BALKAN SERGÜZEŞTİ-1
top of page

BALKAN SERGÜZEŞTİ-1

Güncelleme tarihi: 13 Ara 2022


2020 yılının başlarıydı; yeni bir yıl yeni umutlar, yeni planlar demekti. Ben de uzun zamandır gitmek istediğim Balkan ülkelerini gezip görmek üzere, o yılın nisan ayında gidebileceğim bir tur satın almıştım. Ama hayat ne yazık ki bizim gönlümüze göre gitmiyordu. Mart ayının başlarında tüm dünyada yayılmaya başlayan Covid 19 virüsünün ülkemizde de görülmesi ve hızla yayılması nedeniyle yasaklar başlamış, hepimizi bir korku sarmıştı. Tam iki yılımızı karartacak bu hastalığın ülkemizde de hızla yayılıp binlerce can alacağından o günlerde henüz haberimiz olmadığından gezimi Eylül ayına ertelemiş, dünya ülkelerinin sınırlarını kapatması ile hayallerim suya düşünce mecburen gezimi iptal etmek zorunda kalmıştım. Ondan sonra hepimizin bildiği maskeli, yasaklı, hatta ev hapisli günler başlamış hem ülkece hem bireysel olarak çok üzülüp sıkılmıştık. Neyse ki o günleri atlatmış, hır gür içinde geçen yeknesak hayatımıza geri dönmüştük.

Nihayet geçtiğimiz Ekim ayında hasret sona erdi ve sevgili dünürümle Balkan ülkelerini görmek üzere yola çıktık. Yola çıktık ama bu sergüzeştin gerçekleşmesi için bir de pasaport macerası yaşamam gerekiyordu. Yılar önce aldığım ‘yeşil pasaportumun’ süresi dolduğundan uzatmak istemiştim; ama pasaport verme işlemleri İçişleri Bakanlığından alınıp Nüfus ve Vatandaşlık İşleri kurumuna verildiği için yeni başvuru yapılması lazımdı.


Neyse zor bela randevu alıp evimden hayli uzaktaki kuruma gittiğimde son çalıştığım okuldan bir belge almam gerektiği, bunun için de Milli Eğitim müdürlüğüne başvurmam söylenmiş, kuzu kuzu razı olup ilgili kuruma gittiğimde, bu sefer de o belgeyi en hızlı alma yolunun emekli olduğum Antalya’daki okulum olduğunu öğrenmiştim şaşkınlıkla. Allahtan Antalya’da yaşayan bir oğlum vardı ve o günlerde onları ziyarete gidecektim. bu kez Antalya Nüfus ve Vatandaşlık müdürlüğünden randevu alıp, temmuz ayının başında Antalya’ya gider gitmez, eksik belgeme arşiv bilgisi hiç olmayan bir memurun büyük gayretleriyle (!) kavuşup ilgili kurumda pasaport işlemlerimi tamamlamış ve adresime gönderilecek pasaportumu heyecanla beklemeye başlamıştım. Nasılsa ekim ayına daha çok vardı, ama heyhat ki heyhat bütün dünyada var olan ‘çip sıkıntısı’ ülkemizi de etkilediği için pasaportum bir türlü gelmemişti.

Allahtan ülkemizin çalışkan ve duyarlı yetkilileri (!) bu sıkıntıya hemen bir çözüm bulmuş, eski pasaportların süresini uzatma kararı almıştı. Apar topar eski pasaportumu alıp koşa koşa Vatandaşlık ve Nüfus müdürlüğüne giderek süresi beş yıl uzatılmış olan pasaportuma kavuşmuştum. İşin komik yanı ise bir hafta sonra, yani geziye çıkmadan 3-4 gün önce yeni pasaportumun da eve gelmesiydi. Artık kapı gibi iki adet yeşil pasaportum vardı ve huzur-ı kalp ile yola çıkabilecektim.


Nihayet 14 Ekim günü dünürümle birlikte büyük bir heyecanla, sabahın köründe havaalanına geldik, pasaport ve bavul teslimi gibi işlemlerin ardından uçağımıza bindik ve Üsküp’e doğru kanat çırpmaya başladık. Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonrası Üsküp havaalanındaki pasaport işlemlerinin ardından tur rehberimizle tanıştık.


Yağmurlu ve soğuk bir Balkan havasında başlayan gezimizin ilk adımı Makedonya’nın başkenti Üsküp’ün merkezinde panoramik bir şehir turuydu. Binlerce yıl boyunca Sırplar, Bulgarlar ve Osmanlıların yönetiminde kalan bu şehri ben Sosyalist Yugoslavya Cumhuriyeti zamanından, Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç etmiş pek çok arkadaşımın anılarından hatırlıyorum. En parlak dönemini Yugoslavya devlet başkanı Tito döneminde yaşayan Üsküp, 1991 yılında Yugoslavya’nın parçalanmasıyla bağımsızlığını ilan eden Kuzey Makedonya’nın başkenti olmuş.

Türk, Sırp, Bulgar, Makedon, Arnavut gibi pek çok etnik nüfusa sahip olan Üsküp, şehrin ortasından geçen Vardar Nehrinin çevresinde kurulmuş. Vardar Nehri'nin iki yakasını birleştiren Taşköprü ise, Osmanlı'nın Üsküp'teki sembol eserlerinin başında geliyor. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü olarak da bilinen Taşköprü, Üsküp'teki en önemli ve nadide Osmanlı eserlerinden biri. Sultan II. Murat döneminde yapımına başlanan ve Fatih Sultan Mehmet döneminde tamamlanan köprü, şehrin sembolü olarak gösteriliyor. Asırlardır Üsküplüleri kavuşturan Taşköprü, aynı zamanda Üsküp'ün modern şehir merkezi ile tarihi Türk Çarşısı'nı da birbirine bağlıyor.


Makedonya hükümeti "Üsküp 2014" projesi çerçevesinde başkent Üsküp'ün merkezini yeni bir görünüme kavuşturmak adına, büyük çalışmalar başlatmış. İnşa edilen yeni binalarla, eski binalar üzerindeki yenileme çalışmalarıyla ve değişik heykellerle, Üsküp'ün merkezi adeta görkemli antik bir kente benzetilmeye çalışılmış. Heykeller içinden en çok dikkat çekeni ise, 10 metre yüksekliğindeki Büyük İskender heykeli.

Çisil çisil yağan yağmurun altında eski ve yeni şehri ayıran köprüden geçerek hem Türklerin yoğunlukla yaşadığı Eski Çarşıyı hem de görkemli heykellerle süslü olan Makedonların yaşadığı bölgeyi dolaştıktan sonra yorgun bir vaziyette gezimizin ilk gününü tamamlayarak otelimize geldik.


Üsküp’ü gezerken özellikle Türk bölgesinin yoksulluğu, insanların mutsuzluğu, boş ve eskimiş dükkanları ile Makedon bölgesindeki abartılı heykeller, binalar, (ülkemizdeki gibi) kocaman alışveriş merkezleri buradaki sosyal dengesizliğin bir kanıtı gibi. Ayrıca şehirdeki görkemli kiliseler ile onlara nazire gibi yapılmış üç şerefeli camilerin çokluğu, hatta ülkenin en yüksek tepesine dikilmiş kocaman haç, bu topraklarda hala sessiz bir dinler savaşının sürdüğünün kanıtı sanki.

MATKA KANYONU

Üsküp’teki ikinci günümüzde şehrin görülecek yerlerinin başında gelen Matka Kanyonuna doğru erkenden yola çıktık. Sonbaharın tüm ihtişamıyla yaşandığı sarp dağların arasında yılankavi bir şekilde uzanan Treka Nehrinin mavisiyle sonbaharın solgun renkleri muhteşem bir görünüm oluşturmuştu. Otobüsle belli bir noktaya çıktıktan sonra, sadece dıştan gördüğümüz üç eski manastırın da bulunduğu kanyonu keşfetmek için biraz ürkek, biraz ihtiyatlı bir şekilde kayalıklara tırmandığımızda kanyonun içindeki, ülkenin en eski yapay gölü olan Matka gölünün, mavi yeşil suları üstündeki sandalların bir tablo kadar güzel görünümü hepimizi mest etmeye yetti.

KALKANDELEN-ALACA CAMİ

Sonraki durağımız Üsküp ve Manastır'dan sonra ülkenin üçüncü büyük şehri olan Tetova, yani eski adıyla Kalkandelen. Nüfusunun büyük kısmı Arnavutlardan oluşan Kalkandelen'de kuyumculuk sektörü hayli gelişmiş. Çarşı gezisinden sonra Makedonya'daki en ünlü Osmanlı eserlerinden biri olan Alaca Cami veya Paşa Camisini ziyarete gidiyoruz. MS 1438 yılında Kalkandelenli iki kız kardeşin işledikleri dantel ve elişlerinin geliriyle yapılan, kendisi küçük, ama muhteşem iç ve dış süslemeleri ile göz kamaştıran tarihi caminin avlusundaki türbede caminin banisi Hurşide ve Menşure kardeşlerin kabirleri var.

Bu caminin yapılış hikâyesi de oldukça hüzünlü; gençlik yıllarında Hurşide ve Menşure kardeşlerin sevdalandığı iki delikanlı varmış. Yuva kurma hazırlıkları yaparken askere çağrılan bu delikanlılar katıldıkları savaşta şehit düşmüşler. Bu duruma çok üzülen kız kardeşler de "Biz size sevdalandık, söz verdik, artık kimseye varmayız" diyerek o güne kadar hazırladıkları çeyizler ile daha sonra işledikleri dantelleri satarak kazandıkları paralarla Alaca Camini yapmaya karar vermişler. Caminin her bir köşesinde bu kardeşlerin çeyizlerine atfen yapılmış süsleme ve resimler yer alıyor.


Manastır’a doğru yol alırken rehberimizin sürprizi ile rotamızı 1150 metre rakımlı Mavrova Dağına çevirdik. Aslında bu dağlar Makedonya’nın kayak merkezi imiş. Ama buraya çıkmamızın nedeni tabii ki bu mevsimde kayak yapmak değil, dağın zirvesinde elli yıl önce küçücük bir dükkan olarak ticarete başlayan bir restoranda karnımızı doyurmaktı. Buranın en özel ve ünlü menüsü sıcacık servis edilen ve bizlerin çok sevdiği PİŞİ, yani hamur kızartması ile yanındaki sadece o restoranda yapılan özel peynir. Çaylarımızla birlikte keyifle karnımızı doyurduktan sonra yeniden yola koyulduk.



MANASTIR ASKERİ İDADİSİ

Bundan sonra gideceğimiz şehir bizi hayli heyecanlandıran, Makedonya’nın ikinci büyük şehri Manastır’dı. Dragor Nehrinin içinden geçtiği şehir, Baba Dağının eteklerinde kurulmuş. 14. Yüzyılın sonlarında Osmanlı hakimiyetine giren şehir, Osmanlı’nın son döneminde İttihat ve Terakki’nin en önemli muhalif merkezlerinden biri olmuş.

Önemli bir endüstri, tarım, ticaret, eğitim ve kültür merkezi olan Manastır’da en merak ettiğimiz yer tabii ki Atamızın okuduğu Manastır Askeri İdadisiydi. Günümüzde müze olarak kullanılan binanın ikinci katındaki bir bölüm, 1896-1898 yılları arasında burada okuyan Atatürk’e ayrılmış. Aynı zamanda İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Resneli Niyazi Bey de burada okumuş. Resneli Niyazi Bey, II. Abdülhamit’e Meşrutiyet’i ilan ettiren ayaklanmanın liderlerinden ve ayrıca İstanbul’da patlak veren 31 Mart İsyanını bastıran Hareket Ordusu’nda yer alan Cumhuriyet’in önemli figürlerinden birisi.

Sonbaharın sararan yaprakları arasında, aklımızda ve yüreğimizde Atamızın anıları ile Manastır’a veda edip iki gece konaklayacağımız Makedonya’nın en ünlü turizm merkezlerinden olan, Arnavutluk sınırı yakınlarındaki Ohri’ye doğru yola çıktık. Kısa bir yolculuğun ardından muhteşem bir göl ve gün batımı manzarasının bizi karşıladığı otelimize geldik. Ve tabii çoğumuz o masmavi göldeki muhteşem gün batımı manzarasını izlemek için soluğu göl kıyısındaki kumsalda aldık.

OHRİD

Turumuz başladığında gözümüz korkutan soğuk ve yağmurlu hava yerini tam bir yaz sonu havasına bırakmıştı. Güneşin içimizi ve bedenimizi ısıtan ışıkları altında sabah kahvaltısından sonra Ohri şehrini gezmek için yeniden yola çıktık. Bugünki ilk durağımız Ohri Gölü kıyısında, Arnavutluk sınırına yakın ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunan bir Ortodoks manastırıydı. 930’lu yıllarda kurulan Aziz Naum Manastırı yemyeşil, tavus kuşlarının dolaştığı büyük bir arazideki ihtişamlı taş binalardan oluşuyor. Arazinin bir kısmında ise otel ve restoranlar var.

Gölü besleyen su kaynaklarının üstünde yaptığımız bir sandal gezintisinden sonra yeşil ve mavinin kucaklaştığı doğada kahvelerimizi içip biraz soluklanıyoruz. Ardından şehrin merkezini görmek için tekrar yola koyuluyoruz.


Beş yüz yıla yakın Osmanlı hakimiyetinde kalan Ohri şehrinin merkezindeki eski şehrin Arnavut kaldırımlı, dar sokaklarındaki çiçeklerle süslü küçük, beyaz badanalı evler bizim Safranbolu evlerinin aynısı. Şehrin yokuşlarından ağır ağır çıktığımızda tepede Helenistik dönemde tiyatro, Roma döneminde ise gladyatörlerin dövüş alanı olarak kullanılan antik tiyatro çıkıyor karşımıza. Günümüzde kültür ve sanat etkinliklerinin yapıldığı bu tiyatro küçücük evlerle iç içe, bir mahallenin ortasında yer alıyor.

El Yapımı Kağıt Atölyesi Ohri’de gezdiğimiz en farklı yerlerden biri. İlk olarak Çin’de ortaya çıkan kağıt yapımının geleneksel yöntemlerle devam ettirildiği El Yapımı Kağıt Atölyesi’nde kağıdın yapım aşamasını sevgili rehberimiz Şaban Pater bize uygulamalı olarak anlatıyor. Oradan ayrılmadan anı olarak, bu özel kağıtlara basılmış ATATÜRK’ün çok güzel bir fotoğrafını satın alıyorum.


İkinci farklı yer ise Ohri’ye özel incilerin satıldığı bir başka dükkan. Ohri incileri bildiğimiz doğal incilerden biraz farklı; ham maddesi sedef olan bu inciler, sedefler öğütüldükten sonra üzerlerine Ohri Gölü'nde bulunan bir balığın pullarından elde edilen bir sıvının sürülmesiyle, sedeflerin parlak bir hal alıp inciye dönüşmesiyle oluşuyormuş. Üç kuşaktır bir Türk ailenin işlettiği dükkanda inciden yapılmış takılar sergileniyor. Ben almasam da tur arkadaşlarımızdan bazıları bu incilerden bol bol satın aldılar. Şehrin merkezindeki katedral ve tarihi yerleri gezdikten sonra tekrar Ohri gölü kıyısındaki otelimize dönüyoruz.



Yazının devamını okumak isterseniz alttaki linklere tıklayınız.


*

Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

96 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page