AKREP
top of page

AKREP

Nurten B. AKSOY

*

Gün; şehrin, çıplak kayaların, bozkırın üstüne, uçsuz bucaksız ve çıplak ovalara kızıl kıyamet doğuyor. Güneş dağın doruğundan başlıyor işe; sihirli bir fırça gibi yukarıdan aşağıya iniyor, karanlığı ve güzelliği sile sile gidiyor, eteklere doğru. Tepeye ışıl ışıl yanan bir gerdanlık gibi sarılı kent, aydınlandıkça yaşlanıyor, çirkinleşiyor. Bakımlı ve görkemli manastırları, dar sokakları, kat kat yerleşimi, Nuh nebiden kalma kalesi, eski taş evleri ortaya çıkıyor bir bir şehrin…

Uzaktan bakınca günün aydınlığında, artık burası geceki ışıltısından uzak kuru, taş yığını bir tepe... Çıplak dağların doruklarında kadim bir devirden kalma; hâlâ Asurluların, Babillilerin Süryanilerin, Arapların, Kürtlerin, Türklerin harmanili, sarıklı giysileriyle dolaşan ruhlarının daracık sokaklarında fink attığı arkaik bir mezarlık gibi... Gibi diyorum, çünkü etiyle kanıyla insanların inadına yaşadığı ve bin yıllık hatıralarını yanında taşıdığı gizemli bir coğrafya …

Öteden safranla harcı karılmış Deyr-ül Zafaran’ın önünde güneşe tapan bir rahiple, ateşe tapan bir Zerdüşt konuşurken, beriden boynunda kocaman haçıyla bir Süryani papaz sallanarak içeri giriyor. Daha ötede pala bıyıklı bir Selçuklu Şehidiye Camiinde Hacer-ül Esved’i öpüp, sabah ezanı için minareye tırmanıyor...

Güneş yükseldikçe yaşlanan şehir sonunda kendi yaşına, binlerce yıla ulaşıyor ve orada taş kesiliyor, donup kalıyor. Artık bu şehir ebediyen değişmeyecek... Öyle kalacak...

Onca güneşin içinde yoksulluk kokardı evimiz. Aşağıdaki bozkır cehennemi bir kışı yaşarken, karanlık ve soğuk kış günlerinin ardından gelen bahar; doğar doğmaz, daha ova zifir zindan karanlıkken evimize düşen güneş, bir başka ısıtır, bir başka sevindirirdi beni, ama niyeydi bilmem, yokluk hep arka fonda duvar gibi durur, aklımda...

Kış sabahları uyandığında, annemin evden çıkmak üzere olduğunu görünce gözlerim bulutlanırdı; annem işe gidiyor yine, diye üzülürdüm. Her gün yaşadığım bu yalnızlık duygusuna bir türlü alışamamıştım. Hiç olmazsa bir sabah annemin sıcak kucağında uyansaydım ya. Ama olsun, hiç olmazsa ayakucumda yatan kedim Pamuk yanımda olurdu hep. Evin bütün yükünü sırtında taşıyan o güzeller güzeli annem evden çıkmadan her sabah yanıma gelip, “akşama sana ne getireyim?” diye sorardı yanağımdan öperken… “Hiçbir şey istemiyorum anneciğim, sen işini bitirip çabucak gel, o bana yeter.” derdim, biraz buruk ve çatallanan sesimle.

Babam hastaydı; işe gidemiyordu. Bütün gün o, iki odadan ibaret evimizde yatar, ihtiyacı olduğunda da bastonuna tutunarak zorlukla ayağa kalkıp yürürdü. İşte ben, o kadim şehirde, hemen her sabah böyle hüzünle uyanırdım, annemin arkasından buğulanan gözlerle bakıp babamın yanına giderdim hemen. Annemin işe gitmeden yakıp üstüne çayı koyduğu maltızın başında abim ve ablamla oturup kahvaltımızı ederdik.

Sonra herkes bir şeylere dalardı, abimle ablam okula gider, ben de babamla baş başa kalırdım evde. Annemin diktiği bez bebeklerimi çıkarır, onlarla oynardım saatlerce bir başıma. Bir başıma diyorum, ama minik kedim Pamuk ve hayalimde yarattığım arkadaşlarım vardı yanımda. Onlarla oyunlar kurar, annem ve kardeşlerim eve gelene kadar bir hayal dünyasında oyalanır giderdim.

Karanlık ve soğuk kış günlerinin ardından gelen bahar bir başka sevindirirdi beni. Avluda sarı çiçekler, beyaz papatyalar baş kaldırırdı yeşil otların arasından. Çocuk ruhumu bir sevinç doldururdu. O paçalı güvercinler, kumrular dolaşmaya, kanat çırpmaya başlardı biriken yağmur sularının ortasında. Sonra güneş daha bir parlamaya, daha bir ısıtmaya başlardı etrafı, gelen yaz günleriyle birlikte. Okullar tatile girer; evimiz, avlumuz, sokağımız çocuk sesleriyle şenlenirdi. Nasıl sevinirdim yazın geldiğine...

Bir kere annemi daha çok görürdüm eve erken geldiği için, sonra hayali arkadaşlarımla değil, benden büyük de olsalar kardeşlerimle, arkadaşlarımla oynardım. Beni pek aralarına almak istemeseler de küçücük boyumla takılırdım peşlerine; onlar nereye ben oraya. Pamuk da benim peşimde tabii… Bazen adına abbara denen üstü kapalı, dar tünellerde saklambaç oynar, koşturan köpeklerin havlamalarıyla korkar sinerdik bir köşeye. En çok da Pamuk korkar, hemen yanıma gelip kucağıma saklanırdı.

Bu şehirde yazlar sıcak geçer, hem de sarı sıcak. Boğulursunuz topraktan göğe doğru yükselen o sıcak bulutunun içinde. O yüzden evler genellikle yüksek taş duvarlı avluların içindedir. O kavurucu sıcaklarda taştan yapılmış evler nispeten serin olduğundan gündüzleri, evin o loş serinliğine sığınırdık. Ama gün akşama döndü mü bir şenlik başlardı avluda. Taşlar hortumlarla sulanır, sofralar kurulurdu o nemli serinliğin içine.

Havalar dayanılmaz derecede ısındığındaysa annem yataklarımızı avludaki köşkün üstüne yapardı. Aslında tahtadan yapılmış, yüksek olmayan, çok geniş bir çeşit karyolaya benzeyen köşk, gündüzleri benim vazgeçilmez oyun yerimdi. Bebeklerimi alır kurulurdum köşke, bir yanımda oyuncaklarım, bir yanımda önüne attığım bir yumakla saatlerce oynayan Pamuk.

Köşk başka bir işe daha yarardı. Sıcaklar arttıkça dört yanı dolduran, şehir kadar eski akrepler her yanda kol gezerdi. Kalkık kuyruklarıyla ölümcül bir tehlike olarak etrafımızda dört dönerlerdi, ama köşke tırmanamazlardı.

İşte böyle sıcak mı sıcak bir yaz akşamıydı, Pamuk’la saatlerce oyun oynamıştık. Avlunun loş ışıklarında yere vuran gölgeleri kovalamış, arada bir de benim kucağıma gelip sırnaşmıştı bana minik kedim. Nasıl güzel, nasıl sevimliydi, ne çok severdim onı… O da beni çok severdi ki her akşam ayakucuma gelip kıvrılır, beraberce uyuyorduk.

Annem her zamanki gibi o gece de yataklarımızı serdi köşkün üstüne. Öyle büyüktü ki köşk üç kardeş birlikte yatıyorduk, tabii Pamuk da bizle beraber. Annemin “hadi artık uyusanıza” sesinden sonra yalancıktan yumduğum gözlerimi, ses seda kesilince açtım yeniden. Yıldızlar öylesine çok, öylesine parlak ve yakındı ki… Saymak istedim her birini ama daha saymayı bile bilmiyordum… Sanki yıldız yağmuru vardı gökyüzünde, içlerinden biri, en parlak olanı sıyrıldı diğerlerinin arasından ve bir damla gibi göz kapaklarıma doğru kaydı, kaydı, kaydı…

Uyandığımda Pamuk yoktu ayakucumda, çoğu zaman olduğu gibi benden önce uyanıp avluda bir şeylerle oynuyor, diye düşündüm. Bugün pazardı, annem sofrayı avluya kurmuş, babam da bastonuna dayanarak gelip oturmuştu sofraya. Güle oynaya kahvaltımızı ediyorduk, ama benim gözlerim Pamuk’u arıyordu hep. Merak etmeye başlamıştım, çünkü o sofra ortadayken mutlaka yanımıza gelir, nasiplenirdi bizim yediklerimizden.

Yemeğimiz bitmiş, herkes bir yerlere dağılmıştı. Annem odaları süpürüyordu, birazdan elinde süpürge ve faraşla geldi yanımıza. Faraşın içi ölü akreplerle doluydu. Havanın çok sıcak olduğu zamanlarda o kızıl kahve akrepler çıkardı sinsice ortaya. O gece yine akrep sarmıştı ortalığı, Allah'tan yer yatağımızda değil de köşkte uyumuştuk o gece. Annem odayı süpürürken gördüğü akrepleri öldürmüş, sonra da toplamıştı onları. akreplerle dolu faraşı görünce şaşırmıştık hepimiz. Oysa annem o güne değin hiç akrep öldürmemişti, bütün mahlukatın rızkı Allah’tan derdi, dokunmazdı…

Pamuk hâlâ yoktu ortalarda, korkmaya başlamıştım. Yoksa evden kaçıp beni terk mi etmişti? Abimle bir yandan Pamuk diye bağırıyor bir yandan da avlunun her köşesini dip bucak arıyorduk. Sonra birden bahçedeki çiçeklerin yanında beyaz bir şey takıldı gözlerime. Yüreğim deli gibi çarparak koştum oraya. Pamuk sarıya yüz tutmuş otların üzerinde hareketsiz yatıyordu öylece… Bir yumruk gelip oturdu boğazıma, sesim çıkmadı, çıkamadı, öylece kalakaldım…


Abimin sesiyle yanımıza gelen annem akrep sokmasıyla kaskatı kesilmiş Pamuk’u kucağına aldığında hepimizin gözlerinden yaşlar boşalıyordu. O gece yıldızların kaynadığı gökyüzünden kayan yıldız meğer benim Pamuğumun üstüne düşen, bana gözyaşı olan yıldızmış…


37 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

UZATMA

1/3
bottom of page