top of page

Arama Sonucu

maviADA'ya DÖN

Boş arama ile 4409 sonuç bulundu

  • Denizle Başbaşa

    Endre Ady * Otel odası, deniz kıyısı, gün batmakta Gitti: ve göremeyeceğim onu bir daha Gitti: ve göremeyeceğim onu bir daha. Bakıp bakıp divanda bıraktığı çiçeğe Sarılıyorum divanın yıpranmış örtüsüne Sarılıyorum divanın yıpranmış örtüsüne. Havada, bir öpücüğü andıran o kokusu Ve altta, kabaran deniz, sevinçli ve mutlu Ve altta, kabaran deniz, sevinçli ve mutlu. Parlıyor ışıl ışıl bir fener ötelerde Gel sevgilim, bak, deniz türküler söylemekte Gel sevgilim, bak, deniz türküler söylemekte. Türkülenen şu yaban denizi dinliyorum Tarazlanmış divanda dülere dalıyorum Tarazlanmış divanda dülere dalıyorum. Burada öptüm onu, kucakladım burada Deniz uğuldamakta, bir geçmiş konuşmakta Deniz uğuldamakta, bir geçmiş konuşmakta. Endre Ady * (22 Kasım 1877 - 27 Ocak 1919) Erdindszent'de doğdu. Daha önce varlıklı olan sonradan yoksullaşmış bir ailenin çocuğuydu. Debrecen'de hukuk eğitimi aldı. 1899 yılında Nagyvarad'a taşındı. Aynı yıl ilk kitabı Versek`i yazdı. 1900 yılında gazetecilik yapmaya başladı. 1904-1907 yıllarında yaptığı Fransa seyahatları dünya görüşünü etkiledi. 1905 yılında Macar edebiyatının önde gelen dergilerinden Nyugat dergisinde görev aldı. 1906 yılında Uj Versek kitabını yayımladı, kitap öz ve biçim açısından yenilikler getirdiği için uzun süre tartışıldı. I. Dünya Savaş sırasında antimilitarist ve insancıl şiirler yazdı. 12 şiir kitabı, öykü ve sayısız makale yazdı. 1919 yılında alkolün etkisiyle Budapeşte'de öldü.

  • Nilüfer'de Bayram Havası

    BİR 24 KASIM ve 29 EKİM KADINLARI HİKAYESİ * ŞENOL YAZICI * Bir zamanlar öyle bir deyiş vardı, kim kullanırdı anımsamıyorum , ama " kriz bizi teğet geçti, " diye bir söz: Çok yakınımızdan geçti ama değmedi... gibi. O örnek; Çoktandır bayram ve kutlamalar bizi TEĞET geçiyor. Kuşkusuz bayramları henüz unutmadık, anıları capcanlı, çocuklarımıza anlatırken nerde o eski bayramlar bile diyoruz ama... DİNİ bayramlar ekonomik nedenlerle MİLLİ bayramlarsa ARA Kİ BULASIN'a dönünce, biz SÖZDE ÖNCELİKLİ YAŞLILAR geçmişte doğal onur konuğu olduğumuz, başköşesine kurulduğumuz BÜTÇEMİZE GÖRE tüm etkinliklerden de yoksun kaldık. Sözün burasında öncelikli yaşa da değinmek isterim, yani 65 YAŞ ÜSTÜNE... Bir zamanlar, hiçbir yerde YAŞLILARA ÖNCELİK VERİLİR diye yazmazdı ama yaşlılar asla değişmeyen bir önceliğe ve itibara sahiptiler. İstersen mahalleden bir yaşlıya kötü davran, hırpala, bak o mahalle seni tren çarpmışa çevirmez mi? Gerçekte yaşlılar hükümdarlığı sayılabilecek derecede yaşlılarına saygılı bir ulustuk biz. Onlar olmadan hiçbir tören yapılmaz, onlarsız hiçbir karar alınamazdı. Çünkü onlar toplumsal akıl, bilgelik ve deneyimin ender bulunan örnekleriydiler. Sonra değişen iktidar, bunu yazılı hatta yasal hale getirdi, 65 yaş ütüne her yerde öncelik koydular. Öyle hoşumuza gitti ki sormayın. Düşünün; hastane kapısında yirminci sırada doktor beklerken tabelada birden değişiklik oluyor, "Şenol Yazıcı 65 Yaş Üstü ÖNCELİKLİ " yazıyordu. Herkesin içinde gizlediğiniz yaşınızın ortalara serildiğini, mahremiyetinizin ihlal edildiğini düşünüp biraz rahatsız olsanız da ne yani muayenede yirminci sıradan birden birinci sıraya sıçramaya itiraz mı edecektiniz? Bütün kuruntularınız kayboluyor yerini hakkınız olan bir itibar hissiyle gönenmeye bırakıyordu. Sabahın köründen beri sırada bekleyenlerin imrenen bakışları arasında tahtına yürüyen kral gibisiniz. Bir bayram töreninde sizi alıp herkesten öne koymuşlar gibi... Oysa belki de daha fazla hasta olan bir başkasının hakkını yiyordunuz da farkında değildiniz. Bu nasıl iş, hastane gibi ölüm kalım pazarlığı yapılan bir yerde öncelik ancak daha çok hasta olana olması gerekmez mi, kimin malından kime keyf bağışlıyorsunuz, diye sormak hiç aklınıza geldi mi? Bu birkaç yıl ancak sürdü. Güzel saltanattı. Geçenlerde bir hastaneye arkadaşım olan bir doktora ilaç yazdırmaya gittim. Saat 13.40'ta kapıdaydım, sekretere söyledim. Adım da 65 YAŞ ÜSTÜ öncelikli HASTA diye yazıyordu electronic tabelada, hem de en başta. ...ve saat 16:00 da ancak ilacı yazdırabildim. O kadar çok genç, yaşlı insan genç sekreterce araya kaynak yapılmış, benden önceye alınmıştı ki... Mahallenizdeki, ailenizdeki öncelikleriniz bile kalkmışken bu da bir şey mi diyeceksiniz. Nasıl bütün değerlerimiz, en gelenekçi bir iktidar zamanında törpülendi, eridi, içi boşaltıldı. Hani biz bayramların vazgeçilmeziydik güya... Bu ister zamanın getirdiği olsun ister birilerinin farkına varmadan iyi niyetle yaptıklarının, hiç sanmam ama bilinçle geliştirilen bir eylem olsun ya da işin taşındığı nokta olsun, gerçekten ciddi bir sorun Bu 24 Kasım Öğretmenler Günü de öyle bir ruh hali üstüne geldi. Ne var ki bu kez bir sürpriz bekliyordu, bu kez farklı olacaktı: BURSA NİLÜFER ÖĞRETMEN EVİNDE ÖĞRETMENLER GÜNÜMÜZÜ tıpkı masallardaki melekler gibi nerden çıktıklarını anlamadığım bir grup kadın, getirdikleri pastalarla, ikram ettikleri çaylarla kutladılar, şenlendirdiler, gönülleri fethettiler. Öğretmen Derneği'nin hepsi de o günün onuruna en güzel giysilerini giymiş, kravatını takmış, öyle de hazırlanmış özellikle "ÖNCELİKLİ" 65 yaş üstü müdavimlerinin, başta küçük bir açılış konuşması da yapan OSMAN DOĞDU'nun grupla tanışmaktan duyduğu mutluluk yüzünden belli oluyordu. Tam bir program yapmışlardı. Sonradan Sultan YURDANAL olduğunu öğreneceğim gruptan bir hanım güne uyacak bir şiir okumak istediğini söyledi. Kulak verdim ama yoğun gürültüden duyamıyor, sadece sözcüklerin ahenginden hissettiğim kadarıyla hiç de öyle acemi işi bir şiir olmadığını fark ediyordum. Bitirip pasta dağıtımına geçtiklerinde yanına gittim tanıştım. 29 EKİM KADINLARI diye bir gruptan olduklarını duyunca iyice şaşıracaktım. Bu ad hiç de yabancı gelmiyordu. Yazın Ayvalık'ta konuk gittiğimiz Zeki Sarıhan'la eşi Şanal Sarıhan buna benzer bir gruptan söz etmişlerdi sanıyorum. İyi de burada 29 Ekim diye bir mahalle de vardı. Emin olmak için sordum. "Bu grubun Şanal ve Zeki Sarıhan'la ilişkisi olabilir mi?" "Olmaz mı, kurucumuz..." dedi. Sevindim. Öğretmen olup olmadığını soruyorum. Değilmiş. Çok mutlu oldukları yüzlerinden okunan benden hayli yaşlı arkadaşlarımın şen kahkahalarına kulak veriyorum. Bir devir Genaral EVREN'in ve askeri idarenin getirisi olarak tepki verdiğimiz, kabul etmeye yanaşmadığımız bu öğretmenler gününe şimdi nasıl da itibar eder çaresizliğine düştüğümüzü, son yirmi yılda yaşlılığın ve öğretmenliğin sözde itibar ya da öncelikler adı altında nasıl saygınlık erozyonuna uğradığını, yoksulluğa düştüğünü.. düşünüyorum. Ağzım acılanıyor. Harıl harıl koşturan "29 Ekim Kadınları" birer melek gibi gözüküyor. En gençleri ellili yaşlarda olduğunu söyleyen bu güzel kadınlar, öğretmen bile olmadıkları halde bu güneşli sonbahar gününde gün yapmamış, gezmeye gitmemişler; emek vermişler, masraf etmişler, bu etkinliği düzenleyip, olmasalar akşama evlerine büyük bir düş kırıklığıyla dönecek, emekli öğretmenleri gülümsetmişler. Daha ne olsun? Demek ki umut bitmemiş!

  • CHP İmralıya Neden Gitmiyor?

    Zeki Sarıhan * Devletle Kürtlerin yeni bir barış sürecini yönetmek üzere Mecliste partilerden kurulu komisyon, çoğunlukla aldığı bir kararla İmralı adasında ömür boyu hapis cezasını çekmekte olan Abdullah Öcalan’a mebuslardan oluşan bir kurul gönderemeye karar verdi. Alınan karar ve CHP’nin buna katılmaması, siyasetin son günlerde en tartışmalı konularından biri hâline geldi. Ne Gerek Vardı? İmralı’ya bir parlamento kurulunun gitmesine gerek var mıydı? Nedeni Abdullah Öcalan’ın yeni açılım konusundaki görüşlerini öğrenmek ise, Öcalan bunu, Adaya gidip gelenler aracılığıyla defalarca yaptı. PKK’nın kendisini feshetmesini ve silahlarını teslim etmesini istedi. Örgüt feshedildi, silahlar ise aşama aşama yakılıyor, teslim ediliyor. Öcalan, Devletin Kürt kimliğini tanımasını ve bunun yasalara da geçirilmesini istiyor. İki taraf birbirini yoklaya yoklaya süreci devam ettiriyor. CHP ve onunla aynı tutumu alan çevrelerin bu ziyarete katılmama gerekçelerinden biri olan bu görüşler doğrudur. Bu kararda “Çocuk katili terörist başının ayağına gitmiş olmanın” verdiği sıkıntı da rol oynamışa benziyor. Çünkü kamuoyunda Öcalan’ın tanımı henüz değişmemiştir ve barış dili henüz benimsenmemiştir. Açılımın amacı demokrasiyi genişletmek değildir. Bu yeni Kürt açılımının demokrasinin sınırlarını genişletme olmadığı açıktır. Belediyelere kayyım atanması, CHP’li Belediye Başkanlarının yolsuzluk iddialarını bahane edip tutuklanmaları, hatta CHP’yi kapatma girişimleri bunu gösteriyor. İktidar cephesinin hidayete erip artık Türkiye’ye demokrasinin yaraştığı düşüncesine ulaşamadığı ortadadır. Hatta, 2002’de liberal bir programla, ABD’ye, Avrupa’ya ve Askerî çevrelere güvence vererek iktidara gelen AKP, antidemokratik ve şeriatçı kimliğini gitgide koyulaştırmıştır. Demokratikleşme programı, iktidar bloğunun değil, muhalefetin programı içindedir, hatta bu demokratikleşme, iktidar gerileterek, onların elinden söke söke ve nihayetinde iktidar alınarak gerçekleşecektir. Demokrasiyi gerçekleştirmek için demokrat olmak gerekir. Öyleyse bu son açılımın amacı nedir? Gelişmeler, AKP’nin Kürtlerin ağzına bir parmak bal çalarak onları yeni bir anayasa yapmaya razı etmek ve Tayyip Erdoğan’ın ömür boyu tek yetkili cumhurbaşkanı olmasını sağlamaktır. Kürtlerin bu oyundan kazançlı çıkacakları kuşkuludur. Türkiye halkının zararına olan bir şey sonuçta Kürt halkının da faydasına olamaz. Bu yollarla iki halkın kader birliği yaratılamaz. CHP’nin Tabanı Neden Razı Değil Fakat, CHP’nin İmralı’ya giden kurula katılmama nedeni yalnız bunlar olsaydı, makul sayılabilirdi. Bunun asıl nedeni, Cumhuriyet gazetesinin attığı manşette de ifade edildiği gibi, “CHP, Tabanın Sesini Dinledi.” Aslında bu manşet “CHP Gazetemizin sesini dinledi” anlamına da geliyor. Çünkü haftalardır, Cumhuriyet ve Sözcü gazeteleri, gerek haber seçimi ve sunumunda, gerekse birçok yazarının kaleminden, Kürtlerin siyasal haklarını aleyhinde bir kampanya yürütüyor. Onlara göre Kürtlerin varlığı yasal olarak tanınırsa 1923 Cumhuriyeti yıkılma ve yok olma aşamasına gelecektir. Anayasal ve yasal haklarının kabul edilip devlet kütüğüne işlenmesi emperyalist bir projedir ve ülkemizi bölmeye yöneliktir! CHP Yönetimi ve Seçmenlerinde iki eğilim CHP, bu konuda sıkıntı içindedir. Bir yanda çağın gidişine ayak uydurma, ülkedeki azınlıklara karşı hoşgörü ve onların haklarını tanıma eğilimi söz konusudur. Geçmişte Kürt partisi yasaklıyken Kürt temsilcileri CHP listelerinden Meclis’e taşıma, yakın zamanlarda “Kent Uzlaşısı” adıyla yerel yönetimlerde Kürtlerle iş birliği ve benzer uygulamalar bunun örneklerindedir. Öte yandan, Yüz yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca beyinlere sokulmuş, Türkiye’de yalnız Türklerin yaşadığı, Türk olmayanların da kendilerini Türk saymak zorunda olduğu, Elazığ- Çarşısında Kürtçe konuşanlardan beş kuruş ceza almaktan başlayıp günümüzde Kürt dilinin okullarda öğretilemeyeceği gibi görüşlerle koşullanmış geniş bir kamuoyu vardır. Bu kitle az çok tahsillidir ve tahsilleri sırasında kendilerine öğretilenlerin etkisi altındadırlar. Bu grup, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Kürt-Türk birliğinin sağlanması nedenini öğrenememiştir. 1921 Anayasasının bu konudaki yerel özerklik hükümlerini hatırlamak bile istememektedir. Kürtlere karşı yaptırımların daha çok Tek Parti döneminde (ve devamında) uygulandığı için Atatürk’ü kendilerine siper etmektedirler. Böylece, Atatürk’ün de zaman ve zemine göre görüş değiştirdiğini kabul etmemekte ve onu dondurmaktadırlar. CHP Yönetiminin Seçmenleri Eğitme Görevi CHP yönetiminin ve Genel Başkanları Özgür Özel’in konuya böyle yaklaşmadığı ortadadır. Nitekim “Kürtler, benim sorunum yok!” deyinceye kadar Kürt sorununun varlığını kabul edeceklerini Özgür Özel söylemiştir. Bu gerçekler, yani CHP seçmeni ile demokrasi ve insan hakları arasındaki çelişkiyi gidermek, yani halkı demokrasiye ikna ederek sorunun çözümünde önündeki engelleri kaldırmak CHP yönetiminin görevi olmalıdır. Görüşlerinde sık sık Atatürk’e atıf yapan CHP, Atatürk’ün donmuş bir kalıp değil, bağımsızlık ve çağdaşlık ruhuyla biçimlenmiş, zamana ve ihtiyaçlara göre geliştirilmesi gereken bir bütün olduğunu anlamalı ve anlatmalıdır. anlatmalıdır. Değilse, 1923-1938 arası yönetim yöntemlerinin bugünkülerin neden farklı olduğu ve olması gerektiğini de anlatamaz. Örneğin o dönemde iktidar partisinden başka bir partiye izin verilmiyordu ve basın özgürlüğü yoktu. Sol ağır bir baskı altındaydı. CHP nasıl bunları savunamazsa, Kürtlerle ilgili o dönemde oluşmuş yargılara teslim olamaz. Kemalizm’i Güncellemek Dünyanın en tanınmış Marksisti Lenin, Mark’ın görüşlerini yeni koşullara göre yorumlamasa ve güncellemeseydi, Ekim Devrimine önderlik yapamazdı. Çünkü Marks, Devrimin işçi sınıfının geliştiği Avrupa’da ve birkaç ülkede birden yapılabileceğini savunuyordu. Ancak 19. Yüzyılın Avrupası’nı göz önünde bulunduruyordu. Lenin 20. Yüzyılın emperyalizm yüzyılı olduğunu ve devrimin emperyalizmin zayıf bir halkasında ve tek bir ülkede gerçekleştirebileceğini gördü. Kaldı ki, Türkiye’nin bağımsızlığa kavuşması ve içerdeki birliği güçlendirmek için başvurulacak yöntemler Kurtuluş Savaşı yıllarında vaat edilmiş ve uygulanmış bulunuyordu. Böyle Mustafa Kemal Paşa’nın başında bulunduğu antiemperyalist bir deneyim varken bunu görmezlikten gelmek, Kürt sorununu anlamamaktan başka bir şey değildir. Size, şimdiye kadar dikkat etmediğiniz bir gerçeği hatırlatırsam şaşırmayınız. 1921 Anayasasında “Türk” sözcüğü yoktur. Yalnız onda mı, 1921’den beri coşkuyla ve göğsümüz kabararak söylediğimiz İstiklal Marşı’nda da Türk sözcüğü yoktur. Buna karşılık bol bol “Millet” sözcüğü vardır. Bunun nedeni “Millet” kavramının ülkedeki bütün Müslüman unsurları ifade etmesidir. Bugün kullandığımız “millet” kavramının Kürtleri ve diğer unsurları da ifade edecek biçimde anlamak en doğru yoldur. Onlar hakları bakımından da eşit yurttaşlardır.

  • İyi ki Siyasetçi Değilim

    Niyazi UYAR * İnsan yaptığı işlerle bütünleşir gider. İşinin aynası onun cemali, giyimi kuşamıdır. Bir öğretmenin öğretmen gibi, bir çiftçinin çiftçi gibi, bir doktorun, bir doktor gibi giyinişi, davranışı mesela... İnsan dünyaya bir kez gelir, öldükten sonra dirilmek subjektif bir bakış açısı olduğundan, ben yaşadıklarımı, gördüklerimi, tanık olduklarımı bilirim. İnsan bir sefer gelir dünyaya gelir dedik ya, insan yaşayabildiği kadar dolu dolu yaşamaya çalışmalı. Bu yaşamaktan kastım ne? Bundan “nerde çalgı, orda kangı,” diye bir sonuç çıkarılmamalı. Bir başka söylemle bugün bulduğunu bugün ye iç, hiç değildir. Nedir peki? 1-İnsansan, insan olduğunun farkında olmalısın, 2-Hangi işi yaparsan yap en iyisini yapmaya çalışmalısın, 3-Bedenine, ruhuna saygı göstermelisin, 4-Çalışmayı bildiğin gibi gezip tozmayı da bilmelisin, 5- Sevmelisin… Sevmek sözcüğünün içini doldurmalısın… Maddeleri alabildiğine çoğaltabiliriz. İyi ki ben bu işi yapıyorum demelisin ve aşkla sarılmalısın, yaptığın işe. Bu insanın kendine olan saygısıdır... Ben Niyazi Uyar olarak derim ki her zaman: Bir daha dünyaya gelirsem (bunu bilmiyorum kaç sefer yazdım) hiç tereddüt etmeden yine öğretmen olurum. İyi ki öğretmen olmuşum, siyasetçi değilim, siyasetle uğraşmıyorum, diyorum. Neden mi? Televizyonların haber programlarını izleyemez oldum. Televizyonlarda, siyaset meydanlarında gördüğüm kavgalar, hakaretler, küfürler, yüksek perdeden konuşmalar, ruhumu acıtıyor. İyi ki siyasetçi değilim, hakikaten iyi ki siyasetçi değilim. Çünkü yıllardan beri değişmeyen bir düşünce dünyam var. Dün ak dediklerime bugün de ak diyor, kara dediklerime yine kara diyorum. Hiçbir güç ak olan şeye kara de, diye baskı kuramaz, ona izin vermem, izin vermeyi bırakın kimse buna cesaret edemez. Ak olan şeye kara demek, nasıl bir şeydir, inanın, hangi sözcüğü yazacağım bilmiyorum. Biliyorum, bilmem mi, alasını bilirim, fakat yazı dili, kültür dili ona müsaade etmiyor… Yalnız bu dediğimden şöyle bir sonuç çıkarılamaz ama! Ben kendimi, demir bir kafesin içine hapsetmiş, hiçbir değişime açık değilim. Öyle bir şeyin olması, benim gibi devrimci düşünceye sahip değişime, diyalektiğin değişim yasasına inanan birinin ruhuna aykırıdır. Dilerim ve çok arzu ederim, insan içinde yaşadığı toplumda neler oluyor, bunun farkında olmalıdır. Farkında olması onun yurttaşlık bilincine sahip olması demektir. Ve ortalama bir yurttaş, şu siyasetçilerin savrulmalarını görüyordur. O ne müthiş savrulmalar öyle… Bir bakıyorsun, en soldan, en sağa, fır diye dönüvermiş… Hayvanlar dünyasının omurgasızları bile böylelerinden daha omurgalıdır. Ben yastığa başımı koyunca huzur içinde uyurum, aynaya baktığımda kendimle gurur duyarım. Arkadaşlarımla, dünü bugünü yarını sorgulayıp kişiliğimizle davranışlarımızın uyum içinde olduğunu görüyoruz, peki fır döndüler? Siyasal arenaya bakınca, boynuna kravat takmış, üstüne lacivert takımları çekmiş, çok ilginçliklere isabet edebilirsiniz. Ben hiçbir şey uğruna değerlerimi terk etmem. Siyasetçilerin zaman içinde birbirlerine söylediklerini insan kavgada söylemez, söylerse bir daha birbirlerinin yüzüne bakamaz. Maşallah siyasetçiler, tekmil kutsiyetlerini terk etmiş, can cana kuzu sarması olmuşlar… Yazıklar olsun… Sözün özü, özetin özeti: İyi ki siyasetçi olmamış, öğretmen olmuşum; siyaset omurga moburga bırakmıyor insanda….                                                       Kasım 2025 /Salihli

  • H/ARAÇ İSTASYONU

    DOĞAN SOYDAN * Arabanın fenni muayenesini yaptırtmak için bu sabah erken kalkıp Araç muayene istasyonuna gittim. Görkemlice yazılmış “Araç Muayene İstasyonu” tabelası uzaktan görünüyor ve hemen dikkat çekiyor. Bu iş için ayrılmış alandan başka da her yan insan ve araç dolu. Uzun bekleyişten ve gerekli ödemeyi yaptıktan sonra aracımız egzoz gazı ölçüm bölümüne alındı. Rapor olumlu çıkarsa asıl motor fenni muayenesi yapılacakmış. Bekledik ve raporumuzu aldık. Sonuç vahim! “Egzoz gazı absorpsiyon katsayısı 1,5 değerden yüksek çıktığı için aracınız muayeneden geçmedi.” Yarın tekrar geleceğiz olmazsa üçüncü gün de buradayız. “Sağ yanımda yaram var sol yana dönder beni” diyen meçhul ozanın dönecek sağlam bir yanı varmış, biz hangi yana dönsek başka bir yara sızlıyor; azı benim, çoğu ülkemin ortak yarası. Raporun olumsuz çıkması neyse de şu absorpsiyon sözcüğü ve burada gözüme ilişen öteki sözcükler kafama takılıp kaldı. Egzoz İngilizce, absorpsiyon İngilizce, fen, fenni Arapça, muayene Arapça, gaz Fransızca, istasyon Fransızca, emisyon Latince. Emin Özdemir önemli bir Dilbilimcimizdir. Dil konusuna ömrünü adamış, bu uğurda onlarca kitap yazmış. Bir yazısında “Dil özen ister, göstermiyoruz bu özeni” diyor ve sitem ediyor ama kime, kimlere? Elbette bu ülkede yaşayan insanlara ve devletin yetkili, sorumlu organlarına… Köy Enstitülü eğitimci yazar Ali Dündar da yıllarca Türkçenin üstüne titremiş, bunun için bir de kitap yazmıştı “Türkçesi Varken.” Türkçesi varken yabancı sözcük kullanmamayı salık veriyor. Haydi yabancı sözcük kullanmayalım da “Fen” yerine ne diyelim? “Muayene” yerine ne diyelim? “İstasyon” yerine ne diyelim? “Egzoz” yerine ne diyelim? “Gaz” yerine ne diyelim? “Emisyon, absorbsiyon” yerine ne diyelim? Şöyle bir düşündüm ve yukarıya alıntıladığım yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar aradım; yok! yok! Aslında Araç Muayene İstasyonunu anlatacaktım, yazı, “Dil” sorununa ağıp gitti işte. Yukarıda söyledim ya, “Egzoz gazının absorbsiyon katsayısı yüksek çıktığı için” arabamız muayeneden geçmemişti. Şimdi tek umarım tamirciye koşmak. Böyle durumlarda kapısını çaldığım bir tamirci var. Telefonla aradım, anlattım: “Ağabey, bir enjeksiyon temizleyici al, çeyrek depo yakıtın içine boşalt, çık Eskişehir yoluna üçüncü viteste 80 Km hızla motoru bağırtarak 40–50-kilometre git gel, egzoz açılır” dedi. Kaç gündür televizyonları patlatan Belediyelere kayyım haberlerinden, Ekonomi çığırtkanlarından, “Trump ne dedi?” bağırtısından bıkmışken şimdi de egzoz bağırtısı dinleyeceğim. Ustanın dediğini yapıp bir gün sonra arabayı yeniden gaz ölçüm istasyonuna girdirdik ama sonuç yine hüsran! Şu "Absorbsiyon" yakamı bırakmıyor. Zavallı arabam, dörtnala koşmaktan ağzı köpüklenmiş at gibi soluk alıp veriyor sanki, içinin ateşi yüzüme vuruyor! Gün akşam oldu. Yarın üçüncü gün de aynı usta aynı talimat aynı koşturmaca olacak ve sonuç değişmeyecek, biliyorum! Şimdi, bozguna uğramış komutan sümsüklüğüyle evin yolunu tutup bundan sonra ne yapacağımı düşüneceğim. İstasyondan çıkarken çıkış kapısındaki güvenlik değneği kanırtarak havalandı. O güvenlik değneğini indirip kaldırmaktan sorumlu sarı cepkenli görevlinin telaşlı ama memnun sesini duydum: — Ağabey aracınız yine mi geçmedi? — Evet… — Çek şuraya hemen hallederiz. “Hımm! Adam iki günden beri beni takip ediyormuş, her halimi biliyor” dedim içimden. ……………………… — Ağabey, şu yukarıda bizim büfe var arabayı oraya çek, sen çayını gayfeni iç keyfine bak. Yüz metre kadar ötemizdeki büfe, benim gibi bozguna uğramış komutanlarla(!) doluydu. Meğer araç istasyonundan çıkıp haraç istasyonunun kapanına düşmüşüm! Ben çayımı bitirmeden o sarı cepkenli kapı görevlisi geldi, uzun bir cümle kurdu: — Ağabey, dediğim gibi sen çayını gayfeni iç keyfine bak. Yarım saate gader aracınızın karaosuruk (Absorbsiyon) ölçümü yapılır, motor muayene sıranız alınır. Borcunuz burut (bürüt) 440 Lira. Normal egzoz test ücretinin iki katıydı istediği para. İşi sağlama almak, pazarlığı pekiştirmek için tekrar sordu: —Anlaştık mı ağabey? —Anlaştık… Arabayı alıp götürdü. Yarım saat sonra karaosuruk (Absorbsiyon) ölçümü yapıldı, egzoz ak pak oldu ve benim yorgunluğum silindi! Sahi, dil bilimciler şu sözcük türetme işini halkımıza bıraksalar ya! Bakınız sarı cepkenli kapıcı, absorbsiyon (egzoz gazı) yerine karaosuruku ne güzel bulmuş, yerine koymuş! Ah! Sarı cepkenli kapıcı kardeş biliyorum, bu paranın azı senin çoğu başkasının cebine girecek ama yine de helal olsun aldığın para.

  • Öğretmen Duyşen

    KİTABI OKUYUN Dünyanın En Güzel Öykülerinden Biri ÖĞRETMEN DUYŞEN / CENGİZ AYTMATOV * 25 Sayfa ,Tekmili Birden * resme TIKLAYIN * Bu PAZAR ÖĞRETMENLER GÜNÜ ÖNCESİ harika bir armağan okuyun PİŞMAN OLMAYACAKSINIZ... / resme TIKLAYIN 06.12.2020

  • Köy Öğretmeni

    ŞENOL YAZICI Dünyanın doruğunda, hoplaya zıplaya, ama kaplumbağa kadar yavaş giden traktörün römorkunda kaç kişiydik anımsamıyorum, ama balık istifi üst üste yığılmıştık. Hepsi de dünyanın araziye en güzelinden uyan, görünmeyi sevmeyen renklerinden yapılmış eski giysilerine bürünmüş şapkalı, nikotinden sararmış sakallı, posbıyıklı, kavruk insanlarıydı. Herhalde kente inmenin onuruna bolca dökündükleri kolonyalara, ağır bir ter kokusu da ekleniyordu. Anlamakta zorlandığım bir yöresellikle, bazen de hiç kavrayamadığım sözcüklerle, ama bana değmeyen bir dille durmadan konuşuyorlardı. Nerden çıktı bu dedirtir bir gariplikte, uzaydan düşmüş, dünya dışı bir yaratık gibi aralarındaydım, ama sanki hiç yoktum. Düşününce utanmaktan ağlamam geliyor: İki dirhem bir çekirdek moda katologlarından fırlama bir tip....kocaman bir tüp ve ocağıyla öğretmenlik yapmaya gelmiş. Sene 1972 ve mekan Divrik'in Tecer dağlarının dorukları... Bozuk yollarda kaplumbağalığı bırakıp oransız tekerlerinin üstünde şaha kalkmış ata dönen traktörde, Emir KUSTURİCA’nın özellikle yerleştirdiği bir rol gibi, ama Kusturica'nın yaratıcılığının bile yetmeyeceği ilgisiz, ama ilginç duruyordum. Şimdi, yaşadıklarıma buradan bakınca iyice inanıyordum ki yönetmeni manyak, absürd, çılgın bir filmmiş o. O yönetmeni bir yakalasam… diyemeyecek kadar çaresiz düşmüş, değil yarın, az sonra indi inecek gecede ne yapacağımı bilmeden kaderime teslim olmuş, şimdi dünyanın tavanına yakın olduğuna hükmettiğim bir yerden, Tecer dağlarının üstünden gidiyorduk. Ben çevremdekilerle iletişim kuramayacağımı fark etmiş, çekildiğim köşemde bir elim tangur tungur giden römorkun kenarlıklarında, öteki elim üç gözlü Aygaz ocağımın kocaman tüpüne sımsıkı tutunmuş içime gömülmüştüm. Sahi, bu ocağı onca parayı verip tüpüyle beraber neden satın almıştım, bugün bile yanıtlayabildiğim bir soru değildir. Topu topu bir ay önce, ellerimizde "Sivas il emrine ..." diyen atama kararları yurdun dört yanından, korkunç umutlarla çıkıp gelmiştik. On altı yaşıma altı ay kala Sivas’ta göreve başlamış öğretmen ve marangozun hatası okul müdürüydüm. İlk maaşımla siyah bir gözlük, Sivas’ın yaz sıcağında fazla gelen, ama bana dünya güzeli gözüken siyah kaşe bir ceket, İspanyol paça ama içine zor girdiğim daracık toprak rengi bir pantolon giymiş, mavi kareli gömleğin önünü açmış, onca zaman üç numaraya mahkum edilmiş saçlarımı hasretle beklediği özgürlüğüne bırakıp uzatmış, fotoğrafçıda dünyanın parasını verip zafer saydığım halin bir de resmini çektirmiştim. Fotoğraf deyip geçme; o dönem dünya paraydı. Ne güvenli, ne mağrurdum ama o an. Dükkân camlarını bir seviyordum ki… Bir de çoğu kalabalık bir grupla aslında koruma altında geçen, geçtikten sonra bir şey unutmuş... gibi yapıp beni süzen kızların yakaladığım bakışlarını… Belki de kimisi, bu garip yaratık da ne diyordu, ama bir de bana sor... Tıpkı yurtdışından gelen ilk işçiler gibiydik ya da Harlem'in arka sokaklarından yıldızı parlayarak öne çıkan zenci genci... Bazılarımız ilk maaşlarını o güne kadar bir Almancılarda gördüğümüz teyplere ya da bond tipi çantalara monte edilmiş pikaplara, kırkbeşlik plaklara yatırmış, elinde dolaşıyor, her fırsatta da sonses açıp Yurdaer Doğulu’nun moda müziği Şehnaz Tangoyu dinliyordu, ömrü tangoyla geçmiş gibi değilse de artık hiçbir oyun havasına bakmadan Tango ya da valsle yaşayacak gibi… Savunmaya gerek yok, hepimiz sonradan görmelere dönmüştük. Öğrenmenin en iyi yollarından biri de taklitse, öğrenecektik işte... Mutluydum, artık saçımı üç numara kestirmek, şapka takmak, sigaramı saklamak zorunda değildim. İstediğim gibi giyinmek için param da vardı. Küçük bir memur maaşı olsa da bana sor, ülke bütün gelirini bana aktarıyordu geliyordu. Artık kimse ne paçama, ne saçıma, ne kolyeme bir şey diyemezdi… Sanıyordum... Bu başka bir hikaye: Ne bilelim bu ülkede devlet dahil herkesin tek vazifesi ötekinin inancına, düşüncesine, kılığına kıyafetine hatta nefes alıp vermesine ayar çekmektir ve her vatandaş da bu mahalle baskısını olduracak müthiş sihrin gönüllü bekçisidir. Belki de en acıklı halimizin önemli göstergesiydi; kendi dünyanda dal olamayınca ötekindeki kusurla mutlu olurdun ve biz kusur zengini ezik, iyi hissetmeye aç bir millettik. Sosyal psikolojiyi de öğrenecektik, ama daha vardı... 70'li yılların kaosu henüz mutfaktaydı, kotarılmış, fırına verilmiş, kanla makyajı yapılmış, servise hazırlanıyordu... Sonuçta yaşı en büyüğü yirmilerde, taze ergenlerdik; cenazesi güzel olacaklardan... Evet sadece buydu, gelir bana: Farklılaşan gençlik, kitleler halinde okumaya büyük ilgi ve mini etek, saç ve İspanyol paça... Çağdaşlaşma yani Batılılık korkutucu bir salgındı, ülkenin bekası için önü derhal kesilmeliydi. Asardın üç kişi ibreti alem olurdu. Astılar. Nitekim çok gitmeyecek, bu yeni yetmeler yedi düvele ibret olacak biçimde cezalandırılacaktı: Asılarak... Bazılarını da kenarda köşede sahipsiz köpek yavruları gibi kurşunlayacaklardı. Ülke, bu marazlı düşünceleri batıdan kapmış evlatlarını yiyordu. Ne sihirli sözdü ülkenin bekası... İki dünyada da kutsaldın, ölen de öldüren de... o sözün görkeminde sarhoş ama kutluydu. Bu da başka bir hikayedir. Acıklı, hatta dehşet verici bir biçimde öğrenmemize daha vardı... Sonra kura çektik bir büyük salonda. Divrik denilen ormanı yani kışlık odunu bol ilçesine, Asfalta yakın olduğu bilenlerce söylenen bir köyüne verilmiştim. Sevin diyorlardı, odunun bol. Sanki odunculuk yapacaktım. Yapamadım. İlçeye gittiğimde, kurayla çektiğim, atandığım yolu yolağı olan, yakın köyde öğretmen ihtiyacı olmadığı söylenerek, beni uzak bir köye göndereceklerdi. Hiçbir şey anlamamıştım ama bir şeyler döndüğünü hissediyor, için için kavruluyordum. Hala da çalınan okulumu ve değişen, yaklaşık on yıl sonraya ötelenen kaderimi düşündükçe aynı hislere kapılır, kavrulmak ne kelime insanı puştluğu konusunda destan yazacak kadar kurulur kurulur, dünya kadar söver sonra da çaresizce susarım. Anlamadığım bir şey olmuştu ya da çok anlaşılır bir şey: Yurdum hali kendini resmediyordu. Saçım, kılığım başıma bela oluyor, beni sevimsiz gösteriyor diye aklıma gelse de gerçek daha basitti: Beni yola yakın köyden alıp torpilli birine yer açmışlardı. Benim gibi kuşkucu, sorgulayan ya da hayatı kitaplardaki bir adil düzen sananları ya da zor öğrenenleri bile anında ikna eden, zihnini açan kocaman harfli bir alfabeyi gözüme sokuyordu. Bu ülkenin olağan hali buydu. Sadece ben yeni tanışıyordum. İçimde bir dünya cam kırıldı… Şangır şangır, her biri bir yerime, karaciğer. mide… deyip saplanan dünya cam… Hissetsem de okulumu çalmalarına bir şey diyemedim. Yapabileceğim bir şey yoktu Olsa da neyi ne yapacağımı ne de nasıl yapılacağını biliyordum. İnce Memet gibi dağa çıkacak halim yoktu ya... Daha onbeş yaşındaydım. Mahkemede yaşımı büyütmüş, ancak öyle maaş alabilmiştim.. Neyin hakkım olduğunu bilmeyecek kadar bir çocuk ve danışacak kimsesi olmayan bir yabancıydım. Bir ay sonra huzursuz, hep isyan olsam da o zorlama okuluma ulaşmak için güçlükle bulduğum bir traktörün sırtında dağ yollarındaydım. Ha o okul ha o okul, ne fark ederdi ki, deyip avundum. Yok emindim, böyle bir senaryoyu o manyak yönetmen de yazamazdı. Ne kadar gittik bilmiyorum, ne kadar yükseldik dağın üstünde… Gün geceye teslim oldu, dört yanımız zifir zindan bir karayla perde gibi örtüldü. Sonra gökyüzü lacivert bir aydınlıkla içten içe yandı yandı… Ardından ateşböcekleri kadar çok yıldız döküldü üstümüze… Kabul etmeli, dünyanın hiçbir yerinde bir karanlık bu denli güzel olamazdı, gece gündüzüne uymayacak dende muhteşemdi… Ondan mı Anadolu karanlığı sevmişti ne? Traktörün sağlam tek farının deldiği gecede zaman zaman çıplak, zaman zaman bodur ağaçların kapladığı arazilerden geçtik. Bir ırmak içinden ilerledik. Sonra solgun ışıkların belli belirsiz aydınlattığı topraktan ayırt edilemeyen evlerin arasından geçip birinin önünde durduk. Bir anda boşaldı römork, onca insan karanlığın içinde gürültülü konuşmalarla kayboldu, bir ben ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmeden yerimde kalakaldım. Önünde durduğumuz yer şimdi daha belirgindi, dar kapısından sızan ışıkta incik, boncukla, top top kumaşlarla, daha doğrusu aklınıza gelecek her şeyle dolu raflar gözüküyordu. Benzetemesem de galiba bir bakkal dükkânıydı. İçerden sürücüyle birlik salt bıyık gözüken bir yüzle sahibi çıktı ve beni görünce irkildi. Kendine ait olduğu belli olan kasaları, teneke kutuları aşağı indirirken bir yandan bana bakıyordu. Bense hala ne yapacağımı bilemeden oturuyordum. Son kutuyu da aldı adam, dükkâna bıraktı, dönüp sürücünün parasını verdi. “Sen inmeyecek misin Yezit? “ dedi bana, hiç beklemediğim bir rahatlıkla. Yezit! Anlamıştım… Hüseyin’i katledenleri kastediyordu. Aslında beni iğneliyordu ama o seslenişte bir şaka, bir insani taraf var diye hissetmiştim… Belki değildi, ama iyi düşünmekten başka da şansım var mıydı? “Benim adım Hüseyin, Yezit değil,” diyebildim. Posbıyıkları neşeyle oynadı, sonra gürültülü bir biçimde güldü. “İnsene o zaman Hüseyin,” dedi ,”Kerbela’nı buldun işte...” Bura bir denizdi ve tutunabileceğim tek o vardı. İnmek için kımıldadım. Saatlerdir aynı durumda kalan uyuşan bacaklarım zorlandı. Gene de yan korkulukları aşarak inmeye çalıştım. Bir yandan da ocağımla tüpümü kenara almaya çalışıyordum. Tam o anda bir çatırtıyla olan oldu. İnerken zorlanan dar pantolonum, arkasından başlayarak bir bacağım boyunca dizime kadar söküldü. Daha aşağılayıcısı ve kötüsü olamazdı. Bana okulda öğretilen her şeye sövdüm. Onlara inanan kendi aklıma da… Her gün tıraş olacakmışız, öğrenciye, çevremize örnek olmak için ütülü, kravatlı elbiseli olacakmışız… Burada şayaktan bir iş tulumu gerekliydi yaşamak için, elbise değil… Bakkalı bir gülme aldı, neden sonra; “Geç içeri,” diye dükkânı gösterdi bana, bakkal.” Geç pantolonunu da çıkar…” Kuzu kuzu dediğini yaptım, olay yönetme yeteneği vardı adamın ya da şu an benim yerime karara veren sevdiğim oluyordu.. Tezgâhımsı bir şeyin ardında sığınıp pantolonumu çıkardım. Bakkal aldı, kayboldu… Sonra elinde eski, yamalı, ama temiz bir pantolona benzer, içinde kaybolduğum bir şeyle geri geldi. “Nereye gidiyorsun,” dedi. “ Herhalde öğretmensin…” Zaman zaman çok düzgünleşen bir konuşması vardı. Gittiğim köyün adını söyleyince; “Uzak değil buraya, ama şimdi gidemezsin, sabah gidersin… Belki geçen bir traktör olur ona da eşyalarını veririz. “ Ne yapacağım şimdi, der gibi yüzüne baktığımı görünce, “Burada kalırsın,” dedi. Başka şansım mı vardı? O gece orda kaldım, bakkalın hemen yanındaki konuk odasında. Sabah da herhalde karısının eliyle ancak kaba saba dikebildiği pantolonumu giydim, kavurma ve çaydan oluşan kahvaltımı yaptım. Bakkalın geçen bir motorcuyu durdurup söylemesi üzerine eşyalarımı koyup çok uzak olmayan köyüme, dere yatağı boyunca, bostanların arasından yöneldik. Muhtarı bulmam zor olmadı. Ama ne ben ilgilendiriyordum onu ne de okul kavramı. O kadarla bitmiyordu, daha büyük düş kırıklığı beni bekliyordu. Okul diye bir bina yoktu. Boş bir evin odasından tek göz bir sınıf yapmışlardı. Okula dair tek işaret duvarlardan birine alt alta çakılı katranla boyanmış tahtalar, önüne dizilmiş ilkel yöntemlerle yapılmış sıralar vardı. Hepsi buydu. Ben etrafta işime yarayacak bir şeyler aranırken muhtar ortadan kayboldu. Bir daha da gözükmedi… Ne kadar kaldım orada bilmiyorum. Evin önünde dolanıp durdum, ördükçe ördüm, kahırlandıkça kahırlandım. Neden sonra bir motor sesi duydum, kapıya çıktım. Sabah beni getiren motorcu geri dönüyordu. Elimle işaret ettim durdu. Geldiği yere dönüyordu. Şaşkın bakışları altında eşyalarımı götürüp yerleştirdim, sonra da bindim… Dönüp köye bir daha bakmadım. Derslerde öğretilen çok şey aklıma geliyordu, burada hiç işime yaramayan çok şey. En çok Tonguçlar, Yüceller; onların mücadelesi... Bir dirençsizliğime kızıyordum, bir devletin aldırışsızlığına, kötü ev sahipliğine... Aşağı köye varınca ocağı, tenceremi bakkala hatıra bıraktım, araba bulacağım en yakın yeri sordum… Niye diye sormadı bakkal, eşyaları aldı... Yolu tarif etti. Şu ırmağı aş, şu dağı geç, şu yola ulaş, sonra şu köye varırsın, sonra… Hiç bilmeyen biri için iyi bir haritaydı. “Beş altı saat yürümen gerekecek, “ dedi. “Cürek Maden Sitesinde bulabilirsin… Belki yollarda da bir Almancıya ya da bir motora denk gelirsin. ” Kalktım, elini sıkıp sarılıp öptüm. “Anlaşıldı. Sen Kerbela’da kalmayacak Hüseyinlerdensin…" Boğazım düğümlendi. Hüseyin kaçmıyor, ölüyordu. Bense kaçıyordum. İçim doldu. Bakkalı ve köyü geride bırakan ırmak yatağını aşınca ağlamaya başladım. Ağladıkça açılıyordum. Bir süre sonra bağıra bağıra şarkı söylüyordum. Dağlardan tepelerden o hiç bilmediğim yollardan tesadüfen rastladığım birkaç kişiye sorarak üç saat sonra Cürek’e vardım. Oradan da minibüsle Divriği’ye ulaştığımda geceydi. Hemen otobüse binip gitmeyi düşündüm önce. Sonra aybaşına bir iki gün olduğunu anımsadım, bekleyip maaşımı alabilirdim. Param yetecek miydi? Hadi oteli idare edebilirdim o kadar. Peki yiyecek? Babamdan bana kalan tek miras kolumdaki Nacar saatti. Bir saatçiye girdim, sattım. Maaşımı alınca gelip geri alırım diye düşündüm, oysa kul düşünür kader güler... Az bir para verdiler eski saate… Ama yetti ve aybaşını buldum. Maaşımı almaya gittiğimde ilköğretim müdürü ve kaymakam da ordaydı. Bir şeyler içiyorlardı. Beni ilköğretim müdürü gördü, bana gülümserken kaymakama bir şeyler fısıldadı. Kaymakam bir an dönüp baktı bana, sonra hemen önüne döndü. O anda kaymakamın da işin içinde olduğunu düşündüm. Müdürün selam bekleyen gülüşüne hiç aldırış etmedim. O da bir şeyleri çözdüğümü hissetmiş olmalı ki, anında karardı ve bakmaz oldu. Bir ara kaymakamla gidip konuşmayı düşündüm. Sonra kapıldığım umutsuzlukla vazgeçtim. Gitsem ne olurdu? Kurada çıkan okulumu elimden aldılar, beni dağlara sürdüler mi? Belki de onun bilgisi dahilinde yapılmıştı, başka niye bir öğretmene dikkatle baksın adam? Beni başından savacak ya da jandarmalarla odadan attıracaktı. Hiç bir şey bulamasa "Ha o köy olmuş ha bu köy, biri gidecek," diyecekti bana... Belki de huylanacaklar, maaşımı elimden alacaklar, adamların her emre hazır jandarmaları var, kim bilir belki buna da yetkileri vardır. Maaşımı aldım giden ilk otobüsle önce Divriği’den sonra da Sivas’tan bir daha kazayla bile yolum düşmemesi umuduyla ebediyen ayrıldım. Yakalayacaklar, beni Divriği camisi avlusuna bağlayacaklar, salmayacaklar... Öyle kaygılı kaçtım. Kaçtım, tek baba hatırasını da o arada unuttum tabi... Elimde olsa ebedi Sivas sınırlarından bile geçmezdim. Oysa insan mısın, ebediyetin yoktur... Bilmiyordum. Altı ay sonra Sivas'ın başka bir ilçesinde ama gene o kaymakamın emrinde çalışacağımı biri dese inanmazdım. * 2016 maviADA Dergisi

  • Efsane Bir Kurgu Yazarı; Jack London

    Özgün Bir Başarı Hikayesi * ŞENOL YAZICI * John Griffith London (John Griffith Chaney, 12 Ocak 1876, San Francisco  - 22 Kasım 1916, Kaliforniya ) Amerikalı   gazeteci  ve roman yazarı . Vahşetin Çağrısı , Martin Eden , Demir Ökçe , Beyaz Diş  ve Deniz Kurdu  başta olmak üzere elliden fazla kitabın yazarı olan Jack London, dünyada ticari romanın öncüsü ve yazarlıktan yüksek gelir elde edebilen Amerikalıların ilklerindendir. JACK LONDON'dan Bir ÖYKÜ * İLK SAVAŞ, İLK ZAFER * “On altıncı yüzyılda doğardın,” diye sözünü kestim gülerek, “Drake olurdu, Hawkins ve Raleigh olurdu, geri kalan bütün deniz canavarları hayatta olurdu.” “Doğrusun!” diye onayladı Paul. Küçük kıç güvertesinde sırtüstü döndü, hoşnutsuzluğunu dile getiren uzun bir iç çekiş duyuldu. Vakit gece yarısını geçmişti. Rüzgâr neredeyse arkadan estiğinden Aşağı San Francisco Körfezi’nden Körfez Çiftlik Adası’na doğru sürükleniyorduk. Paul Fairfax’la ikimiz aynı okula gittik, bitişik evlerde oturduk ve içtiğimiz su ayrı gitmedi. Para biriktirdik, ufak işlerden para kazandık, ikimiz de doğum günlerimizde alınacak bisikletleri feda ettik ve yan yelkeni olan, üst yelkeniyle salma omurgası bulunan yirmi sekiz ayaklık Mist adlı geniş bir yelkenli tekne için gerekli parayı bir araya getirdik. Paul’un babası yat kaptanıydı zaten, Mist’i bulma ve inceleme işini o yüklendi. Tekneyi buldu, kontrolleri yaptı, cep çakısını tahtalarına sokup çıkardı ve kalasları büyük bir dikkatle inceledi. Aslına bakarsanız Paul ile ikimiz yelken açma konusunda ne öğrendikse onun iki direklisi Whim’de öğrendik, şimdi Mist bizim olunca, bilgimizi artırmak için canla başla çalışmaya koyulduk. Mist, geniş kirişli bir tekne olduğundan rahattı, her şeye yer vardı. Bir adam kabinde dimdik durabilirdi; ocak, tencere, tava ve ranzalara gelince bir hafta boyunca karaya çıkmadan denizde kalabilirdik. Böyle seferlerden birine başlamak üzereydik, ilk kez gece sefere çıkıyorduk. Akşamüzeri Oakland’dan hareket ettik, şimdi Alameda Deresi’nin ağzına varmıştık; San Leandro Körfezi’ni dolduran ve boşaltan büyük bir tuzlu su haliciydi bu. Ben düşüncelere dalmış öyle dururken Paul ansızın, “O günlerde de insanlar varmış,” diye söze başlayarak beni şaşırttı. “Deniz canavarlarının yaşadığı dönemde demek istiyorum,” diye açıkladı sonra. “Haaa!” dedim ben sevecen bir tavırla ve “Captain Kidd” ezgisini ıslıkla çalmaya başladım. “Benim bu konulardaki fikrim ne, biliyor musun?” diye devam etti Paul. “Romanstan, serüvenden falan söz ediyorlar ama ben romansın da serüvenin de ölü olduğunu söylüyorum. Bunları yaşayamayacak kadar uygarlaştık. Yirminci yüzyılda serüven falan yok. Sirklere gidiyoruz...” “Ama,” diye sözünü kesmeye kalktım ancak o buna izin vermedi. “Buraya bak Bob,” dedi. “Birlikte takıldığımız bütün zaman içinde serüven mi yaşadık? Tamam, bir keresinde dağlara çıktık ve gecenin yarısına dek dönmedik, aç susuz kaldık ama kaybolmadık bile. Her an nerede olduğumuzu biliyorduk. Sadece bir yürüyüştü o. Yani şunu demek istiyorum, hayatımızı kurtarmak için savaşmak zorunda kalmadık hiç. Anladın mı? Üzerimize tüfekle ateş edilmedi, top atılmadı, kafamızın üzerinde kılıç sallanmadı, ya da... ya da işte...” Sonra, nasılsa pek fark etmezmiş gibi, “O uskuta halatından üç-dört ayak beri çekilsen iyi olur,” dedi umutsuz bir havayla. “Rüzgâr dönmüş değil henüz.” “Eskiden deniz sürekli ünlü serüvenlerle dolu bir yerdi,” diye sürdürdü konuşmasını. “Bir çocuk okulu bırakıp gemide çalışmaya başlar, birkaç hafta içinde kalyonlarda ya da bir Fransız korsan gemisinde seren cundasında... ya da daha pek çok işte çalışabilirdi.” “Ama bugün de serüvenler yaşanıyor,” diye karşı çıktım ona. Ama Paul ben ağzımı açmamışım gibi sürdürdü konuşmasını. “Bugün n’oluyor, ilkokuldan sonra ortaokul, lise, sonra üniversite, sonra ya memur oluyoruz ya doktor moktor, bildiğimiz serüvenleri de sadece kitaplardan öğreniyoruz. Burada Mist şalupasının arkasında oturduğumdan ne kadar eminsem, gerçek bir serüvenle karşılaştığımızda ne yapacağımızı bilmeyeceğimizden de o kadar eminim. Yanlış mıyım?” “Valla bilmiyorum,” dedim öylesine. “Tamam da korkaklık edecek değilsin, değil mi?” diye sordu. Etmeyecektim ve öyle söyledim. “Ama aklının başından gitmesi için korkak olmana lüzum yok, değil mi?” Yürekli birinin de heyecanlanabileceği konusunda katıldım ona. Sesinde hafif bir üzgünlük tonu sezilen Paul, “Eh, öyleyse,” diye özetledi durumu, “olsa olsa serüveni berbat ederiz. Yani yazık olur. Bunu bilir bunu söylerim.” “Serüven falan yok ortada henüz,” diye yanıtladım onu. Bir hiç uğruna üzülmesini istemiyordum. Paul bazı konularda garip biriydi, onu iyi tanıyordum. Çok okurdu, düş gücü zengindi, arada bir bu türden ruh hallerine girerdi. Dedim ki, “Serüven henüz başlamadı, yani berbat edileceğine üzülmenin bir yararı yok. Hem, neden harika bir serüven olmasın ki?” Paul bir süre suskun kaldı, havasında değil diye düşündüm, derken ansızın konuşmaya başladı: “Bak, düşün Bob Kellogg, şimdi böyle gidiyoruz ya, şu andaki durumda, hangi nedenle olduğunu da boşver, bir teknenin, içindeki silahlı adamlarla bize saldırdığını düşün, onları püskürtmek için ne yaparsın? Püskürtmeye kalkar mısın bir kere, onu söyle.” “Sen ne yaparsın peki?” diye sordum ben. “Unutma ki teknede tek bir silahımız bile yok.” “Bu durumda teslim mi olacaksın yani?” diye atıldı öfkeyle. “Tut ki seni öldürecekler?” “Ne yapacağımı söylemiyorum,” diye yanıtladım onu hemen, biraz kızmaya başlamıştım. “Hiçbir silah olmadan sen ne yaparsın diye soruyorum.” “Bir şey bulurdum,” diye yanıtladı beni – kestirip atma çabasıyla. Kıkır kıkır gülmeye başladım. “Bu durumda serüven berbat edilmiş olmaz, değil mi? Sen de burada boşuna saçmalamış olursun.” Paul bir kibrit çaktı, kol saatine baktı ve saatin bire geldiğini söyledi – tartışma onun aleyhine geliştiğinde böyle yapardı. Ayrıca, dostluğumuzun başlarında hırgür etmişliğimiz olsa da, ilk defa kavga etmeye bu kadar yaklaşıyorduk. Tam ileride beyaz bir ışık görmüştüm ki, Paul yeniden konuşmaya başladı. “Çapa ışığı,” dedi. “Oraya da çapa atılmaz ki. Küçük kıçlı bir mavna olabilir, biraz açığından git bari.” Mist’i birkaç derece gevşettim, rüzgâr iyi estiğinden hayli güzel bir hızla ine kalka ilerledik, ışığın o kadar uzağından geçtik ki, ne türden bir tekne olduğunu bile çıkaramadık. Ansızın Mist yumuşak çamurda ilerliyormuş gibi yavaşladı. İkimiz de şaşırdık. Rüzgâr eskisinden daha sert esmeye başlamıştı, gene de neredeyse çakılıp kalmıştık. “Burada da bataklık olur mu? Hiç böyle bir şey duymadım!” Paul duruma inanmamış gibi homurdanarak böyle bağırdı ve küreği kaptı, tekneyi yan yatırdı. Su elini ıslatıncaya dek dümdüz ilerledi. Dip diye bir şey yoktu. İyice afallamıştık. Rüzgâr hızla esiyor, Mist gene de kaplumbağa gibi ilerliyordu. Teknemizde bir terslik vardı, dümen yekesinde yapabileceğim tek şey, rüzgâra kapılmasını önlemeye çalışmaktı. Elimi Paul’un koluna koydum, “Dinle!” dedim. Iskarmozların sesi duyuluyor, küçük beyaz ışık arada bir, çok yakınımızda görünüp kayboluyordu. “İşte senin silahlı tekne,” diye fısıldadım, biraz da dalga geçerek. “Tayfaları döverek dörder parçaya ayır ve saldırganları püskürt!” Gülmeye başladık, karanlıktan vahşi bir öfke çığlığı ve yaklaşmakta olan tekneden arka tarafın altına bir kurşun geldiğinde hâlâ gülmekteydik. Teknedeki fenerin ışığı sayesinde teknede duran iki adamı açıkça seçebiliyorduk. Yüzleri güneş yanığı, yabancı görünüşlü adamlardı; geniş ve püsküllü birer İskoç beresi kafalarına, denizci usulü konmuştu. Bellerinde parlak renkli yün kuşaklar vardı, uzun deniz botları bacaklarını örtmüştü. Gene de birinin kulaklarındaki minik altın küpeleri gördüğümde omurgamdan soğuk bir rüzgârın indiğini hissettiğimi hatırlıyorum. Her halleriyle bir romanın sayfalarından çıkıvermiş korsanlara benziyorlardı. Resmi tamamlamak gerekirse, suratları öfkeyle yamuk yumuk olmuştu ve ikisinin de ellerinde uzun birer bıçak parlıyordu. İkisi de yüksek sesle, anlamadığımız yabancı bir jargonu konuşuyorlardı. Biri, daha ufak tefek –ve diyelim daha korkunç– görünümlü olanı, ellerini Mist’in küpeştesine koydu ve teknemize gelmeye davrandı. Paul birden atıldı, küreğinin ucunu adamın göğsüne dayadı ve onu kendi teknesine itti. Çuval gibi yığıldı adam ama zar zor ayağa kalktı, bıçağını sallayarak bağırmaya başladı: “Ağımı yırtarsın ha! Ağımı yırtarsın ha!” Gene aynı jargonla konuştu, bu kez yanındakiyle birlikte öne atılarak Mist’e çıkmak için ikinci bir hamle yapmaya davrandı. “Bunlar İtalyan balıkçılar,” diye haykırdım ben. Durumu kavramıştım. “Onların tel kepçelerinin üzerinden geçmiştik, omurganın yanına sürtünerek bizim dümeni tıkamışlardı. Böylece ağa takılmış olduk.” “Doğrusun, ayrıca cinayet işleyecek tipler,” dedi Paul. Bir yandan da onları uzaklaştırmak için küreğiyle vurmaya çalışıyordu. “Hey, bakın ahbaplar!” diye seslendim onlara. “Fırsat verirseniz sizden kopacağız! Ağınızın burada olduğunu bilmiyorduk. Bilerek yapmış değiliz, tamam mı? Kaybınız olmaz!” diye ekledim. “Zararınızı öderiz!” Ama söylediklerimizi anlayamıyorlardı ya da anlamak istemiyorlardı. Benim ağımı yırtarsın ha! Benim ağımı yırtarsın ha!” diye bağırdı küpeli ufak tefek adam. Bu arada öfkeli el kol hareketleri yapıyordu. “Göstereceğim size! Görürsünüz, göstereceğim!” Bu kez, Paul onu gerisingeri ittiğinde, küreği yakaladı ve bu arada arkadaşı bizim tekneye atladı. Sırtımı dümen yekesine dayadım, adam ayağını bizim tekneye atar atmaz, daha dengesini bulamadan başka bir kürekle karşıladım onu, lök diye sırtüstü tekneye yığıldı. Durum ciddileşiyordu, ayağa kalkıp da benim küreği yakaladığında ne kadar güçlü olduğunu anladım, itiraf ediyorum, ufacık da olsa, azıcık da olsa korktum. Ama benden güçlü olmasına karşın, küreği yakaladığında beni denize atmaya çalışacak yerde kendi teknesini biraz daha yakınlaştırmakla yetindi; sonra, kürekle itmemle tekne uzaklaştı.Bıçak hâlâ sağ elindeydi, bu onu garip bir duruma düşürüyordu, biraz da güçlülüğünün avantajını azaltıyor gibiydi. Paul ile düşmanı aynı durumdaydı, birkaç saniye süren ama sonra hemen biten bir duraksama oldu. Ağların zararını karşılayacağımı, parasını ödeyeceğimi birkaç kez haykırdım ama sözcüklerimin hiçbir etkisi olmadı. Derken benim uğraştığım adam küreği kolunun altına sıkıştırdı, yavaş yavaş, küreğe tutuna tutuna ilerledi. Paul’ün uğraştığı küçük adam da aynı şeyi yaptı. Her an biraz daha yaklaşıyorlardı, sonun er geç geleceğini biliyorduk. “Dayan Bob!” dedi Paul alçak sesle. Çabucak ona baktım ve bir an için yüzünün bembeyaz olduğunu ve dişlerini sıktığını gördüm. “Ah, Bob,” diye yakardı adeta, “dümeni sıkı tut! Sıkı tut Bob!” Ne demek istediği ansızın kafama dank etti. Küreğin bendeki ucunu bırakmadan sırtımla dümen yekesine abandım, hatta iyice eğildim. O anda Mist, rüzgâr karşısında ölü gibi duruyordu, bu manevra ana yelkenini bir yandan öbür yana eğecekti kuşkusuz. Rüzgâr yelkenden fırlayıp havalandığında bunu hissedebiliyordum. Paul’ün uğraştığı adam şimdi küçük güvertede ayakta duruyordu, benimkiyse toparlanmaya çalışıyordu. “Dikkat et!” diye haykırdım Paul’e. “Geliyor!” İkimiz de kürekleri bıraktık ve alçak güverteye indik. Bir an sonra büyük dalga geldi, ağır makaralar güverteyi yaladı, uskuta halatı kıvrılmış dev bir yılan gibi başımızın üzerinden geçti, Mist şiddetli bir hareketle yan yattı. İki adam da tekneyi yakalamak için zıpladı ama nasıl olduysa kısa boylu olanı bıçağını doğru dürüst tutamadı ya da bıçağın üzerine düştü; çünkü baktık, kendi teknesinde ayakta duruyor, kanayan parmaklarını dizlerinin arasına sıkıştırmış acı içinde kıvranıyor, çaresiz bir öfkeyle yüzünü şekilden şekle sokuyor. “Şimdi sıra bizde!” diye fısıldadı Paul. “Sizin işiniz bitti!” Teknenin bir yanından ben, diğer yanından Paul, tutunarak suya daldık, dev ağı ayaklarımızla ittik, bir sallantıyla kurtulana kadar asıldık. Bunun üzerine tekne inip kalkmaya başladı, Paul uskuta halatında, bense dümen yekesindeydim; Mist özgür hareketlerle ileri atıldı ve küçük beyaz ışık giderek küçüldü. Giysilerimizi değiştirip alt güvertede rahat rahat otururken, “İşte, maceranı yaşadın, şimdi oldu mu, kendini daha iyi hissediyor musun?” diye sorduğumu anımsıyorum. “Eh, önümüzdeki bir hafta karabasan görmezsem,” dedi Paul ve durakladı, karar verme çabasındaymış gibi kaşlarını çekmeye başladı, “bunun tek nedeni uyuyamamış olmamdır, bunu bilesin!” diye bağladı sözünü. “ İçimdekileri nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Bazen öyle geliyor ki adeta bütün dünya, bütün yaşam, her şey içime dolmuş, benden konuşmamı istiyor. Nasıl desem; büyük şeyler hissediyorum, ama iş konuşmaya geldiğinde küçük bir çocuk gibi dilim dolanıyor.” (Jack London’un Martin Eden romanından) 1914'te Jack LONDON ÖZGÜN BİR BAŞARI HİKAYESİ * Dünyanın tanıdığı sıfırdan başlayıp doruğa uzanan bir başarı ve doğal olarak da bir söylentiler, rivayetler hikayesidir Jack London. Öyle ki kendi ölümünün de önceden yazdığı bir senaryonun, Martin Eden adlı romanın gereği olduğu iddia edilir. Başarının doruğunda, 40 yaşında, sporun her türlüsünü yapan, kovayla içkiyi tolere edecek bir sağlıkta ama aniden ölen efsaneler spekülatörü yazar için söylenenlerin içinde doğruya en yakın tek iddiadır denilse yeri. O da, bir tek yaş isabetiyle sağlanan bir doğrudur. * Dünyanın yeni dünya düzeni Sosyalizme hazırlandığı ve çok umut bağladığı bir döneme denk gelmişti. Devrim kapıdaydı, Sosyalizm, Amerika ya da Avrupa'nın sanayileşmiş, proleter işçi sınıflarını üretmiş ülkelerinde, hemen yarın başlayacak diye umuluyordu. Çarlık Rusya'sında köylü ve işsizlerin oluşturduğu kitlelerin, Lenin önderliğindeki kalkışmanın 1917'de sosyalizme döndüğünü, ne var ki bu ateşin diğer kıtalara sıçramadan söndüğünü görmeden ölmüştü zaten. Ne var ki 1905 Bolşevik devriminden başlayarak son ana değin umudunu hiç yitirmedi. Ölümünden sonra dünya edebiyatının tek proletarya yazarı olarak tanımlandı. Hemen hemen çağdaşı Traven'i ve ötekileri düşününce bu sav çok da tutarlı gözükmese de reklamın gücünü bilince alanın en ünlülerinden biridir demek mümkün. * Daha sonraları Hitler'in de hayranlığını çeken Alman filozofu, Friedrich Nietzsche’nin “üstün-insan” düşüncesi, yazarın ilgiyle benimsediği bir idealdir. Nietzsche felsefesini basitleştirerek kullanan Jack London romanlarında üstün adamların bireysel kuvvetlerine güvenerek giriştiği heyecanlı serüvenleri anlatır. Bu özelliği o kadar benimser ve geliştirir ki Vahşetin Çağrısı'nda olduğu gibi roman kahramanı olan hayvanlara da yükler. Sonraki romanlarında bu üstün insan miti, EMEĞİNİ sermayeye kiralayan ve değişen dünyada iktidardan pay almak için mücadele eden işçi sınıfının KAREKTER özelliği olur. İlginç olan okur da bu tarzı çok tutar. Belki kovboy filmlerinin bitmeyen modasının da sırrı budur. Şenol YAZICI * JACK LONDON YAŞAMI 12 Ocak 1876, San Francisco - 22 Kasım 1916, Kaliforniya ) Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da dünyaya geldi. Annesi Flora Wellman isimli bir müzik öğretmeni olan Jack’in babası ise William Chaney isimli bir astrologdu. Bu baba sonradan JACK LONDON'a yazacağı bir mektupta iktidarsız olduğu için babası olmasının olanaksız olduğunu belirtecektir. Doğumundan kısa bir süre önce babası annesini terk etti. Genç anne başarısız bir işadamı olan John London'la evlenince Jack onun soyadını alacaktı. Yoksul ve eğitimsiz olarak hayata atıldı. Belki bu, geliştirdiği okuma yazma isteğinin alanında başarılı olma hırsının, kimsede görülmeyen azmin açıklaması olabilir. Çıraklık, gazetecilik, pansiyonculuk, demiryolu işçiliği, altın arayıcılığı, istiridye kaçakçılığı, serserilik... dahil yapmadığı iş kalmadı. Kıta Amerika’yı yürüyerek dolaştı. Serserilikten Kanada’da 30 gün tutuklu kaldı. Çıkınca 19 yaşında liseye başladı ve süresinden erken bitirdi. Üniversiteye başladıysa bile bitiremedi. Savaş muhabirliği yaptı, gazeteci olarak ödül aldı. Yazdıklarının büyük bölümü kendi yaşam deneylerinden kaynaklandı. Vahşi doğa mekanı, emeğinden başka kaybedecek hiçbir şeysi olmayan işçiler kahramanıydı. Bir köpeğin ya da kurdun başından geçenleri (Vahşete Çağrı, Beyaz Diş...) 100 yıldır bütün dünyanın, küçük büyük herkesin okuduğu muhteşem yapıtlara çevirdi. Savunduğu sosyalizmi ve işçi sınıfını kahramanlaştırdı. İdeolojisini destekler, oligarşiyi öngören distopyalar (Demir Ökçe...) üretti. Kişisel kütüphanesi, okumaya duyduğu açlıkla bütün zamanların örnek yazarıydı. Marks’ı, Darwin’i, Spencer’i, Nietzsche’yi okudu ve onların eserlerinden hareketle kendi düşüncesini belirlemeye çalıştı. Daha sonraları Hitler'in de hayranlığını çeken Alman filozofu, Friedrich Nietzsche’nin “üstün-insan” düşüncesi, yazarın ilgiyle benimsediği bir idealdir. Nietzsche felsefesini basitleştirerek kullanan Jack London (1876-1916) özellikle başlangıç romanlarında üstün adamların bireysel kuvvetlerine güvenerek giriştiği heyecanlı serüvenleri anlattı. Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş... romanlarının kahramanları olan köpekler de bu insan modelinin yansımalarıdır. Sonraki romanlarında bu üstün insan miti, güç ve yeteneğini sermayeye kiralayan ve değişen dünyada iktidardan pay almak için mücadele eden işçi sınıfının organize olmuş bir toplumsal hareketi olarak tarzını sürdürdü. Vahşi Batı ve kovboylar döneminin Amerika'sının geçiş sürecinin son efsanelerinin yanında moderniteyi yaratacak itici güç sanayinin ve giderek örgütlü bir sınıfa dönüşen, yakın gözüken devrimin öncüleri saydığı proletaryanın anlatıcısıydı. Ünü arttıkça hakkında olumlu olumsuz çok şey söylendi. Bazı kitaplarının kimi bölümlerinin başka kitaplardan çalıntı olduğu bile iddia edildi. Genç yaşında ölümü günümüzde bile gizemini koruyan bir öykü olarak kaldı. Martin Eden yaşamına benzerlikleriyle dünyaca bilinen yapıtı oldu. Tıpkı o kitabın kahramanı gibi 40 yaşında başarının doruğundayken intihar ettiği bir söylentiyse de, döneminin en bilinen, en çok satan yazarı olması ve sağlıklı görünürken kırk yaşında ardında bir çok soru işareti bırakarak 1916'da ölmesi ise bir gerçek... 1916 KASIM 22 'de Jack LANDON'un Öldüğü Evİ Bir rivayete göre, altın arayıcılığı yaptığı sırada yakalandığı iskorbüt hastalığı nedeniyle yaşama veda ettiği söylense de pek çok eski kaynakta intihar ettiği anlatılır. Son döneminde çok acı çektiği ve morfin aldığı bilinen Jack London’un kazayla ya da kasıtlı olarak aşırı doz morfin alıp öldüğü de söylentiler arasındadır. Büyük olasılıkla ölüm nedeni, aşırı alkol tüketimi sonucu iflas eden organları olsa da günümüz teknolojisiyle bunu doğrulama şansı yok, çünkü cesedi vasiyeti üzerine yakıldı. JACK LONDON 2. eşiyle YAPITLARINDA insanın doğayla, egemen sınıflarla kavgasını romantik bir bakışla anlatır. Kapitalizme yönelik eleştirilerde sertleşir. 1907'de yazdığı, ama 1914 -1918 arası bir dünyayı anlatan DEMİR ÖKÇE'de bu sertlik kapitalizme oligarşiyi de ekleyerek en son noktaya varır. Önceki yapıtlarında doğaya karşı insanın gücünü, alt etme ve hayatta kalabilme mücadelesini ele alan Jack London, Demir Ökçe'de sınıf mücadelesini konu alır. Bir romantik aşk öyküsünde; sosyalist bir liderle evlenen bir burjuva kızının gözünden Amerikan işçi sınıfının ve oligarşinin etkileyici bir resmini çizer. Çarpıcı imgeleri, belli başlı diyalogları ile oldukça sert bir üslupla yazılmış bir DİSTOPYA olan DEMİR ÖKÇE, güncelliğini ve önemini günümüzde de koruyor. Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş ABD'li yazarlardandır. Türkçe'ye çevrilmesi elli yıl sonralara denk gelse de ülkemizde de büyük ilgi görmüştür. Jack London, azmettiğini yaptı. Anatol Frans'ın dediği gibi ilk kitabının basıldığı 1900'den -1916'ya değin 17 yıllık bir döneme "kıpır kıpır hayat ve düşünce kaynayan" 50 ciltlik dev bir eser sığdırır. / 22.11.2022

  • Mümtaz Soysal

    Osman Mümtaz Soysal * (15 Eylül 1929, Zonguldak - 11 Kasım 2019, İstanbul), 1961 Anayasası'nın imza sahiplerinden biri olarak isim yapan hukukçu, akademisyen ve siyaset adamı. Yaşamı 1929 yılında Zonguldak ilinde doğdu. Galatasaray Lisesi'ni (1949), ardından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (SBF) (1953) bitirdi. Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde asistan olarak görevliyken fark dersi sınavlarını vererek Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden de mezun oldu (1954). 1956'da SBF'de asistan olarak çalışmaya başladı; 1958'de siyasal bilimler alanında doktora çalışmasını tamamladı. SBF'de Anayasa Hukuku profesörü olarak uzun yıllar ders verdi. 1961 yılında Doğan Avcıoğlu ve Cemal Reşit Eyüboğlu ile beraber Yön dergisinin kurucularından oldu. Temsilciler Meclisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) temsilcisi (6 Ocak 1961 - 25 Ekim 1961) olarak Anayasa Komisyonu üyeliği yaptı. 1963'te SBF'de doçent, 1969'da profesör olan Soysal, 1971 yılında aynı fakültenin dekanlığına seçildi. 12 Mart Muhtırası'ndan sonra 18 Mart 1971'de dekanlığı esnasında, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nca gözaltına alınıp tutuklandı. 1402'likler içerisinde yer alarak görevinden alınmıştır. 1968'den beri okuttuğu Anayasa'ya Giriş ders kitabında komünizm propagandası yapmakla suçlandı, 6 yıl 8 ay ağır hapis, 2 ay 20 gün Kuşadası'nda emniyet gözetimi altında bulundurulmaya ve kamu haklarından ebediyen mahrumiyete mahkûm edildi. Toplam 14.5 ay Mamak Cezaevi'nde kaldı. Mamak Cezaevi'nde iken yazar Sevgi Soysal ile evlendi. 1962 yılında arkadaşlarıyla birlikte Sosyalist Kültür Derneği'ni kurdu. 1969-71'de Akdeniz Sosyal Bilim Araştırma Konseyi Başkanlığı, 1974-78 arasında Uluslararası Af Örgütü ikinci başkanlığı görevlerini yürüttü. 1979'da BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Uluslararası İnsan Hakları Öğretimi Ödülü'nü aldı. 24 Ocak 1971 yılında John F. Kennedy Caddesi üzerindeki evinin önünde bombalı saldırı yapılmıştır. Patlamadan sonra olay yerine giden yazar Adalet Ağaoğlu bu durumdan şöyle bahseder: ‘Ger gör, hemen gel gör’ dedi Sevgi. Hemen koştum. Bütün gün orada kaldım. Evin içi neredeyse hepten havaya uçmuş. Yer yerinden oynamış. Apartmandaki pek çok dairenin camları, kapıları da çatlamış, patlamış.[6] 15 Temmuz 1983 günü Paris yakınlarındaki Orly Havaalanı'nın THY bürosu önünde patlayan bir bombanın neden olduğu sekiz kişinin ölümüne ve altmış dolayında kişinin de yaralanmasına yol açan Orly Havalimanı saldırısı'nı gerçekleştirmekten dolayı tutuklanan ASALA mensuplarının yargılandığı davaya Türk mağdurları temsilen müdahil taraf uzman tanık olarak katılmıştır. 1991 seçimlerinde Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) listesinden Ankara'dan kontenjan adayı oldu ve TBMM'ye seçildi. TBMM'de Çekiç Güç, OHAL, demokratikleşme, Kıbrıs, özelleştirme gibi konularda hükûmet politikalarını eleştiren Soysal, özellikle özelleştirme konusundaki yetki yasaları için Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvurularla koalisyon ortağı DYP'lilerin tepkisini çekti. Bu başvuruları sonucunda Anayasa Mahkemesi tarihinde ilk kez bir yürütmeyi durdurma kararı verdi. Anayasa Profesörü Soysal, SHP'nin hükûmet ortaklığı içindeki pasif tutumuna sürekli tepki gösterdi, "vuruşarak çekilme" yaklaşımıyla Türk siyasi literatürüne geçti. Murat Karayalçın döneminde kısa bir süre için dışişleri bakanı olarak görev yaptı ancak bir süre sonra bakanlıktan istifa etti. 1991 yılında Dışişleri Bakanlığı “Üstün Hizmet” ödülünü ve Fransa'dan “Officier de l’Ordre National de Mérite” nişanını almıştır. 1995 yılındaki anayasa değişikliği çalışmaları esnasında özellikle DYP'li Coşkun Kırca ile tartışmalarıyla yine gündemde kaldı. Seçim yasasının Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesinde başrolü oynadı. Sonrasında CHP'ten koptu, DSP saflarına geçti. 1995 genel seçimleri'nde DSP'den Zonguldak milletvekili seçildi. Daha sonra Bülent Ecevit ve Rahşan Ecevit ile anlaşmazlığa düşerek DSP'den ayrıldı (1998). 2002'de Bağımsız Cumhuriyet Partisi'ni kurdu ve parti genel başkanı oldu. Kıbrıs'taki toplumlararası görüşmelerde anayasa danışmanlığı görevini üstlenerek uzun yıllar Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'a danışmanlık yaptı. Mümtaz Soysal aralarında Forum, Akis, Yön, Ortam gibi dergilerde; Yeni İstanbul, Ulus, Barış, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet'in de olduğu günlük gazetelerde köşe yazıları yazdı. Milliyet gazetesinde 1974'te "Açı" başlığıyla yayımlamaya başladığı köşe yazılarını 1991-2001 yılları arasında Hürriyet'te, 2001'den sonra Cumhuriyet'te sürdürdü. Kendisinin 80. yaşı nedeniyle 2009 yılında Mülkiyeliler Birliği Vakfı tarafından Mümtaz Soysal Armağanı basılmıştır. 11 Kasım 2019 tarihinde İstanbul Beşiktaş'taki evinde vefat eden Soysal, evli ve 2 çocuk babasıydı. Cenazesi, Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Yapıtları Avrupa Birliği ve Türkiye (1954) Demokratik İktisadi Planlama İçin Siyasi Mekanizma (1958) Dış Politika ve Parlamento (1964) Halkın Yönetime Etkisi (1965) Dinamik Anayasa Anlayışı (1969) 100 Soruda Anayasanın Anlamı (1969) Güzel Huzursuzluk (1975) Demokrasiye Giderken (1982) Düşünceler Günlüğü (1995) İdeoloji Öldü Mü? Aklını Kıbrıs'la Bozmak Öpülesi Gemiler Anayasa'nın Püf Noktası İçgüveysinin Encamı Balinanın Böcekleri Anayasanın Anlamı

  • TONGUÇ VE ENSTİTÜLERİ

    Suat DELİBAŞ * Bir Cumhuriyet Projesi : Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden yıllarda, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylü kesiminin eğitimsizliği ve ülkenin sosyo-ekonomik kalkınmasının önündeki engeller, devletin en temel meseleleri arasında yer alıyordu. Bu kapsamda, Türkiye’nin modern eğitim tarihinin en özgün ve kapsamlı projelerinden biri olan Köy Enstitüleri, kurulduğu dönemden itibaren yalnızca bir eğitim modeli değil; aynı zamanda bir kalkınma, toplumsal dönüşüm ve kültürel aydınlanma hareketi olarak değerlendirilmelidir. Bu kurumlar, Türkiye’nin farklı bölgelerindeki öğrencilerin üretim ve öğrenmeyi iç içe deneyimlediği mekânlar olarak hafızalara kazınmıştır. Köy Enstitüleri, işte bu temel meselelere köklü bir çözüm getirmek amacıyla, 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile kurulmuştur. İsmail Hakkı Tonguç’un pedagojik fikri önderliğinde, dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in siyasi sorumluluğunda ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün desteğiyle hayata geçirilen bu projede; Mustafa Necati, Ethem Nejat, Saffet Arıkan gibi isimlerin yanı sıra, Mustafa Kemal aracılığıyla 1924 yılında ülkeye davet edilen ve çeşitli incelemelerde bulunan John DEWEY' inde doğrudan veya dolaylı katkıları olmuştur.John DEWEY Türkiye Maarifi Hakkındaki Rapor'unda sekiz temel başlık ile (Program, Maarif Vekilliği Teşkilatı, Muallimlerin Yetiştirilmesi ve Terfihi, Muallimlerin Yetiştirilmesi, Mektep Sistemi, Sıhhat ve Hıfzıssıhha, Mektep İnzibatı, Muhtelif Mevat) eğitim sistemine dönük çeşitli önerilerde bulunur. Buradan hareketle Mustafa Kemal ve John DEWEY' inde enstitülerin kuruluşundaki etkilerini yadsımak gerekir. TONGUÇ' un yurtdışı eğitiminde ve gezilerinde edindiği bilgi ve tecrübeler ile yukarıdaki isimlerin katklıları neticesinde kurulan enstitüler, dünya eğitim tarihinde benzeri az görülen bir model olarak kabul edilmektedir. Köy Enstitüleri’nin Pedagojik Modeli ve İşleyişi : Enstitülerin temel felsefesi, teori ile pratiği, zihinsel emek ile bedensel emeği birleştirmek üzerine inşa edilmiştir. Bu model, " iş içinde eğitim ve üretime dayalı " bir sistemdi. Öğrenciler, Beşikdüzü'nde balık kurutmak, Aksu'da traktör kullanmak, Çifteler'de süt sağmak, Savaştepe'de sepet örmek gibi, günlük hayatın ve tarımsal üretimin içinden gelen pratik beceriler edinerek Yaparak-Yaşayarak Öğrenme modeline uygun bir süreçten geçerlerken; öğrenmeyi soyut olmaktan çıkarıp somut ve yaşamsal bir deneyime dönüştürüyordu. Pedagojik model, sadece pratik becerilerle sınırlı değildi. Öğrenciler aynı zamanda gitar çalıyor, tiyatro eserleri sahneliyor, dünya klasiklerini okuyor ve resim yapıyorlardı. Kültür ve sanatla bütünleşmiş bir eğitim ile sadece meslek sahibi bireyler değil, estetik duyarlılığa ve eleştirel düşünce kapasitesine sahip aydın yurttaşlar olarak yetiştiyorlardı. Enstitüler, hiyerarşik; "eğiten-eğitilen" ikiliğini reddeden bir anlayışla yürütülüyordu. Yöneticiler, öğretmenler ve öğrenciler, okulun işleyişine, üretim planlarına ve sosyal faaliyetlere birlikte karar veriyor; tarlada, atölyede ve sınıfta "yanyana, el ele" çalışıyorlardı. Bu durum, öğrencilerde güçlü bir aidiyet ve sorumluluk bilinci geliştiriyor; demokratik ve katılımcı yönetim enstütülerin işleyişinde merkeze alıyordu. Sosyo-Politik Etkiler ve Muhalefetin Yükselişi : Köy Enstitüleri, kısa sürede tasarlandığı hedeflerin ötesinde bir sosyal dönüşüm aracına dönüştü. Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Dursun Akçam ve Ümit Kaftancıoğlu gibi Cumhuriyet aydınlarını yetiştiren bu kurumlar, Baykurt’un önderliğindeki Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) çatısı altında otuz bin öğretmenin katıldığı “Büyük Eğitim Yürüyüşü” gibi eğitim tarihinde önemli bir dönüm noktasının da ruhunu şekillendirmiştir. " Üreten , bilinçli , düşünen köylüler " yaratarak geleneksel toprak ağalığı sistemini ve yerleşik güç dengelerini tedirgin etmeye başladı. Soğuk Savaş'ın başlamasıyla birlikte yükselen anti-komünist söylemler, enstitüler için de bir tehdit oluşturdu. Demokratik işleyişi, kolektif üretim anlayışı ve eleştirel düşünceyi teşvik eden yapısı, muhafazakar çevrelerce "komünist bir yuva" olarak yaftalanmalarına neden oldu. Ki farklı düşünen solcular da ; "çocukların sömürüldüğünü ve devlete tek tip asker olarak yetiştirildiklerini" ileri sürmekteydiler. Yani bu muhalefet, sadece toprak ağalarıyla sınırlı kalmadı. Ayrıca, DP kapattı söyleminin aksine ilk önce CHP içinde Recep PEKER, Emin SOYSAL, H. Fikret KANAD, R. Şemsettin SİRER gibi isimlerin öncülük ettiği güçlü bir muhalefet cephesi de oluşturdu. Dönüşüm ve Kapatılma : Artarak devam eden siyasi baskılar neticesinde, 1946 seçimlerinin ardından Köy Enstitüleri’nin yapısında önemli değişikliklere gidildi. Önce CHP eliyle "Köy Öğretmen Okulları"na dönüştürülen kurumlar, programlarından "iş" ve "üretim" unsurları çıkarılarak geleneksel öğretmen okulu formatına evrildi. Nihayetinde, 27 Ocak 1954 tarihinde, Demokrat Parti iktidarı döneminde çıkarılan bir yasayla tamamen kapatıldı. Köy Enstitüleri,kuruldukları kısa süre içerisinde Türkiye’nin eğitim, kültür ve kalkınma tarihinde silinmez bir iz bırakmıştır. Ancak enstitüler , yalnızca ekonomik ve pedagojik işlevleriyle değil , yarattığı aydınlanma etkisi ve sosyal mobilizasyon potansiyeli , özellikle üretken , bilinçli ve düşünen köylü ; siyasi ve toplumsal kesimlerin tepkisini çekerek kapatılmalarına yol açmıştır. Günümüzde, eğitimin piyasalaşması, teorik bilginin pratikten kopukluğu ve eleştirel düşüncenin yeterince teşvik edilememesi gibi sorunlar karşısında, Köy Enstitüleri’nin felsefesi yeniden anlam kazanmaktadır. Günümüzde bu okulların fiziki olarak aynı statüde yeniden açılmasından ziyade, onların ruhundan, yani "iş içinde eğitim" anlayışından, demokratik katılımcılığından ve kültür-sanatı merkeze alan bütüncül pedagojisinden ilham almak daha gerçekçi ve anlamlıdır. Köy Enstitüleri deneyimi , eğitimin , sadece bireyi değil , toplumu dönüştürmek için nasıl bir kaldıraç olabileceğine dair güçlü ve tarihsel bir referans noktası sunmaya devam etmektedir . Ülkenin dört bir yanında açılan yirmi bir Köy Enstitüsü' nü ve bıraktığı mirası bu ülke hiçbir zaman unutmadı.

  • Sevgi Soysal

    Sevgi Soysal (30 Eylül 1936, Bakırköy, İstanbul - 22 Kasım 1976, İstanbul) Türk yazardır. Yaşamı 1936 yılında İstanbul'da doğdu. Babası, Selanik göçmeni bir aileden gelen Ali Mithat Yenen, annesi Alman bir hanım olan Anneliesse Rup'tur (evlendikten sonra Aliye adını aldı). Sevgi Soysal, ailenin altı çocuğundan üçüncüsü idi. Ağabeyi Kaya Yenen, ablası Gönül Öney ve kardeşleri Duygu Aykal, İzzet Yenen ve Mine Kazmaoğlu'dur. 1935'te babası Stuttgart Teknik Üniversitesi Mimarî ve Şehircilik Bölümü'nden mezun olduktan sonra ailesi Türkiye'ye yerleşmişti. Çocukluğu Ankara'da Selanik Caddesi ile Yenişehir semtinde geçti. İki yaşından itibaren yaşamaya başladığı Ankara ve annesinin Alman kimliği onun yazarlık serüveni üzerinde çok büyük etkiler bıraktı. Liseyi Ankara Kız Lisesinde okudu. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (DTCF) Arkeoloji bölümünde okumaya başladı ve DTCF'den mezun olmadan önce burada tanıştığı Özdemir Nutku ile evlendi. Soysal'ın Özdemir Nutku ile evliliğinden Korkut isimli bir oğlu oldu. 1961’de Ankara Meydan Sahnesi’nde Haldun Dormen’in yönettiği “Zafer Madalyası” adlı oyunda tek kadın rolünü oynadı. İlk öykü kitabı Tutkulu Perçem, 1962 yılında yayımlandı. 1965’te “Zafer Madalyası” oyununda tanıştığı Başar Sabuncu ile evlendi. Aynı yıl TRT’de program uzmanı olarak çalışmaya başladı. 1965-69 yılları arasında Papirüs ve Yeni Dergi’de öyküleri yayımlandı. Bu arada tezini vererek arkeoloji diplomasını aldı. 1968’de teyzesi Rosel’in kişiliğinden yola çıkarak, birbirine bağlı öykülerden oluşan Tante Rosa’yı yazdı. 1970’te kadın-erkek ilişkisi ve evlilik temasını işlediği ilk romanı Yürümek’le TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü’nü kazandı. 12 Mart, Sevgi Soysal’ın hayatı ve yazarlığı üzerinde derin izler bırakan bir dönem oldu. Yürümek, müstehcenlik gerekçesiyle toplatıldı ve Sevgi Soysal, kısa bir tutukluluk sürecinin ardından TRT’den ayrılmak zorunda kaldı. Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal’la, Soysal’ın komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklu kaldığı Mamak Cezaevi’nde evlendi. Siyasal nedenlerle tekrar tutuklandı ve sekiz ay Yıldırım Bölge’de, iki buçuk ay da sürgüne gönderildiği Adana’da kaldı. İlk dönem eserlerinde bireyin ruhsal durumlarını işleyen yazar, 1965-1969 arasında özellikle Papirüs ve Yeni Dergi'de yayınlanan öyküleriyle yeni bir tarza yönelmiştir. Kadın-erkek ilişkilerini, kadın sorununu, ağırlıklı olarak da 1960 sonrasında yaşanan sosyal ve siyasal olayları ele alan Soysal, Gerçekçi toplumcu öykü ve romanlar yazmıştır Cezaevinde yazdığı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanıyla 1974 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. Kızları Defne Aralık 1973’te, Funda ise Mart 1975’te doğdu. Adana’da sürgünde bulunan bir kadının başından geçen olaylar etrafında 12 Mart’ı eleştirdiği romanı Şafak, 1975’te yayımlandı. Bu dönemde Anka Haber Ajansı ve İşçi Kültür Derneği’nin kuruluşunda rol aldı. Politika gazetesinde tefrika edilen cezaevi anıları Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu başlığıyla kitaplaştırıldı. 1975’te meme kanserine yakalanan yazar, hastalık izlenimlerini ve 12 Mart sonrası değişimi anlatan öykülerini topladığı Barış Adlı Çocuk, 1976’da yayımlandı. Eylül 1976’da bir ameliyat daha geçirdi ve tedavi için eşiyle birlikte Londra’ya gitti. Üzerinde çalıştığı son romanı Hoş Geldin Ölüm’ü tamamlayamadan, 22 Kasım 1976’da İstanbul’da öldü. Politika gazetesine yazdığı yazılar Bakmak (1977), Yeni Ortam ve Yenigün gazetelerinde yayımlanan yazıları Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri (2014) adlı kitaplarda toplandı. 1964-1971 arası TRT’de çalıştığı dönemde kaleme aldığı radyo oyunları ve radyoculuk üzerine yazıları Venüslü Kadınların Serüvenleri adıyla yayımlandı (2017). Sevgi Soysal’ın kitaplarına girmemiş hikâye, çeviri, eleştiri yazısı gibi edebi metinleriyle kendisiyle yapılmış söyleşi ve soruşturmalardan oluşan kitabı Tekliğin Türküsü de 2018 yılında yayımlanmıştır. Eserleri Romanları Yenişehir'de Bir Öğle Vakti Yürümek Şafak Hoş Geldin Ölüm (Ölümünden Sonra) Hikâyeleri Tutkulu Perçem Tante Rosa Barış Adlı Çocuk Anıları Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu Hoş Geldin Ölüm Makale Bakmak Çevirileri Andorra - Max Frisch Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı - Bertolt Brecht Godot Geldi - Miodrag Bulatovic Dimitrof - Hedda Zinner Beş Paralık Roman - Bertolt Brecht

  • Şehrin Camları

    Yusuf ERBAY * bu ayaküstü tanışmalar öldürecek beni iç geçirmeler / burukluk ve nâdir bakışlar…   bu hatırlamalar dalgın yürüyüşler akşamüstleri öldürecek bu yangın şehrin camları…   “görüşürüz” / fakat ne zaman bu ayrılışlar öldürecek beni alışılmış / umursamaz selamlar…   bu hayat bazen her şeyim benim dışımdaki her şey bazen öldürecek beni bu tanıdıklar…

  • İDİL BİRET

    * İYİ Kİ DOĞDUN* * -İDİL BİRET - Aziz Yeniay arşivinden-2012- İdil Biret 21 KASIM 1941'de Ankara'da doğdu. Türk piyano sanatçısıdır. Kendisi ve Suna Kan için özel olarak çıkarılan Harika Çocuk Yasası ile Paris Konservatuvarı'nda öğrenim gördü; ardından 20. asrın en büyük piyanistlerinden Alfred Cortot ve Wilhelm Kempff ile çalıştı. 16 yaşından itibaren çeşitli dünya sahnelerinde ikibine yakın konser verdi. ABD ve Avrupa'da 80 plak kaydeden sanatçının kayıtları pek çok ödül almış olup ABD, Avrupa ve Uzak Doğu'da büyük bir dinleyici kitlesine ulaşmıştır. Yaşamı Çocukluğu ve müzik eğitimi 1941 yılında Ankara'da doğdu. Annesi Leman Biret, babası Münir Biret'tir. Dayısı müzikolog Mahmut Ragıp Gazimihal'di. Müziğe ilgisi iki yaşında başladı. Dört yaşında Bach'ın prelüdlerini çalmaya başladı. İlk derslerini Mithat Fenmen'den aldı. 1948 yılında, henüz yedi yaşındayken, ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Biret'in yurt dışında eğitiminin gereksinimlerinin karşılanması için TBMM'ye bir teklif sundu. Bu teklif sonucunda İdil Biret için özel olarak çıkartılan kanun, Harika Çocuk Yasası olarak bilinir. Bu kanun çerçevesinde eğitimi için ailesiyle birlikte Paris Konservatuvarı'na gönderilen Biret, burada 20. yüzyılın önemli pedagoglarından Nadia Boulanger ile çalıştı. Sekiz yaşında Paris Radyosu'nda ilk konserini verdi. Fransız piyanist Alfred Cortot'dan dersler aldı. İdil Biret'ten ömrü boyunca "en değerli öğrencim" olarak söz eden hocası Alman piyanist Wilhelm Kempff, onunla müzikal ilişkisini hayat boyu sürdürdü. Biret, 11 yaşındayken Wilhelm Kempff ile Mozart'ın İki Piyano İçin Konçerto'sunu Paris Champs-Elysees Tiyatrosu'nda çaldı. Zaman zaman Kempff'in Positano'da verdiği usta sınıflara katıldı. Kempff'in 90. yaşı için düzenlenen konserde çaldı. 15 yaşında iken Paris Ulusal Konservatuvarı'nı yüksek piyano, eşlikçilik ve oda müziği dallarında birinci olarak bitirdi. -21 Eylül 1953 tarihli Akşam gazetesinde İdil Biret, Suna Kan ile bir arada. - Sanat yaşamı İdil Biret, 16 yaşından itibaren çeşitli dünya sahnelerinde yer aldı. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ilk konserini 22 yaşında, Rachmaninoff’un Üçüncü Piyano Konçertosu’nu çalarak Erich Leinsdorf yönetimindeki Boston Filharmoni Orkestrası ile gerçekleştirdi. İlk Rusya turnesini piyanist Emil Gilels'in çağrısı üzerine yaptı ve bu ülkede büyük başarı kazandı. Yıllar içinde bu ülkede yüze yakın konser verdi. Biret beş kıtayı kapsayan konserlerinde Atzmon, Copland, Kempe, Keilberth, Sargent, Monteux, Fournat, Leinsdorf, Pritchard, Scherchen, Rozhdestvensky, Mackerras gibi ünlü şeflerle çaldı; Montreal, Berlin, Montpellier, Nohant, Royan, Dubrovnik, Atina, Ankara ve İstanbul festivallerine katıldı. Dünyanın hemen her yerinde Boston Senfoni Orkestrası, Fransa Ulusal Orkesttarsı, Orchestre Suisse Romande, Londra Senfoni, Leningrad Filarmonik, Leipzig Gewandhaus, Dresden Staatcapelle, Tokyo Filarmonik, Sydney Senfoni ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde konserler verdi. Kraliçe Elisabeth (Belçika), Van Cliburn (ABD), Busoni (İtalya), Liszt (Almanya) gibi birçok uluslararası piyano yarışmasında jüri üyeliği yapan İdil Biret'in aldığı ödüller arasında "Lili-Boulanger" (Boston), "Harriet Cohen/Dinu Lipatti" (Londra), Polonya hükûmetinin "kültür liyâkat" ve Fransız hükûmetinin "Chevalier de I'Ordre National de Merite" nişanları da bulunmaktadır. İdil Biret, 1971 yılından beri devlet sanatçısıdır. Stüdyo kayıtları Biret'in sanatını icra ettiği plak ve CD'lerin sayısı 80'i aşmıştır. Biret'in 60 ile 70'ler de Atlantik ve Finnadar için yaptığı kayıtlar romantik repertuvardan çağdaş bestecilere uzanan bir yelpazededir. Sanatçı 1980'lerde plak tarihinde ilk kez Beethoven senfonilerinin Liszt tarafından yapılan uyarlamalarının tamamını seslendirmiştir. Daha sonra Frederic Chopin'in bütün piyano eserleri, Johannes Brahms'ın bütün solo piyano eserleri ve konçertoları, Sergei Rachmaninoff'un bütün piyano eserleri Biret tarafından kayda alınmıştır. Bu icralar pek çok eleştirmenin hayranlığı ile karşılanmış ve sanatçının "çağımızın en önde gelen piyano ustalarından biri" olarak nitelenmesine yol açmıştır. 1995'te Chopin'in bütün eserleri dizisi Varşova'da yapılan "Chopin Plakları Büyük Ödülü" yarışmasında jüri özel ödülünü almıştır. Aynı yıl kaydettiği Fransız besteci Pierre Boulez'in üç sonatını içeren CD Paris'te yılın "Altın Diyapozon" ödülünü almış ve Le Monde gazetesi tarafından 95 yılının en iyi plakları arasına seçilmiştir. 1997 yılında 100. ölüm yıldönümü nedeniyle Brahms'ın tüm solo piyano eserlerini beş konserlik bir dizide seslendirmiştir. Biret, ayrıca 2002'de Ligeti'nin etüdlerini kayda almıştır. Biret, Dünya'nın en geniş repertuvarlı piyanisti unvanını taşımaktadır.[kaynak belirtilmeli] Biret'in Stravinsky'nin "Ateş Kuşu" süiti uyarlaması, hocası Kempff'in uyarlamalarını çaldığı plaklar da önemli kayıtlardandır. Biret, 2007 yılında Chopin yorumları nedeniyle Polonya Cumhurbaşkanı tarafından "Üstün Hizmet Nişanı" ile onurlandırılmıştır. İdil Biret, daha önce tamamını plak haline getirdiği ve konserlerde seslendirdiği Beethoven senfonilerinin Liszt uyarlamaları dizisine 2000'lerde bestecinin tüm konçerto ve sonatlarını kayda alarak devam etmiştir. 2008'in Aralık ayında beş kıtada piyasaya çıkan "Beethoven edisyonu", bestecinin konçerto, sonat ve senfonilerinin ilk toplu sunumu olmaktadır. Bu serinin tümü sanatçıya ait bir etiketle çıkmıştır. Hakkında yapılanlar Kitaplar Dominique Xardel, "İdil Biret-Une pianiste Turque en France” (Fransa'da bir Türk Piyanist İdil Biret): 2006 yılının Eylül ayında Fransa'da yayımlanmıştır. Biret'in hayatının ve görüşlerinin anlatııldığı bu kitap, 2007'de "Dünya Sahnelerinde Bir Türk Piyanisti: İdil Biret" adıyla Türkçeye çevrilmiştir. 2007'nin Ekim ayında Almanya'da Stacatto-Verlag yayınevince "Idil Biret: Eine Türkische Pianistin auf den Bühnen der Welt" basılmıştır. Üner Birkan, "Piyanodaki Harika". Yazar, kitapta Biret'le iki söyleşi, sanatçıyla ilgili yabancı basında çıkmış yazılarına yer verdi. Dans Eden Parmaklar(2018) İdil Biret'in piyano da çocukluğundan itibaren yaşadıkları tecrübeleri deneyimlerini anlattığı bir kitaptır. Belgesel Müzik dünyasının en büyük piyano virtüözlerinden biri kabul edilen, Türkiye'nin “harika çocuğu” İdil Biret'in yaşamını anlatan ve ilk gösterimi Nisan 2015'te 34. İstanbul Film Festivali'nde gerçekleştirilen İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi belgeseli ilk kez dijital erişime açıldı. Ödül ve nişanları 1952 yılında Paris Konservatuvarı'ndaki yüksek solfej ve deşifraj bölümlerini Birincilik Ödülü ile bitiren Biret, 1957 Haziran'ında konservatuvarda devam ettiği piyano, oda müziği ve eşlikçilik sınıflarının her birinden birincilik ödülü ile mezun oldu ve "Birincilerin Birincisi" unvanını aldı. Reine Laurent Ödülü ve Popelin mükâfatlarını kazandı. 1954 - Lily Boulanger Memorial, Boston 1957 - Paris Konservatuvarı, Konservatuvar Birinciliği 1961 - Harriet Cohen - Dinu Lipatti Altın Madalyası, Londra Adelaide Ristori Nişanı, İtalyan Hükûmeti Chevalier de l'Ordre du Mérite, Fransa 1971: Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sanatçısı unvanı 1974 - Kültür/Liyâkat Nişanı, Polonya Hükûmeti 1988 - Boğaziçi Üniversitesi, Onursal Doktora Eskişehir Anadolu Üniversitesi Onursal Doktora aldı 1995 - Uludağ Üniversitesi, Onursal Doktora 1995 - Grand Prix du Disque Chopin, Varşova 1995 - Altın Diyapozon, Fransa 1996 - Sevda Cenap And Müzik Vakfı Onur Ödülü Altın Madalyası 2003 - Ortadoğu Teknik Üniversitesi Onursal Doktora 2006 - Polonya Üstün Hizmet Madalyası (Chopin eserleri kayıt ve seslendirmeleri nedeniyle) 2007 - 35. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali, Onur Ödülü'nü kazandı 2021: Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü -İDİL BİRET 1997 ASPENDOS KONSERİ- Diskografi BAKINIZ

  • Ümit Yaşar Oğuzcan

    Nurten B. AKSOY * 1926 yılında Tarsus'ta doğan şair, 1946 yılında Eskişehir Ticaret Lisesi 'ni bitirdi. Ardından Türkiye İş Bankası 'na bankacı olarak girerek Adana , Ankara ve İstanbul 'da çalıştı. Halkla ilişkiler müdür yardımcısı görevinde iken hizmette otuz yılını doldurunca kendi isteğiyle Haziran 1977'de emekliye ayrıldı. İstanbul'da kendi adını taşıyan bir sanat galerisi kurdu. Şiir hayatına 1940'ta Yedigün şairleri arasında başlayan ardından 1975 yılında 33 şiir, 4 düzyazı kitabı, 13 antoloji ve biyografik eser, toplam 50 kitap çıkarmış bulunan, şiir plakları, şarkı sözleri ve yergileriyle tanınır. Genellikle Faruk Nafiz Çamlıbel duyarlılığında ve aşk, ayrılık, özlem temaları ekseninde çoğalttığı şiirini, 1973 yılında büyük oğlu Vedat Oğuzcan'ın vefatı üzerine, hayatın boşluğu, ölüm ve acı gibi derinliklere, öz ve biçim yönünden yöneltti. * TAŞLAMALAR Ümit Yaşar Oğuzcan denince aklımıza, “biraz lirik, biraz romantik, bazen de depresif ve duygu yüklü” şiirler gelir. Oysa çoğumuzun gözünden kaçan bir yanı daha vardır Ümit Yaşar’ın. O duygusal bir şair olduğu kadar güçlü bir eleştirmen, bir hiciv (taşlama) şairidir aynı zamanda. Yaşadığı yıllarda devlet adamlarını, politikacıları ya da toplumun ve kişilerin bozuk, aksak yönlerini alaycı bir dille dizelerinde dile getirmiştir. Şairin 1966 yılında yayımlanan “Taşlamalar” adlı kitabından derlediğimiz bazı şiirlerini okuyunca, aradan elli yıl geçmesine rağmen bu dizelerin günümüze ne kadar uyduğunu ve geçen yıllara karşın hiçbir şeyin değişmediğini şaşırarak göreceksiniz... Aynalar ve İnsanlar Şu dünyada bütün gördükleri Hile Menfaat İkiyüzlülük Yalan İnsanlar namına Utanıyorum aynalara bakmaktan… *** İç İçe İnsanlar köşkler, saraylar içinde İnsanlar inler, mağaralar içinde Ve kıskançlık, kin, nefret İnsanın içinde… *** İnsanlar ve Eşitlik İnsanların yarısı ıstırabı yaratır Çeker ıstırabı kalan yarısı Bir gün İki yarım eşit olur bir yerde Istırabı yaratanlar da ölür Çekenler de… *** İnsanlar ve Para Ataların önce güneşe tapardı Sonra putlara tapar oldular Sen de Eskiden bir Tanrı’ya tapardın Sonra paraya tapar oldun... *** İnsanlar ve Hayvanlar Yalan söyler dilleri yok Çalan, döven elleri yok Görgüleri, tahsilleri yok İftira etmezler Dedikodu bilmezler Şu zavallı hayvanların İnsana benzer halleri yok… *** Küçükler ve Büyükler Küçükler un gibi olmuş Toz toz, kepek kepek… Bu memlekette büyükler Değirmen taşı demek… *** Kadınlar Nışantaşı’nda bir kadın Birini sevdi Duydular, Hoş gördüler, alkışladılar… Çemberlitaş’ta bir kadın Birini sevdi Duydular, ayıpladılar, Dedikoduya başladılar… Taşlıtarla’da bir kadın Birini sevdi Duydular, Gırtlağına kadar Gömdüler toprağa kadını, Taşladılar Taşladılar… *** Sabır Taşı Her taşın altında yalan Her taşın altında menfaat Her taşın altında rüşvet Sabır taşından insanlar Ve taş kesilmiş bir memleket… *** İnsanlar ve Şeytan Şeytan insanı arayıp buldu İnsan şeytanı arayıp buldu Ve şimdi İnsan Tanrı’yı arıyor Tanrı insanlarını... *** Köleler ve Efendileri Kimden çıkarın varsa Onun kölesi oldun Kimin senden çıkarı varsa Onun da efendisi Kölelik ayrı yakıştı sana Efendilik ayrı Üzülme Yakışmayan beyefendilik olsun... *** Küçük İnsan Küçük, küçücük bir insandı Büyüklerin yanında Artık büyük, çok büyük bir insan Daha küçüklerin yanında… *** Nefes Bilgin yetiştiriyor güya başka milletler Kaç yüz bilgine bedel ukalalar bizdedir Tıbba meydan okuyup şifa buldu illetler Nefesi ilaç gibi evliyalar bizdedir… *** Masal Çocuktuk, masal dinlerdik Büyüdük, masal dinliyoruz Yaşlanınca masal anlatacağız Torunlarımıza İnanacaklar Masal olduğunu unutacaklar Ve bir gün Biz de birer masal olacağız Anlatacaklar… *** İç İçe İnsanlar köşkler, saraylar içinde İnsanlar inler, mağaralar içinde Ve kıskançlık, kin, nefret İnsanın içinde… *** Dünkü Çocuk Çocukluğunun kıymetini bil Bir gün dünkü çocuk olacaksın Gençliğinin kıymetini bil Bir gün giden gençlik olacaksın Olgunluğunun kıymetini bil Bir gün delik deşik olacaksın Yaşlılığının kıymetini bil Bir gün rahmetlik olacaksın… *** Sıfır Sıfırdan başladı Daha sıfır, daha sıfır Şimdi çok sıfırlı bir servetin sahibi Hâlâ sıfır… *** Diş ve Tırnak Dişinden arttırdın Tırnağından arttırdın Zenginsin işte, Ne olacak… Bir gün Ne dişin Ne tırnağın kalacak… *** Şampiyon Ansızın parladı yıldızı Birbiri ardınca Bütün engelleri geçti Rekor üstüne rekor kırdı Şimdi Siyaset merdiveninin Son basamağında Pot kırıyor… *** Atlayışlar Ömrü atlamakla geçti Doğdu kucağa atladı Büyüdü uzağa atladı Yoruldu yatağa atladı Ve bir gün gerildi gerildi Bir avuç toprağa atladı Rahatladı… * Derleyen: Nurten Bengi Aksoy 04.11. 2022 *AZ ÇOK OKUNANLAR

  • “Ah Bir Ataş Ver Cıgaramı Yakayım”

    Nurten B. AKSOY * ‘ Vatan Sağ Olsun’ Diyerek Denizin Dibinde Ölümü Bekleyen Dumlupınar Şehitleri’nin Anısına **** Ah bir ataş ver cıgaramı yakayım Sen salın gel ben boyuna bakayım Uzun olur gemilerin direği Ah yanık olur anaların yüreği Ah çatal olur efelerin yüreği ” Bu türküyü söyleyerek ölümü bekleyen, arkalarında yüreği yanık analar, eşler ve çocuklar bırakan denizcilerin; Dumlupınar Şehitleri’nin ölüm yıldönümü bugün. Tam yetmiş bir yıl önce onlar, tevekkülle “Vatan sağ olsun!” diyerek ölümü kucakladılar bir çelik tabutun, Dumlupınar denizaltısının içinde. İşte onların hazin hikayesi… 1953 yılının sisli, karanlık ve rüzgarlı bir gece yarısı… Ege Denizi’nde katıldığı NATO tatbikatından dönüş yolunda olan Dumlupınar denizaltısı, 3 Nisan’ı 4 Nisan’a bağlayan gece Çanakkale Boğazı’ndan içeriye girer. Karanlığın içinde su üstü seyri yapan denizaltının rotası Gölcük’teki Denizaltı Komutanlığı ana üssüdür. Dumlupınar, tatbikat süresince iki gün su altında kalmış; üstün başarı gösteren gemi personeli, yerli yabancı tüm komutanların takdirini kazanmıştı. Kendilerine verilecek yeni bir göreve kadar sevgilileri olan denizden ve gemilerinden ayrılıp eşlerine, ailelerine kavuşmanın heyecanı içerisinde olan denizciler, yorgun ama bir o kadar da üstlerine düşen görevi layıkıyla yapmanın gururu içindedirler. Ne var ki saatlerin 02.15’i gösterdiği sırada, Çanakkale Boğazı’ndaki Nara Burnu’nu dönerlerken, Türk denizaltıcılık tarihinin belki de en acı kazası gerçekleşir. Dumlupınar denizaltısı, İsveç bandıralı Naboland Şilebi ile Boğaz’ın orta yerinde çarpışır. Denizaltının parçalanan baş kısmından hücum eden karanlık ve soğuk sular, koca denizaltıyı seksen bir kişilik mürettebatıyla birlikte birkaç dakika içinde yutuverir. Zıpkın yemiş koca bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak sulara gömülen denizaltının köprü üstünde nöbet tutan sekiz denizcisi de çarpışmayla birlikte sulara savrulur. Denizin karanlık sularına savrulan bu sekiz kişiden ikisi, arkadaşlarının gözleri önünde Naboland’ın pervanesinde parçalanarak can verirken bir diğeri akıntıya kapılıp boğulur. Sağ kalan beş kişi ise olay yerine ilk yetişen Gümrük Motoru tarafından Çanakkale’ye götürülerek hastaneye yatırılır Günün ilk ışıkları etrafı aydınlatmaya başladığında, Boğaz’ın 90 metre derinliğindeki soğuk karanlıkta korkunç bir can pazarı yaşanmaktadır. Aldığı yara sonucu sulara gömülen ve manevra dairesinde yangın çıkan Dumlupınar’ın kıç torpido bölümündeki yirmi iki denizci sağ kalmayı başarmış, kurtarılmayı bekliyordur. Dumlupınar burada battı O günün imkânlarıyla çok uğraşılmasına rağmen gemiyi ve içindeki seksen bir kişiyi çıkartmak mümkün olamaz. Çünkü Türkiye’nin elinde, denizin doksan metre altına gömülmüş denizaltıyı çıkartacak imkânlar ne yazık ki henüz yoktur. Denizaltı battıktan sonra battığı yerin bulunabilmesi için aşağıdan bir haberleşme şamandırası fırlatılır. Bu şamandıranın içinden irtibatı sağlamak için bir telefonla şu not çıkar: “Dumlupınar burada battı, kapağı açın ve irtibat kurun!” Facianın üzerinden yaklaşık dört saat geçmiştir. Denizaltının yerini belli eden ve kazazedelerle telefon irtibatı sağlamak üzere yüzeye bırakılan “denizaltı battı” şamandırası balıkçılar tarafından bulunarak gemidekilerle telefon vasıtası ile irtibat kurulur. Bu arada radyo bu konuşmayı verir. İlk telefon bağlantısında aşağıya, “Oğlum merak etmeyin… Sizi kurtaracağız…” mesajı gönderilir. En zor dakikalar başlamıştır. Herkes ağlamaktadır, dakikalar hızla geçer; ama kurtarma çalışmaları bir türlü sonuç vermez. Aşağıdan konuşmalar, ezan ve tekbir sesleri gelmektedir; Kurtaran gemisi kazadan tam on saat sonra olay yerine gelmiş ve çalışmalara başlamıştır. Boğaz’da akıntı çok kuvvetlidir, dalgıçlar on bir dalış yaparak kurtarma halatını denizaltıya bağlamaya çalışırlar. Fakat teknik yetersizdir, en son dalgıç seksen metreye kadar inebilir ve baygın halde yukarı çekilir. Ancak on beş saat sonra basınç odasında hayata döndürülür. Oysa ki gemiye ulaşmaya daha on bir metre vardır ve başarılamaz, gemiye ulaşılamaz. Kurtaran gemisi personeli aşağıdaki arkadaşlarını kurtarmak için büyük gayret gösterir ancak daha çalışmanın ilk adımında denizaltının battı şamandırası kopar ve Dumlupınar’la tüm bağlantı kesilir. Çan kılavuz teli olmayan denizatlıya ulaşmak daha da imkânsız bir hal alır. Eğer Dumlupınar’ın şamandırası kopmasaydı dalgıçlar telefon kablosuna tutunarak aşağıya inecek ve Kurtaran gemisindeki çan telini denizaltının kurtarma kapağına takabilecekti ama olmadı, olamadı… Facia haberleri kısa zamanda radyo ve gazetelerden tüm yurda duyurulur. Milli Savunma Bakanlığı’nın yayınladığı yedinci ve son tebliğ ise tüm ümitleri tüketir: “Çanakkale’de Nara önünde batan Dumlupınar denizaltı gemisinde kalmış olan personelin kurtarılmasından tamamen ümit kesilmiştir…” Nihayet çaresizlikle denizaltındaki subay, astsubay ve erlerin tümüne korkunç gerçek söylenir; kendilerini su yüzüne çıkaramayacakları, buna imkan olmadığı bildirilir. Artık, kendilerine başta söylenen “gerekmedikçe konuşmayın ve sigara içmeyin” telkininin yerine, “konuşabilirsiniz, türkü söyleyebilir ve isterseniz sigara bile içebilirsiniz” denilir. “Ah bir ataş ver cıgaramı yakayım” Bunu duyan kahraman ve çaresiz denizcilerin son sözleri “Sizler sağ olun! Vatan sağ olsun!” olur. O andan sonra, oksijen bitene kadar 72 saat hayatta kalırlar ve “Ah, bir ataş ver cıgaramı yakayım, sen salın gel ben boyuna bakayım…” türküsünü söyleyerek büyük bir tevekkülle son nefeslerini verirler. Şehit Astsubay Sait Yıldırım ‘ın kızı Berke İnel anlatıyor: “O gün okula gidecektim. Tam çıkacağım sırada geriye döndüm ve koşa koşa babamın yanına gelip sarıldım. ‘Babacığım ne olur gitme, ben senin gitmeni istemiyorum.’ dedim. Bana dönerek ‘Gitmem gerek. Bir gün anlayacaksın. Vazife çok kutsaldır ve ben bir askerim gitmem gerek.’ dedi. Gidiş o gidiş…” Ne gariptir ki Türk Deniz Kuvvetleri’ne alınan ve adları Dumlupınar olan denizaltılardan üçünün de kaderi aynı olmuştur. Farklı yıllarda, farklı modellerde, farklı tersanelerde inşa edilmiş olsalar da, onları benzer kılan özellikleri kötü kaderleri ve adlarının “Dumlupınar” olmasıdır. Üç denizaltının benzeyen sonları 1931 yılında hizmete giren İtalyan yapımı 1. Dumlupınar denizaltısı Karadeniz’deki bir tatbikattan dönerken dümeni arızalanır ve Haydarpaşa’da bir gaz tankeriyle çarpışır. 1950 yılında hizmete giren 2. Dumlupınar, 4 Nisan 1953 tarihinde Nato tatbikatından dönerken, Çanakkale Nara burnunda İsveç bandıralı Naboland gemisiyle çarpışır ve 81 denizciye çelik mezar olur. 1972 yılında hizmete giren 3. Dumlupınar ise; 1 Eylül 1976 tarihinde Marmara’dan Çanakkale Boğazı’na gireceği sırada Sovyet bandıralı Sızik Vavilov gemisiyle çarpışır. Denizaltı mucize eseri batmaktan kurtulur, ancak daha sonra tersanede tamirdeyken yanar. Ve bundan sonra hiçbir gemi veya denizaltına “Dumlupınar” adı verilmez. Ruhları şad olsun Dumlupınar denizaltısına, batışından 5 yıl sonra bir deneme dalışı ile zar zor inilebilinmiştir. Kazadan elli yıl sonra gelişen sualtı teknolojisi, böylesi zor dalışlar için yeterli gelişmişliğe ulaşmış ve bir belgesel çekimi için Dumlupınar’a inilerek 30 Mart 2003 tarihinde resimler çekilmiş, “Vatan Size Minnettardır” yazılı bir onur plaketi de gemiye çakılmıştır. Her yıl 4 Nisan da İstanbul, Çanakkale ve Gölcük’te Dumlupınar Şehitleri’ni anma törenleri düzenlenir ve denize yeşil çelenk bırakılır. Hepsinin ruhları şad olsun… * 2018

  • MATRUŞKA BEBEKLERİ

    Nurten B. AKSOY * İnsan yaşamı gizemlerle, sürprizlerle, acılarla, mutluluklarla dolu tuhaf bir öykü sanki. Nerede, ne zaman, kimin çocuğu olacağınızı bilmeden, hiçbir seçim yapamadan, size biçilmiş bir kaftanın içinde, sizi nelerin beklediğini bilmeden açıveriyorsunuz gözlerinizi hayata. Yol almaya başlıyorsunuz minik, titrek adımlarla… Bazen ayağınız takılıyor sendeliyorsunuz, bazen de düştüğünüz yerden bir avuç toprak alıp dikiliyorsunuz yine ayağa. Çocukluğunuz ne kadar zor ve acı geçse de çocuksu sevinçlerle fark etmiyorsunuz pek bir şey, bir yanlarınız minik minik törpülenirken, sanki güle oynaya büyümeye çalışıyorsunuz. Okul yılları başlıyor derken; başarılar, başarısızlıklar, heyecanlar... Kâh bir kelebek olup uçarken, kâh bir ökseye tutuluveriyorsunuz yüreğiniz pır pır ederken. Sonra birden hayatın yükleri omuzlarınıza binmeye başlıyor; mücadele, kavga, sorumluluklar... Aman okulumu bitireyim, aman bir iş bulayım, aman yuvamı kurayım diye planlar yaparken, aslında doğarken size biçilmiş kaftanın sizinle birlikte büyümediğini elinizi, kolunuzu bağladığını ve sizi daha bir sıkı sarmaladığını hissediyorsunuz ve bütün olanları, olacakları hep mütebessim bir ruh haliyle bekliyorsunuz, pembe hayaller kurarak, her şeyin hep güzel olacağını düşünerek. Yuvanızı kuruyorsunuz mutlu olacağınızı düşünerek, çocuklarınız oluyor mutlulukların en büyüğünü yaşayacağınızı zannederek... Aslında omuzlarınızdaki yükün ağırlığının arttığını hissetmeden, hiç şikayet etmeden koşturuyorsunuz, nefes nefese, her şeye yetmeye çalışarak... Hep önünüzdeki zor günlerin bitip rahat bir nefes alacağınız günlerin hayaliyle yaşıyorsunuz. Aman Allahım! Bir ev alabilsek, diyorsunuz. Şu çocuklar üniversiteyi bir kazansa, diye dualar ediyorsunuz. Sonra okullarını bitirseler, iyi bir iş bulsalar, mutlu bir yuva kursalar... diye bitmez tükenmez dileklerinizi, dualarınızı yineliyorsunuz günler boyu. Aslında bilmiyorsunuz ki ne hayallerinizi, ne beklentilerinizi gerçekleştirmek sizin elinizde. Hani doğarken bize giydirilen o kaftan var ya, onun içinde, ceplerinde her şey. Siz ne yaparsanız yapın, ne kadar debelenirseniz debelenin o kaftanı sırtınızdan sıyırıp atamıyorsunuz. Her gün omuzlarınız biraz daha ağırlaşıyor, dizleriniz biraz daha bükülüyor. Tamam artık, üstüme düşenlerin hepsini yaptım, bundan böyle "oh" diyeceğim dediğiniz anda ise mecalinizin kalmadığını, gücünüzün tükendiğini, sırtınızdaki kaftanın artık eskidiğini lime lime olduğunu fark ediyorsunuz. Bir şeylerin elinizden kayıp parçalandığını görüyorsunuz. Sonra dikkatle baktığınızda o parçalananın aslında hiçbir şekilde müdahale edemediğiniz yaşamınız olduğunu anlıyorsunuz. İsteyerek gelmediğiniz yaşamdan isteyerek gidemeyeceğiniz günlerin hesabını yapıyorsunuz "Neydi, ne oldu hâlim; çektiklerim vebalim" diyerek..

  • İnsan Ne İle Yaşar

    Lev TOLSTOY * SESLİ KİTAP * * Dev bir yazar, dünya güzeli bir kitap ve radyo tiyatrosu; ARKASI YARINLAR tadında hazırlanmış bir sesli kitap. iyi dinlemeler

  • TOLSTOY; Edebiyat Tarihinin En Mutsuz Yazarı

    Nikolayeviç Tolstoy (Rusça: Лев Николаевич Толстой; (9 Eylül 1828 - 20 Kasım 1910), Rus yazar ve askerdir. Tüm zamanların en büyük ve en etkili yazarlarından biri olarak kabul edilir. 1902'den 1906'ya kadar her yıl Nobel Edebiyat Ödülü'ne ve 1901, 1902 ve 1909 yıllarında Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi. Tolstoy'un hiçbir zaman Nobel Ödülü kazanmaması, büyük bir tartışma konusudur. Aristokrat bir ailede doğan Tolstoy, yirmili yaşlarında, yarı otobiyografik üçlemesi Çocukluk, Oğlanlık ve Gençlik (1852-1856) ile Kırım Savaşı'ndaki deneyimlerine dayanan Sivastopol Serisi (1855) sayesinde ün kazandı. Tolstoy’un Savaş ve Barış (1869) ve Anna Karenina (1878) romanları, genellikle gerçekçi edebiyatın zirvesi ve tüm zamanların en büyük romanlarından ikisi olarak gösterilir. Eserleri arasında Çömlek Alyoşa (1905) ve Balodan Sonra (1911) gibi kısa öyküler ile Aile Mutluluğu (1859), İvan İlyiç’in Ölümü (1886) ve Hacı Murat (1912) gibi uzun hikâyeler yer alır. Ayrıca felsefi, ahlaki ve dini temalar üzerine piyesler ve denemeler de yazdı. 1870’lerde Tolstoy, derin bir ahlaki kriz yaşadı ve bunu, kendi ifadesiyle, aynı derecede derin bir ruhani uyanış izledi. Bu süreci, kurgusal olmayan eseri İtiraflarım (1882) adlı kitabında anlattı. İsa’nın etik öğretilerini, özellikle Dağdaki Vaaz'ı kelimesi kelimesine yorumlaması, onun ateşli bir Hristiyan anarşisti ve pasifist olmasına yol açtı. Tanrının Egemenliği İçinizdedir (1894) gibi eserlerinde dile getirdiği şiddet içermeyen direniş fikirleri, 20. yüzyılın önemli isimlerinden Mahatma Gandi, Martin Luther King Jr., James Bevel ve Ludwig Wittgenstein üzerinde derin bir etki bıraktı. Ayrıca, Henry George'un ekonomi felsefesi olan Georgizm'in savunucusu oldu ve bunu özellikle Diriliş (1899) adlı romanında yazılarına dâhil etti. Genç Tolstoy1848 Hayatı Tolstoy, zengin bir ailenin çocuğu olarak Rusya'nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı bir konakta doğdu. Napolyon'un Rusya seferi gazisi Kont Nikolai Ilyich Tolstoy'un (1794-1837) ve Prenses Mariya Tolstaya'nın (doğumdaki soyadı Volkonskaya; 1790-1830) beş çocuğundan dördüncüsüydü. Kendisi iki yaşındayken annesi, dokuz yaşındayken de babası öldü. Tolstoy ve kardeşleri akrabalar tarafından büyütüldü. 1844'te Kazan Üniversitesi'nde hukuk ve doğu dilleri okumaya başladı ve burada öğretmenler onu "öğrenmekten aciz ve isteksiz" olarak tanımladılar.[12] Tolstoy, eğitiminin ortasında üniversiteden ayrıldı, Yasnaya Polyana'ya dönen Tolstoy, yoksul köylülerin arasına katıldı. Ardından Moskova, Tula ve Saint Petersburg'da çok zaman geçirerek rahat bir yaşam tarzı sürdü. Çocukluğundan beri gerçekleri incelemeye karşı büyük bir ilgisi vardı. Fransızcasını ilerletmiş, Voltaire'i ve Jean-Jacques Rousseau'yu okumuş, bu iki yazarın kuvvetli etkisinde kalmıştı. Bu dönemde yazmaya başladı ve 1852'de yayımlanan ilk romanı Çocukluk, kendi gençliğinin hayali bir anlatımıdır. 1851'de ağır kumar borçları çıktıktan sonra ağabeyi ile birlikte Kafkasya'ya giderek orduya katıldı. Kafkas halkının yoksulluk dolu hayatlarını ele aldığı izlenimlerle ilk gerçekçi hikâyelerini yazdı. Tolstoy, Kırım Savaşı sırasında genç bir topçu subayı olarak görev yaptı ve Çernaya Savaşı da dahil olmak üzere 1854-55'te 11 aylık Sivastopol Kuşatması (1854-1855) sırasında Sivastopol'daydı. Savaş sırasında cesareti takdir gördü ve teğmenliğe terfi etti. Savaşta ölenlerin sayısı Tolstoy'u dehşete düşürdü ve Kırım Savaşı'nın bitiminden sonra ordudan ayrıldı. Ordudaki deneyimi ve 1857 ile 1860-61'de Avrupa'yı dolaştığı iki gezi, Tolstoy'u ahlaksız ve ayrıcalıklı bir toplum yazarından şiddet içermeyen ve ruhani bir anarşiste dönüştürdü. Aynı yolu izleyenler, Aleksandr Herzen, Mihail Bakunin ve Pyotr Kropotkin'di. 1857'deki ziyareti sırasında Tolstoy, Paris'te halka açık bir infaza tanık oldu; bu, hayatının geri kalanına damgasını vuran travmatik bir deneyimdi. Tolstoy, arkadaşı Vasily Botkin'e yazdığı bir mektupta şöyle yazdı: "Gerçek şu ki, Devlet yalnızca sömürmek için değil, her şeyden önce vatandaşlarını yozlaştırmak için tasarlanmış bir komplodur ... Bundan böyle, hiçbir yerde hiçbir hükümete hizmet etmeyeceğim." Tolstoy'un şiddet karşıtlığı veya ahimsa kavramı, Tirukkural'ın Almanca versiyonunu okuduğunda desteklendi. Daha sonra, genç Gandi onun tavsiyesini almak için onunla yazıştığında, A Letter to a Hindu adlı eseriyle Mahatma Gandi'ye kavramı aşıladı. Petersburg'a gitti. Bir kısım eserlerini, oldukça sakin geçirdiği o yıllarda yazdı. Yine de içinde, aradığını bulamayan bir ruh çalkalanıyordu. Batı Avrupa ülkelerinde uzun bir gezintiye çıktı. Almanya, Fransa ve İsviçre'de dolaştı. Bu gezilerindeki anılarını öykülerinde ölümsüzleştirmiştir. 1860-61'deki Avrupa gezisi, Victor Hugo ile tanıştığında hem siyasi hem de edebi gelişimini şekillendirdi. Tolstoy, Hugo'nun yeni biten Sefiller kitabını okudu. Hugo'nun romanında ve Tolstoy'un Savaş ve Barış romanında savaş sahnelerinin benzer çağrışımları bu etkiyi gösterir. Tolstoy'un siyaset felsefesi, Mart 1861'de Fransız anarşist Pierre-Joseph Proudhon'a yaptığı ve o zamanlar Brüksel'de takma bir adla sürgünde yaşayan ziyaretten de etkilendi. Tolstoy, Proudhon'un yakında çıkacak olan yayını La Guerre et la Paix'i (Fransızcada "Savaş ve Barış") inceledi ve daha sonra başyapıtı için bu başlığı kullandı. Tolstoy'un eğitim defterlerinde yazdığı gibi, iki adam da eğitimi tartıştı: "Proudhon'la bu konuşmayı anlatırsam bu, kişisel deneyimime göre, eğitimin ve çağımızda eğitimin ve matbaanın önemi anlayan tek kişinin o olduğunu göstermek içindir." Yurduna dönüşünde yine konağı Yasnaya Polyana'ya yerleşti. Asalet unvanlarından, lüksten sıkılıyordu. Coşkuyla coşan Tolstoy, 1861'de serflikten azat edilmiş Rusya köylülerinin çocukları için 13 okul kurdu. Bu okullar, öğrenim ve eğitim bakımından yepyeni bir kurumdu. Tolstoy, 1862 tarihli "Yasnaya Polyana'daki Okul" adlı makalesinde okulların ilkelerini anlattı. Kısmen Çarlık gizli polisi tarafından taciz edilmesi nedeniyle eğitim deneyleri kısa sürdü. Ancak, Alexander Sutherland Neill'in Summerhill Okulu, Yasnaya Polyana'daki okulun tutarlı bir demokratik eğitim teorisinin ilk örneği olduğu haklı olarak iddia edilebilir. Huzura kavuştuğuna kanaat getirdikten sonra, 1862 yılında evlendi. Tolstoy evlendiğinde karısı Sophie Behrs 18 yaşındaydı ve aralarında 16 yaş fark vardı. Bu evlilik, onun düzenli bir hayat özlemini giderecekti. Bu evlilikten 13 çocukları oldu. Bu çocuklardan 3'ü bebek iken, biri 5, diğeri de henüz 7 yaşlarında iken öldü. Eserlerinden en kuvvetli iki romanı olan "Savaş ve Barış" ile "Anna Karenina"yı bu dönemde yazdı. Tolstoy'un karısı, eserlerini yazmasında en büyük yardımcısıydı. Hatta Savaş ve Barış'ın düzeltmelerini 12 kez yapıp yazmıştır. Aradan bir süre geçince yeniden, bu sefer eskilerden daha şiddetli bir moral çöküntüsüne uğradı. Geniş halk yığınlarının, özellikle Rus köylüsünün yoksul, perişan durumu onu çok üzüyordu. Bütün servetini köylülere dağıttı, her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Kaba saba giyiniyor, giydiği her elbiseyi kendisi dikiyordu. Değişmeyen tek tarafı, bıkıp usanmadan yazmasıydı. "Kroyçer Sonat", "Efendi ile Uşak", "Karanlıkların Gücü", "İman nedir", "İnciler", "Kilise ve Devlet", "İtiraflarım" hep bu yılların ürünleridir. Eserlerinde insanlığın çeşitli meselelerine değinen Tolstoy'un dünya ölçüsünde bir sanat ve fikir değeri vardır. Kendi ülkesinin toplumsal siyasal çalkantılarını, halkının yaratılışını, yaşayışını büyük bir ustalıkla yansıtmıştır. Gerçekçi edebiyatın en büyük temsilcilerinden olduğu kadar, bir filozof ve bir eğitimci olarak da ün kazanmıştır. Yukarıda sayılanların dışında "Diriliş", "Gençliğim", "Çocukluk", "Hacı Murat", "Ayaklanış", "Sergi Baba", "Tanrı Bizim İçimizdedir", "Kazaklar", "Tesadüf", "İki Süvari" gibi eserleri de vardır. Tolstoy 82 yaşındayken, 1910 yılında öldü. Kış ortasında evini terk edip de hasta düştükten sonra, Astapovo'da bir tren istasyonunda zatürreden öldü. Polis, cenazesine katılmak isteyenlere ulaşımı sınırlandırmak için çalıştı, ama binlerce köylü cenazesinde sokakları doldurdular. 82 yaşında vefat eden Tolstoy birçok kez büyük sıkıntılar yaşamıştır. Marksizm'den etkilenerek oluşturduğu mülkiyet konusundaki radikal fikirleri nedeniyle bütün servetini köylülere dağıttı, her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Bu sebeple ailesiyle arası açıldı. Hristiyan anarşizmini geliştirmeye çalıştığı "Tanrının Egemenliği İçinizdedir" kitabıyla yeni bir Hristiyanlık akımı tanımlaması, Ortodoks Kilisesi tarafından aforoz edilmesine sebep oldu. Tolstoy, ömrünün son yıllarını büsbütün derbeder bir şekilde geçirdikten sonra, bir küskünlük sonucunda evini bırakıp yollara düştü. Astapovo'daki tren istasyonunda ölü olarak bulundu. Ölümüne zatürrenin sebep olduğu bilinmektedir. Hayatı boyunca yaşamın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışan Tolstoy, eserlerinde bunu eksiksiz olarak yansıtmayı hedef edinmiş en büyük Rus yazarlarından birisi olarak edebiyat ve dünya tarihindeki yerini aldı. Felsefi görüşleri Lev Tolstoy, sadece edebi eserleriyle değil, aynı zamanda ahlaki ve felsefi düşünceleriyle de derin bir etki bırakmıştır. Tolstoy, hayatının ilerleyen dönemlerinde basit yaşam, şiddetsizlik ve insan sevgisi gibi konulara odaklanmış ve bu fikirlerini eserlerine yansıtmıştır. Hristiyan anarşizmi, pasifizm ve mülkiyetsiz yaşam gibi kavramları savunmuştur. Gandhi ve Martin Luther King Jr. gibi liderler, Toolstoy’un öğretilerinden ilham almışlardır. Eserlerinin etkisi Tolstoy’un en ünlü romanlarından biri olan Savaş ve Barış, sadece bir savaş romanı değil, aynı zamanda felsefi ve tarihi bir inceleme olarak kabul edilir. Anna Karenina ise aşk, ahlak ve toplumsal normları ele alan derin psikolojik bir anlatıdır. Tolstoy’un "Diriliş" ve "İvan İlyiç’in Ölümü" gibi eserleri, insanın içsel dönüşümünü ve ölüm karşısındaki tutumlarını sorgular. Tolstoy’un fikirleri ve edebi tarzı, 20. yüzyıl yazarları üzerinde büyük bir etki bırakmıştır. Dostoyevski, Kafka ve Hemingway gibi yazarlar, onun anlatım tekniğinden ve derin karakter analizlerinden ilham almıştır. Tolstoy ve Torunu Kişisel yaşam 1860 yılında kardeşi Nikolay'ın ölümü Tolstoy'u etkilemiş ve onda evlenme isteği uyandırmıştır. 23 Eylül 1862'de Tolstoy, kendisinden on altı yaş küçük ve bir saray doktorunun kızı olan Sofiya Andreevna Behrs ile evlendi. Ailesi ve arkadaşları tarafından Sofya'nın Rusça kısaltması olan Sonya olarak adlandırıldı. Sekizi sağ kalan 13 çocukları oldu. Tolstoy, evliliklerinin arifesinde, kapsamlı cinsel geçmişini ve malikanesindeki serflerden birinin ona bir oğul doğurduğu gerçeğini ayrıntılarıyla anlatan günlüklerini karısına verdiğinde, evliliğine cinsel tutku ve duygusal duyarsızlık damgasını vurmuştu. Buna rağmen, başlangıçta evlilik hayatları mutluydu ve Tolstoy'a, Sonya'nın sekreteri, editörü ve finans yöneticisi olarak görev yaptığı Savaş ve Barış ile Anna Karenina'yı yazması için çok fazla destek sağladı. Sonya, eserlerini defalarca kopyalayıp el yazısı ile yazıyordu. Tolstoy, Savaş ve Barış'ı düzenlemeye devam edecek ve yayıncıya teslim edilecekti bu yüzden son taslakların temiz olması gerekiyordu. Ancak daha sonraki yaşamları, A. N. Wilson tarafından edebiyat tarihinin en mutsuzlarından biri olarak anlatılmıştır. Tolstoy'un inançları giderek daha radikalleştikçe karısıyla ilişkisi kötüleşti. Bu durum, Tolstoy'un daha önceki çalışmalarının telif haklarından feragat etmesi ve miras aldığı ve kazandığı servetini reddetmeye çalıştığı görülecekti. Tolstoy ailesinin bazı üyeleri, 1905 Rus Devrimi ve ardından Sovyetler Birliği'nin kurulmasının ardından Rusya'yı terk etti ve Lev Tolstoy'un birçok akrabası ve torunu bugün İsveç, Almanya, Birleşik Krallık, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşamaktadır. Tolstoy'un oğlu Kont Lev Lvovich Tolstoy İsveç'e yerleşti ve İsveçli bir kadınla evlendi. Leo Tolstoy'un hayatta kalan son torunu Kontes Tatiana Tolstoy-Paus, 2007 yılında Tolstoy'un torunlarına ait olan İsveç'teki Herresta malikanesinde öldü. İsveçli caz şarkıcısı Viktoria Tolstoy da Leo Tolstoy'un soyundan gelir. Büyük torunlarından biri olan Vladimir Tolstoy (1962 doğumlu), 1994'ten beri Yasnaya Polyana müzesinin müdürü ve 2012'den beri Rusya devlet başkanı'nın kültürel işler danışmanıdır. Ilya Tolstoy'un torunu Pyotr Tolstoy, tanınmış bir Rus gazeteci ve TV sunucusu ve 2016'dan beri Devlet Duma milletvekilidir. Ünlü Sovyet Slavcı Nikita Tolstoy'un (1923–1996) kızı olan kuzeni Fyokla Tolstaya (1971'de Anna Tolstaya olarak doğdu), aynı zamanda bir Rus gazeteci, TV ve radyo sunucusudur. Romanları Lev Tolstoy, kız torunuyla Yasnaya Polyana'da Hazin Bir Evliliğin Romanı Çocukluk (Детство [ Detstvo ], 1852) İlk Gençlik (Отрочество [ Otrochestvo ] 1854) Gençlik (Юность [ Yunost' ], 1856) Sivastopol Serisi Kazaklar Savaş ve Barış (Война и мир [ Voyna i mir ], 1869) İvan İlyiç'in Ölümü (Смерть Ивана Ильича [ Smert' Ivana Il'icha ], 1886) Anna Karenina (Анна Каренина [ Anna Karenina ], 1877) Kroyçer Sonat Diriliş (Воскресение [ Voskresenie ], 1899) Hacı Murat (Хаджи-Мурат, 1912, 1917) Sergi Baba Efendi İle Uşağı Kadının Ruhu Şeytan (Дьявол 1911, 1889'da yazılmıştır) Öyküleri Toprak Ağasının Sabahı Baskın Ormanın Kesimi Notes of a Billiard Marker İki Süvari Subayı Bir Karşılaşma Tipi Lucerne Albert Üç Ölüm Aile Saadeti Polikuska The Decembrists Caucasus Mahkumu Holstomer İnsanlar Arasında Boş Bir Konuşma Usta ve Çırak Köyde Şarkı Söylemek Köyde Dört Gün Yanlış Kupon Oyun'dan Sonra Erik Çekirdeği Hayatın Anlamı İnsan Ne İle Yaşar? Masalları Fil ile Tilkiler Masallar Günlük ve mektupları İlk hatıralar İtiraflarım Sevginin Talebi Eğitim eserleri Popüler Eğitim Eğitim ve Öğretim Programları ve Danışmanlığın Tanımı Bir Okuma Kitabı Popüler Öğretim Yeni Bir Okuma Kitabı Din ve ahlâk eserleri Doğmatik Teolojinin Eleştirisi İncil'in Kısa Bir İzahı The Four Gospels Unified and Translated Church and State Neye Güveniyorum? Hayat Sevgi Tanrısı ve Komşunun Biri Timothy Bondareff İnsanlar Niçin Sarhoş Olurlar? On Non-Resistance Birinci Adım (Vejetaryenlik üzerine) Tanrı'nın Hükümdarlığı Kendi İçimizdedir Non-Activity The Meaning of the Refusal of Military Service Sebep ve Din Din ve Erdem Hristiyanlık ve Vatanseverlik Non-Resistance ( Ernest H. Crosby'e bir mektup) Kutsal Kitab'ı nasıl Okumalıyız? Kilise'nin Aldatmacası Hristiyan Öğretisi İntihar Öldürmeyeceksin Aziz Sinot'a Yanıt Sadece Savaş Dinde Hoşgörü Din Nedir? Ortodoks Rahiplerine Bilgeleri Düşünceleri (derleme) Tek İhtiyacımız Büyük Günah A Cycle of Reading (derleme) Adam Öldürme! Birbirinizi Sevin Gençliğin Savunması Şiddetin Yasası ve Sevginin Yasası Tek Emir Her Gün İçin (derleme) Din Nedir Muhammed Sanat ve edebiyat eserleri Sanat Nedir? Sanat ve Sanatsal Olmayan Shakespeare ve Drama Dr.Alice Stockham'ın Edward Carpenter Tarafından Yazılan "Modern Bilim Cevirisi"nin Önsözü Orloff'un Albümü Amiel Guy de Maupassant Hikayelerinin Serbest Çevirileri Bernardin de St. Pierre

  • CAN SIKINTISI

    Niyazi UYAR * Son günlerde, müthiş canı sıkılıyordu. Ağzını açıp kimseyle tek kelime konuşmak gelmiyordu içinden. Hikayelerinin baş kahramanlarından Gök Münevver, canı sıkılınca, “Pat diye pahlacan, aha şurama bi pıçak saplayazım geliyo. Ayının galbi canımı burnuma getiriyo, aha şure açıp bakem ne va deye!” Onun da canı sıkılınca, kendine sorup yanıt alamadığı bir sürü soru vardı. Günler olmuş, YouToube’den müzik dinleyememişti. YouToube’den sevdiği sanatçıları hem dinler hem de videolarını izlerdi. Zaten oldum olası saatlerce bir yerde oturamazdı. Bu sıralar iyiden iyiye bir hal olmuştu; o da hikayelerinin kahramanı gibi pat diye patlayıverecekti nerdeyse. O gün öğretmenevinde öğretmen abisi Ahmet Ali Yıldız ile oturmuş, dereden tepeden söyleşip birer de çay içmişlerdi. Kalkma vakti gelip geçmişti. Daha fazla bir yerde oturduğu vaki değildir; müsaade isteyip yola revan oldu. “Her şey için teşekkür ederim Ahmet Ali abi, çayın, çorban içilir biliyorum; sohbetin de bir o kadar güzel. Ömürlü ol, bana müsaade, ben daha fazla oturamam; patlayıverecek gibi oluyorum çünkü,” deyip ayrıldı oradan. Tren yolu boyunca uzayıp giden yürüyüş yolundan, kafasının içinde yanıtsız sorularla, karşısından gelen var mı yok mu diye aldırmadan, yüzünden düşen bin parça evine doğru yürüdü. Ramiz Turan Spor Kompleksi’nin önüne gelince yolu kesip Acısu Caddesi üzerinden sola döndü; yine kimsenin yüzüne, şemailine bakmadan yürümeye devam etti. Can sıkıntısı beş aydır devam ediyordu. Çok sevdiği Ceren kızım dediği kızının o illet hastalıkla tanıştığını öğrenince karalara bürünmüş, keçe kepeneğin başlığını başına çekmişçesine kapatmıştı kendini. Arkadaşları ile olan iletişimlerde özveride olan hep odur. En son ben aramıştım demez, arardı.“Günaydın gurban, ne var yok, her şey yolunda mı, sağlık keyif yerinde mi…” gibi sorularla arkadaşlarının varsa sıkıntısı ortak olmaya çalışırdı. Yavaş adımlarla yürürken fıstık çamlarının, ıhlamur ağaçlarının gölgesinden yürüye yürüye Şüheda Caddesi’ne geldi. Önce sola, sonra sağa, tekrar sola bakarak yolun karşısına geçti ve yürüyüşüne devam etti. Evinin karşısında gösterişli bir apartman vardı. Üç katlı koca apartmanın her bir dairesi 240 metrekareydi. Koca apartmanın son katında üç kişilik bir aile yaşıyordu. Bu aile ne kimse ile konuşur ne kimseye selam verirdi. Acaba kimseyi tanımazlar mı ya da konuşmaya değer mi bulmazlar, kimse onlara dair bir şey bilmez, onlara dair biri bir şey sorarsa sadece “bilmiyorum” deyip geçip giderdi. O aileyle ilgili hiç kimse iyi kötü tek kelime etmezdi. Havalar sıcak gitmekteydi. Temmuz sıcakları geçmiş yıllarda hiç bu kadar insanların canını acıtmamış, yüreklerini yakmamıştı. Güneş altında bir dakika kal, dakikada kasıp kavurur adamı. Temmuz sıcakları hiçbir şeye iyi gelmemiş, iyi gelmediği gibi ölümlü olaylara sebep olmuştu. Bir türlü söndürülemeyen orman yangınları, yangınlarda kaybolan canlar, yok olup giden bitki örtüsü, yanan hayvanlar, börtü böcek… Temmuz ayı, insanın umutlarını alıp götürmüş, yeşili yok etmiş, ağaçları kurutmuş, dünyanın yarınlarını susuzluğa mahkûm etmişti. Daha neler neler: katledilen kadınlar, katledilen hayvanlar, maden uğruna, taş maş uğruna yakılıp yıkılan doğa, ihanet edilen gelecek… Altı üstü ikişer sefer kilitlenmiş çelik kapıyı yavaşça açıp tıpırdamadan çalıya giren güneş misali içeri girdi. Banyoda soğuk su ile yıkanıp, beline bağladığı havlu ile yatak odasına geçti. Sonra her daim yaptığı gibi kanepeye uzandı. Banyodan sonra kestirmek, insanı rahatlatır demişler ya, ona sebep uyumayı düşünür; fakat… Kaç gecedir doğru dürüst uyuyamadığı için bedenen ve ruhen yorgun düşmüştü. Ruhsal ve fiziksel yorgunluğa çare olur diye düşünüp azıcık kestireyim, iyi olur düşüncesiyle uzanmaya devam etti. Aslında test etmiştir: gündüz uyuyunca gece uykusu muhakkak kaçmış, karabasanlar çökmüştür üstüne. Bir taraftan da “uyursam geceleyin yine delik deşik olur mu uykum?” diye gider gelir. Uyuyamayınca yine odadan odaya dolaşır, uyuyamayınca durmadan koyun keçi sayar mı diye düşünür. Günün rehaveti, çok gecelerin uykusuzluğu yaman bir yorgunluktur. Uyumak ister canı, gündüz uyuyunca karabasanlar çökmüştür üstüne. Azıcık, hemen azıcık uyuyayım yine diye düşünür… Ya azıcık uyursam, gecem yine zehir olursa… vazgeçer uyumaktan ve tekrar banyoya gider. Soğuk su ile hafif bir duş almaya karar verir. Uçuk yeşil renkli kovayı Bozdağ’dan süzülüp gelen buz gibi su ile doldurur. Suyu vücuduna döker, soğukluğu iyidir. Daha soğuk olsun diyerek derin dondurucudan buz kütlelerini getirip kovanın içine atar. Buzların erimesi için zamana ihtiyacı vardır. Gider, anadan üryan kısa koridorda gider gelir. Buz kütleleri epey erimiştir, bu kadarı yeter deyip taburenin üstüne oturur, dökmeye başlar üstüne. Müthiş soğumuştur su, oflaya titreye döker, titredikçe pofuldar, pofuldadıkça maşrapa maşrapa döker… Televizyona bakmazdı, baksa bile ya haber programlarını takip eder ya da TRT Müzik kanalını açar, müzik dinlerdi. Ceren kızı hasta olduktan sonra müzik dinlemeyi bırakmıştır. Ceren kızı tedaviye başlarken Doktor Elvina Almuradova’nın tedavi şansının yüzde yüz olduğunu söylemesi, kuş gibi hafifletmiştir onu. İşte o hafiflikle yeniden dünyaya gelmiş gibi olmuştur, o hafiflik bütün vücudunu sarıp sarmalamıştır. O hafiflikle TRT Müzik kanalını açmış, turkuaz bluzlu, siyah uzun etekli, yüz hatlarında cefa çekmemiş, bir eli yağda, bir eli balda kasabanın pürüzsüz yüzlü sarı kıvırcık saçlı Feride’sini görünce şaşırmıştır. Televizyonun içine girecek gibi varıp önüne diz gelir, kutsal bir ritüelle izlemeye koyulur. Yaşı altmışı çoktan geçmesine rağmen tazecik, kırışmamış yüzleri vardır. Kıvır kıvır saçlı Feride’nin yalnızca gözleri bozulmuş olacak ki, gözünde kadınsı özelliğini çoğaltan yuvarlak çerçeveli bir gözlük vardır. Yuvarlak çerçeveli gözlük, onu daha bir genç, daha bir alımlı göstermiştir. “Allah Allah, bu kızın demek böyle meziyetleri de mi varmış, Allah Allah… Ne muhteşem bir ses ne muhteşem bir yorum…” Kendi kendine konuşup, cevapsız soruları havada kalsa da sormaya devam eder. Kendine güveni, sesini, diyaframını kullanışı… Hele şu Malatya yöresine ait “Bu maral bakışın, ey peri suret…” türküsünü dinlemeye doyamamıştır. Türküyü dinlemiş, televizyonu kapatmış, YouToube’e türkünün adını yazmış, başka sanatçıların da yorumladığını görünce hepsini tek tek dinlemiş; onun yorumu hepsinden daha güzeldir. Döner döner dinler, dinledikçe “Hadi gel teneffüslerde birlikte dolaşalım,” teklifine adam gibi yanıt veremediği için adamakıllı kızar kendine, sonra “Devrimciler aşık olmaz, aşık olmak küçük burjuva, lümpen işidir, bir devrimciye yakışmaz,” talimatına ver yansın eder ağzını doldura doldura... Zaman ilerleyip giderken, evde kimsenin olmaması, duygularını, geçmişi sorgulaması, basiretsiz davranışlarına sebep kendi kişiliğine yönelik tenkitlerini adamakıllı yapar, tüküreyim senin suratına der, aynada gördüğü cemaline tükürür de tükürür; ayna tükürük içinde kalır… YouToube’den birkaç müzik parçası daha dinler, o da canını sıkmış olacak ki öfkeyle basıp kumandanın kırmızı tuşuna, sonra tekrar kanepeye uzanır ve gözlerini dinlendireyim bari diyerek kapatır. Bir zaman açmadan gözlerini, kafasının içindekiler tekrar gözünün önüne gelmiş olacak ki patlayacak gibi olmuştur yeniden. Böyle durumlarda yaptığı şey, geceye gündüze bakmaz; doktor arkadaşına yazdırdığı etkili uyku ilacını alır, deliksiz mi deliksiz bir uyku çeker, karışık rüyalarla dolu… Kendi gölgesine baka baka odadan odaya dolaştı. Gölgesi bile yorgundu artık. Sonunda balkona çıktı. Sokağın loş ışıklarına baktı, rüzgâr hafifçe yanağını okşadı. Bir insanın içindeki en ağır yükün, kimseye anlatamadığı şeyler olduğunu o an anladı. “Ceren kızım iyileşecek,” diye fısıldadı kendi kendine.“Ben de iyileşeceğim.” O anda, içindeki karanlığın ucunda parlayan ışıklar seriliverdi önüne... Ekim 2025 /SAlihli

  • Dünya Erkekler Günü

    Uluslararası Erkekler Günü (International Men's Day - IMD), her yıl 19 Kasım'da kutlanan ve Birleşmiş Milletler tarafından da desteklenen uluslararası bir gündür. Dünya Erkekler Günü olarak da bilinmektedir. İlk olarak Prof. Dr. Thomas Oaster tarafından 7 Şubat 1992 tarihinde dile getirilmiş bir projedir. Resmi olarak ise kabul edilmesi ve kutlanması ise ilk defa 1999 yılında Trinidad-Tobago'da gerçekleşmiştir. Uluslararası Erkekler Günü, günümüzde yetmişin üzerinde ülke tarafından desteklenmekte ve kutlanmaktadır. Dünya Erkekler Günü, UNESCO'da da dile getirilmiş ve Ingenborg Breines Kadın ve Barış Kültür Müdürü tarafından "Bu mükemmel bir fikir ve bazı cinsiyet dengelerini bize verecektir" sözleri ile önemi anlatılmıştır. Uluslararası Erkekler Günü'nün kutlanma amacı cinsiyetler arası ilişkilerin geliştirilmesi, erkeklerin rol model olduğu durumların vurgulanması, erkeklerin yaşadığı cinsiyete bağlı eşitsizlikler vs. birçok konuyu içerir. 2016 yılı itibarıyla aşağıdaki ülkeler Dünya Erkekler Günü'nü resmi olarak kabul etmiş ve kutlamaktadır: Amerika Birleşik Devletleri, Antigua ve Barbuda, Avustralya, Avusturya, Bosna-Hersek, Botsvana, Burundi, Çin, Danimarka, Fransa, Gana, Güney Afrika, Grenada, Hırvatistan, Hindistan, İngiltere, İrlanda, İtalya, Jamaika, Kanada, Cayman Adaları, Küba, Man Adası, Macaristan, Malta, Nijerya, Norveç, Pakistan, Romanya, Saint Kitts ve Nevis, Saint Lucia, Singapur, Seyşeller, Tanzanya, Trinidad-Tobago, Ukrayna, Zimbabve.

bottom of page