insanları doğup büyüdükleri yerlerden koparıp alıyor, kültürüne, yaşam biçimine alışık olmadığı bir yerlere savuruyordu. Yunus’um da kapitalizmin canını aldıklarından biri olarak bu dünyadan ayrılıp birçok gidenin olup geri gelmediği yere çekip gitti. Hakkını helal et Yunus’um, benim varsa hakkım yerden göğe kadar helal hoş olsun, toprağın incitmesin can arkadaşım…
- Sinemadan Bir ORHAN GÜNŞİRAY Geçti
Orhan Mahir Günşiray * (16 Eylül 1928, İstanbul - 27 Ağustos 2008, İstanbul ), Türk sinema, dizi oyuncusu ve film yapımcısı . 1957-2006 yılları arasında 100'den fazla film ve dizide rol aldı ve 14 filmin yapımcılığını üstlendi. Fenerbahçe Spor Kulübü 'nün 2818 sicil numaralı Yüksek Divan Kurulu üyeliğinde bulunan Orhan Günşiray 27 Ağustos 2008'de 79 yaşında İstanbul'da hayatını kaybetti. Hayatı Orhan Melih Günşiray 16 Eylül 1928'de Mehmet Tahir ve Sıdıka Nebiye çiftinin çocukları olarak İstanbul'un Beyoğlu semtinde doğdu. Tophane Sanat Okulu'ndan mezun oldu. Bir süre ticaretle uğraştı. 1950'de Adalar Erkek Güzeli seçildi. 1957'de Hasan Kazankaya'nın teşvikiyle sinema oyunculuğuna adım atıp Lejyon Dönüşü filmiyle beyaz perdeye geçti. Ardından aynı yıl içinde Murat Çeşmesi adlı tarihi temalı filmde oynadı. O yıllarda sinema oyunculuğuna güvenemeyen Günşiray, yapmakta olduğu müteahhitlik işi yanında sinemaya devam etti. 1959 yılında başrolünü Neriman Köksal 'la paylaştığı Fosforlu Cevriye filmi beklenmeyen bir ilgiyle karşılaşınca, film yapımcılarının aradığı jön olan Orhan Günşiray, yaşamının yönünü sinemaya çevirerek kısa sürede halkın en sevdiği oyuncular arasına girdi. Sinemada daha sonra Atıf Yılmaz 'la ortak Yerli Film'i kurarak yapımcılığa geçti. 1962'de Abdullah Ziya Kozanoğlu 'nun eserinden, Suat Yalaz 'ın senaryosunu yazıp, Atıf Yılmaz'ın yönettiği Cengiz Han'ın Hazineleri filminde başrol oynadı. Büyük umutlarla varını yoğunu bu kostüme, tarihi temalı filme yatıran Günşiray, film vizyona girdiğinde beklediği hasılatı elde edemedi. Daha sonra kendi firması "Günşiray Film"i kurdu. 1966'da Lütfü Ömer Akad 'ın yönettiği, kendisinin başrolünü oynadığı, Türkiye'nin ilk sinemaskop siyah-beyaz filmi Sırat Köprüsü filmini yaptı. 1959-1966 yılları arası Türk Sineması'nın en sevilen ve filmleri ilgi gören aktörü oldu. Özellikle polisiye filmlerin çapkın jönü oldu. Magazin basınında da çapkınlıkları ile gündeme geldi. 1970'ten sonra sinemadan uzaklaşarak şarkıcılık, düğün salonu, yazlık sinema işletmeciliği (Beşiktaş Mıstık Sineması) yaptı. 1970'te İbret filmiyle sinemaya döndü fakat kısa bir süre sonra sinemadan ayrıldı. 1981'de "7 Şoförün Öyküsü" olan Unutulmayanlar filminde rol aldı. Televizyon reklam filmlerinde rol aldı. Ömrünün kalan bölümünde bazı film ve televizyon dizilerinde oynadı. Başından 8 evlilik geçti. Çocuklarından Mahir Günşiray 'ı çocukken Oğlum Oğlum adlı filminde oynattı. Daha sonra Konservatuvar'ın Tiyatro Bölümünden mezun olan Mahir Günşiray, baba mesleği oyunculuğu seçip tiyatro ve sinema filmlerinde oynadı. Fosforlu Cevriye (Arakon – 1959) Neriman Köksal’a yeni bir erkeksi tipleme kazandırırken, Günşiray’a da mizah ve avantürü birlikte yaşatan filmlerin kapısını açacaktır. YILMAZ GÜNEY ve GÜNŞİRAY Dolandırıcılar Şahı (Atıf Yılmaz – 1960) ve Tatlı Belâ (Atıf Yılmaz – 1961) Günşiray’ın başrol oynadığı filmlerdi. Her iki filmde de küçük rolleri bulunan bir oyuncu da Yılmaz Güney’di. Yılmaz Güney 1959’da Atıf Yılmaz’ın Bu Vatanın Çocukları ve Ala Geyik filmlerinde oynamıştı. Ama bir süre sinemaya ara vermek durumunda kalınca, yeni başrol oyuncuları ön plâna çıkar. Yıllar sonra, sinemada artık Çirkin Kral ünvanını taşıyan Yılmaz Güney başrolünü oynadığı (ve bir kısmını da yönettiği) İbret (1971) filminde senaryoyu da yazmıştır. Senaryodaki bir karakterin rolünü genişleterek (uzatarak) bu rolü -yıllar önce yanında ufak roller oynadığı– Orhan Günşiray’a verir. Filmografi Oyuncu olarak 1957: Lejyon Dönüşü 1957: Murat Çeşmesi 1958: Hayat Cehennemi 1958: İstanbul Macerası 1958: Kederli Yıllar 1959: Binnaz 1959: Erkek Fatma 1959: Felaket Yolu 1959: Fosforlu Cevriye 1959: Kıtipiyoz'a Tuzak 1959: Ninno 1960: Aslan Yavrusu 1960: Cici Katibem 1960: Civanmert 1960: Dolandırıcılar Şahı 1960: Dostluklar Yaşadıkça 1960: Ölüm Perdesi 1960: Vatan ve Namus 1961: Allah Cezanı Versin Osman Bey 1961: Aşk ve Yumruk 1961: Çapkınlar 1961: Dikenli Gül 1961: Mahalleye Gelen Gelin 1961: Ölüm Film Çekiyor 1961: Oy Farfara Farfara 1961: Seviştiğimiz Günler 1961: Siyah Melek (Zincirler Kırılırken) 1961: Tatlı Bela 1962: Aşka Kinim Var 1962: Bir Çiçek Üç Böcek 1962: Bir Gecelik Gelin 1962: Çam Sakızı 1962: Cengiz Han'ın Hazineleri 1962: Erkeklik Öldü mü Atıf Bey? 1962: Fosforlu Oyuna Gelmez 1962: Geçti Buranın Pazarı 1962: İkimize Bir Dünya 1962: Kadın Ve Tabanca 1962: Külhan Aşkı 1962: Leyla 1962: Sahte Nikah 1963: Azrailin Habercisi 1963: Baş Belası 1963: Bazıları Dayak Sever 1963: Bir Hizmetçi Kızın Hatıra Defteri 1963: Çapraz Delikanlı 1963: Çiçeksiz Bahçe 1963: Hop Dedik 1963: İki Gemi Yanyana 1963: Kadınlar Hep Aynıdır 1963: Sıralardaki Heyecanlar 1963: Üç Çapkın Gelin 1963: Yabancı Kız 1963: Yarın Bizimdir 1963: Zoraki Milyoner 1964: Dağ Başını Duman Almış 1964: Dullar Tercih Edilir 1964: Erkek Sözü 1964: Hizmetçi Dediğin Böyle Olur 1964: Manyaklar Köşkü 1964: On Güzel Bacak 1964: Şehrazat 1964: Şeytanın Uşakları 1964: Şu Kızların Elinden 1964: Uçurumdaki Kadın 1964: Yankesici Kız 1965: Bekri Mustafa 1965: Beleş Osman 1965: Gizli Emir 1965: Kadın Okşanmak İster 1965: Kanlı Meydan 1965: Oğlum Oğlum 1966: Gariban 1966: Sırat Köprüsü 1968: Kara Güneş 1968: Şeytan Kafesi 1968: Tek Kurşun 1969: Gizli Emir 1970: Selahattin Eyyubi 1970: Şeytan Kayaları 1971: Dişi Hedef 1971: İbret 1971: Vurguncular 1972: Kader Kurşunu 1972: Kırık Merdiven 1972: Ölüme Köprü 1974: Karateciler İstanbul'da 1974: Yankesici (Misafir Oyuncu) 1975: İki Tatlı Serseri 1975: Keloğlan İş Başında 1981: Şaka Yapma 1981: Su 1981: Unutulmayanlar 1982: Son Savaşçı 1983: En Büyük Yumruk 1983: Gizli Kuvvet 1984: Ölüm Savaşçısı 1985: Paramparça 1989: Kanun Savaşçıları 1990: Yağ Yağmur 1993: Tetikçi Kemal 1995: Zıpçıktı 1996: Ay, Işığında Saklıdır 1998: Marziye 1998: Parçalanma 1999: Kerem 2000: Yaralı Kurt 2002: Üç Kardeştiler 2003: Yeşilçam Denizi 2004: Ayışığı Neredesin 2006: İlk Aşk AYRICA YÖNETTİĞİ FİLMLER DE VARDIR İKİ GEMİ YANYANA Filmini İZLE ORHAN GÜNŞİRAY * FİLİZ AKIN 1963 Yapımı İki gemi yanyana Orhan Günşiray'ın setlerin kurallarını koyduğu zamanların filmidir izlemek için RESME TIKLA
- Elveda Yaz Annem
Şimdi saatler Eylül, şimdi GÜZ * Şenol YAZICI * Şimdi YAZ geçer, sınanırsın. Turnalar, yaban ördekleri de geçer birazdan. Gökyüzünü “V”lerle doldurup kuş sesinden öte, bir arslan sürüsü gibi kükreyerek geçerler. Ne zaman saat Eylülse, ne zaman ayaz çekip göçer kuşların sesleri doldursa ay dolu gökleri, öyle olurum: Önce vaat edilmiş, sonra terk edilmiş bir ülkeymişim gibi gelir. Cennette bir başına yaşamaya bırakılmışım gibi… Siz bunu bilir misiniz? Zor olan, yalnız olmak değildir. Gibi ‘si yok mu? Hani dört yanın insandır, ama yalnızsın. Hani bayramlarda daha bir duyumsarsın öksüzlüğünü; işte öylesi. Tanımasam da aynı ülkeyi paylaştığım insanlar gibi göçmen kuşlar. Bir sabah kalksanız ki, tüm insanlar çekip gitmiş kentinizden, köyünüzden. Hırsınızdan, aç gözlülüğünüzden gına getirmişler, gına getirmişler kendiniz gibi yapma gayretinizden ve gitmişler neleri varsa size bırakıp... Sevinebilir misiniz? Niye ki? Artık dünya sizin, karnınız doymaz bilirim, ama gözünüz doydu... Sevininnnnnnn... Bilmem mi, insan olan sevinemez. Tam ordasın; ıssızlaştıkça dört yanın, bir ağlama tutar. Varsay ki kimliksiz bir gece vakti, Anadolu’nun karanlık bir köyünün kıyısındasın. Bıçak gibi bir ayaz yalarken yüzünü, uzaklardaki solgun yıldızdan başka ışığın yok. Kırık söğütlerin gölgesinden bilinmeyene bir çift ray uzar, gümüş, yılansı … Toprak damlı evler bir mezar gibi karanlık. Düdük düdüğe trenler geçer, ışık ışığa katarlar. Tanrının unuttuğu bir karanlık köyün kıyısından İstanbul geçer, Mozart geçer, Vivaldi geçer. Ama sana ait tek bir im taşımadan, ama önünden, ama senin dünyandan, ama tam ortasından... öyle geçer. Işığın azalır, ayazın artar. Az düşünsen, az bilsen o tren, yıkar toprak damlı, mağaramsı evini başına, döşer raylarını yüreğinin tam ortasına öyle geçer. Sırtından beline iğneler akar. Hani ağlamak bentleri zorlayan bir sudur, ama gırtlağında bir kıl ustura dolaşır, ağlayamazsın. İşte, tam ordasın; ıssızlaştıkça dört yanın, bir ağlama tutar. Cemre düşmez dağlarıma, Nevruzlar başka tanrıların çocukları, Artık bir lokma, bir hırka, bir de sen değil hayat, Kimsesizlik giyneğimiz, Üşürüz, çok üşürüz Önce üşürdük. O çağ üşümek, düşünmekten kolay mıydı ne? Şimdi yaz geçer, şimdi sınanma zamanıdır. Benim ülkemde yalnızlık başlar…ve yalnızlık üşütür insanı. İlk ayaklar soğur derler, önce toprak soğudu. Dağlar artık güneşin önünde bile sisli. Doğa acıklı bir keman sesine tutulmuş pür dikkat dinliyor, sadece dinliyor. Kimileri yeni düşüyor, kimileri ölüyor, kimileri bir dahaki düğüne değin uykuya hazırlanıyor. Çocuklar, yaşlılar hasta. Doğa zayıfa yükleniyor, canını kolay alacağına. Ne çok ölüm; yalnız gidemiyor yaz, yalnız ölemiyor. Sonbahar öyle usul usul geldi. Koca dünyaya hükümdar, öyle geldi... ve şimdi gece; üstüne cila çekilmiş siyah bir kuzgun, üşüyen ve üşüten ayaz bir gece. Seni düşünüyorum. Ne zaman seni düşünsem, bir yıldız gelir aklıma. Her keresinde, o yıldızları yüreğimin göğüne iliştiririm. Bu kadar çok yıldızı taşıyacak göğüm yok ki benim. Kimsenin yoktur, senin bile yaz annem. Yıldız zamanlarına çok var; patlayacak ilk tomurcuğa, dallara yürüyecek kana çok var. Dünya kadar uzak... Şimdi yaramı deşip ilk cemre düştüğünden bu yana, güzel ne yaptın ki, diye sorma. İşim bu benim. Gözlerim yol çeker ve düşler kurarım. Düşler kurmak, beklemek benim işim; yaşamak başkalarının. Kendimi sorgulamıyorum belki ama geriye korkarak baktığım oluyor. Kimi öyle bir zaman diliminden geçip geldiğime bile inanamıyorum. Gerçekte ne önemi var ki her sabah yeniden doğmaz mıyız biz? Düne bizi bağlayan tek şey, anılarımız değil mi? Bir karışıklık olamaz değil mi? O uzun uykuda birilerinin anıları benimkilerle karışmış olamaz mı? Ya da düşlerimi, anılarım sayıyor olmayayım. Karabasan demek daha doğru ya. Razıyım, nefret ettiğim birinin anıları olmasın da... İnanası gelmiyor insanın. Bir çağ vardı, yaprağa su yürüdüğünde deliren bir çağ. Her yağmur şafağında gökyüzünü dolduran ateş böcekleri vardı. Yaşam bir masaldı. Ölmeye o kadar uzaktık. Hanımelleri akar, akar tahta cumbalarından. Şimdi Mayıs, Çingeneler Zamanı, havada oynak bir Cigan. Sarı güle keserdi ellerin. Yüreğini yüklenmiş bir ses kan revan: Kendine iyi bak demelerdedir. Zaman, güllerin katmerlendiği gün Yani bahar… Ölüme ne kadar uzak. Duyarsın, Asılmış en kuru ağacına ömrün, Üç dal fidan. Hayat ve genç olmak; En korkunç tuzak… Yanarsın, bitmez susuzluğun, Bir nehir kıyısında dört elin bağlı. Kozasında bir vurgun büyür, Sen artık sonsuz korkarsın. Bu hal, hal değildir bilirim; Yüz seksen kilometreyle bir duvara vurmak ister gibisin. … Dedik ya; yaşam, nerde güldüreceğini bilemeyen acemi ama inanılmaz acıklı bir masaldı. Neyleyelim, biz masallarımızı böyle uydurmuşsak? Çocuk doğasına bırakılırsa acımasızdır; kelebeklerin, kuşların kanatlarını kopartan da onlardır. Neden severiz masalları bunca? Biz, hiç masal anlatanı olmayan çocuklardanız oysa. Masal anlatanı olmayan çocuk nedir bilir misin? Çocukluğu olmayan çocuk… bilsen korkarsın. Korkma, bu ülkede tüm çocuklar bir devir biraz oydu. Onlar BİZ miydik? Kuş aklım zorlanıyor; bu hüzün de bir gün bitecek ve yeniden bahar gelecek. Her sabah kendi külünden doğan mitolojik kuş gibi umut, yaşama isteği, daha enginleri görme özlemi yeniden büyüyecek. Ya da yeniden kül olmaya dayanma gücü… Yeniden kül olmaya dayanmak, özlenir mi? Biraz sapma var mı ruhumuzda? Vardır; masal dinlemeden büyüyen ve kendi masalını yazan çocukların huyudur bu. O Eylül öncesini niye özleriz, sanıyorsun? Biz de öldürülmeden biten Eylül öncesini… Yılmaz Güney’i neden çok severiz, düşündün mü? Tutunamayacağı, uymayan yaşamlar ve insanlar için bir film boyu kavga verir, son birkaç saniyede de, sevgiliye koşar gibi gittiği özenilecek bir ölümle ölürdü hep. Bu da bizi deli ederdi. Biz elde edemezdik, etsek de saklamayı beceremezdik ama, güzel ölürdük. Bir iyi bildiğimiz acı çekmektir, bir diğeri de delikanlıca ölmek. Büyümeli. Acı çekmekten değil, sevinçlerden, yaşamak için savaşmaktan, atılan her adımı sonuna değin savunmaktan, insan gücünün sınırlarını zorlayan direnmelerden zevk almak değil midir, büyümek? Ayakta durmak, tek başına da olsan… ayakta durmanın yolu, en yükseği özlemekte. O zaman sallantı niye? Neden dört yana dağılmış tespih taneleri gibi toplanamıyoruz? Nedeni sen; hep böyle gitmelerin. Alışamıyorum. Her sonbahar gidiyorsun. Ne zaman dağlara vuran güneşin altın ışıklarının ayarı artar, daha bir sararır, gözlüyorum. Enginlere dalıyorsun, gözlerin yol çekiyor. Kenarlarda, kuytularda bir şeylerin kalmasın diye toplanmaya başlıyorsun. Her ayrılış sonrası, salt ben değil, seni tanıyan herkes, öksüz bayram çocukları gibi hüzne boğuluyor. Nasıl beceriyorsun, insanlara bu denli kendini sevdirmeyi, vazgeçilmez kılınmayı? Bunu başardıktan sonra, yüreğimin en derinlere daldırdıktan sonra köklerini, ilmik ilmik söküyorsun ördüğünü. Ne vermişsen topluyorsun, canımın yandığına aldırmadan en ince kılcal damarımda yürüyeni, kanıma karışanı çekip alıyorsun. Eşyalara, yaşamın her yanına, sözcüklere sinen kokuna dört el sarılıyorum. Beş yaşımda, ayrılmak en büyük öğretmendir, diyerek uzak koydukları annemin kokusuna da öyle sarıldım. O ayrılıklardan bir tek, sonsuz yalnızlıkları öğrendim; ne erkekliği, ne direnci, ne de yaşamı; bir yakan, bitiren sonsuz yalnızlıkları... Gariptir, o yalnızlıkları sevdim zamanla... Hatta zamansız mekansız yalnızlığımı özler bile oldum. Kendi içimi kanatmayı, o kanla beslenmeyi; hüzünden zevk almayı sevdim. Neylersin, ben zavallı bir insancıktım; bükemediği elleri öpen... Kimim vardı güvenecek? Bir sen... Güneşli aydınlığını, yıldız dolu gecelerini, yaprak, çiçek, meyve yüklü sıcak kollarını, cömertliğini sevdim... Belki ilk kez birine güvendim, sana güvendim... Sana güvendikçe gücüme de inandım. Şimdi?.. Bir sabah bakıyoruz, yoksun. Olması gerekenden ne kadar daha az kalıp, ne kadar rahat, gidiyorsun. Her defasında da hazırlıksız yakalanıyoruz. Biz ki, acımasızlığın ustasıyızdır; bu denli acımasızlığı sanmam ki bir insan okulu öğretebilsin. Sana kim öğretti? Sanırım tutkuya ve güvenmeye şiddetle gereksinmemiz varmış. Ayırtına varmayışımızın nedeni; senin kadar sıcak, sevecen birine denk gelmeyişimizden olsa gerek. Daha önce, ne olursa olsun bir başımıza olmayı başarırken, şimdi sensiz bir eksiklik, yeri doldurulmayan bir boşluk var. Bu boşluğu unutsam da, birileri anımsatıyor. “Bu onun sıcaklığı,” dese birisi, yetiyor. Durum bu olunca, sevginin aslıyla tanınmadığı bu diyarda dayanılmaz bir yalnızlığa dönüşüyor gitmelerin. Senin için hava hoş tabi. Gittiğin yerlerde sevgiyi kitaplarından henüz silmediler. Dostluklar da vardır, anlatılmaya değer. İki yüzlülüğün, içten olmayışın, en gösterişli sözcükleri kullanıp bir şey anlatmayışın egemen olmadığı dünyalar oralar. Orda sınanmış insanlar var; yabancılığı bilmeyenler. Belki ateş böcekleri de… Şimdi gerçeği kırıcı da olsa söylemeliyim: Senin tüm işin, fetihlerle büyüyen imparatorluklar gibi yeni ülkeler elde etmektir. Sıcaklığına muhtaç gönülleri ele geçirmek ve nesi varsa yağmaladıktan sonra… İşte sonrası seni hiç ilgilendirmez. Sonralara değin dost değilsin. Belki de kendi yaşamını seçmen, bize kıysa da hakkın. Hakkın da ya bize olanlar? Biz buraya alışmıştık; tam yüreğimizi unutarak tüm omurgasız yaratıklar gibi her uzantımızı ayak yapıp üzerinde durmaya alışmıştık ki, sen bir sevgi seliyle çıktın geldin. Aydınlık ve onurluydun. Unuttuğumuz ne varsa anımsattın. Zaten sevgisizlik seçimimiz değildi, zorunluluğumuzdu. Bir umutla kalktık mezarlarımızdan. Her birimiz çarmıha gerilmeye hazırdık. Bize neler yapacakları, dışarıda ne olduğu umurumuzda değildi. Sen varken nelere katlanmazdık? Bunlar, başkalarının dayattıklarını yaşayanlar, bizler miydik? Katlandığımız için kendimizi aşağıladık. Yeniden insan, yeniden çocuk olabilirdik, kirletilmemiş. Öldürüp en derinlere gömdüğümüz erdemlerimizi, toprağın derinliklerinden çıkardık. Bir deri bir kemik yeniden dirildik yaşama. Anımsamak tohumdur ve tohum her bir şeydir. Şimdi anımsıyoruz, devlere kafa tutuğumuz devirleri. Delikanlıca intihar ettiğimiz filmleri anımsıyoruz. Bu denli korkmuş, yılmış ve bezgin beynimizin kıvrımları arasından; bize ait olmasalar da ne gam, yenileceğini bile bile çarmıhlarımıza en güzel türkülerimizle yürüdüğümüz destanları anımsamak ve de yalan yanlış da olsa anlatmak az yüreklilik değil. Arada bir, acaba bu anımsadıklarımız, yaşadığı aşağılanmalardan sonra kendinden iğrenen ruhumuzun ürettiği bir yalan mı, diye düşünsek de, övünecek bir mezar taşımız olması, bu kimliksizliğimizde ne denli önemliydi bilemezsin ve sana borçluyduk. Artık gerisini getirebilirdik. Oysa sen gittin. Önce üşüdük. Şimdi biliyorum ki, yalnızlık üşütürmüş insanı. Daha sabaha çok vardı. Gecenin orta yerinde, ağaçların bile uyku açtığı o saatte, ışık ışık yüzünle kalkıp ben gidiyorum, diyebildin. Aydınlığınla değişim, tam gerçekleşmemişti. Bizi özendiren, istersek o denli yürekli olabileceğimize inandıran sendin. Boyalı yüzlerimiz, ak saçlarımız, bir uçurum kadar derin çizgilerimizle ışığa çırılçıplak yakalandık. Aydınlıkta yaşlı bir çıplak olmak ne denli acıklıdır, bilir misin? Nerden bileceksin, sen hiç yaşlanmadın ki. Ölenler ve gidenler hiç yaşlanmazlar. İlkeyi bilmiyorduk. Tırmanmak zorunda olanlar geriye bakmamalıdır. Sevmek koşan insanın bir yürümeyi bileni beklemesidir. Ya da zıttı… seni o kadar sevmemeliydik. Sen koşuyordun, bizse toprağa değen her organımızı ayak yapmış yürüyor… hayır sürünüyorduk. Şimdi sitem etmeye de hakkımız yok öyle mi? Ne yapacağım şimdi ? Oturup herkese, önce kendime, seni karalamak; bu saflığı, yaşadığım sanallığa inanışı, tırmanma düşünü unutturmak, derin vadilerde köstebekler gibi uyum sağlayarak yaşamayı becermek ya da seninle gelmek… yapabileceğim. Seni nasıl karalarım? Sen ki benim ay kanatlı sevdamsın; sen yaşamsın. Çok zamandır gurur duyacağım bir şey yapmadım, şimdi ürettiğin bu cehennemle; yalnızlıkla sınanacağım. Ya da… Hangisi intiharım bilmem, ama seninle gelirim. Sensiz çok üşüyorum. Yalnızlık, hele böyle gibisi çok zor. Öyledir; yaşamak, tuz basılan bir yara gibi hissederek yaşamak zor, ama gelemem. Beni bağışla, belki onursuzluğu yaşayacağım. Unutacağım dağlarımı, yüreğimi ve kanatlarımı, unutacağım kurtaracağımız ülkeleri. Işığı unutacağım ve rengi. Dönersen bir gün, insan değil, insan fosili bulacaksın. Kim bilir hiçbir şey öğrenemediğimi düşünüyorsun, delikanlıca teslimiyeti bile. İyi de, ben senden öğrendim sevdayı ve sevdadan öğrendim onurla ölmeyi. Senden öğrendim, bir insanın yaşamı taşıyamadığı için değil, onu korumak için ölmeyi göze alması gerektiğini, değil mi? Yanlış anlamışsam, anlayan insan yanımdır. Mağaralarda yaşasa da, en aşağılık koşullarda sürünse de, ışığı ve aydınlığı hiç görmese de, ışığın bir parçasını küldeki kor gibi en derinlerinde saklayabilen insan yanım. O zaman, sen de git yaz annem ve sen öyle gel yalnızlığım. Elde ettiğimi taşıyamazsan gelirim, ama şimdi kendimle yüzleşmem var ve hayatla hesabım. Hayat ki, benim boy aynam, yaşayıp yalnızlığımla sınanacağım. Öyle dur, yalnızlığım, Sen anam, mihenk taşım, On sekizimdeki suretime takılmış, Topal çerçiden kalma, kenarı kırık ve de çilli Boy aynamsın. Issızlaştıkça dört yanım, Bir ağlama tutar, Çözülüp çözülmemekte sınanmamsın. Hiç sınanmadan bir ömür kendini Zaloğlu Rüstem sanmak vardı… ve öyle ölmek, daha mı iyiydi sanki? Dahası bir gün geri döneceğini biliyorum. Dönüp bana her bir şeyi yeniden anımsatacağını. Belki, bundan böyle yaşlanan aklım daha az güzellikler anımsayacak, belki huzur bulmam için unutmayı yeğleyecek, ama olsun, ne zaman dallara su yürüse, ne zaman yeşile ağarsa dünya, ne zaman ılınırsa toprak ve düşerse cemre, ince bir sızı duyacağım: Neydim, diye. Sen git, katlanırım, beni bırak. Sürünerek de olsa yaşamak ve kavgamı vermek istiyorum. Uğruna ömrümü harcadığım o aydınlık günler için, güzel ülkem için, doğacak çocuklarım için dişimle tırnağımla savaşıp umudu beklemek istiyorum. Senin artık dişlerin ve tırnakların yok ki diyorsun değil mi? Ve artık yalnızsınız, diyorsun. Doğru ama, hala yüreğim var ve teslim olmayacağım. Şimdi güz olsa da, ben o mayıs rengini ve ışığı biliyorum. Anlatmadan gelemem. Döndüğünde anımsayacak tek kişi bulamazsan neylersin? Bir düşün. Sen öğretmedin mi, sevgili yaz annem; as’lolan onurla direnerek yaşamaktır, diye ? * 1998 GÜZ, Haberci Gazetesi. ÇOK OKUNANLAR. 01.09. 2022 Yazılışının üzerinden 26 yıl geçti, maviaDADERGİSİ / ADA GÜNLÜKLERİnde yayınlanışının üzerindense 4 yıl geçti ve şaşılacak şey ÇOK OKUNANLARa ancak girmeyi başardı 102 ziyaretçiyle... Yine de çok önemli bir yanı var, BEĞENİ SAYISI 12, işte bu onu değerli yapıyor, yani kaç ziyaretçi olursa olsun, bunların en az 12'si zaman ayırıp okumuş ve beğenmiş de... ...ve BİRİNCİ EVREnin SONUNCU "ÇOK OKUNANLAR"ı oluyor bu yazımız. Artık bu tarz seçim ya p mayacağız, yani ne olursa olsun yıllarca yazının ÇOK OKUNAN olarak fark edilmesi için beklemeyeceğiz, YENİ EVRELERE geçeceğiz, 6 aylık süreçlerde gözleyi p bakacağız. Böyle makul süresinden çok sonra ve yine de ite kaka ancak ÇOK OKUNAN olmayı başarmış yazıları da tümüyle ihmal etmeyeceğiz, AZÇOK OKUNANLAR grubuna da hil edeceğiz
- Cesare Pavese
Soğukluk * Cesare Pavese (d. 9 Eylül 1908 – ö. 27 Ağustos 1950) * Ateşli bir sevi gibi yeşeriverdi acılanarak ateşini seyre dalan bir kin. Bir yüz, bir ten sevişmişcesine. Öluverdi teni çinlayan sesleri dünyanın. Bir titreyiş kapladı varlıkları. Tümüyle bir sese asılı kaldı yaşam. Acı bir esrime içinde geçiyor günler yüzümü soldurarak geri gelen sesin üzünçlü okşayışında. Yeniden çınlayan ve bizim için bir kez daha acımasız anıda tatsız değil bu ses. Ten titremiyor ama. Onu sadece bir sevi tutuşturabilirve bu kin arar. Tümüyle varlıklar, sesler ve dünyanın teni yerinde tutmuyor o gövdenin ve gözlerin yanıp tutuşan okşayışının. Kendini yıkan acılı esrimede her gün yeniden bir bakış ve kırık bir sözcük buluyor bu kin. Ve yakalıyor orada, doyumsuzca, bir seviymişcesine Cesare Pavese (d. 9 Eylül 1908 – ö. 27 Ağustos 1950) İtalyan şair, romancı, çevirmen ve eleştirmen. Cesare Pavese, ailesinin yazları geçirdiği Torino'nun Santa Stefano Belbo köyünde bir memur çocuğu olarak doğdu. Torino Üniversitesi'nde edebiyat okudu. İngiliz veAmerikan edebiyatlarına ilgi duydu, bitirme tezini Walt Whitman şiirleri üzerine yazdı. Üniversitedeki akıl hocaları arasında Rus edebiyatı uzmanı ve edebiyat eleştirmeni, yazar Natalia Ginzburg'un kocası ve geleceğin tarihçisi Carlo Ginzburg'un babası Leone Ginzburg da vardı. Öğrenimini bitirdikten sonra orta öğrenimini tamamladığı eski okulu Liceo d'Azaglio'da edebiyat ve dil dersleri verdi. Bu dönemde İngiliz ve Amerikan yazarları ile ilgili yazıları La Cultura dergisinde yayınlandı. Daha sonra bir arkadaşının kurduğu Einaudi Yayınevi'nde çalışmaya başladı. 1935'te antifaşist çalışmaları nedeniyle tutuklandı, 1935'te siyasi bir mahkûmdan mektuplar aldığı için tutuklandı ve mahkûm edildi. O dönem yaygın olarak kullanılan ceza olan Güney İtalya'daki "confino"ya, Carlo Levi ile beraber iç sürgüne gönderildi .Brancaleone Hapishanesi'nde geçirdiği bir yıldan esinlenerek Carcera (Hapis) adlı romanını yazdı. Calabria'nın Brancaleone köyünde geçirdiği bir yılın ardından Pavese, sol görüşlü yayıncı Giulio Einaudi için editör ve tercüman olarak çalıştığı Torino'ya döndü. II. Dünya Savaşı sırasında Pavese orduya çağrıldı. Ancak astımı nedeniyle erken terhis aldı. Torino'ya döndüğünde, Alman birlikleri sokakları işgal etmişti ve arkadaşlarının çoğu partizan olarak savaşmak için ayrılmıştı. Pavese, Casale Monferrato yakınlarındaki Serralunga di Crea çevresindeki tepelere kaçtı. O bölgede gerçekleşen silahlı mücadeleye katılmadı. Savaştan sonra Pavese İtalyan Komünist Partisi'ne katıldı ve Antonio Gramsci'nin kurduğu gazete L'Unità'da çalıştı. Eserlerinin büyük kısmını ise bu dönemde yayımladı. 1950'de Yalnız Kadınlar Arasında romanı ile İtalya'nın önemli edebiyat ödüllerinden Strega Ödülü' nü aldı. Edebi kariyerinin doruğunda olmasına rağmen özel hayatı Amerikalı aktris Constance Dowling ile çalkantılıydı. Sonu olmayan ilişkiler onu bunaltmıştı. Bir eserine verilen ödülü aldıktan sonra Torino'daki otel odasında bütün özel kâğıtlarını yok edip, 21 adet uyku hapı alarak intihar etti. İntiharından önceki gün, “Artık sabahı da kaplıyor acı.” diye kısa bir not düştükten sonra 27 Mayıs'ta günlüğüne şunları yazmıştır: " ’48-’49′daki mutluluğumun hesabı görüldü. Bu soylu mutluluğun gerisinde şu vardı: Güçsüzlüğüm ve hiçbir şeye bağlanmayışım. Şimdi, kendime göre, girdabın içine girdim; güçsüzlüğümü seyrediyor, onu iliklerimde hissediyorum, beni ezen siyasal sorumluluğu yüklenemiyorum. Bunun tek çözümü var: İntihar. " Cesare Pavese – 27 Mayıs 1950 Leslie Fiedler, Pavese'nin ölümü hakkında "...Onun ölümü bizim için Hart Crane'inkine benzer bir ağırlık taşır. Doyulmamış lezzetli bir tat gibi. Kendi eserine geri dönen ve bir çağın edebiyatında bir sembol işlevi gören bir anlam" demiştir. Önemli Eserleri Senin Köylerin - 1941 - Roman Kumsal - 1942 - Roman Ağustosta Tatil - 1946 - Öykü Yoldaş - 1947 - Roman Leuko İle Söyleşiler - 1947 - Deneme Tepedeki Ev - 1949 - Roman Güzel Yaz - 1949 - Roman Ay Ve Şenlik Ateşleri - 1950 - Roman Yaşama Uğraşı - (1935-1950) - Günlük Tepelerdeki Şeytan - 1948 - Roman Yalnız Kadınlar Arasında - 1949 - Roman* Çalışmak Yorar - 1930 - 1933 -1936 - 1938 - 1940 - Şiir Pavese’in Eserlerinden Yalnız Kadınlar Arasında Cesare Pavese ‘in 1949 yılında yayınlanan ve edebi tarzını yansıtan en önemli romanıdır. Kitap; yalnızlık, yabancılaşma, cinsellik, özlem ve umutsuzluk gibi konuları işler. Romanın baş kahramanı Clelia , uzun zaman sonra İtalya’ya döner ve hayatındaki boşluğu doldurmak için bir süreliğine bir moda evinde çalışmaya başlar. Burada çalışan diğer kadınların hayatlarına yakından tanık olur. Clelia, yalnızlık, özlem duyguları içinde ve mutluluk arayışında olan bu kadınlar arasında kendine bir yer bulmaya çalışır. Kitap, yalnız kadınların duygusal, cinsel ve sosyal hayatlarına dair bir portre çizerken, İtalya’nın savaş sonrası dönemdeki toplumsal ve politik değişimlere ve kadının toplumdaki yerine değinir. Yalnız Kadınlar Arasında romanı, 1950’de İtalya’nın önemli edebiyat ödüllerinden Strega Ödülü ’ne layık görülür. Yaşama Uğraşı Eser İtalyan edebiyatının en önemli otobiyografik çalışmalarından biri olarak kabul edilir. Pavese ‘in kişisel hayatının ve yazarlık kariyerinin anlatıldığı bu kitap, okurlara yazarın yaşamına dair detayları görmesini sağlar. Kitap, Pavese ’in 1935-1950 yılları arasında tuttuğu günlüklerden oluşur, kişisel yaşamı ve düşüncelerini içerir. Aynı zamanda Pavese ’in topluma dair gözlemleri ve aşk, ölüm, yalnızlık gibi konulara dair düşünceleri yer alır. Günlüklerinde, yazma sürecini ve yazarken yaşadığı duygusal ve zihinsel süreçleri de paylaşır. Yaşama Uğraşı , Pavese ’in ölümünden sonra yayınlanmış ve büyük bir ilgi görmüştür. DERLEME. AYCAN AYTORE KAYNAK: internet
- 26 AĞUSTOS BÜYÜK TAARRUZ
KURTULUŞA GİDEN YOL * 1921'de yapılan Türk Ulusunun "makus talihini" değiştiren, Anadolu'yu işgal eden güçleri durduran Sakarya Meydan Savaşından sonra yapılan hazırlıklarla güçlendirilen ordu 1922'nin Ağustos ayının 26'sında "Ya İstiklal Ya Ölüm," diyerek, bizzat Atatürk'ün komutasında "BÜYÜK TAARUZ"u başlattı. Sakarya Meydan Savaşının kazanımları, Mustafa Kemal Atatürk'ün öngörüleri ve stratejik hamleleri, taaruzu bizzat komuta etmesi ordunun moral ve motivasyonunu da artırmıştı. Tekâlif-i Milliye Emirleri ile birlikte ordunun ihtiyaçlarının karşılanmasında tüm ulus yekpare olmuştu. Bu taaruzla başlayan harekat, 30 Ağustosta 1922'de DUMLUPINAR'da tarihin gördüğü en büyük meydan muharebelerinden birini kazanacak, ardından ATATÜRK'ün verdiği " Ordular İlk Hedefiniz Akdenizdir, " emrine uygun olarak olarak düşmanı İzmir'den denize dökecektir. AYRICA * BÜYÜK ZAFER 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı OKUMAK için TIKLAYIN
- Muzaffer İZGÜ
Orada Soba Var mı ? * Gözümü açtığımda, babam bir ev yapmış bize tahta parçalarıyla, portakal sandıklarıyla... Adana’ya ilk gecekonduyu yapan insan. Duvarları Adana’da ona “berdi” derler kargılar örülerek yapılır. Babam onları çakmış, içten dıştan sıvamış. Üstü için de ikinci el çıkıntı oluklu çinko satın almış. Çinkolar yer yer delik. Sonbaharda dama çıkar o delikleri balmumuyla tek tek tıkardı. Ama Adana’nın yakıcı güneşi eritirdi balmumunu. Ev dediğin zaten bir odaydı; yatak odası, yemek odası, konuk odası, mutfak, hatta banyo , sonraları babam küçük bir banyo yaptı. Yer yatağında yatardık, evde zaten ne masa ne sandalye... İnanın üç kişiye bir yorgan ancak düşerdi. Yok. Para yok, bir şey yok. Babam bulduğu işlerde çalışırdı. Emeklilik yoksa, SSK yoksa babamın suçu ne bunda? Hastalandı mıydı hepimiz açız. Garsonluk yapar, sokakta ıspanak satar. Yani böyle bir ev. Şubat ayı geldi mi bizim evde odun kömür de biterdi. Biz kardeşler yere uzanır kitabı öne koyardık, onun altına defteri... Ödevi oradan bakar yapardık. Üşüdük mü kaş göz ederdik birbirimize... Bir ayağa fırlardık. Hooohoooohoooo bu tarafa... Hooohoooohoooo o tarafa... Amerikalı Kızılderililerin dansını bilir misiniz? Aynısı! On Hooohoooohoooo bu tarafa, on Hooohoooohoooo o tarafa... Annem de akşama zehir gibi mercimek çorbasını içirirdi bize. Üç kişiye bir yorgan; o çeker, o çeker, sabahı ederdik. Gider okulda ısınır, kurulanırdık. Okuldan eve dönerken üstüm başım ıslanırdı. Ceketim bile yoktu. Elbisem yok, paltom yok. Ceket, babamın ceketi; uzun, omuzları düşük, kolları sarkık. Bununla gider gelirdim okula, o da ıslanırdı. Kim kurutacak bunu? Durumu iyi olan bir arkadaşım götürürdü beni evlerine... O günlerden birinde, “Bugün seni eve götüremeyeceğim, ablamın nişanı var. Bir yer söyleyeceğim oraya git.” dedi. Adana Halkevi Kütüphanesi... “Orada soba var mı?” dedim. “Var.” “Kızarlar mı bana ısındım diye?” “Hayır.” O gün Adana’da nasıl yağmur yağıyor, sicim gibi! Koşa koşa arkadaşımın sözünü ettiği binaya gittim. Binayı bulunca öyle bir sevinç ki çenem tıkır tıkır ediyor, burnumun ucundan, kulaklarımdan yağmur suları damlıyor. Sıcağa kavuşmanın sevinci... Çikolata, elma istemeyen, yalnızca ısınmak isteyen bir çocuk... İkinci kata çıktım bir tabela: Kütüphane. O gün orada yaşadıklarımı “Zıkkımın Kökü”nde yazdım. O günden sonra orası benim ikinci yuvam, evim oldu. Öyle sevdim Adana Halkevi Kütüphanesini... Bir boşluk buldum mu hemen oradaydım. Cumartesi öğleden sonraları ve pazarları kütüphanedeydim. Annem beni aradı mıydı orada bulurdu. Orada, o dört yıl içersinde herhalde 250-300 kitap okudum. Anladım mı? Çocuk kitabı yok ki nesini anlayacağız. Klasikler de 1942’de başladı çevrilmeye, Hasan Âli Yücel zamanında... O klasikleri sonradan okumaya başladım. Bu durum bende büyük bir okuma alışkanlığı yarattı. Şu anda da -iki elim kanda olsa- her gün en az 150 sayfa kitap okurum. Şuna inanıyorum ki sevgili Atatürkümüz 3997 kitap okumuş. Ben ya daha az ya daha çok... Bilmiyorum sayısını ama... Her gün okuyan insanım. Bırakmam. Bugün işim var, okumasam demem. Annem de babam da öyle Atatürkçü insanlar ki... Bir gün babam eve geldi, “Yarın Atatürk Adana'ya geliyormuş! Sizi götüreceğim.” dedi. Aman aman bir servindik, bir sevindik. Sevinçten ne yapacağımı bilmiyorum. Devrisi gün babamın elinde bir testi... O zaman böyle poşet filan yok, annemin elinde bir kara torba... Kara torbada zeytin ekmek varmış. Atatürk Parkının ilerisine, İstasyon Meydanına gittik. Yürü, yürü sonunda bulduk. Atatürk'ün çıkacağı kürsüye 20-25 metre uzaklıktayız. Kalabalık. Olduğumuz yere oturduk, zeytin ekmeğimizi yedik. Bir ses, “Atatürk geldi!” dedi. Herkes ayağa fırladı. Beş yaşında, ufacık çocuğum. Babamın pantolon, gömleğini çekiyorum, “Atatürk, Atatürk!” diyerek. Millet alkışlıyor. Babam heyecanla beni aldığı gibi omzuna oturttu. Bir gördüm Atatürk’ü!.. Aman Allahım, o ne heyecan! Havalardayım, alkışladım, alkışladım. Arkaüstü düşüyordum, babam zor yakaladı. O gün 23 Mayıs 1938 orada Atatürk’ün bir sözü var kürsüden söylediği, yaş betona çiviyle kazınmış gibi beynimde... “Çok çalışacağız arkadaşlar!” dedi, sağ elinin işaret parmağını kaldırarak. Belki de yazdığım 154 kitabın, 24 tiyatro oyununun arkasında Atatürk'ün o gün söylediği “Çok çalışacağız arkadaşlar” sözü var. Ben bunu yerine getirdim. Atatürk gittikten sonra babam “Hasta hasta geldi Adana’ya!” dedi. Babamın bu sözünü hiç unutmuyorum. “Baba,” dedim, “niye hasta hasta geldi?” “Oğlum,” dedi, “seni görmek için!” Ben bir sevindim, bir hoşuma gitti. Atatürk beni görmeye gelmiş! Canım ba bacığım... * Muzaffer İZGÜ: (29 Ekim 1933; Adana - 26 Ağustos 2017; İzmir ), * Türk yazar ve öğretmen. Türkiye'nin en çok okunan gülmece, genç ve çocuk kitapları yazarlarındandır. 107 kitap, iki yüze yakın radyo oyunu yazmıştır. * Hayatı 29 Ekim 1933 günü Adana 'da doğdu. Babası, Elazığ'ın Dişidi mahallesinden çalışmak üzere Adana'ya gelen ve Adana Kız Lisesi 'nde hademelik yapan Şam doğumlu Ahmet İzgü, annesi Antakya 'dan Adana'ya gelmiş olan Havva İzgü'dür. Yoksul bir çocukluk geçirdi. İzgü'nün ifadesine göre babası Adana'da ilk gecekonduyu yapan kişidir. Muzaffer İzgü; bulaşıkçılık, garsonluk, sinemalarda gazoz satıcılığı gibi işlerde çalışarak eğitimine devam etti. Üç yıllık İnönü İlkokulu'ndan sonra dördüncü sınıfı Gazipaşa İlkokulu'nda, bu okulun depremde zarar görmesi üzerine beşinci sınıfı İstiklal İlkokulu'nda okuyarak ilköğrenimini tamamladı. Öğrenimini Tepebağ Ortaokulu'nda sürdürdü. 3 yıllık ortaokulu bitirdikten sonra yatılı olarak Diyarbakır Öğretmenokulu'nda okudu. Bu okulda tanıştığı Günsel Hanım ile evlendi ve görev yerleri olan Silvan 'da oğulları Bülent İzgü dünyaya geldi. Diyarbakır İlköğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra Silvan'da, Aydın 'ın Akçakoca Köyü'nde, Cincin Köyü'nde, Aydın merkezindeki yetiştirme yurdunda, Güzelhisar İlkokulku'nda öğretmenlik yaptı. Aydın'da görev yaparken ikiz kızları Nevin ve Sevin doğdu. 11 yıllık ilkokul öğretmenliğinin ardından ortaokul öğretmenliğine geçti, Aydın Gazipaşa Ortaokulu'nda Türkçe öğretmenliği yaptı ve 1978 yılında emekli olup İzmir 'e yerleşti. İlk yazılarını 1959 yılında Aydın'da yayımlanan Hüraydın Gazetesi'nde yayımladı. Küçük öykü ve röportajlar derleyen İzgü, 1964 yılından itibaren yazarlığını Demokrat İzmir Gazetesi'nde sürdürdü. Bu gazetedeki köşesinde her hafta bir öykü yayımladığı gibi gülmece dergisi Akbaba'da da öykülerini yayımladı. İstanbul'da çıkan Milliyet ve Akşam gazetelerinde röportajları yayınlandı. Zamanla, röportaj ve öykülerin yanı sıra tiyatro oyunu yazmaya yönelen İzgü, özel tiyatrolarda oynanan, radyolarda yayınlanan oyun ve skeçleriyle ün yaptı. Yazdığı ilk oyun, Nejat Uygur için yazdığı İnsaniyettin' dir. İlk kitabı Gecekondu , 1970 yılında Remzi Kitabevi tarafından yayımlandı, bunu 1971 yılında İlyas Efendi , 1972 yılında Halo Dayı adlı kitabı izledi. Attilâ İlhan ile tanıştıktan sonra kitaplarını Bilgi Yayınevi 'nde yayımlayan İzgü'nün bu yayınevi tarafından basılan ilk kitabı Donumdaki Para (1977) idi. Bilgi Yayınevi, İzgü'nün 42 roman ve öykü kitabını, 73 çocuk kitabını yayımladı. Zıkkımın Kökü ile Ekmek Parası adlı eserlerinde kendi yaşam öyküsünü ortaya koydu. Bu eser, daha sonra Memduh Ün 'un yönetmenliğinde sinema filmine uyarlandı. Ölümü İzmir 'de yaşayan 3 çocuk babası 83 yaşındaki Muzaffer İzgü, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hasatanesi Dahiliye servisine başvurmuş, burada tetkik ve tahlilleri yapılan İzgü 1 Ağustos 2017 Salı günü hastaneye yatırıldı. 26 Ağustos 2017 tarihinde kanserden öldü. Alsancak Hocazade Camii 'nden kaldırılan cenazesi, 28 Ağustos'ta Doğançay Mezarlığı 'nda defnedildi. Ödülleri " Hıdır Baba " öyküsüyle 1977 Nasrettin Hoca Gülmece Öykü Yarışması üçüncülük ödülü " Anayasa, Hangi Anayasa " öyküsüyle 1977 Milliyet Sanat Dergisi Gülmece Öyküsü Yarışması ikincilik ödülü " Donumdaki Para " kitabıyla 1978 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü Dayak Birincisi adlı çocuk romanıyla 1980 Bulgaristan Altın Kirpi Gülmece Ödülü " Uçtu Uçtu Ali Uçtu " romanıyla, 1980 İstanbul Uluslararası Çocuk Kitapları Fuarı birincilik ödülü TÖMER 'in düzenlediği 1997 En Başarılı Çocuk Kitapları Yarışması 'nda Türkiye ikinciliği Eserleri Roman Gecekondu İlyas Efendi Halo Dayı Kasabanın Yarısı Zıkkımın Kökü Çizmeli Osman Sıpa kaçak kız Oyun İnsaniyettin Kara Düzen Reçetesi Peçete Gön Utanmıyorum Üşüyorum Her Devrin İti Sınır Duvar Lütfen Kızımla Evlenir misiniz? Öykü - Mizah Bando Takımı Anneannem (seri) Ökkeş Serisi Donumdaki Para Deliye Her Gün Bayram Sen Kim Hovardalık Kim? Her Eve Bir Karakol Dayak Birincisi Devlet Babanın Tonton Çocuğu Çanak Çömlek Patladı Üç Halka Yirmibeş Ortadireği Yıkan Ayı İşte Mühür İşte Sen Devletin Malı Deniz Azrail Nasıl Rüşvet Yedi Siz Bilirsiniz Paşam Şeker Kız Bir Namussuz Aranıyor Lüp Lüp Makinesi Yıl Sıfır Darbe Hazır Bizim Ayılar Amerikalıları Çok Sever Bülbül Düdük Bayram Yeri Bisikletim Vız Vız * Ayrıca; 2006 Şubatında maviADA yazarlarınca MUZAFFER İZGÜ'nün evinde kendisiyle yapılan SÖYLEŞİYİ okumak isterseniz RESME tıklayınız
- Muzaffer Buyrukçu
HER ŞEY BİTTİĞİ YERDE BAŞLAR’dan * Arkadaş olmamız, birbirimizi sevmemiz oldukça güç, üç kişi sandala atladık. Ağır ağır açılıyoruz. Tüy hafiliğinde sıcak, tuz kokulu bir yel yüzlerimizi yalayıp geçiyor... Terlemeleri, gözlerimize kaçan kurumları trende bıraktık. Tünelleri de, ırmakları da, kel dağları da, ekilmiş tarlaları da, ansızın görünüp kaybolan eşekli köylüleri de... Şimdi şehrin denizindeyiz. Islığa, çalgılardan gelecek seslere benzer sesler var içimizde. Bir yerimde tel tel kıpırdamalar oluyor. Gülesim geliyor, bir yere koşarak varmam gerekiyormuş gibi ileriye atılıyorum. Sevinç mi acaba? Ama tel tel kıpırdamalara, kafamın içindeki evlerin, sokakların açılıp kapanmasına, uzamasına, lâmbaların durmadan yanmasına sevinç diyebilir miyim gerçekten? Bir ekmek bıçağının döşemeye saplandıktan sonra titremesi, bir kuş sürüsünün şöyle uçuşu gibi bir şey!.. Ötekilerin de yüzlerinde kendi içimi görüyorum... Gözlerimi çevremde gezdiriyorum: Mavnalar, vapurlar, koşuşan yolcular, kubbeler, minareler, düzlüklere, yokuşlara, çukurlara kurulmuş evler. Üç kişi daha geliyoruz size. Hadi bakalım, sokaklarınızda, evlerinizde üç kişilik yer ayırın!.. Biri montgomerisini son düğmesine kadar açtı, kıllı göğsünü şişirdi: "Es be! Es ulan rüzgâr... Oh be, oh yahu, İstanbul gibi var mı? Bu deniz gibi bir deniz daha var mı?" dedi, kafasını kaşıdı, birden sustu, ileriye baktı, güldü. Patlak gözlü, sarı, süzgün yüzlü bir çingeneydi. "Karagümrük'te oturuyorum." demişti. Ceplerini karıştırdı, çoğunun yazıları silinmiş, kenarları kopmuş katlı bir sürür kâğıtları, zarfları çıkardı, güneşe tuttu. "Sevgili anacım bu ay bana ne yap yap bir ellilik yolla..." Kahkahayla güldü. "Ulan ne dümenler be! Kocakarıya ne kazıklar attık." Kâğıtları parçalayıp suya serpiştirdi. Karşısında oturan çekik gözlü, basık burunlu, dört köşe yüzlü, tüysüz tatara: "Sen kaçıncı tümendeydin?" dedi. Tatar burnunu karıştırıyordu. "Alaydaydım ben." dedi. "Tamirhanedeydim annadın mı?" dedi. Çingene bana, kayıkçıya baktı, "Ben paşanın postasıydım." dedi, denize tükürdü... Önce çingeneye bu gösterişçiliğinden ötürü kızdım, sonra, "Belki de övünecek başka bir şeyi yoktur." dedim, bir süre küreklerin suya batıp çıkışını, ıskarmoz kayışını germesini, ötelerden suları yararak geçen motorları seyrettim. Öteleri, mavisi az bir güneş tozu yağmuru kuşatmıştı. Suların yüzünden buharlar titreşe titreşe çıkıyordu. Ellerimi suya sokuyorum, sandala vuran mor dalgacıkların köpüklerini yakalamıya çalışıyorum. Tatar bir cigara yaktı. "Şimdilik her şey bitti ağa, annadın mı herşey." dedi, bolca bir dumanı çingenenin yüzüne doğru üfledi. "Tezkereyi cebime yerleştirmiştim. Bütün kapılar açık artık memlekette annadın mı? Adam sırasına girdik. Karı da bize, iş de bize annadın mı? Askerliğimizi yapmışız annadın mı?.. Şimdilik kıyıya vardık mı hemen atlıycam Aksaray'dan bir tremvaya, biletçiyle bir kıyak dalgamı geçecem, ver elini arap Kenan'ın kahvesi... Arap şaşıracak Tatar Kemalettin'i karşısında görünce, "Tıraşı bırak lan, biz geldik annadın mı?" diyecem. Bir bakacak yüzüme, "Vay ulan Tatar, ulan eşşoğlueşşek, nerden çıktın sen lan namussuz?" diyecek, sarılıp sarmaşacaz annadın mı? Bir demli çay yaptıracam annadın mı? Ey siyah gözlü kadın gazelini çaldıracam annadın mı? Tak, oradan volta eve... Çıkaracam postallarımı, bir uzanacam yataa annadın mı?" Çingeneye, bizimle ilgilenmiyormuş gibi görünen, "Ben buna benzer ne sözler duydum, neler gördüm" gibi bir duruşu olan kayıkçıya, bana baktı. Dört köşeli yüzünü dokunsan elliyeceğin bir hüzün kapladı. Ağır ağır: "Helbet bi iş bulacam bi yandan annadın mı? Hele bi onbeş gün geçsin aradan bakalım. Zülfiye'yi göreyim, bir iki sinema postası yapalım annadın mı?" Başını yukarlara kaldırdı, bir elini havaya savurdu, "Ne olacak be, ne olur yani annadın mı? Demir gibiyim. Bir sakatlığım yok çok şükür. Bu eller varken bende annadın mı hangi iş olursa olsun arnımın akıyla kalkarım altından. Erkeğiz be annadın mı? Erkek adama..." O konuşurken ben de içimden durmadan, "Annadın mı, annadın mı?" diyordum... Bir akşam karavanayı yedikten sonra koğuşa çekilmiştik ağızlarımızda cigaralar, türkülerle. "İçtimaaa" dedi biri, koşuştuk. Mektuplar dağıtılıyordu. Yatak arkadaşıma mektup çıkmamıştı. Ona mektup gelmiyordu. Ama o her mektup dağıtılışta koşardı... Ortadaki büyük direğe yaslanmış "Ben de insanım annadın mı?" demişti. Gidiyoruz. Sular hışırdıyor... Kayıkçı olanca gücüyle küreklere asılan alabrus saçlı, yanık yüzlü, uzun çarpık burunlu bir adamdı. Küreklere abandıkça adeleleri geriliyor kollarındaki, boynundaki damarlar şişiyor, alnının bir yerlerinden fışkıran ter damlaları düzlü, eğrili çizgilerin arasından çenesine doğru akıyordu. (…) MUZAFFER BUYRUKÇU (Korkunun Parmakları, 1959) (D: 1 Şubat 1930, Niğde, Fertek – Ö: 22 Ağustos 2006, İstanbul) Yazar. Muzaffer BUYRUKÇU * " Sanat hayatına, kapıcı olarak çalıştığı Son Telgraf'ta yayımlanan öyküleriyle başlayan Muzaffer Buyrukçu'nun hikâyeleri 1945 yılından itibaren Gece Postası, Son Telgraf, Yeditepe, Yenilik, Yeni Ufuklar, Varlık, Mavi, Seçilmiş Hikâyeler, Mülkiye, Türk Dili, Dönem, Yansıma, Türkiye Yazıları, Papirüs, Milliyet Sanat, Cumhuriyet Kitap, Gösteri, Soyut, Ataç, Tanin, Yeni Sabah, Akın, Hürses, Vatan, Akşam, Milliyet, Hürriyet, Cumhuriyet ve Aydınlık gibi dergi ve gazetelerde tefrika edilmiş ve yayımlanmıştır. Korkunun Parmakları (1958 Dost Dergisi Birincisi), Kuyularda (Otağ Dergisi 1962 birincisi), Bulanık Resimler'le 1962 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü'nü, Kavga ile 1968 Sait Faik Armağanı'nı kazandı. Yüzün Yarısı Gece ile de Haldun Taner Öykü Ödülü ve Yunus Nadi Öykü Armağanı'nı aldı. Edebiyat dergilerine geçişi ise 1953 başlarındadır. Konularını İstanbul'un kenar mahallelerinde yaşayan dar gelirli ailelerin dertli, çekişmeli hayatlarından alan Buyrukçu'nun yaşarken 21 öykü, 10 günlük ve 8 roman olmak üzere toplam 39 kitabı basıldı " Muzaffer Buyrukçu‘nun çocukluğu Manisa ve Yalova köylerinde geçti. Yoksullukla savaşmak, aç kalmamak için çeşitli işlere girip çıktı. Bu yüzden öğrenimini sürdüremedi, Pertevniyal Lisesi’nde okurken orta ikiden ayrıldı. Askerlik sonrası Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memur olarak girdi (1951), yirmi yılı aşkın bir süre çalıştı ve kendi isteğiyle de buradan 1971’de emekli oldu. Bundan sonraki yaşamını İstanbul, kısa sürelerle de Ankara’da yaşayarak ve öykü, roman, deneme ve anı türlerinde eserler ortaya koyarak geçirdi. Uzun zaman akciğer yetmezliği çekti. 2005 şubatında astım krizi sonucu hastaneye kaldırıldı. İki üniversite hastanesi para istedi ve acil servise almadı. Bir hastanede kalbi durdu, yeniden çalıştırıldı. Özel İsviçre Hastanesi tarafından kabul edilerek, tedavisi yapıldı. Son bir yıldır da evinde yaşam destek ünitesine bağlı olarak tedavisini sürdüren Buyrukçu’nun ölümü, evinde eşi Misli Buyrukçu’nun da sağlık sorunları yüzünden uyuduğu sanılarak iki gün sonra anlaşılabildi. Ölüm nedeni için otopsi yapıldı. Cenazesi oğlu Ekrem Buyrukçu’nun da Almanya’dan gelişiyle 28 ağustos 2006 günü Teşvikiye Camisi’nde kılınan ikindi namazı sonrası Zincirlikuyu mezarlığında toprağa verildi. Muzaffer Buyrukçu’nun Edebî Kişiliği Edebiyata şiirle başlayan Buyrukçu iki arkadaşıyla iki ortak kitap yayımladı. Ama öyküye geçti, ilk öyküsü 1945 yılında Son Telgraf gazetesinde yayımlandı. Ertesi yıl da Otağ dergisinden ödül aldı. Gece Postası, Yeni Sabah, Tanin, Akşam, Vatan gazetelerinde yazdıklarıyla çıraklık dönemini atlattı. 1953 ‘te Yeditepe dergisinde modern edebiyatla tanıştı, etkilendiği bu edebiyatı benimsedi. 1959’da yayımlanan Korkunun Parmakları kitabı, büyük yankılar uyandırdı. Türk öykücülüğüne getirdiği yenilikten, özgürlükten ve kazandırdığı boyutlardan söz edildi. Dost dergisinin bir soruşturmasında yılın en beğenilen öykücüsü seçildi Korkunun Parmakları’yla yaptığı atılımı her yapıtıyla güçlendirdi, sınırlarını genişletti, içeriğini zenginleştirdi. Düş, öykü, roman, günlük türlerinde ürünler verdi. Kendine özgü bir öykü, benzersiz bir günlük ve düş türü yaratan Muzaffer Buyrukçu, toplumsal ve bireysel durumların olaylı, sorunlu gelgiti var olmak, güven kayalıklarına tutunmak, tabandaki düzlükten yükseklerdeki bir yere tırmanmak için boyuna savaşan insanı, onun yaşamını derinden kavramayı, çeşitli ilişkilerini değerlendirmeyi, ilişkilerin hem bütünündeki devinimleri hem de arkalarında saklanan çelişkileri irdelemeyi, tepkilerin patlama noktalarını kurcalamayı amaç edinen bir yazar oldu. Ürünleri coşkun imgelerle, masalsı çağrışımlarla, şaşırtıcı saptamalarla; bir ucuyla gerçeklerde bir ucuyla kendi yapısında eşinen düşlerle, inandırıcı gözlemlerle, yaşamın damarlarından gürül gürül akan kanın sıcaklığını yüreklere ileten, tıkanan ve kuruyan iletişim kanallarını açan canlı öğelerle bezemeye çalıştı. Hiçbir şeyi saklamadan yazmayı amaçladı. ÖLÜMÜ; Son zamanlarında akciğer yetmezliği çeken Buyrukçu iki kez bu sebeple hastaneye kaldırıldı. 26 Ağustos 2006 günü evinden gelen kötü kokular nedeniyle komşularının ihbarı sonucu yapılan polis aramasında İstanbul 'un Gaziosmanpaşa ilçesi Bağlarbaşı mahallesi, Menekşe Sokak'taki evinde ölü bulundu. Birlikte yaşadığı eşi Misli Hanım'ın Alzheimer hastalığı nedeniyle Buyrukçu'nun ölümünün farkına varmadığı, uyuduğunu sandığı için üzerini battaniye ile örttüğü, ölümün iki gün önce gerçekleştiği anlaşıldı. Vefatından sonra cenazesine kimsenin sahip çıkmaması üzerine kimsesizler mezarlığına defnedilmesi gündeme geldi. Ancak daha sonra eski arkadaşı yazar Melisa Gürpınar ve Cumhuriyet Halk Partisi 'nin girişimiyle Teşvikiye Camii 'nde kılınan cenaze namazı sonrası Zincirlikuyu Mezarlığı 'nda defnedildi. Ölümünün ardından Melisa Gürpınar, onu şöyle değerlendirdi: “Cemal Süreya, Muzaffer Buyrukçu’ya ‘Edebiyat Mareşali‘ adını takmıştı yıllarca önce. O da bir bakıma dostları arasında böyle anılmaktan sevinç ve gurur duyardı. Son yıllarını edebiyatın adsız bir neferi gibi köşesinde tarifsiz acılar içinde geçirirken, sanki kalemiyle kendine sağladığı bütün kıdem, her gün ondan biraz daha uzaklaşıyordu. Öykü, roman ve özellikle günlükleriyle unutulmaz bir yeri olması gerekirken, edebiyatın bugünkü ortamında, o ve onun gibi halkın içinden çıkmış nice üretken yazarlar silinmeye çalışıyordu sanki. Umarım bundan sonra yıldızı gene parlar.” (Cumhuriyet, 26 ağustos 2006, s. 17). Sennur Sezer’e göre, “Buyrukçu, her kitabında, anlatımında atılımlar, değişimler denemiş bir yazardır.” (Radikal, 27 ağustos 2006) Öyküleri yabancı dillere çevrilen Muzaffer Buyrukçu, ilk ödülünü 1946’da Tanin gazetesinin açtığı öykü yarışmasından aldı. Ardından Korkunun Parmakları’yla 1959 Dost dergisi birincisi seçildi. Bulanık Resimler adlı kitabıyla 1962 TDK Öykü Ödülü’nü, Kuyularda’yla 1963 Otağ Dergisi En Beğenilen Öykücü Ödülü’nü, Kavga’yla 1968 Sait Faik Hikaye Armağanı’nı, Yüzün Yarısı Gece adlı kitabıyla 1994 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü ve Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandı. Ayrıca yine 1994’te Aynalar adlı dosyasıyla da yayımlanmamış öykü dalında 1994 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü Sulhi Dölek’le paylaştı. Muzaffer Buyrukçu’nun Eserleri Şiir: İstikbalin Sesi (Ekrem Köprülügil ‘le 1945) Kalplerin Feryadı (Suat Yalçın’la 1947) Öykü: Katran (1956), Acı (1957) Korkunun Parmakları (1959), Bulanık Resimler (1961), Kuyularda (1962), Cehennem (1966), Kavga (1967), Mağara (1971), Şarkılar Seni Söyler (1982), Günlerden Bir Gün ( 1983), Hüzünlü Kar Çiçekleri (1987), Her Yer Karanlık (1989), Bin Hüzün (1992), Şarkı Gibi (1992), Yüzün Yarısı Gece (1994), Bir Aşk Daha (1996), Telefon Konuşmaları (1997), Dumanı Tüten Çay Gibi (1999), Yalnızlığın Arkasındaki Gülümseme (2001), İpek Pijamalı Katiller (2004), Ay Kokuyor (seçme öyküler, 2004). Roman: Gürültülü Birkaç Saat (1969), Bir Olayın Başlangıcı (1969), Dar Sokaklardaki Duman (1992), Gece Bitmedi (1995), Dışardaki Rüzgar (1998), Ucu Güllü Kundura (1998), Akan Sular Şarap Olsa (1998), Eski Defterler (1999). Günlük: Arkası Yarın (1976), Sıcak İlişkiler (1982), Arkadaş Anılarında Orhan Kemal (1984), Dillerinde Dünya (1985), Sayılı Günler (1986), Anında Görüntü (1992), Dünden Bugüne (1997), İlişkiler Arasında Bir Gezinti (1998), Yaşadığımız ve Yaşananlar (2000).
- MOHAÇ TÜRKÜSÜ
Yahya Kemal Beyatlı * Bizdik o hücûmun bütün aşkıyla kanatlı; Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı. Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle, Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle! Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü; Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü. Gül yüzlü bir âfetti ki her bûsesi lâle; Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle Dünyâya vedâ ettik, atıldık dolu dizgin; En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin! Bir bir açılırken göğe, son def'a yarıştık; Allâh'a giden yolda meleklerle karıştık. Geçtik hepimiz dört nala, cennet kapısından; Gördük ebedî cedleri, bir anda yakından! Bir bahçedeyiz şimdi şehidlerle berâber; Bizler gibi olmuş o yiğitlerle berâber. Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden; Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden. * Yahya Kemal BEYATLI Doğum adıyla Ahmed Agâh diye bilinir. (2 Aralık 1884, Üsküp - 1 Kasım 1958, İstanbul), Türk şair, mütefekkir, yazar, siyasetçi ve diplomattır. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biri olan şair Sağlığında Türk edebiyatının başaktörleri arasında kabul edilmiş, şiirlerinin yanında düzyazılar yazmış ancak, sağlığında dizelerde geçen en doğru sözcüğü seçmek ilgisiyle hiç kitap yayımlamamıştır. Kimi şiirlerine en mükemmel halini 25 yılda verdiği söylenir. Şiirleri Divan edebiyatı ile modern şiir arasında köprü görevi üstlenmiştir. Türk edebiyat tarihi içinde T evfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy, Ahmet Haşim ' le birlkte " Dört Aruzcu'"dan biri olarak kabul edilir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde milletvekilliği ve bürokratlık gibi siyasi ve idari görevler üstlenmiştir.
- Sürdürülebilir Yaşam İçin Ormanlar mı, Madenler mi?
Prof. Dr. İbrahim Ortaş * Son zamanalar madenlerinin açılması için orman ve tarımsal orman alanlarının amacı dışına çıkarılması tartışma konusudur. Artan orman yangınları ile orman alanlarının ekosistem için önemi bilim insanları arasında “Ağaç Küllerinden Uygulamaya” watsaap grubunda tartışma konusu oldu. Ormanların yerinde orman olarak varlığının korunması konusunda yapılan bir tartışmada Ekolog Prof. Dr. Atabay Düzenli hocamız “Bazı ormanlar bazı maden veya cevherin indikatörü müdür acaba?” sorusu sordu ve benimde bir toprak bilimcisi olarak konuya açıklık getirmemi istediler. Ekolojinin önemi toprak, bitki ve mikroorganizma ekseninde ele alındığında biyoçeşitliliğin canların sürdürülebilirliği için önemlidir. Bu bağlamda ülkenin ve teknolojinin gereksinim duyduğu madenlerin çıkarılması bilimse, ekolojik ve ekonomik eksende tartışılması ve araştırılması gereken önemli bir konu. Ekoloji önemli, ancak teknolojinin ihtiyaç duyduğu bazı zorunlu elementlerde önemli. Ancak ölçü doğrun korunması ve ihtiyaca uygun planlı uygulamaya dayalı hareket edilmeli. Siyanür gibi ağır kimyasallar yerine ekolojiye uygun yöntemler veya ileride madenlerin ileri teknoloji gelişene kadar ertelenmesi tercih edilmelidir. Madenlerin Çıkarılmasında Teknolojinin Önemli Nedir? İndikatör bitkiler uzun süre jeologlara ve maden bilimcilerine büyük destek sundu maden alanlarını belirlemede yardımcı olduğunu biliyoruz. Doğaldır ki bitki türlerinin besin elementi talepleri ve konsantrasyonları farklılıklar oluşturuyor. Özellikle altın ve değerli madenler için Jeolojik-madenî aramada “indikatör bitkiler” (geobotanik) ve bitkiden alınan örneklerin kimyasal analizine dayalı “biyogeokimyasal prospeksiyon”, yüzeydeki ve sığ derinlikteki cevherleşmeleri dolaylı olarak işaretleyen tamamlayıcı yöntemler olarak kabul edilmektedir. Bu alandaki temel/çekirdek kavram “hiperakümülasyon”dur. Belirli elementleri olağandışı düzeylerde bitki yaprak/sürgün dokusunda önemli element konsantrasyonu yüksek düzeyde içeren ve dokularında biriktiren türler, örn. Ni ≥ 1.000 mg·kg⁻¹, Zn ≥ 10.000 mg·kg⁻¹ ve Cd ≥ 100 mg·kg⁻¹ gibi eşiklerle tanımlanmaktadır. Normalinde bu değerler bitkiler için olması gereken kritik değerlerin katı ve kat üzerindedirler. Ancak bitkiler bulundukları ortama adapte olması ile yüksek konsantrasyonlarda da yaşamaktadırlar. Bu konuda seçili alanda jeobotanik taramalarında serpantinit ve ultramafik kayaçlar (Zn-Pb-Cd içeriği zengin elementler) ve bu kayaçların üzerinde oluşan topraklar gibi jeolojik bağlamlarda indikatör bitki florasındaki bitkilerin belirlenmesi önemli. Bitki yaprak, genç sürgün, iğne/yaprak döküntüsü gibi organlardan mevsimsel süreçte ICP-MS/ICP-OES gibi ileri element analizi yapan ekipmanalar ile ölçülen minarelerin toplam miktarının belirlenmesi ve sonuçların yorumu ve standardizasyonu daha çok analiz edilmektedir. Günümüzde maden aramalarında toprak jeokimyası, jeofizik ve uzaktan algılama teknikleri çıktılarıyla birlikte yapılarak sonuçlar yorumlanır. Amerikan Jeoloji Biriminin altın aramacılığında ağaç dokusunu kullanan çalışmalar bu yaklaşımın klasik örneklerindendir. Avustralya’da Eucalyptus yapraklarında ve dallarında nano-altın parçacıkları gösterdiği ve özelleşmiş altın (Au) emen köklerinin oluğun belirtildi (Lintern vd., 2013). Bitkiler İle Madenlerin Aranması İle Doğa Daha İyi Korunur mu? Geobotany and Biogeochemistry in Mineral Exploration adlı kitap hatırladığım kadarı ile geniş bilgi sunuyor. Rusların Geobotank biliminden yaralandığını biliyoruz. . Nikel elementi (Ni) Akdeniz ve Batı Asya kuşağında Odontarrhena chalcidica (eski Alyssum murale) saha ve tarlada yüksek Ni biriktirir için kullanılıyor. Güney Afrika’dan Berkheya coddii, yüksek biyokütleli bir Ni hiperakümülatörüdür ve prospeksiyon ile fitomadencilikte model olarak uygulanmaktadır. Bakır/Kobalt (Cu/Co) için Afrikada: Kongo-Zambiya’da Haumaniastrum katangense bakır-kobalt zenginleşmeleriyle güçlü ekolojik ilişki gösteren “cuprofite” bir tür olarak rapor edilmiştir (Paton ve Brooks, 1996). Çinko/Kadmiyum/ Kurşun (Zn/Cd/Pb) için Noccaea (Thlaspi) caerulescens Zn/Cd hiperakümülatör ve model bitkiler kulanıldığı rapor edilmiştir. Çim Karanfili (armeria maritima) popülasyonları ağır metal toleransı ve birikimi ile çalışıldığı rapor edilmiştir. Bu konuda madenlerin toprakta çıkarılması siyanür bileşiği kullanmak yerine topraklardaki önemli mineralleri okside eden ve ayrıştıran mikroorganizmaların kimyasallara alternatif olarak kullanılmaktadır. Bakterilerin altını oksitlemesi kadar mantarlarında oksitleyici tola aldığı belirtilmiştir. Fusarium oxysporum izolatı olan altın oksitleyici mantar TA_pink1'in varlığı, mantarların altın biyojeokimyasal döngüsünü önemli ölçüde etkileme potansiyeline sahip olduğunu araştırma verileri ortamdaki altın konsantrasyonlarıyla pozitif korelasyon gösterdiğini rapor edildi (Bohu vd., 2019; Lintern vd., 2018). Doğanın mekanizmaları iyi anlaşılırsa doğrunun korunması daha madenlerden yararlanılması daha sağlıklı karşılanacaktır. Ancak burada önemli olan yer yüzeyinin ütündeki biyolojik varlığın yer atındaki madenlerden daha önemli olmasıdır. Onun için bu mekanizmalar iyice anlaşılana kadar maden çıkılmasının zaman bırakılması doğa yararına olacaktır. Özellikle bitkilerin karbon oksijen döngüsü ile yaşamın sürdürülebilirliği ve biyoçeşitliliğin sağlanması için bugün maden aramayı ileriye bırakarak, önce bozulan doğal dengeyi korumamızdır. Maden Çıkarılması İçin Orman Vasfını Kaybeden Alanlar Miktarı Ne Kadardır Son yıllarda artan oranda "orman alanlarında maden aranmasına verilen ruhsatlar” doğal olarak kaygıları artırıyor. Zeytin alanlarının madenciliğe açılması ciddi tartışmalar altında bir gece TBMM’sinde verilerimizin kabul işaretleri ile doğanın üstü daha az değerli diye yer altındaki kömür ve altına teslim edildi. Son yılları arasında Türkiye’de izin verilen maden arama izinleri ve orman vasfını kaybeden orman ve zeytin varlığı ne kadardır sorusu net olarak veri paylaşılmamış görülüyor. 2008–2023 döneminde toplam maden ruhsatı sayısının (arama+işletme) yaklaşık olarak 386 bin olduğunu ve bu izinler, 440.535 hektarlık bir alana denk gelmekte olduğu hesaplandı. Evet, yer altında değer taşıyan minareler teknoloji için önem oluşturuyordur. Veya orman ve biyolojik kütlenin canlılık için öneminin vurgulanması. Genelde minerallerce zengin olan kayaçlar veya onlardan meydana gelen topraklar üzerinde hayat bulan bitkiler doğanın sürdürülebilirliği için hayatı önemdedir. Bitkiler ve mineraller arasındaki birliktelik doğayı korumaya yönelik bir yaşam formudur. Son yıllarda ormanları konumları nedeniyle toplum tarafından korumaya dayalı refleksi ve sorgulama duruşu hepimizin temel duruşudur.
- Kargo
Birhan KESKİN * Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun. Lazım olursa açar okursun. Olmazsa da olsun, bir zararı yok burada dursun. Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun. Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun! Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun. Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun. Buraya tabiatı koydum. Ağaçları, suyu, ovayı, dağı. Onlar bizim kardeşimiz, çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun. Buraya, küçük mutlu güneşler koydum. Günlerimiz karanlık ve çok soğuyor bazı akşamlar, ısınırsın. Buraya, bir inanç bir inat koydum. Tut ki unuttun, tekrar bak, o inat neyse sen osun. Buraya yolun yokuşunu koydum. Bildiğim için yokuşu. Zorlanırsa nefesin, unutma, ciğer kendini en çabuk onaran organ, valla bak, aklında bulunsun. Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor, ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun. Buraya bir ayna koydum arada önüne geç bak; sen şahane bir okursun. Mesai saatlerinde çaktırmadan şiir okursun. N’olcak ki, bırak patronlar seni kovsun! Burada bir tutam sabır var. Kendiminkinden kopardım bir parça, (bende çok boldur) lazım oldukça ya sabır ya sabır, dokunursun. Burada güzel çaylar var. Bu aralar senin için çok önemli. Bitki çayları, kış çayları, şuruplar, kompostolar. Demlersin, maksat midene dostluk olsun. Şuraya Youtube’dan müzikler, Bach dinle filan, koydum. Ama müzik konusunda sen benden daha iyisin, koklayıp buluyorsun. Buraya bir silkintiotu koydum. Kırk dert bir arada canına yandığım, kırkına birden deva olsun. (Fakir Kene, 2016) / Birhan Keskin: (d.1963 Kırklareli) Türk şair, yazar. 1986 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi. İlk şiirini 1984 yılında yayımladı. 1995-98 yılları arasında arkadaşlarıyla birlikte Göçebe dergisini çıkardı. Çeşitli yayın kuruluşlarında editör olarak çalıştı. 2006 Altın Portakal Şiir Ödülü'nü Ba adlı yapıtıyla alıp Gülten Akın'ın ardından bu ödülü kazanan ikinci kadın şair oldu. Eserleri Delilirikler (İskenderiye Kütüphanesi Yayınları, 1991) Bakarsın Üzgün Dönerim (Era Yayıncılık, 1994) Cinayet Kışı + İki Mektup (Göçebe Şiir Kitapları, 1996) Yirmi Lak Tablet + Yolcunun Siyah Bavulu (YKY, 1999) Yeryüzü Halleri (YKY, 2002) Kim Bağışlayacak Beni, (Metis Yayınları 2005) Ba, (Metis Yayınları 2005) Y’ol, (Metis Yayınları 2006) Soğuk Kazı, (Metis Yayınları 2010) Fakir Kene, (Metis Yayınları 2016 /
- prova, prova
ONUR DÖNMEZ * aynı şarkıları mırıldanırdı bir zamanlar bu ülkenin insanları, aynı kalpte yakılırdı kimi harabe sayfalar, çarşının bakışlarıyla birleşirdi gülüşler, ıslak eller beklerdi sabırla kahve dumanında kavuşmayı. artık kendi buğusunu taşıyor bu ülkenin insanları, parmağının izi kalıyor dokunduğunda, ama boşluğunun değil. rüzgar dağıtıyor sağa ve sola onu, tüyleri yolunmuş bir karganın kırık bir aynada kaybolması kadar acı. kendini dolduracağı boşluğu arıyor hep, her gün, ertesi gün, çekmecede unutulmuş mektuplar, yıpranmış gazeteler, tozlu plaklar arasında sahneye çıkmaya yüksünüyor seninle aramdaki mesafe, belli belirsiz bir yansıma sadece, kırılmış ve çoğaltılmış, o kadar. uslu bir çocuk olup oturuyor, başını kaldırmıyor hiç. seyirciler duvardaki çatlaklardan bakıyor ona, onun göğünün yüzü aynı, aynı yitirdiği kıvrımlar, yine de insanlar başarabiliyor kendi adını hatırlamayı hala. aramızda sızan uğultular bile değmiyorken birbirine, titriyor lambalar, sakince paylaşılıyor karanlık, üzerinde duru bir sessizlikle yağmur sürüklüyor yaprakları, bulutları aralıyor insanlar için. her adım yeni bir tekrar, prova, prova! sesler kesiliyor. yıkanıyor surların bekareti, köşeler, köşeliler bir kıskaç gibi keskinleşiyor, kanatlar çarpıveriyor boşluğa, ve bir ülke gözlerimin içine bakıyor. günde iki kez kırılıyoruz ülkemle bir aynanın önünde, ve yine anlıyoruz: sıkıştırdığımızı ay ışığını kirli taşların arasına, eski cümlelerin yazıldığı, ve her biri birer ışık kırıntısı, ayrı, ama saklı aynı gölgede. aynı kaldırımlar, sessizlik aynı, karanlık da. birbirini takip etmiyor üzerime giydiğim ayak izleri, siliyor harp nizamına girmiş notaları kehanet yurdundan kopardığım, ve bir kapı daha kapanıyor, bir başkası açılmazken. düne kadar bir umut vardı, şimdi frengi kadar soluk, ve kısacık yaşlı bir köpeğin ölümü kadar. işte bu yaz akşamı, evvel zaman içinden bir çocuğun elinde böyle oyuncak olur, bir banka bırakılmış kırmızı defterin sayfasında, asılır pencere önüne tozlu bir tül gibi, kendiliğinden yayılıverir öylece karışır mevsimlerin kokusuna, ve gökyüzü aydınlanır, alır meyvenin çürük rengini, ve biz bu ülkenin insanları, yerleşen boş sokaklara birer ışık kırıntısıyız, titreriz hala. biter bu prova da bu perde kapanır, bir gün yeniden başlarız.
- FRİEDRİCH NİETZSCHE
TÜRKÜLER * öylesine geniş ki yüreğim bir deniz gibi, güler yüzün bir güneş ışığınca tatlı ve derin yalnızlığında, dalganın dalgaya sessiz karıştığı yerde. gece mi bastırdı? gün mü yoksa? bilmiyorum. güler bana o tatlı o sevimli güneş ışıltılı yüzün, ben bir çocuk gibi mutluyum. gece yarısı bir de rüzgar yavaştan yavaştan pencereme çarpar. bir sağnak başlamış inceden damlar odama yavaşça. mutluluğumun düşüdür benim, rüzgar gibi yalar geçer yüreğimi. bir buğudur o bakışında senin. bir yağmur tadıyla sarar yüreğimi. FRİEDRİCH NİETZSCHE * 15 Ekim 1844 - 25 Ağustos 1900 * Alman klasik filolog ve filozoftur . Nietzsche'nin fikirleri ve üslubu, yerleşik düşünce kalıplarını kırmıştır, bu nedenle yaşadığı dönemde var olan bir klasik disipline sokulamamıştır. Nietzsche, günümüzde yepyeni bir felsefi ekol olarak yaşam felsefesi disiplininin kurucusu olarak kabul edilmektedi r. * Nietzsche'nin felsefe öğretisi, kendi çağına tümden bir karşı çıkış olarak görülmektedir. Kendisinin bütün derdi, insanı akılcılığın kıskacından kurtarıp kendisi üzerinden düşünmesini sağlamaktır. Ona göre Tanrı ölmüştür ve insanlar Dünya'da yapayalnız kalmışlardır. Bu yüzden insanlar Tanrı'dan bekledikleri umut ve istekleri bir kenara bırakıp kendilerini Dünya'ya adamalılar. Böylelikle düşünce ile yaşam arasında bağ kurulması daha kolay olur. * Nietzsche, insanlara yeni değerler getirmeye çalışarak güçlü insanların egemenliğinde, çoğunluktan ibaret olan ve sürü olarak nitelendirdiği insanlıkta ilerlemenin mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Sürü kendini feda ederek üst insanı belirleyecektir. Üst insan benim diyebilen, kendi gözleriyle gördüğü gerçekliği belirleyen insan olarak görülmektedir. Bütün varlığın temelinde daha güçlü olmaya yönelik irade vardır. Nietzsche'ye göre, insanoğlu sadece kendini korumak ve yaşamak istemez aksine asıl isteği daha da güçlü olmaktır. * Nietzsche sistematik bir felsefe yaratmamıştır. Düşüncelerini ifade biçimi olarak sıklıkla aforizmaları seçmiştir. Düzyazıları, şiirleri ve Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün patetik-lirik tarzı da ona bir yazar olarak tanınırlık kazandırdı. Hobi olarak klasik müzik ile ilgilenmiş, kendi kendine besteler de yapmıştı. * Nietzsche bir erkek okuluna, ardından da son derece saygın ailelerden olan Gustav Krug, Rudolf Wagner ve Wilhelm Pinder ile arkadaş olduğu özel okula gitti. 1854'te Naumburg'da Domgymnasium'a katıldı, ancak müzik ve dil alanında özel yetenekler gösterdiğinden uluslararası tanınmışlığa sahip Schulpforta onu öğrencisi olarak aldı. Oraya giderek 1858'den 1864'e kadar orada okudu ve Paul Deussen ile Carl von Gersdorff ile arkadaş oldu. Şiirler ve besteler üzerinde çalışmaya da zaman buldu. Schulpforta'da önemli bir dil altyapısı (Yunanca, Latince, İbranice ve Fransızca) edindi ve böylece önemli eserleri birinci kaynaktan okuma imkanı buldu; ayrıca ilk kez küçük bir kasabanın tutucu ortamındaki aile hayatından uzakta olmayı deneyimledi. 1864 Martının dönem sonu notlarında Din ve Almanca 1; Yunanca ve Latince 2a; Fransızca, Tarih ve Fizik 2b ve İbranice ile Matematik "sönük" bir 3'tü. Nietzsche 17 Yaşında Pforta'da uygunsuz sayılan konuların peşinden koşma tutkusu ve eğilimi edinmişti. O zamanlar neredeyse hiç bilinmeyen şair Friedrich Hölderlin'in eserleriyle tanıştı. Hölderlin'den "en sevdiğim şair" diye bahsediyordu ve bir denemesinde bu çılgın şairin "en yüce düşüncelliğe" farkındalık getirdiğini yazıyordu. Denemeyi gözden geçiren öğretmen ona iyi bir not verdi, ancak Nietzsche'nin gelecekte daha sağlıklı, daha duru ve daha "Alman" yazarlar üzerine eğilmesinin uygun olacağı yorumunu yaptı. Nietzsche ayrıca tuhaf, dinsiz ve genellikle sarhoş bir şair olan Ernst Ortlepp'i de tanıyordu; Ortlepp, genç Nietzsche ile tanıştıktan birkaç hafta sonra bir hendekte ölü bulundu, ancak onun Nietzsche'yi Richard Wagner'in yazılı eserleriyle ve müziğiyle tanıştıran kişi olması muhtemeldir. Nietzsche, belki de Ortlepp'in etkisiyle Richter adında bir öğrenciyle birlikte okula sarhoş dönüp bir öğretmenle karşılaştı ve bu Nietzsche'nin sınıf birinciliğini kaybederek sınıf başkanlığının elinden alınmasıyla sonuçlandı. Nietzsche, eğitiminin ardından 24 yaşında Basel Üniversitesi'nde klasik filoloji öğretmeni olarak atandı. Daha önce Prusya vatandaşıydı ancak 1869'da İsviçre'ye taşındıktan sonra kendi isteğiyle vatansız kaldı. Sadece on yıl sonra, 1879'da sağlık nedenleriyle akademik öğretmenlik görevinden istifa etti. O tarihten itibaren, havasının hastalıklarına iyi geleceği bir yer bulabilmek amacıyla seyahat etti ve çoğunlukla İtalya ve İsviçre'de kaldı. 1889 yılında, 45 yaşında, zihinsel sorunlar nedeniyle bedensel yetilerini kaybetti ve tek başına iş yapamaz hâle geldi. 1890'ların başında başlayan şöhretini bilinçli olarak yaşamadı. Hayatının geri kalanını önce annesinin, sonra da kız kardeşinin bakımına muhtaç bir hasta olarak geçirdi ve 1900 yılında 55 yaşında öldü. Nietzsche'nin hastalığının seyrinde frenginin geç etkilerinin rol oynamış olabileceği varsayımı, neredeyse 100 yıl kadar sürdü. Ancak tıp biliminin gelişmesi ile uzmanlar, bu varsayım hakkında giderek artan şüpheler ortaya koydu.Nietzsche'nin tedavi kayıtları üzerinde yapılan daha yeni değerlendirmeler, CADASIL [de] gibi bir hastalığın da aynı şekilde yaşamının sonundaki zihinsel iflasa yol açmış olabileceği sonucuna varmıştır. Nietzsche, gençliğinde özellikle Schopenhauer'in felsefesinden etkilenmişti. Daha sonra onun kötümserliğinden uzaklaştı. Çalışmaları ahlak, din, felsefe, bilim ve sanat biçimlerine yönelik keskin eleştiriler içermektedir. Çağdaş kültür onun gözünde Antik Yunan kültüründen daha zayıftı. Hıristiyan ahlakı ve Platoncu metafizik, Nietzsche'nin en şiddetli eleştirdiği konuların başında geliyordu. Genel olarak, hakikatin değerini sorgulamış ve böylece postmodern felsefi yaklaşımların öncüsü olmuştur. Nietzsche'nin "üst insan", "güç istenci" ya da "bengi dönüş" kavramları da günümüzde yorumlara ve tartışmalara yol açmaktadır. Nietzsche sistematik bir felsefe yaratmamıştır. Düşüncelerini ifade biçimi olarak sıklıkla aforizmaları seçmiştir. Düzyazıları, şiirleri ve Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün patetik-lirik tarzı da ona bir yazar olarak tanınırlık kazandırdı. Hobi olarak klasik müzik ile ilgilenmiş, kendi kendine besteler de yapmıştı. Felsefesinin merkezini oluşturan şey, kişinin coşkun enerjisini sömüren her türlü öğretinin, toplumsal olarak ne kadar geçerli olursa olsun sorgulanarak "hayatın olumlanması"dır.[7] Hakikatin değeri ve nesnelliği üzerine yürüttüğü kökten sorgulaması, geniş çaplı yorumların odağını oluşturur ve etkisi özellikle kıta felsefesi geleneğinde varoluşçuluk, postmodernizm ve postyapısalcılık da dâhil olmak üzere devam etmektedir. Nietzsche, kariyerine felsefeye dönmeden önce klasik filolog (Yunan ve Roma metin eleştirmeni) olarak başladı. 1869 yılında yirmi dört yaşındayken Basel Üniversitesinde klasik filoloji kürsüsüne, bu yeri alan en genç kişi olarak atandı. 1879 yazında, hayatının büyük bölümünde kendisine dert olacak olan sağlık sorunları yüzünden istifa etti.[8] 1889'da kırk dört yaşında zihinsel yetilerinin tamamının kaybıyla sonuçlanan bir çöküş yaşadı. Çöküşü sonraları, frengi hastalığının yol açtığı, nadir görülen bir genel pareziye yoruldu; fakat bu teşhiste soru işaretleri vardı.[9] Nietzsche, kalan yıllarını 1897'de ölümüne kadar annesinin, 1900'de kendi ölümüne kadar kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche'nin yanında bakıma muhtaç bir şekilde geçirdi. Bakıcısı olarak kız kardeşi, Nietzsche'nin el yazmalarının idareciliğini ve editörlüğünü üstlendi. Förster-Nietzsche, tanınmış bir Alman milliyetçisi ve antisemitist olan Bernhard Förster ile evliydi ve Nietzsche'nin yayımlanmamış yazılarını, kocasının ideolojisine uyarlamak üzere, Nietzsche'nin belirttiği, antisemitizm ile milliyetçiliğe sert ve bariz biçimde karşı çıktığı görüşlerine genellikle ters düşecek biçimde yeniden düzenledi. Förster-Nietzsche'nin yaptığı değişiklikler sebebiyle Nietzsche'nin adı, sonraları yirminci yüzyıl bilim insanları Nietzsche'nin fikirlerinin yanlış yorumlanmasına karşı harekete geçmiş olsalar da, Alman militarizmi ve Nazizm ile birlikte anılır olmuştur.
- Armağanlar
BORGES * * ona, gözle görülmeyen müzik verildi, zamanın bir armağanı, zamanla son bulacak. güzellik verildi, yürekleri dağlayan bir güzellik. aşk verildi, armağanların en korkuncu. ona, yeryüzündeki kadın güzelliklerinin tümünün bir olduğu bilgisi verildi. bir öğleden sonra ay'ın ayırdına vardı, ay'la birlikte yıldızların simyasının. ona alçaklık verildi. alçakgönüllülükle, kılıcın işlediği suçları araştırdı, kartaca yıkıntılarını, doğu'yla batı arasındaki göğüs göğüse çarpışmayı. ona dil verildi,şu yalan. ten verildi, sonunda toprağa karışan. ürkünç bir karabasan verildi. ve aynadaki öteki yansıdı, bizi gözünde alıkoyan zamanın devşirdiği kitaplar arasından birkaç sayfa bağışlandı ona; elea'dan bir karşıtlıklar yığınağı, zamanın aşındıran rüzgarından sakınılmış. insan sevgisinin yüce kanı (bir grek bu imgenin sikkesini bastı) ödülüydü, adı bir kılıç olan ve gökyüzünden yeryüzüne edebiyatı indiren biri'nden gelen. başka şeyler verildi, her birinin kendi adı vardı: küp, küre, piramit,sonsuz kum, tahta ve insanlar arasında yürümek için bir gövde. her gün tadını çıkarmayı hak etti: işte senin tarihin, tıpkı benim tarihim gibi... 26.01.2019 Jorge Luis BORGES: * 24 Ağustos 1899 -14 Haziran 1986 * 24 Ağustos 1899, Buenos Aires, Arjantin , 14 Haziran 1986, Cenevre, İsviçre Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo veya bilinen adıyla Jorge Luis Borges, Arjantinli öykü, deneme yazarı, şair ve çevirmen, Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerindendir ve gerçeküstücülük konusunda yazdığı denemeleri ile ünlüdür.
- Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var
ATAOL BEHRAMOĞLU * Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır Kopmaz kökler salmaktır oraya Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına İnsan balıklama dalmalı içine hayatın Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın Değişmemelisin hiçbir seyle bir bardak su içmenin mutluluğunu Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana. / ATAOL BEHRAMOĞLU * 1969 yılında yayınlanan “Bir Gün Mutlaka” adlı şiir kitabı ile kuşağının öncü bir şairi olarak kabul edildi. Ataol Behramoğlu, 13 Nisan 1942 tarihinde İstanbul’un Çatalca ilçesinde babasının askerlik görevini yaptığı sırada Azerbaycan kökenli bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Babası yüksek ziraat mühendisi Haydar Behramoğlu, annesi ise İsmet Hanım’dır. İlkokul üçüncü sınıfa kadar Kars‘ta öğrenim gördükten sonra ilk, orta ve lise öğrenimini babasının ziraat müdürü olarak görev yaptığı Çankırı‘da 1960 yılında tamamladı. İlk şiirleri, aile soyadı ile yani “Ataol Gürus” adıyla Yeni Çankırı, Yeşil Ilgaz, Çağrı gibi yerel gazete ve dergilerde yayınlandı. Siyasi nedenlerle yurt dışında kaldı. Aftan yararlanıp döndü. Akademik kariyer yaptı, profesörlüğe değin yükseldi. Yazarlar Sendikası'nın iki dönem başkanlığını yaptı.
- AN'LAR
BORGES * AN'lar * Sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer, oturup saymazdım eski yanlışlarımı. Kusursuz olmaya çalışmaz, rahat bırakırdım yüreğimi. Neşeli olurdum, geçmişte olmadığım kadar, ve elbette çok daha coşkulu olurdu sevdalarım, içine de yeterince ciddiyet katardım. Bu denli temiz, titiz olmazdım hiç, öyle bir şansım olsaydı eğer. Hiç çekinmezdim daha fazla riske girmekten de… Daha çok yolculuklara çıkar, gündoğumlarını kaçırmazdım asla; hele dağlara tırmanmanın, ırmaklarda yüzmenin keyfini… Hiç bilmediğim yerlere giderdim, gidebildiğimce. Doyasıya dondurma yer, boşverirdim kuru nimetlere. Öyle bir şansım olsaydı eğer, dertlerim de yalnızca düşlerin değil, yaşamın gerçeğini taşırdı. İşte onlardan biriydim ben ömrü boyunca hani, her saniyesini verimli kılmaya çalışan insanlardan biri. Ama aynı an’lara yeniden geri dönebilseydim eğer, yalnızca iyi ve güzel olanları tatmak isterdim, mutlu an’ları… Farkında değilseniz hâlâ, öğrenin artık: Yaşam an’lardan oluşur, sadece anlardan, ŞİMDİ’yi yakalayın. Yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve paraşütsüz yerinden kıpırdamayan bir insandım ben. Ama yeni baştan yaşayabilseydim eğer, yüksüz, iyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara. İlkbahara yalınayak girer, sonbahara dek unuturdum ayakkabıyı. Hiç bilinmeyen yolları keşfeder, tadına varırdım günışığının, Çocuklarla daha çok oynardım, yeniden bir şansım olsaydı eğer… Ama ne çare.. İş işten geçmiş ne yazık ki! 85’indeyim artık ve biliyorum ki… Ölmekteyim. (Çevirmen: Gönül Gönensin) * Ayrıca Bakınız: *Yaşadığımdan Öğrendiğim bir şey var
- KOKUŞMA DİBE VURDU
Zeki Sarıhan * Siyasi ve toplumsal ahlak gitgide çürümekte, kokuşmaktadır. Geçen hafta ülkedeki çürümüşlüğün dibe vurduğunu kanıtlayan iki önemli gelişme oldu. “İFTİRA AT, KURTUL” Birincisi, bir avukatın, İBB soruşturmaları nedeniyle tutuklu bir sanığın önüne yapması gerekenleri sıralayıp, bunları yaparsa kendisini tahliye ettireceğini ileri süren ve karşılığında iki milyon dolar isteyen bir ifade örneği koyması idi. Sanık, belediyenin tutuklu yöneticilerine açıkça iftira atacaktı. Neyse ki, bu kadarı sanığın da midesini bulandırmış olmalı ki, durumu savcıya bildirdi ve şikâyetçi oldu. “Etkin pişmanlık”tan yararlanıp tahliye olmak için kim bilir kaç kişi bu ahlaksız yola başvurmuştu. Bu gelişme İBB soruşturmasında “adalet” mekanizmasının g nasıl çalıştığı konusunda ibret verici bir olaydır. “CUMHURBAŞAKANININ HİMAYESİNDE” İkincisi önemli olay, İki dönem CHP’den milletvekilliği de yapmış olan Aydın Büyükşehir Belediye Başkanının CHP’den istifa ederek kuruluşunun iktidar partisine katılmasıdır. Ülkemizde milletvekilliği, Belediye Başkanlığı gibi önemli mevkilerde bulunmuş kişilerin parti değiştirmeleri daima sorun olmuştur. İnsanların siyasi hayatlarının bir döneminde görüş, dolayısıyla parti değiştirmeleri doğal iken bizdeki parti değiştirmeleri hep lekeli kalmıştır. Parti değiştirme o kişinin görüşlerinin değişmesiyle değil, çıkarlarının değişmesiyle ilgilidir. Ya iktidar partisi tarafından tehdit edilmiş ya da kendisine vaatlerde bulunulmuştur. Bu nedenle iktidar partisinden muhalefete geçişlere pek rastlanmaz. Akış muhalefetten iktidar partisine doğrudur. Bu kişiler, oylarını aldıkları kişilere de ihanet etmekten utanmazlar. Bazıları zamanlamayı iyi tayin eder. Yükselen tarafa oynar. Bazıları ise yanılır. Ordu Milletvekili Ata Topaloğlu’nun 27 Mayıs 1960’tan birkaç ay önce CHP’den Demokrat Partiye geçmesi, sonra bütün DP milletvekilleriyle birlikte Yassıada’yı boylaması bunun örneklerindendir. CHP Ordu Milletvekili Günay Yalının da Demirel’in partisine geçme nedeninin kumar borçları olduğu söyleniyordu. Aydın Büyükşehir belediye Başkanının parti değiştirmesinin nedeni olarak, verdiği ihalelerden ötürü sorgulanmaktan kurtulmak olduğu ileri sürüldü. Ya tutuklanacak ya da iktidar partisine geçerek öteki CHP’li belediyeciler gibi yargılanmaktan kurtulacaktı! Çerçioğlu’nun AKP’ye geçme nedeninin bu olmadığını söyleyenler de var. Doğru olabilir. Fakat, CHP’nin elindeki belediyelerin işlemleri didik didik edilir, yöneticileri çeşitli suçlamalarla içeri atılır, fakat iktidar partisinin elindeki belediyelere hiçbir şekilde dokunulmaz iken Çerçioğlu hakkındaki iddialar tam da buna uygun düşüyor. İktidar yanlıları, adalet mekanizması karşısında koruma altındadır. Çerçioğlu’nun bundan böyle Cumhurbaşkanının “himayeleri” altında çalışmaya devam edeceğini açıklaması tam da buna işaret etmiyor mu? İKİSİ DE KAYBETTİ Bu transferden ötürü hem Çerçioğlu, hem iktidar kazançlı çıktıklarını zannedebilirler. Biri yargılanmaktan ve partisinin yöneticileriyle didişmekten kurtulmuş, diğeri elinde bulundurduğu büyükşehir sayısını bir artırmıştır. Böylece muhalefet taraftarlarında moral bozukluğu, iktidar partisinde ise umut yarattığını sanabilir. Oysa her ikisi de siyasi ahlak, toplumsal vicdan ve tarih önünde kaybetmişlerdir. Birincisi, ikrarında sebat edemeyen, güçlünün karşısında dik duramayan ve onun himayesine sığınan güvenilmez bir dönek damgasını yemiştir ve bu damga onu ömrü boyunca takip edecektir. İkincisine gelince: Onun durumu daha da perişandır. Devleti yöneten kişiler olarak, göz göre göre en büyük haksızlıklara imza atmaktadırlar. Kendilerini güçlü hisseden bazı iktidarların böyle basiretlerinin bağlandığı zamanlar olur. 1954 seçimlerinde oylarını bir muhalefet partisine veren Kırşehir’in sırf bu nedenle ilden ilçeye indirilmesi, aynı nedenle Abana ilçesinin köy haline getirilerek Demokrat Partiye oy vermiş Bozkurt köyünün ilçe yapılması bunun utançla hatırlanacak örneklerindendir. 1954’te çoğunluk sistemi uygulandığından Demokrat Parti Meclis’te ezici bir üstünlük kazanmıştı. Bugünkü AKP, Meclis’te en büyük parti iken seçim anketlerinde epeydir ikinci parti görünmektedir. Durum bu olunca ilk seçimlerde iktidarı devretmesi kuvvetle muhtemeldir. Bunu bir süre daha geciktirmek, üç beş ay daha iktidarda kalmak için hak ve hukuku ayaklar altına almaya cesaret etmek gerçekten hayret vericidir. İktidar bunu niçin yapıyor? Çünkü artık eskisi gibi halkın bir kısmının gönlünü kazanarak ayakta kalması mümkün değildir. Bu nedenle olağanüstü tedbirlere yani hukuksuzluklara başvurmak zorunda kalmaktadır. Yani çaresizdir. Telefonda alçak bir sesle “Sıfırla oğlum sıfırla” sözlerini duyduğumuzdan beri, bu ekibin dünyalık peşinde koştuğunu anlamıştık. Siyaset, gerçi millî gelirin paylaşımı için verilen mücadeleden ibarettir. Ancak bu anayasalar, yasalar ve teamüllerle bazı kurallara bağlanmıştır. Bu gelirin esas yaratıcılarının emekçiler olduğunu bilerek onların refah ve mutluluğu için kullanılmasına çalışanlar tarihte daima onurlu bir ad bırakmışlardır. Kendileri için asıl kazanç budur. Hazineyi, soyguncuları, vurguncuları besleme kaynağı olarak görenler ise iktidarda kalmak için usulsüz işler yapanlar ise kaybetmişlerdir. Siyasi mücadele sertleşmekte ve çığırından çıkmaktadır. Önümüzde günlerin ne gibi olaylara gebe olduğu bilinmiyor. Yapılacak iş, toplumu sürekli germektense usulüyle seçim yapıp iktidarı kazanana vermektir. Her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma inadı tehlikelidir. (Ayvalık, 18 Ağustos 2025)
- Sakarya Meydan Savaşı Bugün Başladı
Türk komuta kademesi Duatepe 'de savaşı yönetirken. Mustafa Fevzi (Çakmak), Köprülü Kâzım (Özalp), Mustafa Kemal (Atatürk), İsmet (İnönü) ve Hayrullah (Fi şek) maviADA * Sakarya Meydan Muharebesi, Türk Kurtuluş Savaşı'nın önemli bir savaşıdır. Sakarya Meydan Muharebesi, Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktası sayılır. İsmail Habip Sevük, Sakarya Meydan Muharebesi'nin önemini, "13 Eylül 1683 günü Viyana'da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya'da durdurulmuştur." sözüyle ifade etmiştir. TARİH :22 Ağustos- 13 Eylül 1921 (22 Gün) BÖLGE: SAKARYA nehrinin DOĞU bölümü SONUÇLARI : *Türk Zaferi *Anadolu istilası ve Yunan Taarruzu sonunda durdurulmuştur. *Yunan mevzileri Sakarya'nın Doğusundan Sökülüp Batısına Atılmıştır. *Son savaş, 30 Ağustos Meydan Muharebesi ne hazırlanmak için gerekli bir yıl zaman kazanıldı. Savaşın kazanılmasından ve Yunanlıları Sakarya'nın batısına sürdükten sonra ordunun eksiklerini tamamlamak için seferberlik ilan edildi bir yıl yoğun bir çalışma içinde geçti. Bir yıl sonra 1922'de gene Ağustos ayında Dumlupınar'da, ATATÜRK'ün bizzat yöneteceği bu nedenle BAŞKOMUTANLIK MEYDAN MUHAREBESİ diye de anılacak 30 Ağustos Meydan Muharebes i yapıldı ve batılı ulusların desteğiyle YUNANLILARIN başlattığı ANADOLU İSTİLASI bitirildi. Arka plan Sakarya Meydan Muharebesi, Anadolu Türk tarihinin en önemli savaşlarından biridir. Yunan General Papulas tarafından Yunan ordularına Ankara'ya harekât emri verilmişti. Savaşı Yunan tarafı kazansaydı TBMM, Sevr Antlaşması'nı kabul etmek durumunda kalabilirdi. General Anastasios Papulas başlangıçta bu harekâta şiddetle karşı çıktı. Papulas'a göre Yunan ordusunu ıssız ve yolsuz Anadolu topraklarının derinine sürüklemek sonuçları ağır olabilecek bir maceraydı. Öte yandan savaş karşıtı örgütlerin ordu içine sızdırdığı broşürler Yunan askerinin savaşa olan inancını önemli ölçüde kırmıştı. Ancak Papulas kamuoyundan gelen yoğun baskılara ve "Ankara Fatihi" olmanın cazibesine karşı koyamayarak ordusuna taarruz emri vermiştir. Muharebe TBMM ordusu, Kütahya-Eskişehir Muharebeleri'ndeki yenilgisinden sonra cephe kritik bir duruma düşmüştü. Cepheye gelerek durumu yerinde gören ve komutayı eline alan TBMM Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile İcra Vekilleri Heyeti Başkanı Fevzi Paşa, Batı Cephesi birliklerinin Yunan ordusuyla arada büyük bir mesafe bırakılarak Sakarya Nehri'nin doğusuna çekilmesine ve savunmayı bu hatta devam ettirmesine karar verdiler. Gazi Mustafa Kemal Paşa, "Hatt-ı müdafaa yoktur; sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her cüzütamı (birlik), bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her cüzütam ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki cüzütamın çekilmeye mecbur olduğunu gören cüzütamlar, ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur," emrini vererek muharebeyi geniş bir alana yaydı. Böylece Yunan kuvvetleri de karargâhlarından uzaklaşıp bölünmüş olacaktı. TBMM, 3 Ağustos 1921'de Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa'yı azlederek, aynı zamanda Başvekil ve Millî Müdafaa Vekili de olan Fevzi Paşa'yı bu makama da atadı. 22 Temmuz 1921'de Sakarya Nehri doğusuna çekilmeye başlayan Türk ordusu, güneyden kuzeye 5. Süvari Kolordusu (Çal Dağı güneyinde), 12, 1, 2, 3 ve 4. gruplar ile Mürettep Kolordu birinci hatta olacak şekilde tertiplendi. Çekilişin hızlı bir şekilde tamamlanmasından sonra Yunan birlikleri taarruz pozisyonu için tam dokuz gün Türk birlikleri ile karşılaşmadan yürüdü. Bu yürüyüşün hangi yöne doğru olduğu Türk keşif birlikleri tarafından tespit edilerek cephe komutanlığına bildirildi. Bu savaşın kaderini belirleyecek stratejik hatalardan biri oldu. Yunan taarruzu baskın olma özelliğini kaybetti. Ancak 14 Ağustos'ta ileri harekâta geçen Yunan ordusu, 23 Ağustos'tan itibaren 3. Kolordu ile Sakarya Nehri doğusundaki Türk kuvvetlerini tespit, 1. Kolordu ile Haymana istikametinde, 2. Kolordu ile Mangal Dağı güneydoğusunda kuşatıcı taarruza başladı. Fakat bu taarruzlarında başarısız oldular. Kuşatma taarruzunda başarı sağlayamayan Yunan kuvvetleri, sıklet merkezini ortaya kaydırarak savunma mevzilerini Haymana istikametinde yarmak istedi. 2 Eylül'de Yunan birlikleri, Ankara'ya kadar en stratejik dağ olan Çal Dağı'nın tamamını ele geçirdi. Fakat Türk birlikleri Ankara'ya kadar geri çekilmeyerek alan savunması yapmaya başladı. Yunan birlikleri Ankara'ya 50 km kalacak derecede bazı ilerlemeler sağlasa da Türk birliklerinin yıpratıcı savunmasından kurtulamadı. Ayrıca 5. Türk Süvari Kolordusu tarafından cephe ikmal hatlarına yapılan taarruzlar Yunan taarruzunun hızının kırılmasında önemli etkenlerden biri oldu. Yunan ordusu 9 Eylül'e kadar süren yarma teşebbüsünde de başarılı olamayınca, bulunduğu hatlarda kalarak savunmaya karar verdi. Türk Ordusu'nun 10 Eylül'de başlattığı, bizzat Mustafa Kemal Paşa'nın komuta ettiği, genel karşı taarruzla Yunan kuvvetlerinin savunma için tertiplenmesine mani olundu. Aynı gün Türk birlikleri stratejik bir nokta olan Çal Dağı'nı geri aldı. 13 Eylül'e kadar süren Türk taarruzu sonucunda Yunan ordusu, Eskişehir-Afyon'un hattının doğusuna kadar çekilerek bu bölgede savunma için tertiplenmeye başladı. Bu çekilme sonucu 20 Eylül'de Sivrihisar, 22 Eylül'de Aziziye ve 24 Eylül'de Bolvadin ve Çay düşman işgalinden kurtulmuştur. Çekilen Yunan ordusunu takip amacıyla harekâta 13 Eylül 1921 itibarıyla süvari tümenleri ve bazı piyade tümenleri ile devam edildi. Fakat teçhizat ve istihkâm yetersizliği gibi sebeplerle taarruzlar durduruldu. Aynı gün Batı Cephesi'ne bağlı birliklerin komuta yapısı değiştirildi. 1 ve 2. Ordu kuruldu. Grup Komutanlıkları lağvedilerek yerine 1, 2, 3, 4 ve 5. Kolordular ile kolordu seviyesinde Kocaeli Grup Komutanlığı kuruldu. Savaş, 22 gün ve gece sürerek 100 km uzunluğunda bir alanda cereyan etti. Yunan ordusu, Ankara'nın 50 km kadar yakınından geri çekildi. Yunan ordusu geri çekilirken Türklerin kullanabileceği hiçbir şey bırakmamak için özen gösterdi. Demir yollarını ve köprüleri havaya uçurdu ve birçok köyü yaktı.[20] -Sakarya Meydan Muharebesi'ni betimleyen bir Yunan taş basması resim.- SUBAY MUHAREBESİ: Sakarya Meydan Muharebesi sonunda Türk ordusunun zayiatı; 5713 ölü, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp olmak üzere toplam 39.289'dur. Yunan ordusunun zayiatı ise 3758 ölü, 18.955 yaralı, 354 kayıp olmak üzere toplam 23.007'dir. Sakarya Meydan Muharebesi'nde çok fazla subay kaybı olduğu için bu Muharebeye "Subay Muharebesi" adı da verilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk bu muharebe için "Sakarya Melhame-i Kübrası" yani kan gölü, kan deryası demiştir. Yunanlar için geri çekilmek haricinde başka bir seçenek kalmadı. Geri çekilirken Türk sivil halkına karşı yaptığı tecavüzler, kundaklamalar ve yağmacılık sonucunda 1 milyonun üzerinde sivil Türk evsiz kaldı. Mayıs 1922'de Yunan Ordusu Başkomutanı General Anastasios Papoulas ve kurmay heyeti istifa etti. Yerine General Georgios Hatzianestis atandı. Mustafa Kemal Atatürk, ünlü " Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz." sözünü bu savaşa atfen TBMM'de söylemiştir. Muharebenin ardından Miralay Fahrettin Bey, Miralay Kâzım Bey, Miralay Selahattin Adil Bey ve Miralay Rüştü Bey, mirliva rütbesine terfi etti ve paşa oldu. Mustafa Kemal Paşa TBMM tarafından müşir rütbesine terfi ettirildi ve kendisine gazi unvanı verildi. Atatürk, Sakarya Meydan Muharebesi'ne kadar bir askeri rütbesi olmadığını, Osmanlı Devleti tarafından verilmiş olan rütbelerin yine Osmanlı Devleti tarafından alınmış olduğunu belirtir. Nutuk'ta şu ifadeleri kullanır: "Sakarya muharebesi neticesine kadar, bir rütbe-i askeriyeye haiz değildim. Ondan sonra, Büyük Millet Meclisince Müşir (Mareşal) rütbesi ile Gazi unvanı tevcih edildi. Osmanlı Devleti'nin rütbesinin, yine o devlet tarafından alınmış olduğu malûmdur." Sakarya Savaşı'nın kazanılmasıyla, Türk milletinin savaşın kazanılacağına olan inancı yerine gelmiştir. İstanbul'da, tüm camilerde Sakarya'da hayatını kaybeden askerler için mevlitler okunmuştur. O ana kadar, Ankara'ya mesafeli duran İstanbul basınında dahi bir sevinç duygusu oluşmuştur. Uluslararası toplumun (özellikle İngiltere'nin) TBMM güçlerine bakışı değişmiş ve Yunanistan, arkasındaki İngiltere desteğini kaybetmiştir. 13 Eylül 1683 tarihinde II. Viyana Kuşatması ile başlayan Türk geri çekilmesi yine bir 13 Eylül günü bu savaş ile durmuş, yeniden ilerleme başlamıştır. Bu yönden bu savaşın sembolik önemi de Türk Tarihi açısından çok fazladır. Üst kademe komutanları TBMM Başkanı ve Türk Orduları Başkomutanı: Mustafa Kemal Atatürk Başvekil ve Genelkurmay Başkanı: Birinci Ferik Mustafa Fevzi Çakmak Millî Müdafaa Vekili: Mirliva Refet Paşa Batı Cephesi: Komutanı Mirliva Mustafa İsmet İnönü 1. Grup: Komutanı Albay İzzettin Çalışlar 24. Tümen: Komutanı Yarbay Ahmet Fuat Bulca 23. Tümen: Komutanı Yarbay Ömer Halis Bıyıktay 2. Grup: Komutanı Albay Mehmet Selahattin Adil 4. Tümen: Komutanı Albay Mehmet Sabri Erçetin 5. Tümen: Komutanı Yarbay Mehmet Kenan Dalbaşar 9. Tümen: Komutanı Albay Sıtkı Üke 3. Grup: Komutanı Mirliva Yusuf İzzet Met 7. Tümen: Komutanı Yarbay Ahmet Derviş 8. Tümen: Komutanı Albay Kazım Sevüktekin 15. Tümen: Komutanı Albay Şükrü Naili Gökberk 4. Grup: Komutanı Albay Kemalettin Sami Gökçen 5. Kafkas Tümeni: Komutanı Yarbay Cemil Cahit Toydemir 61. Tümen: Komutanı Albay Mehmet Rüştü Sakarya 5. Grup: Komutanı Albay Fahrettin Altay 14. Süvari Tümeni: Komutanı Yarbay Mehmet Suphi Kula 4. Süvari Tugayı: Komutanı Yarbay Hacı Mehmet Arif Örgüç 12. Grup: Komutanı Albay Halit Karsıalan 11. Tümen: Komutanı Albay Abdülrezzak sonra Yarbay Saffet Mürettep Kolordu: Komutanı Albay Kazım Fikri Özalp 1. Tümen: Komutanı Yarbay Abdurrahman Nafiz Gürman 17. Tümen: Komutanı Albay Hüseyin Nurettin Özsu 41. Tümen: Komutanı Yarbay Şerif Yaçağaz 1. Süvari Tümeni: Komutanı Yarbay Osman Zati Korol Batı Cephesine Doğrudan Bağlı Birlikler 2. Süvari Tümeni: Komutanı Yarbay Ethem Servet Boral 3. Süvari Tümeni: Komutanı Yarbay İbrahim Çolak Mürettep Tümen: Komutanı Yarbay Ahmet Zeki Soydemir 3. Kafkas Tümeni: Komutanı Yarbay Halit Akmansü 6. Tümen: Komutanı Yarbay Hüseyin Nazmi Solok 57. Tümen: Komutanı Yarbay Hasan Mümtaz Çeçen Ayrıca bakınız * 30 Ağustos Meydan Muharebesi * ATA ve CUMHURİYET DOSYASI
- Şanal ve Zeki SARIHAN, Edremit - Akçay Kitap Fuarında
maviADA'nın yazarlarından ZEKİ SARIHAN ve ŞANAL SARIHAN, 24 Ağostos 2025 Pazar Günü Saat 18:00 - 24:00 Arasında EDREMİT / AKÇAY KİTAP FUARINDA KİTAPLARINI İMZALAYACAK
- Orhan Seyfi Orhon; Veda Busesi
Orhan Seyfi Orhon * Hani, o bırakıp giderken seni Bu öksüz tavrını takmayacaktın? Alnına koyarken vedâ busemi, Yüzüne bu türlü bakmayacaktın? Hani, ey gözlerim bu son vedâda, Yolunu kaybeden yolcunun dağda, Birini çağırmak için imdada Yaktığı ateşi yakmayacaktın? Gelse de en acı sözler dilime, Uçacak sanırım birkaç kelime... Bir alev halinde düştün elime, Hani, ey gözyaşım akmayacaktın? * Orhan Seyfi Orhon * (d. 23 Ekim 1890, İstanbul - ö. 22 Ağustos 1972, İstanbul ), Türk şair, gazeteci, yazar, yayımcı ve siyasetçidir. Türk edebiyatı tarihine Beş Hececiler olarak geçmiş edebi topluluğun şairlerinden birisidir. Yirmiden fazla şiiri değişik bestekârlar tarafından bestelenmiştir. Başta Akbaba mizah dergisi ve Çınaraltı fikir ve sanat dergisi olmak üzere pek çok dergi çıkarmış ve adı Çınaraltı dergisi ile özdeşleşmiş bir yayımcıdır. TBMM'de 8. dönem Zonguldak ve 13. dönem İstanbul milletvekili olarak yer almış bir siyasetçidir.

Hayat ve Sanat
DERGİSİ
Emek veren herkesin ADAsı


























