Balagay'dan ayrıldıktan sonra kısa bir yolculuğun ardından Neretva Nehri'nin kıyısında yer alan, köprüsü ile ünlü, Hersek'in başkenti Mostar’a varıyoruz. Sırp-Boşnak Savaşı, Bosna-Hersek'te 1 Mart 1992'den 14 Aralık 1995'e kadar sürmüş olan bir savaş. Üç yıldan fazla süren bu savaş sırasında yüz binden fazla insan hayatını kaybetmiş, iki milyon kadar insan da yaşadığı yerden göç etmek zorunda kalmış Bu nedenle savaş sırasında Müslüman, Hırvat ve Sırplardan oluşan şehrin etnik yapısı değişmiş. Böylece Müslümanlar Mostar'ın doğusunda, Hırvatlar batısında yaşamaya başlamış. Sırpların çoğu ise şehirden ayrılmış.
Savaştan sonra şehirde zarar gören binalar tamir, tarihi eserler restore edilmiş, ama binaların bir kısmında savaşı unutturmamak adına kurşun yaraları muhafaza edilmiş. Daha sonra Avrupa Birliği şehrin restorasyon çalışmaları için 15 milyon dolar harcamış.
Mostar’ın gezdiğimiz eski çarşısı orijinal halini hala muhafaza ediyor. İki katlı küçük binaların altında bakırdan, deriden yapılmış hediyelik eşyalarla şehre ait otantik eşyaların satıldığı küçücük dükkanlar var. Arnavut kaldırımı taşlarla kaplanmış kalabalık ve dar yoldan geçerek ünlü Mostar Köprüsüne doğru yürüyoruz. Köprünün üstü ana baba günü. Mayolarıyla köprünün üstünde bekleyen gençleri görüyoruz. Bir zamanlar sevdiklerine aşklarını ispat etmek için 20 metre yükseklikteki köprüden Neretva Nehrinin serin sularına kendini bırakan gençlerin yerini, turistlerden toplayacakları 50 avroyu bekleyen bu mayolu gençler almış. Parayı denkleştirdiklerinde etraftakilerin alkışları ve çığlıkları arasında bir Tarzan edasıyla suya atlayıveriyorlar.
Çarşıyı gezip köprüdeki bu gösteriyi izledikten sonra nehrin kıyısında, köprü manzaralı bir restoranda Balkanlarda yediğimiz köftelerin en lezzetlisini yiyip kahvelerimizi içiyoruz. Mostar’a veda vaktinin geldiğini haber veren rehberimizin sesiyle otobüsümüze doğru yürüyor ve Saraybosna’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz.
İki saat sürecek yolculuğumuzun ortasında biraz nefeslenmek için yine Neretva Nehri kıyısında bulunan küçük bir kasabaya, Vidikovac’a geliyoruz. Nehrin iki yakasını birleştiren köprünün kenarlarında minicik kafeler ve restoranlar var. Oldukça sakin ve tenha olan kasabada nehrin üzerinden günbatımını izleyerek yolumuza devam ediyoruz. İki saatlik bir yolculuk sonrası Bosna-Hersek’in en büyük şehri olan Saraybosna’ya varıyoruz.
Günün yorgunluğunu oldukça kalabalık ve şık bir otelde konaklayarak attıktan sonra, yine sabah erkenden Bosna-Hersek Cumhuriyetinin başkenti Saraybosna’yı gezip görmek için yola çıkıyoruz. Osmanlı ve Avrupa kültürüne ait pek çok eserin yanında doğal güzelliğiyle de hepimizi büyüleyen Saraybosna’da ilk ziyaret ettiğimiz yer, Saraybosna’nın Ilıca bölgesinde bulunan Vrelo Bosna Milli Parkıydı. Igman Dağlarının eteklerinde Bosna nehrini besleyen kaynakların çıkış noktasındaki parka sisli bir sabah vakti geldik. Doğanın bütün ihtişamıyla gözlerimizin önünde sergilendiği parkta, içinde kuğuların gezdiği suların, ahşap köprülerle birbirine bağlanan alanların, sararan ve kızaran yapraklarıyla göğe yükselen ulu ağaçların güzelliği ruhumuzu huzurla doldurdu.
Saraybosna’daki ikinci durağımız sanki bir zaman makinasına binmişçesine günümüzden yıllar öncesine gittiğimiz Başçarşı. Meydanın ortasındaki tarihi Osmanlı Sebili, hemen yanı başında Osmanlı mimarisinin en göze çarpan eserlerinden, Mimar Sinan tarafından yapılan Gazi Hüsrev Bey Camisi, tek katlı, kırmızı kiremitli dükkânları, Arnavut kaldırımı döşeli daracık sokakları, hanları ve bedestenleri ile 15. Yüzyıldan kalma tipik bir Osmanlı şehrinde gezindik. Her bir köşeye, her bir dükkana hayranlıkla baktıktan sonra tavsiye üzerine meşhur Boşnak böreği ile karnımızı doyurup yolumuza devam ettik.
Başçarşı’dan ayrılıp şehrin merkezine doğru yürüdüğümüzde ilk gördüğümüz bina Saraybosna’nın en büyük Hristiyan mabedi olan Kutsal Kalp Katedraliydi. Katedralin önünde, Bosna Savaşı boyunca çatışmaların merkezi olan Saraybosna’da yaşanan acı katliamın unutulmaması için, bir veya birden fazla insanın ölümüne sebep olan havan topu mermilerinin patladığı noktada yapılmış “Savaşın Gülleri” tablosu içimizi hüzünle doldurdu.
Saraybosna’nın her köşesi, 20. Yüzyılın yüzkarası savaşların izleriyle dopdolu. Birinci Dünya Savaşının çıkmasına neden olan Arşidük Franz Ferdinand‘ın bir Sırp tarafından öldürülmesi Saraybosna’daki Latin Köprüsü‘nde meydana gelmiş.
II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sı ve Hırvatistan tarafından dört yıl süren Saraybosna işgali sırasında ölen sivil ve askerlerin anısına şehrin ana caddesinde bir anıt yapılmış. “Sonsuz Ateş” isimli bu anıtta, sonsuza dek yanacak ateş, işgalin bitmesinin birinci yıldönümünde, 6 Nisan 1946 günü açılmış ve bugüne kadar hiç sönmemiş. Saraybosna’da gezerken içimiz burkularak gördüğümüz bir başka şey ise Sırp-Bosna Savaşı’nda, 1992 ve 1996 yıllarında 4 yıla yakın süreyle oluşan kuşatmada oluşan kurşun izlerinin, restore edilen binaların bir duvarında özellikle muhafaza edilmesiydi.
Bütün bunlara rağmen yaşanan acıları unutmamakla birlikte, günümüzde Müslüman, Katolik, Ortodoks ve Musevilerden oluşan Saraybosna halkı kardeşçe yaşamaya devam ediyorlar.
Saraybosna’dan ayrılmadan önce son gördüğümüz yer Miljacka Nehri'nin kıyısındaki “İnat Evi”ydi. 1860’lı yıllarda Saraybosna'da hüküm süren Avusturya-Macaristan yönetimi şehirde postane, ulusal müze ve adliye binaları yapar. Sıra belediye binasına gelir. Yağışlar yüzünden sık sık taşan Miljacka Nehri'nin kıyısındaki bir evin arsasına görkemli bir belediye binası yapmak isteyen yöneticiler, karşılarında, "Ben bu evi size yıktırmam" diyen inatçı, Boşnak bir ev sahibi bulurlar.
Boşnak ev sahibi, belediye binasının yapımına onay vermek için tek bir şart koşar; "Bu evin aynısını ‘taşı taşına’ nehrin karşısına inşa edin!” Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na bağlı görevliler çaresizlikle, Boşnak adamın evinin aynısını, büyük titizlikle nehrin karşı kıyısına yeniden yaparlar. İsteği gerçekleşen ev sahibi de sonunda muradına erip yeni evine kavuşur. Şimdilerde restoran olarak kullanılan evin adı bu yüzden “İnat Kuća" olarak kalmış. Evin girişindeki bir tabelada bugün bile, "Karşı taraftandım, inadımdan size evi vermedim" yazıyor.
İkindiye doğru nazlı nazlı akan Miljacka nehrine ve Saraybosna’ya veda edip gezimizdeki son durak olan Sırbistan’a gitmek üzere yeniden yola koyuluyoruz.
Şimdi önümüzde beş saat sürecek uzun bir yol var. Gezdiğimiz bütün Balkan ülkelerinde dikkatimi çeken şeylerden biri şehirleri birbirine bağlayan yollardı. Bu ülkeler Avrupa’nın ortasında olmasına rağmen hiçbirinde bizdeki gibi görkemli, paralı (!) otoyollar yoktu. Bu yoksul ülkelerdeki (!) yolların çoğu tek gidiş ve gelişten ibaret muhteşem ormanların arasından kıvrıla kıvrıla akan sıradan yollardı. Hatta Sırbistan’a doğru yol alırken böyle orman içindeki tek şeritli bir yamaçta, bir kamyonun devrilip yolu kapaması nedeniyle üç saatten fazla mahsur kaldık. Saatler sonra gelen yardım ekipleri ve yolda bizim gibi bekleyen araçların şoförlerinin yardımıyla zar zor açılan yoldan ilginç anılarla ayrılıp Sırbistan gümrüğüne doğru yolumuza devam ettik.
Kaybettiğimiz hayli zamandan sonra akşam karanlığında sınıra varabildik. Daha önce geçtiğimiz sınır kapılarındaki rutin pasaport işlemleri aksi, suratsız ve aşırı titiz görevliler nedeniyle bir saatten fazla sürdü. Akşam yemeğine yetişeceğimiz Belgrad’daki otelimize ancak gece saat onda varabildik. Allahtan rehberimizin otel yetkililerine haber vermesi sonucu sıcacık çorbalarımız bizi bekliyordu. Karnımızı doyurup odalarımıza çıktığımızda bizi bir sürpriz daha bekliyordu. Üç katlı, eski bir bina olan otelin çatı katında, benim bile kafamın tavana değdiği ‘tabutluk’ gibi bir odayla karşılaştık. Yapacak bir şey yoktu, yol yorgunluğunun verdiği rehavetle karabasanlarla dolu bir geceyle sabahı ettik.
Gezimizin büyük bir bölümünü ılık bir bahar havasında geçirmiştik, ama sabah hayli soğuk ve çok rüzgarlı bir hava bizi bekliyordu. Şehirde ilk göreceğimiz yer adeta bir açıkhava müzesi olan, Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği yerdeki Kale Meydan Parkı, Belgrad Kalesi ve askeri müzeydi. Çok geniş ve yemyeşil bir alanda kurulu olan parkta Osmanlı döneminden kalma Damat Ali Paşa Türbesi, Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi ile saat kulesi çeşitli heykeller ve savaş dönemlerinden kalma çeşitli askeri araçlar bulunuyor.
İliklerimize kadar titrediğimiz parktan ayrılıp Belgrad’ın merkezine geliyoruz. Bizim İstiklal Caddesine benzeyen bir caddede hem ısınıp hem kahvelerimizi içip soluklanıyoruz. Gezdiğimiz şehirler içinde en moderni olan Belgrad eski ile yeninin çok güzel harmanlandığı bir şehir. Pek çok müzenin bulunduğu şehirde bize en ilginç geleni, 1952'de Tesla biriminin mucidi Nikola Tesla'nın kişisel eşyalarını sergilemek üzere kurulmuş olan Nikola Tesla Müzesiydi.
Bugün gezimizin son günüydü ve öğleden sonra havaalanında bulunmamız gerekiyordu. O nedenle fazla detaya girmeden yaptığımız şehir gezimizi tamamlayıp biraz yorgun, biraz hüzünlü havaalanına doğru yola çıktık. Sekiz gün süren yolculuğumuz, son anda hastalanan ve uçağa binemeyip hastaneye kaldırılan arkadaşımızın üzüntüsüyle bitti. Neyse ki sonradan, önemli bir ameliyat geçiren arkadaşımızın, rehberimizin ve Jolly Turun ilgilenmesiyle iyileşip yurda döndüğünü öğrendik.
Bu gezide beni etkileyen birkaç şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Birer Avrupa ülkesi olan Balkan ülkelerinde yeni yapılaşan yerler dışında yüksek katlı binalar yoktu. Evler, oteller hatta AVM’ler bile 2-3 katlıydı. Şehirlerin tarihi dokuları çok iyi korunmuş ve tahrip edilmemişti. Bütün dünyanın kıskandığı (!) bir ülkenin vatandaşı olarak bu ülkelerde bir şeyi çok ama çok kıskandım. Bir yolda, bir caddede karşıya geçmek istediğinizde ister tek kişi olun ister elli kişi, hiç fark etmeden bütün araçların durup size yol vermesini çok kıskandım.
Bir de bu sekiz gün boyunca gittiğimiz her şehirde tüm ihtişamıyla karşımıza çıkan LC Waikiki mağazaları bize hiç vatan hasreti hissettirmedi. Aynı bizdeki gibi kalitesiz ürünlerin satıldığı bu mağazalar en azından serbest gezme saatlerimizde buluşma noktamız olarak içimizi ferahlattı.
Yazının önceki bölümlerini okumak isterseniz lütfen alttaki linklere tıklayın.
Comments