top of page

Arama Sonucu

maviADA'ya DÖN

Boş arama ile 4409 sonuç bulundu

  • Her İnsan Öldürür Sevdiğini

    OSKAR WILDE * Her insan öldürür gene de sevdiğini Bu böyle bilinsin herkes tarafından, Kiminin ters bakışından gelir ölüm, Kiminin iltifatından, Korkağın öpücüğünden, Cesurun kılıcından! Kimisi aşkını gençlikte öldürür, Yaşını başını almışken kimi; Biri Şehvet'in elleriyle boğazlar, Birinin altındır elleri, Yumuşak kalpli bıçak kullanır Çünkü ceset soğur hemen. Kimi pek az sever, kimi derinden, Biri müşteridir, diğeri satıcı; Kimi vardır, gözyaşlarıyla bitirir işi, Kiminden ne bir ah, ne bir figan: Çünkü her insan öldürür sevdiğini, Gene de ölmez insan. * Özdemir Asaf çevirisi; / Oscar Wilde * Oscar Wilde olarak bilinen yazarın tam adı Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde’dır. 16 Ekim 1854′te Dublin’de dünyaya gelen Oscar Wilde entelektüel bir anlayışa sahip elit bir ailenin çocuğu idi. Bu nedenle dönemin şartlarına göre iyi bir eğitim aldı. 1879′da Londra’ya yerleşti ve hayatını burada şekillendirdi. 1884′te bir aile kurarak 2 çocuk sahibi oldu. Oscar Wilde daha sonraki yıllarını Quennsbury Markisi’nin oğlu Alfred Douglas ile yaşadığı eşcinsel ilişki ile devam ettirdi. Dört yıllık bu ilişki Markinin, Oscar Wilde’ın gayrıtabii davranışlarda bulunduğu iddiasıyla dava açmasının ardından son buldu ve Wilde 2 yıl kürek cezasına mahkum edildi. 1897′de cezasını tamamlayarak normal hayatına Fransa’da geri döndü. Fransa’da yazdığı yazılarında kendi ismini kullanmıyor, Sebastian Melmoth olarak okurlarıyla buluşuyordu. Avrupa’nın çok farklı ülkelerini dolaşan Wilde, hapishane yıllarının verdiği yıpranmışlıktan, içki ve bunalımlardan dolayı son yıllarını kötü bir şekilde geçirdi. En tanınmış yapıtları Dorian Gray'ın Portresi adlı romanıyla Mutlu Prens  adlı masalsı alegorik öyküsüdür. 30 Kasım 1900′de hayatını kaybeden Wilde’ın hapishane yıllarında yakalandığı menenjit ve frengi hastalıklarından dolayı hayatını kaybettiği söylentiler arasındadır. Günümüzde mezarı Paris’teki Père-Lachaise mezarlığında yer almaktadır. * Alegor i bir söz sanatıdır. Bir düşüncenin, bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme, somutlaştırma. Orwel'in Hayvan Çiftliği alegorik bir romana, Themis- gözleri bağlı, elindeki teraziyle adaleti anlatan heykel- görsel sanatlardan örnek verilebilir.

  • Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

    Çakırın Destanından / - Vuzuh, el ve ayak halinde onu rahatsız ediyordu. Karar vermişim, öleceğim, Büyük sular arasında, korkusuz. Nur ile, uzak yazılar ile, Bir muska gibi boynumda kalacak, Bu husus. Senelerce evvel, tohumların mavi zamanından evvel, Karar vermişim, gece kuşlarının müsaadesinde, Etrafıma boş ve büyük kadehler dizeceğim. Ve seyredeceğim onları sultanlar gibi; Kurumuş ölülerin içmek hevesinde. Havadan hafif ve bazı kadınlardan daha eski, Çırılçıplak doğduğumuza dair; Cihan boyunca, şehirlerle, dağlarla devam eden, Vaktin nebatlarla sallanan güzelliği, Bir yadigârlık ki bilinir. Aklın zina olduğu yerde, Taşlar, odunlar gibi yavaş. Tarihin beyaz ve aydınlık havasından, Karar vermişim, öleceğim, Büyük hayvan iskeletleriyle sırdaş. * Fazıl Hüsnü Dağlarca * DAĞLARCA ÜSTÜNE " 94 yıl gibi uzun bir ömür yaşayan Dağlarca'nın şiirlerinde, özellikle ilk dönem, belki Necip Fazıl, Tanpınar, F. N. Çamlıbel etkisiyle, baskın tema meta­fizik, ruh, Tanrı, ölüm ve sonrasıydı. Yine de bir taklitten daha çok benzer temaları işlediği görülür. Sonraki dönemlerde yurt, uzay, kurtuluş savaşı, Atatürk, çocuk ... temalarıyla farklılaşan şiiri oluşturduğu destan özelliğiyle doruğuna ulaşır. ... Başka bir açıdan bakarsak geçen 20. yüzyıl, "Dağlarca Yüzyılı" sayılsa haksız olmaz. 1914 yılında doğan şair, 1927 yılında bir yarışmada ödül alan bir öyküsü ile edebiyat dünyasında boy gösterdi, yüzyılın sonuna değin de üretmeyi sürdürdü. Şiirleriyle gündem de olmayı başardı. Çocuk ve Allah kitabıyla Ümit Yaşar'dan sonra şiir dünyasından tanıştığım ilk şairim olan Dağlarca'da gözlemim şudur. Kimi zaman kiracısı olduğu ev sahibini keser sapıyla döven fütursuz, ötekinin yargısına çok aldırış etmeyen, bildiğini okuyan yurdum insanı insan tiplemesine karşın, yasalar karşısında belki memur bir aileden gelmesi ve asker olması nedeniyle uyumlu yurttaş, başkaldırmayan, yasaları zorlamayan, kısaca hep yeşil ışıkta geçen olağan vatandaş örneklemesi de vardır. Dönemin özelliği en pipirikli iktidarların olduğu zamanda yazmasına karşın, onca şiirinin içinde bir tek HOROZ şiiri soruşturmaya uğramış, ona da kovuşturmaya gerek yoktur denilmiştir. KENT törenlerinde, okul etkinliklerinde hiç kaygılanmadan, soruşturmaya uğrarım diye düşünmeden şiirlerini kullandığım ve gerçekten de şiir lezzeti aldığım Dağlarca, inadına aykırı şiirler yazmadığı gibi hamaset kokan, sistemi inadına alkışlayan şiirler de yazmaz. En sancılı dönemde 26 Ağustos 1914'te doğup 21. yüzyılı da görmesine karşın, çağdaşları öteki şair ve yazarlar gibi moda olan akımların peşinde koşmaz. "Türkçem benim ses bayrağım," diyen, hükümetleri bazı bazı bu nedenle eleştiren, normalde devletle bir sıkıntısı olmayan şairin, makbul şair sayılmasına, ders kitaplarında yaygın yer almasına karşın, yine de iktidar ya da güç yanlısı, devletçi bir yanı da olduğu söylenemez. Bu yönlü en özgün örnek olduğu hissi bende hakimdir. Belki bu yüzden Dağlarca, Atatürk gibi gençliğimin değil, olgunluğumun keşfettiği enginler, tatlar arasında yer alacaktır. 15 Ekim 2008'de İstanbul'da vefat eder. Şenol YAZICI " 2007 yılına kadar yayınlanmış 60'tan fazla şiir koleksiyonuyla Türkiye Cumhuriyeti'nin en üretken Türk şairlerinden birisi olan Dağlarca, dönemin en ünlü ödüllerinin yanında Struga Şiir Akşamları Altın Çelenk Ödülüne de layık görüldü. 1971 yılında Şilili şair Pablo Neruda'nın aldığı Nobel Edebiyat Ödülü için hazırlanan listede adaylardan birisi olduğu 50 yıllık İsveç Akademisi arşivlerinin 2022'de kamuoyuna açılması ile ortaya çıktı. " Kaynak: Vikipedi Fazıl Hüsnü DAĞLARCA Şair ( D. 26 Ağustos 1914, İstanbul – Ö. 15 Ekim 2008, İstanbul ). Süvari Yarbayı Hasan Hüsnü Bey'in oğludur. İlk öğrenimini babasının görevi nedeniyle Konya, Kayseri ve Adana / Kozan’da, ortaokul öğrenimini Adana ve Tarsus ortaokullarında yaptı. Kuleli Askeri Lisesini (1933) ve Kara Harp Okulunu (1935) bitirdikten sonra piyade subayı olarak orduya katıldı. Doğu Anadolu, Orta Anadolu ve Trakya'nın çeşitli yerlerinde görev yaptı. II. Dünya Savaşı yıllarını Trakya'da bölük komutanı olarak geçirdi. Bu dönemde kendi deyimiyle "22 çocuğun çeşitli nedenlerle mezarlıklara göçtüğünü" izledi. Orduda zorunlu hizmet süresi olan 15 yılı doldurunca, önyüzbaşı rütbesindeyken askerlikten ayrıldı (1950). Bir yıl Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde çalıştıktan sonra, Çalışma Bakanlığı İş Müfettişliği göreviyle İstanbul'da bulundu (1952-60) ve emekliye ayrıldı. İstanbul Aksaray'da Kitap Kitabevi’ni kurdu (Aralık 1959), kitapçılık ve yayıncılık yaptı. Bu arada Türkçe adında aylık bir dergi çıkardı (43 sayı, 1960-64). Horoz başlıklı şiiri nedeniyle hakkında dava açıldı, ancak bu dava takipsizlik kararı ile sonuçlandı. 1970'te sahibi bulunduğu yayınevini kapattı. Bundan sonra herhangi bir işte çalışmadı. Dağlarca'nın edebiyata olan ilgisi çok genç yaşlarda başladı; henüz 13 yaşında bir ortaokul öğrencisiyken Yeni Adana gazetesinin öğrenciler arasında açtığı bir hikâye yarışmasında birincilik kazandı (1927). İlk yazısı sayılabilecek bu hikâye aynı gazetesinde yayımlandı. İlk şiiri ise ( Yavaşlayan Ömür ) 1933'te İstanbul dergisinde çıktı. 1934'te Harp Okulu öğrencisi iken Varlık dergisinde yayımlamaya başladığı şiirleriyle edebiyat dünyasında adını duyurmaya başladı. Daha sonra şiirleri İstanbul, Varlık, Kültür Haftası, Aile, Türkçe, Edebiyat Dünyası, Yelken, Papirüs, Militan, Sanat Emeği, Sanat Olayı, Milliyet Sanat, Gösteri, Yücel, İnkılapçı Gençlik, Türk Dili, Yeditepe, Yenilik, Kültür Haftası, Çağrı, Devrim, Vatan, Ataç, Türk Yurdu, Yön, Devrim ve Cumhuriyet gibi çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. İlk şiir kitabı Havaya Çizilen Dünya (30 Ağustos 1935) Harbiye'den subay çıktığı gün yayımlandı. Bu kitaptan önce ise 1934’te Varlık dergilerinde Sandallar, Göçsem, Bu Dağlar, Arkasından adlarını taşıyan dört şiiri yayımlanmıştı. Bu şiirlerde özgün bir buluş ya da özellik olduğu pek söylenemez. Ancak bu şiirlerde, hece ölçüsünü kullanma tekniği yönünden ve seçtiği sözcükler bağlamında Faruk Nafiz Çamlıbel'in açık etkisi görülmektedir. Buna rağmen, ilk kitabını oluşturan şiirlerinde Çamlıbel'in etkisinin giderek azaldığı ve şairin ölçülü, uyaklı, âşık tarzı bir şiir denemesine giriştiği görülmektedir. Buradaki şiirlerinde o yıllarda Varlık dergisinde sıkça görünen Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar ve bir ölçüde de Ahmet Muhip Dıranas’ın şiirlerinde rastlanılan "ölüm, zaman, rüya, şekil, kâinat" gibi kelimeler ve kavramların öne çıkmaya başladığı söylenebilir. Yine de bu kitapta yer alan şiirlerinin Türk şiirine yeni bir duyarlık ve ses getirdiği genel olarak kabul edilmiştir. Çeşitli konuları işlediği lirik ve epik şiirlerinde geliştirdiği kendine özgü şiir diliyle kendinden sonraki birçok şairi, uzak çağrışımlar bağlamında da olsa etkiledi. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şair kişiliğini bulma yolunda büyük bir aşama olduğu kabul edilen ikinci kitabı Çocuk ve Allah (1940) adını taşır. Bu kitapta yer alan çoğu şiiri de 1935-36 yıllarında yazılmıştır. Birçoğu ilk kez Varlık ve özellikle de Kültür Haftası dergilerinde (14 şiir) yayımlandıktan son­ra kitaba alınmıştır. Bu şiirlerle ilgili olarak yaygın görüş; yirmili yaşlarındaki çok genç bir şairin kendi şiir dünyasını kurmaya yönelik çabalarının övgüye değer olduğudur. Bu kitap, dil ve yapı bütünlüğü bakımından Türk edebiyatının önemli eserlerindendir. Ancak bu kitabındaki şiirlerinde, kaynağı özellikle Ne­cip Fazıl Kısakürek ile Ahmet Hamdi Tanpınar’a dayanan şiirsel etki ile meta­fizik, ruh ve sezgi konularının tartışıldığı Ağaç ve Kültür Haftası dergisi çevresinde yer alan Peyami Safa ve Mustafa Sekip Tunç gibi yazarların düşünsel etkisi olduğu söylenebilir. Çünkü Dağlarca'nın Çocuk ve Allah kitabında yer alan ve Kültür Haftası dergisinde de yayımlanmış olan şiirlerinde sıkça karşılaşılan "sükûn, ruh, günah, ebediyet, ayna, ruh, Allah" gibi kavramlar ve bazı temalar, daha önce Necip Fazıl Kısakürek ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirlerinde de görülmektedir. Ki­tapta yer alan diğer şiirlerde, genç şairin Necip Fazıl Kısakürek’in söz­cükleriyle düşünerek, şiirini Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tamlamaları ile zenginleştirmeye çalıştığı görülür. Cemal Süreya ise söz konusu benzerlikle ilgili olarak şöyle der: “Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın çıkışı hece şiirinin iyice tıkandığı, olanaklarını yitirdiği bir sıraya rastlıyor. Cahit Sıtkı Tarancı gibi, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da ilk şiirlerinde Necip Fazıl etkisini görüyoruz. Havaya Çizilen Dünya’da ki bazı şiirler buna tanıktır. Ne var ki bu etki öyle büyük bir etki değildir; daha çok biçimde görülmektedir. Fazıl Hüsnü Dağlarca ilk yazdıklarında bile şiirsel ağırlığı, çok ayrı ve kendine özgü bir yöne yıkmayı bilmiştir. Geçenlerde Havaya Çizilen Dünya'yı yeniden okudum; etki konusundaki eski kanım daha da zayıfladı. Havaya Çizilen Dünya'daki şiirle Necip Fazıl'ın şiirleri arasında şöyle temel bir ayrım var: Necip Fazıl'ın şiirinde mutlak değerlerin birbirleriyle, daha çok da insanla ilgileri söz konusudur; şiiri anlatan biri vardır; kendini üstün-insan olarak görmeyi seven, güzel bir karabasan içinde bulunan bir adamdır bu. Evrenin sonsuzluğundan, eşyadan ödü kopan, ordan kendini alıp alıp insanların dünyasına çarpan, dünyada tükenen, tükenirken de öğünen bir adam. (...) Fazıl Hüsnü'nün çıkışında ise apayrı bir görünüm var; o evren içinde olmaktan çok doğa içindedir; eşyayı neşeye yaslı bir çeşit gururla algılar; eşya karşısındaki ilk şaşkınlığının hemen ayrıntıların somut ilişkileriyle doldurur. Eşya, Fazıl Hüsnü'de ‘beşerî bir sıla gibidir’. Bu bakımdan Havaya Çizilen Dünya'daki şiirlerle Necip Fazıl'ın şiirleri arasındaki benzerlik daha çok ele aldıkları konuların, temaların dış benzerliği oluyor. Zaten o günlerdeki bütün yeni şairlerin ortak konuları, temalarıydı bunlar.” . Ahmet Kabaklı da, Dağlarca'nın tümüyle içe dönük bir rüya ve hayal şairi olmadığını belirtmektedir. Şair dış âlemi realist ya da nesnel bir gözle algılamamakla bir­likte onunla ilgisini de hiçbir zaman kesmez. Tanpınar gibi o da ne büsbütün içe, ne de dışa dönük bir tiptir. Pek çok şiirinde de görüleceği üzere, onun temel duygusunu kozmik dünya ile insan arasındaki ilişki oluşturur. Yine Kabaklı'ya göre, Türk edebiyatında hiçbir şa­ir, insanla kozmik âlem arasındaki ilişkiyi onun kadar de­rinden hissetmemiş, zengin ve muhteşem hayallerle anlat­mamıştır. Fazıl Hüsnü de bu şiirlerde "insanın dünya ve ev­rendeki yeri üzerine çocuksu bir şaşkınlıkla eğildiğini" söy­lemektedir. Kimi eleştirmenlerce Dağlarca'nın şiirinin üç devre geçir­diği belirtilmektedir: "Sezgisel dönem" (1935-45), "geçiş dönemi" (1945-55) ve bugüne uzanan "akılcı dönem..." Şükran Kurdakul ise, Fazıl Hüsnü'nün değişik dönemlerinde şiirine kaynak olan duyarlıkların üç yönde geliştiğini belirtmekte­dir. Birincisi, tek olarak insanın evren karşısındaki şaşkınlı­ğını, yalnızlığını, korkularını ölüm gerçeğine karşın yaşar­ken duyduğu bunalımları, doğasal görkemin yansımalarını işlemeye çalıştığı daha çok içe dönük şiirler; ikincisi, insanın doğa ve aykırı toplum güçleri, kurulu düzenin görünen, gö­rünmeyen yasaları içinde günlük yaşamlarını saran sıkıntı ve acıları, yoksulluk ve yoksunlukları, buhran ve patlamaları işlediği dışa açık, toplumsal şiirler; üçüncüsü ise destanlar ve çocuk şiirleri. Daha (1943), Çakırın Destanı (1945), Aç Yazı (1951) ve Asû' daki (1955) şiirlerde genel görünüşleriyle insan-doğa, insan-evren ilgilerinin ağır bastığı temalar işlenmektedir. Daha' da doğayla birlikte toprağın üzerinde yaşayanlar, yaşanan dönemin yanı sıra geçmiş zaman da şiire girmeye başlamıştır. Kişi, doğa ve evren karşısında yine "meçhul"ün baskısını duymaktadır. Doğa, dağ, yeşil, kuş, karınca, ağaç, evren, gök, yıldız, sonsuzluk, insan halleri çoğu defa yine rüya ve uyku sözcükleri ile karşılanır. Bu anlamda Çocuk ve Allah’ ta karşılaşılan sözcükler ve tanımlar Daha 'da yine temel öğeler halinde görülmektedir. Çakırın Destanı' nda yaklaşık olarak her yedi sekiz dizeden birinde ağaç, rüya, gece, uyku, ölüm, dağ, kuş ve yıldız sözcüklerinden birinin bulunması rastlantı değildir. Kendisinin de "Ağaçlar, dağlar, denizler / Yani her gün yazdıklarım" diye nitelediği ortamdan çıktığı ya da bu öğelere asıl araç gözüyle bakmadığı yerde, şiir imgelerle zenginleşmektedir. Asû' da "ölüm, ölüm düşüncesi, korkusu, ölüler, ölümden sonra yok olmayı sindirememek, Tanrı'ya sığınmak zorunluluğu" birbiriyle iç içe girmiş temalar halinde görünmektedir. Asû’ yu oluşturan şiirlerde "zaman" gece, çağ, vakit, gün; "uzay" evren, uzaklık, boşluklar, sonrasızlık; "ölüm" varlık, uyku; "doğa" yeşil, yeşillik, dağ, kuş, ağaç sözcükleriyle anlatılır. Diğer şiirlerinde de büyük oranda rastlanan sözcüklerdir bunlar. Bu anlamda Asû' da şairin alışılmış şiirleri ile yenileri yan yanadır. Bu kitapta yer alan Merihliye Sesleniş, Asû, Asû'nun Oğlu gibi şiirleri alışılmışın dışında, özgün ve etkili şiirlerdir. Dağlarca'nın Toprak Ana (1950), Aç Yazı (1951), Dışardan Gazel (1965), Yeryağ (1965), Kazmalama (1965) kitaplarında insan-toplum, insan-doğa ilişkilerine dayanan temalar işlenmektedir. İnsanların acıları, yalnız bırakılmışlıkları, yoksullukları daha çok saptama düzeyinde girer şiirlerine. Soyut sözcükleri hemen hemen terk eder, halkın dilini aramayı amaçlar. Köy insanının yaşamını o yörenin insanlarının kullandığı sözcüklere başvurarak yerel anlatımlarla zenginleştirmeye çabalar. Bu dönem şiirlerinde genel olarak söyleyiş olanaklarını zenginleştirmek için folklora başvurduğu söylenemez; şairin halkın dilini kullanma çabalarına karşın, geleneksel halk biçimi şiirlerinden yalnızca türküye yaklaştığı görülmektedir... 1960'lara kadar "saptama gerçekçiliği" düzeyindeki şiirine hikâye etme tekniği egemendir. Özellikle Toprak Ana' da sıkça gözlemlenebilen bir tutumdur bu. Şair dizedeki değişik ses olanaklarını deneyerek, çizimler yaparak, çevre tasvirlerine özen göstererek konusunun zorunlu kıldığı ayrıntılarla şiir öğeleri arasındaki uyumu yitirme tehlikesini önlemeye çalışır. Bunu başardığı yerde yeni bir toplumsal şiirin yetkin, unutulmaz örneklerine ulaşır. Aç Yazı' daysa bireysel düşünce ve duyarlıkların toplumsal düzeye çıkması daha değişiktir. Toplumsal olaylardan, sorunlardan çok, kişisel duyarlıklar yol verir şiirlere. Tekilden çoğula doğru gelişen şiirler ile bireysel durumları yansıtanlar kesin çizgilerle ayrılmaz. Etkisini içerik-biçim bütünlüğünden alan, evrenselin uğultusunun duyulduğu çok sesli şiirlerin yanında, gücü yine uyaklara ve alışılmış Dağlarca sözcüklerine dayanan şiirler de bulunmaktadır. Dağlarca, 1960'lardan sonraki şiirlerinde ise ülkede ve dünyada yaşanan toplumsal değişime paralel olarak, iç ve dış sorunlara daha duyarlı, ulusal çıkarlara sahip çıkma bilincinin geliştirildiği, sömürüye ve ezilen halkların mücadelesine yakınlık duyan ve emperyalist baskıya karşı çıkan şiirler kaleme almıştır. Vietnam Savaşımız (1966) adlı kitabında ise savaşan Vietnam halkına duyduğu yakınlığı dile getirir. Bu dönemde ülkeyi ve hatta dünyayı ilgilendiren her türlü toplumsal olay şiirlerine girer. Güncel yurt ve dünya sorunları karşısındaki tepkilerini yansıtan bu şiirlerinde, Kıbrıs olaylarından ulusal petrol sorununa, seçim ve grevlere kadar değişik konuları işlerken, küçük bürokratlardan Almanya'ya göç eden emekçilere kadar geniş bir kesimdeki insanların şiirini yazar. Aylam / Uzay Çağında Olmak (1962) kitabında, dünyada görülen uzay çalışmalarının, insanın yeni dünyalar aramasının verdiği heyecanı, kendince oluşturduğu bir “uzay dilinin” yabansı sözcükleriyle anlatmayı tercih eder. Dağlarca'nın başka bir özelliği de destan şiirini yeniden gündeme getirmesidir. Kurtuluş Savaşı kahramanlarını ve elbette Mustafa Kemal'i eylemi içinde şiirleştirerek değerlendirmesi, topluma uzanan gür bir sesin yankısını sağlamasıdır. " Bir toplumu ulus yapan bütün acıların yaşıyla zaferlerinin sevincine şiirinin kanatlarıyla konar" (R. Mutluay). Önce Çakır'ın Destanı (1945) ve Üç Şehitler Destanı’ nda {1949} Kurtuluş Savaşı konusuna bağlı temaları işleyen şair, daha sonra İstiklal Savaşı / Samsun'dan Ankara'ya (1951), İstiklal Savaşı / İnönüler (1951), Yedi Memetler (1964), 19 Mayıs Destanı (1969), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1973) gibi kitaplarında aynı konuyu tarihsel gelişimi içinde ele alarak, başlangıç ve zafer arasındaki önemli olaylar, savaşlar çizgisi düzeyinde sürdürmüştür. Mustafa Kemal'in kongreler evresindeki girişimleri, örgütlenme aşaması, İnönü ve Sakarya savaşları, cepheler, cephe gerisi, askerler, savaşa gönüllü olarak katılan vatanseverler genellikle özerk parçalar halinde görünen şiirlerle verilmek istenmiştir. Olayları ve tarihsel bilgileri sergileme kaygısının ağır bastığı kesimlerde, savaşan insanın varlığını belirleyecek bölümlerin zayıflığı ve bazen de bu anlamda yapaylığı destanın özünü de yaralar. Bu nedenle ne kadar geniş olursa olsun, parça-bütün birlikteliği için gereken bağlamların zayıflığı, özerk parçalarda şairin başka ürünlerinde de sık rastlanan buluşlar, deyişler, benzetmeler, sözcükler, destanları oluşturan parçaların ortak özellikleri gibi görünür. Dağlarca'nın önemli bir özelliği de, şiirlerinde çocuğu en çok konu edinen şair ve çocuklar için çok sayıda şiir yazmış olmasıdır. "Çocuklarda" dizisi olarak yayımlanmış yirmiden fazla kitabı bulunmaktadır. Bu şiirlerinde yıldızları, kuşları, okulu, doğayı, ama asıl olarak hiçbir şeye indirgenemeyecek sonsuz bir evreni anlatır. Bu şiirlerinde çocuklar arası bir dünyanın içtenliğini yansıtmaya çalışmıştır. Fazıl Hüsnü Dağlarca, yaşadığı dönemde yurtta ve dünyada olup bitenleri izlemiş, şiirle “tarihsiz bir dünya tarihi” tutmuştur denilebilir. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en verimli şairlerinden biri olan Dağlarca'nın bir özelliği de şair/birey olarak bütün yaşamını şiire adaması, kendisini anlatmak için başka hiçbir türe atlamayışı, şiir dışında bir yol düşünmeyişidir. Başka sanatçıların başka türlerde yapmayı yeğledikleri birçok çalışmayı o hep şiirinde yapmayı istemiştir. Böylece zayıf ürünlerle dolu dönemler de yaşar, ama vazgeçilmez ısrarı ve birikimiyle düzeyini aşar. Düş gücüyle kendine özgü alegoriler, semboller yaratır, tasarılar atar ortaya. Ama ayağı hep yurdunun, insanlığın yaşadığı ortamın toprağındadır. Dağlarca'nın şiirleri pek çok dile çevrilmiş, ayrıca Alman Türkolog Giselle Kraft tarafından şair üzerine Dağlarca'da Hayvan Sembolü adlı bir doktora tezi hazırlanmıştır. Çakırın Destanı kitabında yer alan bir şiiri ile 1946 CHP Şiir Yarışması’nda üçüncülük ödülünü, Asû ile 1956 Yeditepe Şiir Armağanını, Deli Böcek ile 1958 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü, 1966 Türkiye Milli Talebe Federasyonu Turan Emeksiz Armağanı, 1973 Arkın Çocuk Edebiyatı Yarışması Üstün Onur Ödülünü, 1974 Struga / Yugoslavya 13. Şiir Festivali Altın Çelenk Ödülünü, Milliyet Sanat Dergisi 1974 Yılın Sanatçısı Ödülünü, Horoz kitabıyla ile 1977 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülünü, Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü Altın Madalyasını ve Türkiye Yazarlar Sendikası Onur Madalyasını aldı. 1967'de International Poetry Forum / Uluslararası Şiir Forumu (Pittsburg / Amerika) tarafından "Yaşayan En İyi Türk Şairi" ve TÜYAP 1987 İstanbul Kitap Fuarı Onur Yazarı seçildi. Fazıl Hüsnü Dağlarca, 15 Ekim 2008 günü İstanbul’da vefat etti. 20 Ekim 2008'de Karacaahmet Mezarlığında toprağa verildi. Kadıköy'de yaşadığı Mühürdar Caddesi'ndeki evini Kadıköy Belediyesi'ne bağışlayarak ölümünden sonra müze haline getirilmesini vasiyet etmişti. “Öteki şairlerimizin arasında bir şair değil, öteki şairlerimize benzer bir şair değil, hepsinden ayrılıyor. Eskilere uymadığı gibi, yenilere de uymuyor, konuları başka, aradığı başka, dili başka. Bunların hepsini de kendi yaptı, daha doğrusu durmadan yapıyor, her kitabında yapının biraz daha belirdiğini, ışığa çıktığını görüyoruz ." (Nurullah Ataç) “ Dağlarca’nın son iki başyapıtı ‘Uzaklarla Giyinmek’ (Sığmazlık Gerçeği, 1990) ile ‘İmin Yürüyüşü’ (Biçimlerle Soyunmak, 1999), bu fenomenolojik (genèse’i) vurgulamaktadır. Madde-öncesi varlık, madde, duyumsayan canlı, imge, imgelem boyutlarının art arda gelmesinden ve iç içe geçmesinden oluşan bir türemeyi söz konusu etmektedir. Yaşamın şairi Dağlarca, tam da yaşamın şairi olduğu için, yaşamın bağlantıda olduğu bütün varlık katmanlarının da şairidir. ‘İmin Yürüyüşü’nde belirgin bir biçimde söz konusu olan im, imge, imgesel, imgelem boyutları, bütün varlık katmanlarının birliğini dile getirme işlevine sahiptir. “İmgelem, evrensel birlik ile örtüşüyor. Burada, hemen ‘idealist’ bir bakış açısı sezinlemek yanlış olur. Dağlarca’nın imge anlayışı ‘maddesel’dir (özdeksel). Bunu ‘İmin Yürüyüşü’ belirgin bir biçimde ortaya koyacaktır. İmgede, yine kaynağı özdeksel olan bir zorunluluk ve bir özgürlük vardır.” (Ahmet Soysal) “ Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en verimli şairlerinden olan Dağlarca, şiirinin tematik olarak çok yönlü eğilimi içinde engin bir duyarlığa yaslanarak lirik, epik, metafizik, haması, mistik, politik, dramatik, epigramatik, satirik türlerde ürünler verdi. Bireyselle toplumsalı iç içe verirken, ulusallıktan evrenselliğe ulaşan şiir çizgisinde sağlam bir tema, dil, imgelem örgüsü kurdu. Yoğun duyarlığı, sezgi ve usa dayalı yalın, içten bir söyleyişle geliştirdi şiirini. Düş ve imgelem gücü, yurt ve insanlığın gerçekliklerini dile getirmede şiirini zenginleştiren en önemli öğelerden sayıldı. Us, sezgi ve gözlem bileşimiyle kurduğu şiirinin söyleyiş ve çağrışım gücü, onun özgün yanını oluşturdu. Son dönem şiirlerinde, günceli evrensel boyutlarda toplumsal eleştiri düzeyinde işledi. Türkçeyi kullanmadaki yetkinliği, dilin zengin olanaklarından yararlanarak genişlettiği şiir evreninin yanı sıra Türk dilinin gelişmesinde bilinçli bir dil işçiliği yaptı. Türk şiirine yeni bir duyarlık, biçim ve öz anlayışı getirdi. Kendine özgü bir dil ve şiir evreni kurdu .” (Feridun Andaç) ESERLERİ: ŞİİR: Havaya Çizilen Dünya (1935), Çocuk ve Allah (1940), Daha (1943), Çakırın Destanı (1945), Taş Devri (1945), Üç Şehitler Destanı (1949), Toprak Ana (1950), Aç Yazı (1951), İstiklâl Savaşı-Samsun'dan Ankara'ya (1951), İstiklal Savaşı-İnönüler (1951), Sivaslı Karınca (1951), İstanbul Fetih Destanı (1953), Anıtkabir (1953), Asû (1955), Delice Böcek (1957), Batı Acısı (1958), Mevlânâ'da Olmak: Gezi (1958), Hoo'lar (1960), Özgürlük Alanı (1960), Cezayir Türküsü (Fransızca, İngilizce, Arapça çevirileriyle, 1961), Aylam (1962), Türk Olmak (1963), Yedi Memetler (koçaklama, 1964), Çanakkale Destanı (1965), Dışardan Gazel (1965), Kazmalama (1965), Yeryağ (1965), Vietnam Savaşımız (İngilizce çevirisiyle 1966), Kubilay Destanı (1968), Haydi (1968), 19 Mayıs Destanı (1969), Vietnam Körü (destan oyun, 1970), Hiroşima: Atom Bombasının 25. Yılı (Fransızca, İngilizce çevirileriyle, 1970), Malazgirt Ululaması: 26 Ağustos 1071-1971 (1971), Kınalı Kuzu Ağıdı (1972), Bağımsızlık Savaşı (1973), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1973), Horoz (1977), Hollandalı Dörtlükler (1977), Çukurova Koçaklaması (1979), Çıplak (1981), Kaçan Uykular Ülkesinde (1981), Yunus Emre'de Olmak (1981), Nötron Bombası (1981), İlk Yapıtla 50 Yıl Sonrakiler (1985), Dişiboy (1985), Takma Yaşamalar Çağı (1986), Uzaklarla Giyinmek (1990), Dildeki Bilgisayar (1992), Gazi Mustafa Kemal - Eylemlerde - 10 Kasımlarda (1998), O'1923 - Tapınağa Asılmış Gövdeler (1998) , Seviştilerken (1999), İmin Yürüyüşü / Biçimlerle Soyunmak (1999), Ötekinde Olmak (2000), Dün Geceki / En Sevmek (2000, Şeyh Galib’e Çiçekler). ÇOCUK ŞİİRİ: Açıl Susam (Üsküp 1967), Dört Kanatlı Kuş (şiirlerinden seçmeler, 1970), Kuş Ayak (1971), Arka Üstü (1974), Yeryüzü Çocukları (1974), Yanık Çocuklar Koçaklaması (1976), Balina ile Mandalina (1977), Yaramaz Sözcükler (1979), Göz Masalı (1979), Yazıları Seven Ayı (1980), Şeker Yiyen Resimler (1980), Yazıları Seven Ayı (1980), Cinoğlan (Nasrettin Hoca'nın çocukluğu, 1981), Hin ve Hincik (1981), Güneş Doğduran (1981), Kaçan Ayılar Ülkesinde (1982), Dolar Biriktiren Çocuk (1999), Başparmak (1999), Bitkiler Okulu (1999), Orta Parmak (1999), Serçe Parmak (1999), Yüzük Parmağı (1999), Gösterme Parmağı (1999), Oyun Okulu (1999), Okulumuz 1’deki (1999), Okulumuz 2’deki / Kanatlarda (1999), Okulumuz 3’teki (1999), Cin ile Cincik (2000), Cincik (2000). SÖYLEŞİ: Yapıtlarımla Konuşmalar I (1999), Yapıtlarımla Konuşmalar II (2000). / Bu bölüm BURADAN alıntıdır. * Derleme, düzenleme: Şenol YAZICI

  • DOĞU ÇINARI

    Niyazi UYAR* Sakin, küçük bir cadde. İki yanında Sıra sıra doğu çınarları, Yeşil, yemyeşil…   Ben Yunus’un eliyim, diyen yaprakları, Ben Bektaş Veli’nin kucak açan kolları.   Ben doğu çınarı, Ben, yaşamanın, Nefes borusu, Ben doğu çınarı, Ben sevgili, Ben onda vücut bulmuş, Dost yüzlüyüm, Ben teneffüslerde, Gezip tozalım, Yar olalım diyen Dost yüzlüyüm.   Ben sana aşık, Sen taşımaktan acizken o kutlu sevdayı, Ben, hayatımın amentüsü saydım onu, senelerce… Ve tam unutmak üzereyken seni, Çıkıp geldin, Yine bağladın beni, Esir ettin, gecemi gündüzümü. Köçekler oynayıp geçmişken, Günün her saatinde, her dakikasında, Hayallerimdesin.   Bir sona doğru akıp giderken ömrüm, Günün her saatinde, Her dakikasında, Yüreğimin taa içindesin.   Bir sona doğru Akıp giderken ömrüm, Çalan telefonumun zilindesin.   Sen, ah sennn! Unutmak üzereyken ben seni, Sararıp solmaya, Yüz tutmuşken tekmil doğu çınarları, Dayamak üzereyken çama tüfeğini, Neden geldin sebepsiz…     Sen, Sen çıkıp gitmişken bile anılarımdan, Neye sebep geldin, Neye sebep zehir ettin, Hayatımı?   Sen var ya sen, Çok ettin, Çok çektirdin bana, Zehir zıkkım ettin gecemi gündüzümü,   Sen de yanasın cehennem ateşlerinde…                                                       Eylül 2025 /Salihli

  • Yaşar Kemal'i Anlamak

    Şenol YAZICI * YAŞAR KEMAL'e salt bir yazar olarak bakansanız, kendi ekolünde sıfırdan başlayarak bir daha rastlanmayacak en yüksek zirveyi oldurmuş bir devdir. Nankörlüğün ve karşı çıkmanın rant getirdiğini gören mezar taşlarına sövmek en büyük kahramanlık ve en tehlikesiz olanı diye düşünenseniz abartılmış, moda siyaset övmüş der, ama her durumda sayfayı kapatırsınız. Başka bir biçimde olan ve başka zirveler oldurmuş ötekiler; Kemal Tahir, Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Sait Faik, Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Pamuk... gibi gururumuz olan sayısız örneklerden biri sayarsınız en çok... Bu kolaydır. Ya da tıpkı Cemal Süreya'nın yıllar önce yaptığı söyleşiyi izlemişseniz, konuk Mehmet Kaplan gibi " Yaşar Kemal romancı değildir," dersiniz, bu ise inanılmaz kolaydır; hatta öyle baktığınızda edebiyatımızdaki onlarca kalemden toplam bir romancı da çıkaramazsınız. İleri sürdüğünüz tezler de uzmanlığınızdan kuşku yaratarak havada kalır. * Mehmet Kaplan söz konusu söyleşide tezini "Çok tekrar yapıyor, kompozisyon yok, gerçek hayatta ağalar bu mudur," gibi edebi eleştirinin dışında örneklerle savunur. Bu romanı da bilmemek demektir, ROMAN her şeyden önce tıpkı BURJUVANIN öteki buluşları gibi kilitlendiği amacına ulaşmak için her türlü malzemeyi ve biçimi kullanmayı hak sayar. Amacımız bu Edebiyatın Vehbi Koç’unu anlamak ve doğru yere oturtmaksa o zaman işimiz zorlaşır. Yukarıda örnek verdiğimiz Edebiyatın yüzakı adların yanında kent soylu olmayan, ortaokul terk, tarzı gerçekte günün moda anlayışlarına hiç uymayan, altyapısı ve izleğiyle hepsinden ayrı, arkaik bir dönemden gelme gibi duran adamın, anadili Kürtçe olduğunu her vesileyle dile getirdiği halde Türkçe'yle bir sihirbaz gibi oynayıp sınırlarına kadar sürüp, burjuvanın araçlarını, romanı kullanarak o mucizeyi nasıl gerçekleştirdiğini; eğitimli eğitimsiz herkesin bildiği ve paydası olmayı nasıl başardığını anlamak istersek işimiz çok zor; dilbazlığımız, o akrep gibi yakında kendini de sokma olasılığı hayli yüksek kalemimiz, edebiyatın anasını ağlatacak bilgi ve birikimimiz yetmeyecek, 20.yy Türk ve Dünya siyasetini, edebiyat ve roman gerçeğini, bu çağın aynı zamanda insana dayalı efsane, söylence gibi tüm olağanüstülüklerle vedalaşma, hatta son doğal kaynaklardan beslenme çağı olduğu hüznünü işin içine katmak gerekecek. Çünkü bu çağ biterken bunların hepsi ve “o iyi insanlar, güzel” uzay araçlarına “binip gidecekler”… Bir daha dönmemek üzere… Niçin Vehbi Koç dedik denilirse; kendi alanlarında sıfırdan başlayıp emsalsiz bir düzeye ulaşmış bildik örnekler ikisi de ondan… Nasıl ki Kurtuluş Savaşı ve Atatürk mucizesini, o günkü dünya tarihini ve kilit nokta Rus Ekim Devrimi’ni bilmeden anlayamazsınız, Yaşar Kemal’i de dönemin tarihsel, sosyol ekonomik ve elbette edebi koşullarını bilmeden bir yere oturtamazsınız. ...Ve Nobel’in neden ona değil de onun yanında bir çocuk kalacak, gerçekten de sözcüğün tam anlamıyla çırağı sayabileceğimiz Orhan Pamuk’a verilişindeki düğümü de çözemez, Nobel’i bizim sık duyduğumuz edebi yarışmalarımız ya da devlet sanatçılığımız gibi bir şey sanır, ancak istediklerine ya da adamı olana veriyorlar dersiniz… Ya inkar etmediği Kürtlüğünden ya evrensel değerleri, mazlum insanları savunmak için size aykırı sözler edişinden ya da dünyayı yutmuş ilminizle harika kitaplar yazdığınız halde hep onun adının anılışından rahatsız, zaten biliyordum, Yaşar Kemal o kadar büyük olsa Nobel verirlerdi der, iddia da eder… sadece komik olursunuz. Komiklik, hatta bu acıklı komiklik başka yerde nedir bilmiyoruz ama bizde Abdülhamit’e Google’ı buldurtmak, 9 yaşında çocuğu evlendirmek, Asr-ı Saadete cep telefonu kullandırmak trajikomik değil, deha sanıldığından ömrünüzü de sanmakla tamamlayabilirsiniz. Tasa edecek bir şey de yoktur; ister bu ülkede ister öteki dünyada bu hale, meczupluğa ya da deliliğe de ceza yoktur, öyle ya sen yaratanın sakat yarattığı bir dehasın aslında, vebal senin olamaz ki… Raporsuz hem de kanaat önderi olmansa… bak o bize özgüdür. YAŞAR KEMAL'i tam anlamak için, önce Yaşar Kemal'i koşullarında, ortamında bir insan olarak tanımak gerekli. Kim ve ne olursa olsun hiç kimse çocukluğundan soyutlanarak değerlendirilmez. Yaşar Kemal Van'dan, Osmaniye Hemite'ye göçen bir ailenin çocuğu. Cumhuriyet ilan edilmeden hemen önce doğar. O henüz beş yaşındayken babası bir kan davası sonucu gözlerinin önünde öldürülür. Bu olayın etkisiyle uzun süre kekeme kalır. Dokuz yaşındayken de bir kurban kesiminde sağ gözü kazaen sakat kalacaktır. Ortaokul bire kadar okuyacak, sonra terk edip türlü işlerde çalışmaya başlayacaktır. Geldiği ortam bu. Onu yazar yapan ortam da bu. Edebiyatta yazara bakışta yapısalcı bir görüş vardır; yazarın yaptığıyla yazdığı arasındaki uyumu önemser. "…Benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun.(…) insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. " 2014’te davetli olduğu, ama sağlık sorunları nedeniyle katılamadığı bir üniversiteye yolladığı mesajda böyle yazıyordu Yaşar Kemal. Yaşamı boyunca bu söylemi değişmedi. 1971’de Abdi İpekçi’ye verdiği röportajda : "Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım..." diyordu. Irgatlıktan, arzuhalciliğe yapmadığı iş kalmamıştı, “Ben de bir emekçiyim, o nedenle yerim onların yanı, ”diye anlatırdı. Birini hedef göstermiyor, birinden nefret edin demiyor, insanları öldürmeyin, savaşmayın, diyor. Onun anladığı siyaset de buydu. Rusya’nın kökten ahmakça talepleriyle bunalıp Amerika’nın kuyruğuna takıldığımız, ardından Amerika adına komünist avına çıkıp Ortadoğu kazanına odun taşımaya başladığımız günlerde Yaşar Kemal bu görüşleriyle tutuklandı, hapis de yattı. Sait Faik’in dediği gibi; Başında da Kürt’tür sonunda da… Aynı biçimde emanet aldığı, ama yücelttiği, eşsiz bir anlatı örneğine ulaştırdığı Türkçe gibi sonuna kadar Türk’tür de… Ona azınlık edebiyatı yaptı, derseniz cehalet ve küstahlık Yaşar Kemal diyesi nasıl da “tay” gider… Çıkıp geldiği Van’daki insanlarını hiç unutmadı, ama doğup büyüdüğü Hemite’deki Türkmen aşiretinin ona gösterdiği dostluğu yol arkadaşlığını da… Anlatırken hepsinin hikayesini anlattı. 1940’lar da yani 10’lu yaşlarının sonunda Adana’daki bir dergi çevresinde tanıdığı Dino, Ataç, Boratav sol söylemli yazarlarla … ömrünce dost kaldı. Dostu Erdal Öz, “ Yeni bir Yaşar Kemal yaratacağım,” dediği 80’li yıllarda, duyunca dert etti mi bilmiyoruz, ama konu etmedi, ne Orhan Pamuk’a destekten ne de Erdal Öz’e dostluktan vazgeçti. Zülfü Livaneli müziğe mola deyip yazarlığa soyununca yanındaki değişmeyen tek fotoğraf yine oydu. Belki de, zamanıdır dese de; “paranın tuncu insanın puştu kaldı…” devri az daha geciksin diye de savaşıyordu. Yılmaz Güney gibi, tek farkı duyarlılığı aynı olsa da içindeki fırtınaları daha mutedildi. Sahici mi sahici, dost canlısı, aldığından fazlasını vermeye çalışan tipik bir Anadolu insanıydı bu yönüyle. Bir tuttu mu pir tutardı. Zor günlerinde ona el veren insanları da böyle kazandı. Yapısalcı görüşün arayıp da bulamadığı adamdı. Önce şiirler yazdı, yerel gazetelerde yayınlattı. Dolaştığı Çukurova köylerinde ağıtlar derledi. 1943'de derlediklerini kitaplaştırdı. Öyküler yazdı, başarılı bulunan "Bebek", "Pis Hikaye" bunlardandır. Kafasının içinde bir hikaye vardı. Bir öyküye sığmayacak bir hikaye. Söylentiye göre öykünün kaynağı yazarın eşkıya olan ve vurulan amcasının oğludur. 1947 yılında bunu öyküleştirerek yazmaya başlayan yazar çeşitli sebeplerle, bana kalırsa öyküye sığmadığını görerek yarım bırakmış ve ... acaba bir İnce Mehmet'in provası mıydı? Ona asıl ününü kazandıracak ROMANLARINI yazmasına daha çok vardı. ÖYKÜ, daha başlarken haritası belli, serim düğüm çözüm planlamasında olay kurgusudur. Çok sözü kaldırmaz, dolgu unsuru dediğimiz ayrıntı onu boğar. Ne var ki havasına girerseniz sözünüz tükenmeden bitirebileceğiniz bir türdür de... Günümüz öyküsünde kurgu ve kahramanlara göre anlatı ön plana çıkar. Romana göre kusursuz ve *iyi bir öykünün " daha zor olacağını düşünürüm. Roman denilen burjuvanın piyasaya sürdüğü şeytan icadı türse, modern zamanların en gelişkin anlatı türü olma özelliğini taşır. Basitçe ona baştan sona anlatılan ana öyküye bağlı, destekleyen küçük öykülerle beslenen uzun öykü diyebilirsiniz. Onda da tıpkı öyküde olduğu gibi kitabın bütününe yedirilmiş serim, düğüm, çözüm bölümleri vardır. Kurgu, karakterler ve anlatı önemlidir. Öyküden farklı olarak, hatta zorunlu olarak bolca tasvir ve betimlemeyi içinde taşır. Bu özelliğinin bir avantajı da iyi kurgulanmış, okuru bağlayan bir anlatım yeteneği olan yazarların yazdığı ROMAN, kusurlarını daha az gösterir. Kuşkusuz bu teknik bir bakış açısıdır. Piyasanın, okurun, çağın bekledikleri durmadan değişecektir, roman da ona göre yapılanacaktır. Özellikle edebiyat eleştirmenlerinin... demedim, onların beklentileri ayrı bir konudur da ondan... Roman, feodaliteye ve aristokrasiye savaş açan ve galip gelerek dünyayı ideal demokrasi ve özgürlüklerle donatmaya kararlı kent soyluların yani ellerindeki sermayeyle yönetime de ağırlığını koyan burjuvanın bir ürünüdür. Günümüzde bütün sınıfların onu kullanmaları gerçeğini Stendhal’ın “Roman yol boyunca gezdirilen bir aynadır,” sözünde aramak gerekir. Yani romancı çağının tanığıdır; takipçisi değil, belgeselcisi ya da tarihçisi değil, ama tanığıdır. Kuşkusuz bugünle böylesine meşgul her insan gibi romancı da köklerini geçmişten alıp geleceği de kurma derdinde önermeler getirecektir. Burjuva ürettiği ve iyi sattığı romanı tekdüzeliğe bırakmaz, geliştirir, değiştirir, kılıktan kılığa sokar, değişen insanı ve küreselleşen dünyayı en iyi yansıtacak hale getirir. 18.Yyılın konulu, insan temalı, nesnelerle ilişki kuran romanlarının yerine çağımızda postmodernist romanı dayatır. Tolstoy’un romanlarını bugün yazmaya kalksanız, adınız bu tarzın son büyük örneklerinden Amin Maalouf, Umberto Eco değilse, basacak yayınevi, okuyacak okur bulmakta sıkıntı çekebilirsiniz. Ne var ki öyle bir kitap yani Gülün Adı, Semerkant gibi bir kitap rastlantısal zinciri kırıp eklenirse, Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin doruk yaptığı günlerde hafızaları uyandırarak yine de gündem olabilir. Çünkü insanın değişmez yanıdır; acımasız gerçeğe karşı koyabilmek yeteneği biraz da nostaljiden beslenir. Dün iyi zamanlardır. Ne var ki kalıcı moda olmayacaktır. Çünkü burjuva modayı sever ama stokları sevmez, modaları da o yüzden, stokları tüketmek için yaratır. Roman da burjuvanın bir aracıdır sonuçta... Bu böyledir ama tarih sürer, asla geri dönmez ne kadar topallasa da her seferinde birkaç adım ileri gider, Nobel’i, Anadolu’nun efsane ve mitlerini revize ederek bayramlık giysilerle, olağanüstü bir dille anlatan, herkesin gönlünü fethetmiş defalarca konu edilmiş olmasına karşın Yaşar Kemal’e değil, yeni bir çağın ipuçlarını verdiği için her yenilik gibi benimsemekte sıkıntı çektiğimiz postmodernist romanın ipuçlarını taşıyan Orhan Pamuk’a verir, Yaşar Kemal’e de iyi iş çıkardığı için efsane yazar onur ödülünü… Çünkü küresel sermayenin eski malla yeni pazarlar bulma umudu yoktur. Hala var mıdır bilmiyorum, çok eskiden meddahlar, aşıklar köy köy dolaşıp hikaye anlatırlardı. Çoğu kez dinleyici kitlesine göre anlattığını yapılandıran, ona göre yeni ırmaklar açan bu anlatıcılar devrin aranan insanlarıydı. Yaşar Kemal onların arasında büyüdü. Aşık Yaşar olarak Çukurova köylerinde yaptığı ağıt derlemelerini yayınladığı bir kitabı da vardır. Ne var ki devir değişiyordu. Gazete ve radyo geleceğin popüler araçları olacak, kendi kahramanlarını yaratacak gibi duruyordu. Yaşar Kemal, 16 yaşından itibaren şiirle ağıt ve halk söylenceleriyle edebiyata dahil oldu. 23 yaşında Pis Hikayeler’i, 1948’de 25 yaşında Bebek’i yazdı… Dükkancı adlı öykü bundan sonradır. Bu öyküler sonraki romanlarına benzemeyen bir biçeme ve standart, deyim yerindeyse moda öykü diline sahipti, belli ki her yazar gibi kendini arıyordu. Bu şiirler ve derlemeler hatta arayışını sürdüren ama olgun birer ürün gibi de gözüken yazılar önemli olsa da ancak sonradan ortaya çıkacak bir devin yeşerdiği verimli toprağın ipuçlarını gösterdiğinden değerlidir. Dünya savaşı çıktı, bütün dengeler altüst oldu. 1925 anlaşmasıyla karşılıklı güven verdiğimiz Rusya yeni düşmanımız, bilmediğimiz Amerika'da dostumuzdu artık. Bizi kutsal şemsiyesinin altına almış, süt memleketine süt tozu yardımı yapıyordu. Yaşar Kemal de fikir suçundan tutuklandı, hapse girdi. Hapishaneye giren bilir; eğer ki gerçekten suçluluğunuzu biliyorsanız işe yarayabilir, pişman ve nadim olabilirsiniz de… Ne var ki tüm yaptığınız sisteme muhalefet, yani düşünce suçuysa yaşamınız ilahi adaleti aramakla geçebilir. Çıktığında İstanbul’a gitti ve devrin önemli gazetelerinden Cumhuriyet gazetesinin iş için kapısını aşındırmaya başladı. Bir söylentiye göre onu Cumhuriyet gazetesine, ait olduğu partinin başkanı Aybar koymuştu. Ne var ki öteki söylenti daha uygun hikayemize: Kolay değildi Cumhuriyet'e girmek, İstanbul ya da o dünya aynı bugünkü gibiydi, Anadolu ona gulyabani gibi görünürdü. Bu hali perişan Anadolulu ilgi göremedi. Nadir Nadi’yi görmek için günlerce gazetenin önünde bekledi, Sultanahmet’te yattı, oltayla denizden balık tutup karnını doyurdu ve ısrarının sonucunu gördü, sonunda kabul edildi, aldığı avansla ilk iş tabanları açılan ayakkabısını yenilemek olacaktı. Ne dersiniz bu inat ve ısrarı bugün iki şiiri bir dergide yayınlanmış ama gönlüne şair, yazar rütbesi takmış kaç şair, kaç yazar gösterir, kibrini yenip de? ne yani yetenekli insanlar, çıkış kapılarında dergah kapısındaki muride dönerse mi makbul, diyorsanız, konumuz o değil, karıştırmayın. On iki yıl Cumhuriyet’te sahici röportajlar yapar. “Kaçakçılar”ı gerçekleştirmek için onlarla yaşar. Belki onun asıl başlangıcı çok daha önce 1943’te yayınladığı derlemeler, ağıtlar, halk hikayeleriydi. Livaneli anlatır ; Basınköy'deki evinden çıkar, çamurlu vadiden aşağı iner, Menekşe İstasyonundan tıklım tıkış banliyö trenine binerek Sirkeci’ye giderdik. (…) Anadolu’nun her yöresinden adı duyulmadık yerel türkücülerin kasetleri satılırdı orda, biz de bunları alıp dururduk. Sonra evde dinler dinler coşardık. Dengbejler, âşıklar dinlerdik. Dengbejler Kürtçe hikaye anlatıcıları, Meddahlar, aşıklar da Türkçe anlatıcılar. Yaşar Kemal onların arasında büyümüş. Bu sizin de yaptığınızdır, havaya girmek...ya da girdiğiniz havayı sürdürmek... Ben de yazdığımda yol biterse Montaigne okurdum. Siyasi yazılar yazmaya başladığımda Ahmet Kaya dinledim. Bağbozumu’nu yazarken Karadeniz dağlarında gecelediğim olmuştu, şafak nasıl söker, ay nasıl doğar...anlamak değil, hissetmek için... Atatürk ölünce 1925 anlaşması hala yürürlükte olan Rusya ile yakınlaşacak, bizim de bir milli şefimiz olacak, 1940’da köy enstitüleri kurulacak, savaş yıllarında bile bir toprak reformu yasası çıkarılacak ama ağanın birini o işlere bakan yaparak doğmadan boğacaktık projeyi. Yani epey solcu olacaktık. Ta ki savaşın sonuna ve Dünya Savaşındaki tarafsızlık politikamızdan hoşlanmayan ve 1925 anlaşmasını tek yanlı yok sayan Stalin’in bizden isteklerini duyuncaya kadar. Bu kez çark edecek, Amerika’ya yaslanacak, onun yörüngesinde komünist avına çıkacaktık. Dünya, Amerika’nın da yer aldığı ve önemli rol oynadığı büyük savaş sonrasında Almanları durduran, bu kibirle de yayılmacı bir politika gütmeye başlayan Sovyet Rusya ve savaşa geç dahil olan ama denilebilir ki atom bombasıyla noktayı koyan Amerika’nın soğuk savaşına sahne olacaktı. Öte yandan bütün dünyada gelişen özgürlükçü akımlar ve çok partili düzenin de etkisiyle daha renkli bir basının yanında görece özgür kalemler de edebiyatta görünmeye başlayacaktı. Türkiye katılmadığı savaştan gene de yorgun ve sorunlu çıkmıştı. İnönü ülkeyi savaşa sokmamak ama girilirse önlem olsun diye ekmeği bile karneye bağlamanın, ek vergiler koymanın; bir savaş halinin sıkıntılarını halka yaşatmanın faturasını ağır ödeyecekti. Şaibeli de olsa 46 seçimlerini almışsa da ülke de gelişen tepkinin önüne geçemedi, 50’de iktidarı bıraktı. Savaş nedeniyle altüst olmuş olmuş ekonomi, önce çağın, sonra karaborsa vurgunlarıyla biriken sermayenin, "varlık vergisiyle" yok olan azınlık sermayesinin yerine palazlanan yerlilerin ve katıldığımız Amerika şemsiyesindeki cemiyetlerin de zorlamasıyla feodalitenin cenneti Türkiye sanayi ve tarımda kaçınılmaz biçimde makineleşmeyi artırıp kabuk değiştirmeye başladı. Şehirlere göç arttı, işsiz insanlar ve işçi sınıfı çoğaldı. Kentin varoşları kırsal kesimden gelen uyum sıkıntısı çeken, köyünü özleyen insanlarla dolmaya başladı. Gecekondu kentlerin geleceğini karartmak için emsalsiz bir icattı. Henüz vahşileşmesine vardı ama kapitalizm tüm dünyada olduğu gibi bizde de yükseliyordu. Kuşkusuz Edebiyat da dönemin karmaşasından ve yeniliklerinden payını alacaktı. 1940’larda başlayan garip akımı 50'li yıllarda ardı ardına tepki ya da yandaş akımları yarattı. Sosyal gerçekçiliği olduran, orijinallik diyerek divan edebiyatını da şiire katan Atilla İlhan ve Maviciler, Dadaizm ve İzlenimcilik etkisindeki 2.Yeniciler, Hisar dergisi etrafında örgütlenen Öz Türkçeleşmeye karşı çıkan Hisarcılar, iktidardan aldığı parayla iktidarın ne fikri varsa işte onu yaymaya çalışan uyanık dergiciler, Anadolu’yu yapıtlarına yansıtan Toplumsal Gerçekçiler ve tabi ki bağımsız kalan Dağlarca, Dranas gibi... isimler vardı. Yaşar Kemal 1952'de Tilda'yla evlendi. Bu önemsiz gibi duran olay onun dünya literatüründe anılan bir yazar olmasında bence büyük etken. Sizi bilmezlerse nasıl övecekler.... Tilda çok dil biliyordu ve çok büyük ve diyasporası geniş bir Yahudi aileden geliyordu. Tilda, Paris Yahudi lobisi ile çok güzel bağlar kurmuştu, pek çok kapıyı açmak anlamındadır ve ilk zamanlar çeviri işini de üstleniyordu. Ayrıca bir sekreterin çok ötesinde sanki bir menejer idi; şunu söyleyebilirim, eğer Yaşar çok apolitik ve hep çekingen birisine dönmüş ise, bunda Tilda’nın rolü büyüktür." diye anlatıyor Yalçın Küçük anılarında. Yalçın Küçük'ü kişisel yorumlarında ciddiye almayabilirsiniz, ama Yaşar Kemal'e ivme kazandırdığı, kitaplarının çevrilmesinde büyük katkıları olduğu yadsınmayacak bir gerçek... Sarı Sıcak’ı o yıl çıkardı, sağlam örgüsü olsa da o, ünlü bir yazar olmak için 1955’i bekleyecekti. Daha doğrusu su kımıldamaya, bendini zorlamaya başlamıştı. Sanılanın aksine İnce Memed'in ilk yayımı 1953-54 yıllarında oldu, Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi. Kitaplaşması 1955'ti... 1954’te tarımda makineleşmeyle ortaya çıkan çok ve nitelikli üretimin oldurduğu yüksek rakamlı kalkınma hızı dibe vuracaktı. Öte yandan sahibi olduğu küçük toprağını ağalara, kiracı, yarıcı ya da işçi olduğu toprakları makinelere kaptıran ve şehre göçen, ancak çok azının düzenli iş bulabildiği gecekondudaki köylü gerçeğinin de kentlerde hissedilmeye başlandığı yıl olacaktı. Kendine yeten ekonomiden serbest ekonomiye geçildiği bu süreç, çok geçmeden acil yardım sinyalleri verecek, ekonominin denetimini ele geçiren yabancı kuruluşlar İMF ve benzerlerinin de dayatmasıyla yapılacak devalüasyon ve artan dış borçlarla her açıdan sonraki on yılların krizine zemin hazırlayacaktı. Ekonomik yönden başlayan sıkıntı ve arka mahalleleri dolduran şehirde umduğunu bulamayan, yine köyden taşıyıp şehirde yaşamaya çalışan mutsuz işçiler ve köylüler kırsalı güzelleyerek özlerken, dönemin pek çok aydını gibi Ecevit de Anadolu’yu bilmeyen Edebiyatçıya sitem etmeye başlayacaktı. Yani ondan sonraki elli yıl söylenecek "hadi gelin köyümüze geri dönelim," türküleri böyle başlayacaktı. TENEKE’yi ve dünya çapında üne kavuşmasını sağlayacak İNCE MEMED adlı kitabını 1955'te yazdı. Bu kitapla birlikte yazdıklarında denediği anlatı biçiminden giderek uzaklaştı, Ağıt derlemeleri sırasında büyük birikim sağladığı, Dede Korkut'tan bu yana yaşayan anlatıcı geleneğine yaklaştı. Denilebilir ki dinleyicisine göre yol alan, kılık değiştiren sözlü hikâye geleneğini, feodaliteyle kanlı bıçaklı bir kesimin, burjuvanın ürettiği romana uygulayarak hem bağımsız ve özgür anlatıcıya ulaştı, hem de kimse farkına varmasa da özgün bir türün başlatıcısı, büyük ustası oldu. Ardılları ve özenenleri olmuşsa bile kimse onun sihrini yakalayamadı. Bu egzotik, doğu kokan, ama kentselliğin verileriyle harmanlanmış yeni biçemde olağanüstü olduğu tartışılmaz anlatı ustalığını da katarak görkemli yapıtlara imza attı. Nasıl ki İnce Memed "mecbur" bir adamdı, Yaşar Kemal'de mucize bir yazardı dersek hiç de abartmış olmayız. Arkaik bir kültür ve donanımla kendisini de hoşgörmeyen Burjuvanın icatlarıyla dünyayı silindir gibi ezip geçtiği bir çağda ara dönemde kalma bahtsızlığını, bahta çevirmeyi bildiği için mucize bir yazardı. Günü yansıtan gerçekçi konulardan daha çok efsane ve söylencelerden köklerini alan, varsıl feodal zenginlerin zulmüne karşı savaşan yoksul ama erdemli, karakteri güçlü insan mitosu sadece Anadolu’ya özgü değildi, insanlıkla yaşıt bir savunma olarak hep ilgi gördü. Yaşar Kemal bunu gördü mü, görmedi mi, bilmiyoruz. ne var ki hepsi başka telden çalan, birbirine karşı, birbirinin yanında ya da devamı bin bir akımın boy gösterdiği, onlarca kent soylu okumuş yazarın ortaya çıkıp orijinal sözler ettiği 1950 yıllarda farkındalık için bir fark gerektiğini herhalde iyi görüyordu. En kestirme yol, bildiğin yoldur, diyerek dengbejlerin, aşıkların, meddahların anlatısına yöneldi. "SÖZ"ün hazine sandığı açıldı. Deniz gibi, okyanus gibi, bir nehir gibi on yıllarca aktı… Bunca zaman nerde sakladığına şaşıracağınız bir Akdeniz köpüre köpüre romanlarda "al gözüm seyreyle" dedi... Teneke’deki, Sarı Sıcak’taki anlatım izleğini terk etti. Daha doğrusu iyi kötü çatışması onlarda da vardı, adalet arayışı da… Ama yaygın anlatım biçiminin yerine en iyi bildiğine döndü… Türkçe o usul usul akan ırmak, bir umman oldu köpürdü dilinde. Romanda hem halk hikâyelerinin temel teknikleri vardı, hem ülkenin son yüzyılı. Onda herkesin hikayesi vardı, savrulup giden zamanın kumlarında eriyen yiğit insanlar, dünya güzeli sevgililer, dedikleri dedik zalim ağalar, onlara başkaldıran yoksul ama yiğit delikanlılar, Çukurova’nın çeltik tarlaları, pamuk ovaları, Hemite’nin, Anavarza’nın efsaneleri, gelmiş geçmiş bütün köylüleri, ırgatları, atları, çiçekleri, börtü böceği… Türkçeyi dünyanın en zengin dili gibi şahlandırarak yarattığı bir kartpostal canlılığında ucu bucağı gözükmeyen bir resmigeçit içindeydi kitap. Bir sayfada bir tüfek yazılmışsa o tüfek başka bir sayfada mutlaka patlamalı diyen burjuva romanına amaçlı amaçsız bunca figür, börtü böcek, insan, efsane, obje, üç sayfa da ancak düşen, düşerken bütün otları, bil cümle yaratığı seyrettiren bir yaprak sığar mı? Belki, ama bir halk hikâyesine sığar da düşer de, kimse de bunda edebi tekniklerin metresiyle kusur aramaz. Esas olan anlatı, yarattığı haz, coşku, sona kalan bildiridir. Bildiri netti; gönüllere su serpen, dağlanan kalpleri durulayan bir sondu: Kötülük kimsenin yanına kalmaz. Kurgu kusursuzdu, elinize alıp da havasına girdiğinizde bitirmeden bırakamazdınız. Anlatı ise Türkçe'nin o güne kadar gördüğü en muhteşem anlatımdı. Ayrıca roman her deneye açık, yeniliğe deli bir sanat dalıyken doğru, zekice bir yaklaşımdı. Başka bir şey vardı; halka hikayesini canlı canlı anlatan aşık, halkın nabzını hesaba katmak zorundaydı. Ağanın gözlerinin içine bakarak anlatırken ağayı devirecek İnce Memed zor doğardı. Ama roman özgürdü, seyirciyi hesaba katmadan ruhu oldurabilirdi. Öyle yaptı. Romanın tipik ve değişmeyen özelliğidir; karekterler okura inandırıcı gelmeliydi. Bu kahramanlar ciddi ciddi bir ruh hastası gibi duruyordu; hadi İnce Memed düşmanı, peki nasıl oluyordu da kimseye tek bir iyilik düşünmeden bir ömrü sürdürüyordu o zengin Abdi Ağa? Ya da İnce Memed hiç mi hata yapmaz, hiç mi nefsine yenilmez, bir karıncayı incitmez, ben burada korktum, baş edemem diyemez...mi? Süpermen de bir insanın uçtuğuna, Frankenstein'de bir ölünün canlandırılıp yaşayan biri gibi her türlü hissiyatla hareket ettiğine, tanrıya bile isyan edip " madem beni sevmeyecektin niye yarattın" dediğine inanıyorsun da bir insanın kırk yıl hiç yamuğu olmayan odunlar toplayıp Taptuk Emre dergahına taşıdığına mı inanmayacaksın? Yaşadığı gerçekten bunalan okur bakalım ne diyecekti? Onca yıllık arayışı iyi meyve vermişti. Sanki ezberindeydi, 500 sayfalık romanı üç ay gibi kısa bir zamanda o kış bitirdi. Roman Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi. Bana kalsa ezberindeydi. Her bölgede birkaç kişi olan kötü ağalarla geneli kapsayan milyonlarca mağdurun çatışmasını eşsiz bir dille anlatan bu eski hikayenin görkemli yeni anlatısı bunalmış geniş yığınlara bereketli bahar yağmuru gibi geldi. İlki değil, doğmamıştım bile, ama sonrası gelen İnce Memed serisinin gazetede resimlerle tefrika edilen romanlarının devamlarını okuma yazma bilmeyen kişilerin satın aldıkları gazetelerden okumayı yazmayı yeni söken bana okuttuklarını anımsarım. Sahi o güzel temsili resimleri çizen kimdi? Abidin Dino mu? Öylesine bir popülerlik yakaladı. Roman kent soylunun üretimi, şehirli işidir, yazmak da okumak da... Bir eğitim ve alt yapı ister. Yaşar Kemal bu zinciri parçalayan ve herkesin olmayı başaran tek yazardır. Sonra da hep aynı temada yazdı. Kahramanları gerçek insanlara benzemeyen, kusursuz biçimde iyi ya da kötü olan ama insanın hele mağdur ve ezilen insanın yürek şifası diye susayan her insanın, "karıncanın su içtiği" gibi içtiği nehir kitaplar yazdı. Adaleti arayan ve çoğu kazanan ezik insana dayalı yapıtları büyük ilgi gördü. Epik anlatımın bizdeki en güçlü ve başarılı yazarlarından biri oldu. Türkçeyi görsel tablolar yaratmak, şiirsel betimlemeler yapmak için ustaca kullandı. Kuşkusuz salt bize özgü bir hikaye değildi bu. İnsanlığın olduğu her yerde yığınla benzeri vardı ... bu nedenle Yaşar Kemal tüm dünya tarafından sevildi. Ödüller kazandı. Ne var ki Nobel'i alamadı. Nobel'i onun çırağı sayılabilecek Orhan Pamuk'a verdiler. Çünkü Burjuva o ödülü çağdaş biçim kazanmış hatta ötekilere göre yenilenmiş romana veriyordu artık. Şu söylenebilir, Yaşar KEMAL anlatıda yeni bir şey yapmadı; Dengbejlerin, meddahların, kadim anlatıcıların kavuğunu devraldı. Ne var ki, eski anlatılara olağanüstü görselleri olan tasvir ve betimlemeleri ekleyerek çağdaş bir Dede Korkut olmayı başardı. Özgün anlatımıyla yeri asla doldurulamayacak bir hikaye anlatıcısı ve dil ustası olarak, dünya durdukça da geçmişte bir güzellik arayacak herkesin başvuracağı Türkçe kitaplar bırakarak adını kocaman harflerle yazdırıp gitti. Keşke bir ardılı olsaydı... * 28.02.2018 ÇOK OKUNANLAR İlk yayınlandığı 2018 Şubatından güncellendiği bugüne değin 175 kez ziyaret edilen 2 beğeni alan yazı AZÇOK OKUNANLAR diye kategorize edildi.

  • Türkiye'nin İlk Kadın İlahiyatçısı Bahriye ÜÇOK

    Aycan AYTORE * Bahriye Üçok (10 Mayıs 1919, Trabzon - 6 Ekim 1990, Ankara), Türk tarihçi, ilahiyat akademisyeni ve siyasetçidir. Türkiye'nin ilk kadın ilahiyatçısı olan Üçok, Türkiye'de İslam tarihi, İslam'da kadınların yeri ve laiklik gibi konular üzerine çalışmalar yürüttü ve çeşitli kitaplar yayımladı. Siyasete girdiği 1971 yılından itibaren 1990 yılına kadar cumhuriyet senatörlüğü, milletvekilliği gibi görevler üstlendi. Aktif siyaset yaptığı dönemde hem mecliste hem senatoda laiklik, irtica ve Türkiye'deki dinî konularla ilgili konuşmalar yaptı ve çözüm önerileri sundu. 6 Ekim 1990 tarihinde adresine gönderilen bir paketteki kitabın içine gizlenmiş bir bombanın patlaması sonucunda öldü. Ordu'daki ilk ve orta öğreniminin ardından İstanbul'daki Kandilli Kız Lisesinde eğitim gördü. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Orta Çağ Türk-İslam tarihi ve aynı üniversitenin Devlet Konservatuvarı Opera Bölümünden mezun oldu. Daha sonra 1953 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde İslam Tarihi bölümüne öğretim üyesi olarak atanarak Türkiye'nin ilk kadın ilahiyatçısı oldu. 1957 yılında İslam Tarihinde İlk Sahte Peygamberler adlı teziyle doktorasını tamamladı. Bu tezi, İslam dünyasında ilk sahte peygamberlerin hareketlerini incelediği bir akademik çalışma olarak kabul edilir. Akademik çalışmaları, İslam tarihi ve İslam dininin erken dönemleri üzerine yoğunlaştı. Türkiye'de İslam ve kadın üzerine ilk akademik çalışmaları yapan kişidir. İslam tarihinde kadınların rolünü ve tarih boyunca kadın hükümdarları da çalışan Üçok bu alandaki çalışmalarıyla tanındı. Aynı zamanda kadın hakları savunucusuydu. Bahriye Üçok, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın atamasıyla 1971'de Cumhuriyet Senatosuna kontenjan senatörü olarak girdi. 1983 yılında Halkçı Parti'den Ordu milletvekili seçildi. Türkiye Büyük Millet Meclisinde laiklik ve kadın hakları gibi konularda aktif rol üstlendi. Siyasete atıldıktan ve kadın haklarıyla laiklik konularında açık görüşlerini dile getirmesinin ardından birçok tehdit aldı. 6 Ekim 1990 tarihinde adresine gönderilen paketteki kitabın içine gizlenmiş bir bombanın patlaması sonucunda öldü. Öldürülmesini önce "İslami Hareket" adlı bir örgüt üstlendiyse de yargı safhasında failin Tevhid-Selam adlı başka bir İslamcı örgüt olduğu ortaya çıktı. Bahriye Üçok'un ölümünün ardından, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy suikastları ve benzer olaylar için Umut Davası olarak bilinen bir yargılama süreci başladı. Ölümüyle bağlantılı bu davada, Türkiye'de aydın cinayetlerinin ve tehditlerinin ciddiyeti ve tehlikesi vurgulandı. Üçok'un İslam üzerine yayımladığı akademik eserler, Türkiye'de laikliğin ve demokrasinin korunmasına yönelik çalışmaları ve kadın hakları savunuculuğu, kendisinin Türkiye'de "Laikliğin Savunucusu İlahiyatçı" lakabıyla tanınmasını sağladı. Türkiye'deki kadınların toplumsal ve siyasi hayata katılımına ve laiklik ilkesinin korunmasına yönelik katkıları, günümüzde de çeşitli kesimlerden destek görmeye devam etmektedir. İlk yılları ve eğitimi Bahriye Üçok, Mehmet ve Nadire Bektaşoğlu'nun kızı olarak 10 Mayıs 1919'da Trabzon'da doğdu. İlk ve orta eğitimini Ordu'da tamamlayan Üçok, İstanbul'daki Kandilli Kız Lisesinden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Orta Çağ Türk İslam Tarihi Bölümü ile Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Opera Bölümünde eş zamanlı olarak dört sene eğitim gördü. İki bölümden de mezun olduktan sonra kısa bir süreliğine DTCF fakültesinin kütüphanesinde memur adayı olarak çalıştı. 26 Ekim 1942'de Samsun Lisesine tarih öğretmeni stajyeri olarak atandı. Yaklaşık iki sene sonra, 21 Aralık 1944'te ise Ankara'daki 4. Ortaokulda tarih ve coğrafya öğretmenliğine atandı. 1953'te Ankara Ticaret Lisesinde görevlendirildi. 16 Kasım 1953'te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Kürsüsüne asistan adayı olarak atanınca lisedeki görevinden ayrıldı. Üçok, fakültenin ilk kadın öğretim üyesi ve Türkiye'nin ilk kadın ilahiyatçısıydı. Aday öğretim üyeliğinin süresinin 28 Eylül 1954'te dolmasının ardından kadrolu asistan oldu. Akademik kariyeri İslam Tarihinde İlk Sahte Peygamberler adlı teziyle 1957 yılında doktorasını tamamladı. Monografi niteliğindeki tezinde, Hicret'in ilk on yılında gerçekleşmiş İslam karşıtı faaliyetleri incelemiş; Müslüman geleneğinde Muhammed ve vaizlerinin aleyhtarı olan ve "yalancı peygamberler" olarak adlandırılan Esved el-Ansî, Tuleyha bin Huveylid, Müseylime ve karısı Secah'ın İslam'a karşı yürüttükleri mücadelenin doktrinini ve gösterdikleri değişimi açıklamış; bu kişilerin İslam'a karşı verdikleri mücadelenin siyasi ve sosyal nedenlerini anlatmıştı. Sahte peygamber hareketlerinin İslam tarihi üzerinde iki olumlu ve bir olumsuz etkisi olduğunu ifade ederken ona göre sahte peygamberlere karşı verilen mücadele, Muhammed'in ölümünden sonra Muhacir ve Ensar arasında olası bir ayrılığı engellemiş ve aynı kabileden olan Müslümanlar ile gayrimüslimlerin farklı taraflarda savaşmasını önlemişti. Tezinde bu durumun kabile bağlarının gevşemesine yol açarak İslam'ın yayılması adına olumlu bir etki yaptığını fakat aynı zamanda bu sahte peygamber hareketlerinin İslam'ın yayılmasını bir süre geciktirdiği için olumsuz bir etki yarattığını da ileri sürmüştü. 1 Eylül 1961'de, uzmanlık eğitimi alması adına Fransa'ya gönderildi. Bir sene sonra, 10 Eylül 1962'de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki görevine döndü. 4 Aralık 1964'te, İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar adlı eseriyle İslam Tarihi Kürsüsünde doçent unvanı kazandı. " Mücadeleden yılmayan, cesur ve kabiliyetli kadınların " yaşamları üzerine olduğunu belirttiği bu eserinde Üçok, kadınların devlet yönetimindeki rolünün çok sayıda tarihî örneği olduğuna dikkat çekerek bu konuda Saba Melikesi Belkıs, Yehuda Kraliçesi Atalya, Mısır Kraliçesi Kleopatra, Palmira Kraliçesi Zenobia gibi isimleri örnek verdi. Kitapta, birçok Avrupa ülkesindeki kadın hükümdarlara da vurgu yaparak İslam dünyasındaki kadın hükümdarların faaliyetlerinden bahsetmişti. 1967 yılında doktora tezini genişletip düzenleyerek İslamdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler adı altında yeniden yayımladı. Aynı yıl Belleten'de yayımlanan "İslâm Devletlerinde Bazı Nâibeler" adlı makalesi, İslam dünyasındaki kadınların tarih boyunca rolüne dair yapılan araştırmalarının devamı niteliğinde değerlendirildi. Bu makale; Avrupalı bilim insanlarının, genellikle kadınların İslam toplumlarındaki toplumsal ve bireysel hayat üzerindeki etkisini doğru bir şekilde değerlendiremediklerini ve kadınların yalnızca kocalarının eşleri olarak haremlerde izole bir hayat sürdükleri şeklinde yanlış bir algıya sahip olduklarını düşünen Üçok nezdinde bu fikirlere bir tepki olarak görüldü. Üçok aynı zamanda, Sasani İmparatorluğu'ndaki kadınların hukukî statüsünü inceleyen ve kadınların geniş haklara sahip olmalarının imparatorluğun çöküşüne katkıda bulunduğunu öne süren Christian Bartholomae'nin argümanlarını eleştirdi. 2021 tarihli bir çalışmaya göre Türkiye'de kadın ve din konusundaki "ilk kıvılcımı çıkaran" kişi Bahriye Üçok'tur. Siyasi kariyeri Senatörlük dönemi Bahriye ÜÇOK ve eşi Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın talimatıyla 14 Ekim 1971'de kontenjan senatörü seçildi. Tayfur Sökmen tarafından 2 Kasım 1971'de Cumhuriyet Senatosu Başkanlık Divanı kâtipliğine aday gösterilen Üçok, yapılan oylamayla bu göreve seçildi. Senatörlüğü boyunca Genel Kurulda muhtelif konularda yirmi üç konuşma yaptı. 14 Ocak 1972'de yaptığı konuşmada, bazı camilerde Atatürk Devrimleri'ne karşı konuşulduğunu ve halkın kışkırtıldığını ifade ederek Diyanet İşleri Başkanlığının cehaletle savaşması için Atatürk Devrimleri'ni cami vaazlarında halka anlatabileceğini söyledi. 1974'te kâtiplik görevine yeniden seçildi. 18-24 Kasım 1975 tarihlerinde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün Pakistan'a gerçekleştirdiği ziyarette refakatçi sıfatıyla bulundu. Altı yıllık senatörlük görev süresinin 14 Ekim 1977'de dolmasıyla birlikte senatodan ayrıldı. Milletvekilliği dönemi 1977'de Cumhuriyet Halk Partisi'ne katıldı. 12 Eylül Darbesi'yle tüm siyasi partilerin kapatılmasının ardından 1982 Anayasası'nın kabul edilmesini takiben partilerin kurulmasına yeniden izin verilen dönemde Halkçı Parti'nin kurucu üyelerinden birisi oldu.[ 1983 genel seçimlerinde Halkçı Parti'den Ordu milletvekili seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisine girdi. Mecliste milletvekili olarak görev yaptığı süre boyunca 15 kanun teklifi, 12 sözlü ve 37 yazılı soru önergesi verdi. Genel kurulda 33'ü kanun tasarıları hakkında olmak üzere toplam yetmiş kez konuşma yapt 11 Nisan 1984 tarihinde mecliste Diyanet İşleri Başkanlığına ilişkin sözlü sorular sordu ve bu sorulara dönemin Anavatan Partisi hükûmetinin Sanayi ve Ticaret Bakanı Kâzım Oksay cevap verdi. Üçok, Diyanet İşleri Başkanlığını şu sözlerle eleştirdi. " İtiraf etmekten çekinmeyelim ki bugün Türkiye, çeşitli akımların yanı sıra cumhuriyete karşı şeriatı açık veya kapalı, örtülü olarak savunan mihraklarla karşı karşıyadır ... Diyor ki, Diyanet İşleri Başkanlığı gazetesinde; «İslâm ilkelerine zıt bir durum tatbik edilmek istendiğinde devlete itaat edilmez.» Yani şeriat kurallarına ters bir harekette bir kanun çıkaracak olursak halkı isyana sevk edeceğiz, öyle mi arkadaşlar? Buna nasıl doğru diyebiliyorsunuz; nasıl doğru diyebiliyorsunuz rica ederim?.. " Bu sözleri üzerine dönemin Maliye ve Gümrük Bakanı Ahmet Alptemoçin, Üçok'a "bu meclisin vaktini işgal etmeye hakkınız yok, sayın milletvekili" dedi. Gazeteci Oktay Akbal, 2000 tarihli köşe yazısında Üçok'un tehlikeleri haber veren bu sözlerinin dönemin ANAP milletvekili ve bakanlarınca dikkate alınmadığını, aynı kişilerin "gerçekleri konuşanları bastırmaya çalıştığını" anlattı ve Bahriye Üçok'un "büyük uyarısının güncelliğini koruduğunu" belirtti. Diğer siyasi ve dernek faaliyetleri Milletvekilliği süresi dolunca meclisten ayrılan Üçok, siyasetle ilgilenmeye devam etti. Halkçı Parti ile Sosyal Demokrasi Partisi'nin birleşmesinde rol aldı. 1986'da bu birleşme ile birlikte kurulan Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin üyesi oldu. Üçok, 1988 yılında TRT'de katıldığı Açıkoturum adlı televizyon programında Kur'an'daki ayetleri örnek göstererek, İslam'da örtünmenin kadınlar için zorunlu tutulmadığını açıkladı. Bu programdan sonra Bahriye Üçok'a "çok sayıda tehdit telefonu ve mektubu" geldi. 27 Ekim 1988'de eşi Coşkun Üçok'un ölümünden sonra da bu tehditleri almaya devam etti ve hatta telefonla gelen tehditlerden birinde bayıldığı için hastaneye kaldırıldı. Üçok, 19 Mayıs 1989 tarihinde kurulmuş Atatürkçü Düşünce Derneği'nin kurucu üyeleri arasındaydı. 1990 yılı Eylül ayında ise SHP'nin parti meclis üyesi seçildi. Sosyolog Uğur Berk Kalelioğlu'na göre Bahriye Üçok'un Atatürkçü Düşünce Derneği'nin kurucu üyeleri arasında yer alması, "Mustafa Kemal vizyonu ve Atatürkçü düşünceye 'din karşıtlığı' doğrultusunda yöneltilen eleştirilere bir karşı duruş" olarak nitelendirilebilir. 26 Eylül 1990 tarihinde Tübingen, Almanya'da verdiği konferansta İslam'da kadın, Türk kadınının yasal hakları, Türk kadınının Türkiye ve Almanya'daki sosyal yaşantısı gibi konular üzerinde konuşma yaptı. Aldığı tehditler nedeniyle kendisini konuşmacı olarak davet eden Tübingen Türk Derneği üyelerinden koruma talep etti. Yerel polis teşkilatı, Üçok'un korunması için konferans süresince yanında iki kadın polis bulundurdu. 1990 yılında SHP'nin hazırladığı laiklik raporu üzerine çalışıyordu. Bu raporun parti meclisine ve merkez yürütme kuruluna sunulmasından sonra kamuoyuna yayımlanması planlanıyordu. Ölümünden üç gün önce tamamlayıp raporu dönemin SHP genel başkanı Erdal İnönü'ye sundu. "Gerici faaliyetlere sağlanan maddi desteğin büyüklüğüne" ve bunun için yayımlanan kararnamelere ve yürürlüğe giren yasalara vurgu yapan raporun yedi sayfalık özeti basın kuruluşlarına dağıtıldı. Üçok, yazdığı bu raporda irticanın "iktidarın koruyucu kanatları altında gittikçe semirmekte olduğunu" ve "dinsel kökenli çabaların 1982'den sonra anayasallaştığını" yazdı. Suikast Bahriye Üçok, 6 Ekim 1990 günü saat 16.00 sıralarında kızı Kumru Üçok ile yerel pazardan evine döndü. Çankaya, Köroğlu Caddesi, 15 numaralı evinin kapısında "Ekspres Kargo'dan ismine gönderilen" ve kendisi adreste bulunamadığı için kargo bürosuna geri dönmüş bir paketin elden teslim alınmasını talep eden bir nota rastladı. Bunun üzerine kızı Kumru Üçok, Kuzgun Sokak'taki Ekspres Kargo şubesinden paketi aldı ve eve geldi. Kumru Üçok'un paketi kapının önündeki pazar çantalarının yanına bırakmasının ardından Bahriye Üçok paketi aldı. Paketi eline alıp ipini kesen Üçok, içinde iki kitap buldu. Kitapları çıkartmakta zorlanan Bahriye Üçok, kızına "Bunu çok sarmışlar, içinde bir şey olmasın? Bunu ben dışarda açayım, sen uzak dur" dedi. İçinde dinî kitaplar bulunan paketin patlamasıyla Bahriye Üçok'un iki kolu ve bir bacağı bedeninden ayrıldı. Patlama üzerine etrafta bulunan insanlar ve polislerin yardımıyla Hacettepe Tıp Fakültesi acil servisine kaldırıldı. 17.30'da hastaneye gelen Üçok'un kalbi durmuştu. Bahriye Üçok, saat 20.00'de ameliyata alınamadan öldü. Dönemin SHP genel başkanı olan Erdal İnönü, parti genel sekreteri Hikmet Çetin tarafından telefonla aranarak Bahriye Üçok'un ölümünden haberdar edildi. İstanbul'dan Ankara'ya giden Erdal İnönü, aynı gün 21.50 sularında Bahçelievler'de akrabalarının evine gitmiş olan Kumru Üçok'a başsağlığı diledi ve kendisini teskin etti. 9 Ekim 1990'da Bahriye Üçok'un cenazesi Maltepe Camii'nden kaldırıldı. Cenaze namazından önce dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın gönderdiği ve üzerinde "Cumhurbaşkanı" yazan çelenk protesto edildi. Çelenk orada bulunan görevliler tarafından ters çevrildi ve cami dışına çıkarıldı. Ankara Üniversitesi Rektörlüğünde, saat 08.30'da gerçekleştirilen cenaze törenine Erdal İnönü, Süleyman Demirel, meclis başkanı Kaya Erdem, SHP yöneticileri, SHP il ve ilçe örgütleri, DYP, HEP, CDGP genel başkanları katıldı. Bunun yanı sıra meslek odalarından temsilciler, Türk-İş'e bağlı sendikalar da cenaze törenindeydi. Törene toplam 30 bin civarı kişi katıldı. Üçok'un cenazesi, Karşıyaka Mezarlığı'na defnedildi. Soruşturma ve yargılamalar Bahriye Üçok'a gerçekleştirilen bombalı suikasti "İslami Hareket" adlı bir örgüt üstlendi. Söz konusu örgüt adına konuştuğunu belirten bir kişi, Cumhuriyet gazetesini arayıp Bahriye Üçok'u "tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden cezalandırdıklarını" ve "İslam'a sınır koyanları idam etmeyi borç bildiklerini" söyledi. Ankara Emniyet Müdürlüğünden yetkililer de Üçok'un son zamanlarda "sık sık tehdit edildiğini" belirtti. Dönemin Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Ağar, paketi kargoya verenlerin kimliğinin belirlenmesi için çalışıldığını söyledi. Ankara Valisi Saffet Arıkan Bedük, paketin gönderici kısmında "İlmi Araştırmalar Vakfı" adlı bir kurumun yazdığını belirtti ve bu tipteki suikast girişimlerinde paketin üstünde yazan gönderici bilgilerinin "çoğunlukla doğru olmadığını" vurguladı. Bahriye Üçok'un suikast sonucu ölümünün araştırmasında polis, Devlet Güvenlik Mahkemesi ve Milli İstihbarat Teşkilatı görev aldı. MİT, İslami Hareket adlı örgütle alakalı araştırma yaptı ve yurt dışıyla bağlantısı hakkında bilgi toplamaya çalıştı. Güvenlik güçlerinin İslami Hareket adlı örgüte dair hiçbir bilgisi olmadığı ve soruşturmanın "tıkanıp kaldığı" belirtildi. 7 Ekim 1990'da Anadolu Ajansı'nı arayan biri, suikasti "Ülkücü Gençlik Albay Fetih Ordusu" adına üstlendiklerini belirtti. Bunun üzerine polis yetkilileri, bu örgütle ilgili bir bilgiye sahip olmadıklarını ve olayın istismar edilmesi veya hedef saptırmak için artık herkesin suikastı üstlenebileceğini ifade etti. Polis, soruşturmanın ilk aşamasında, bombanın yapımında kullanılan patlayıcı maddenin NATO'ya üye ülkelerde üretilen ve Orta Doğu'daki "İslami terör örgütlerinin kullandığı bir plastik patlayıcı olduğunu" tespit etti. Aynı zamanda polis, Üçok'a kitap içinde gönderilen ve nitrogliserin içeren patlayıcının, aynı yıl Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınevi'nde yaşanan patlamada da kullanıldığını belirtti ancak Diyanet'te yaşanan patlamadan çıkan yangını söndürürken kullanılan su yüzünden Üçok'a gönderilen bombayla Diyanet'teki patlamaya sebep olan maddenin net bir biçimde karşılaştırılamayacağını ifade etti. Daha sonra polis, bombanın yine Orta Doğu merkezli örgütlerin kullandığı C-4 tipi patlayıcı olduğunu açıkladı. Bomba paketini Üçok'a yollayanları görmüş tek kişi, Ekspres Kargo şirketinin teslimattan sorumlu çalışanı Gülay Calap'tı. Gülay Calap polise ifade vererek paketi ona teslim edenlerin eşkâllerini ayrıntılı bir şekilde anlatıp robot resimlerinin çizilmesine yardımcı oldu fakat ifadesini verdikten sonra kayıplara karıştı. Calap, Bahriye Üçok'un ölümünden dört sene sonra, 16 Ocak 1994'te Türkiye Devrimci Halk Partisi İzmir sorumlusu olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. Örgütün PKK'yla ilişkili olması sebebiyle Calap'a mahkemece 22 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Medya kuruluşlarınca "kargocu kız" olarak anılan Gülay Calap, 4 yılı Çanakkale E Tipi Cezaevinde olmak üzere toplam 16 yıl hapis yattıktan sonra tahliye edildi. Umut Davası kapsamındaki gözaltılar, yargılamalar ve cezalar Güvenlik güçleri tarafından İstanbul'da bulunan "Hizbullah İlim Grubu"na 17 Ocak 2000'de bir operasyon düzenlendi. Bu operasyonda ele geçirilen CD ve disketlerdeki bilgilerden yola çıkılarak Uğur Mumcu'yu öldürenlerin bulunması için polis tarafından 21 Şubat 2000'de Umut Operasyonu başlatıldı. Türkiye genelinde yüzden fazla kişi, bu operasyon kapsamında şüpheli sıfatıyla gözaltına alındı. Operasyon ve gözaltılardan sonra soruşturmayı yürüten savcı Hamza Keleş tarafından 11 Temmuz 2000 tarihinde Umut Davası adlı dava açıldı. Bu dava, gazeteci ve yazar Uğur Mumcu suikastının sorumlularını yakalamak amacıyla başlatılmıştı fakat daha sonra ortaya çıkarılan bağlantılar sonucunda Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok'un suikastları dahil yirmi iki olayı içeren bir davaya dönüştü. İlk yargılama sürecindeki savcı iddianamesinde, Tevhid-Selam ve Kudüs Ordusu ismindeki örgütün yöneticisiyle üye sanıkların "Türkiye'deki mevcut anayasal düzeni silah zoruyla değiştirerek yerine İran rejimine benzer bir İslam devleti kurmayı" amaçladığı belirtildi. Sanıklardan Ferhat Özmen, yolladığı bombalı paketle Bahriye Üçok'u öldürdüğünü itiraf etti. Dava kapsamında 17 sanığın yargılanması 14 Ağustos 2000'de başladı. Sanıklardan Ferhat Özmen dâhil dokuzuna Türk Ceza Kanunu'nun 146/1. maddesine göre idam cezası, ikisine 22 yıl 6 aydan az olmamak üzere ağırlaştırılmış hapis cezası, dördüne 15 ila 22 yıl 6 ay hapis cezası ve kalan ikisine 4 yıl 6 ay ila 7 yıl 6 aya kadar hapis cezası istendi. 7 Ocak 2002 yılında sonuçlanan davada örgüt üyesi Necdet Yüksel ve Rüştü Aytufan'a verilen müebbet hapis cezaları onandı. Dava sonuçlanmış olsa da Yargıtay tarafından sanıkların bir kısmı için verilen kararlar bozuldu. Ferhat Özmen ve diğer birkaç sanığın cezaları, Gülay Calap'ın paketi kendisine teslim ettiğini iddia ettiği Ferhat Özmen ile yüzleştirilmemiş olmasından ve buna ek birkaç sebepten daha iptal edildi. İkinci yargılama sürecinde 16 Nisan 2003 tarihinde gerçekleşen duruşmada Gülay Calap ve Ferhat Özmen mahkemede karşı karşıya getirildi. Calap, olayın üzerinden uzun süre geçtiğinden kendisine paketi veren kişiyi tanıyamayacağını öne sürdü. Yargılama sürecinin sonunda, 28 Temmuz 2005'te Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Ferhat Özmen'e hiçbir indirim olmaksızın ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi ve 2006'da cezası onandı. Ceyhan Mumcu, Ankara Cumhuriyet Başsavcı vekilliğine 4 Haziran 2008'de bir dilekçe vererek Gülay Calap'ın, Calap'ın avukatı Filiz Kalaycı ve gazeteci Fehmi Koru'nun ifadelerinin alınmasını talep etti. Davada verilen son cezalar Mart 2014'te Yargıtayın 9. Ceza Dairesi tarafından onandı. Yargıtay bu onama kararında Tevhid Selam ve Kudüs Ordusu örgütünün Bahriye Üçok'u öldürdüğünü açıkladı. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, kararında İran bağlantılı örgütleri öne çıkardı. Tevhid-Selam örgütünün 1985 yılında İstiklal ve Şehadet dergileri, ardından da Tevhid ve Selam gazetesi etrafında örgütlendiğini kaydeden Yargıtay, bu örgütlerin radikal dinî fikirlere sahip olduğunu ve İran devriminin yöntemini benimsediğini savundu. Yargıtay, buna ek olarak bu örgütlerin amacının Türkiye Cumhuriyeti topraklarında İran gibi şeriatla yönetilen bir devlet kurmak olduğunu vurguladı. 2017 yılında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, "terör örgütü kurmak ve yönetmek" suçundan hapis yatan Hasan Kılıç, Mehmet Ali Tekin, Mehmet Şahin, Yusuf Karakuş ve Recep Aydın'ın Anayasa Mahkemesine başvurmasının ardından bu hükümlülerin yeniden yargılanmasına karar verdi. Bu beş sanık da cezalarının infazı durdurulduğu için tahliye edildi. Günümüzde Umut Davası kapsamında yargılanmış on yedi sanıktan Ferhat Özmen ve Necdet Yüksel dışında şu an cezaevinde bulunan kimse yoktur. Suikasta tepkiler ve hükûmete eleştiriler Dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal, Üçok'un öldürülmesinden derin üzüntü duyduğunu ifade etti. "Saldırıyı nefretle telin ettiğini" belirten Özal, Bahriye Üçok'un aldığı görevlerde Türkiye'ye değerli hizmetler verdiğini vurguladı. Başbakan Yıldırım Akbulut ise kimsenin buna benzer olaylarla bir yere varamayacağını belirterek saldırıya tepki gösterdi ancak bu olayı, "1980 öncesindeki Türkiye'deki hareketlerle aynı şekilde mütalaa etmenin yanlış olduğunu" öne sürdü. TBMM Başkanı Kaya Erdem, "...Türk milletinin cumhuriyet ilkelerine ve demokrasiye olan inanç ve güveni karşısında bu karanlık odakların çirkin emellerine ulaşmaları asla mümkün değildir" diyerek bombalı saldırıya tepki gösterdi. 9 Ekim 1990 günü Bahriye Üçok'un cenazesi için bir kortej düzenlendi. Kortejde Süleyman Demirel, Kaya Erdem ve Erdal İnönü yan yana yürümekte, arkada da "Laik Demokratik Çağdaş Türkiye" yazılı bir pankart görülür. SHP genel başkanı Erdal İnönü, emniyet birimlerinin suçluları bulacak kuvveti olduğunu fakat bunu isteyip istemediklerinden emin olmadığını ifade etti. Hükûmet bulmasa dahi kendilerinin bu olayı aydınlatacaklarını söyleyen İnönü, "tek tek hepimiz öldürülsek de biz bunları demokrasi içinde aşacağız. Bir kişi de kalsa çağdaş olarak yaşayacağız. Kimsenin kuşkusu olmasın. Ama iktidar nerede?" sözleriyle ANAP hükûmetini eleştirdi. Ayrıca Üçok'un inançlı bir Müslüman olduğunu belirterek kendi ülkesinde dindar fakat laik bir çevrede yaşam sürmek isteyenlere yardım eden biri olduğunu ifade etti. DYP genel başkanı Süleyman Demirel ise saldırının bir "tertip" olduğunu belirtti ve Erdal İnönü'yü TBMM'de bulunan odasında ziyaret ederek başsağlığı diledi. Suikastın faillerinin derhal bulunmasını ve cezalandırılmasını isteyen Demirel, "...devlet, devlet gibi; hükûmet, hükûmet gibi olma mecburiyetindedir. 15 cinayetin hiçbirinin faili bulunamamıştır ... Her defasında söyleniyor. Kanı yerde kalmayacaktır deniliyor. Ama ondan ibaret kalıyor..." sözleriyle hükûmete eleştiride bulundu. Uğur Mumcu'ya göre Bahriye Üçok, Atatürk İlkeleri'ni savunduğu için öldürüldü. Mumcu, hükûmeti Üçok'un cinayetine karşı sessiz kaldığı gerekçesiyle eleştirdi ve "Atatürk İlkeleri'ni savunmanın artık bir cesaret işi olduğunu" söyleyerek tıpkı Bahriye Üçok ve öldürülmüş diğer Atatürkçü çizgideki aydınlar gibi "demokrasinin kendisinin de terör kurbanı olacağını" ileri sürdü. Bülent Ecevit'i de cenazeye katılmaması dolayısıyla eleştirdi. Gazeteci Hasan Cemal, Üçok'u öldürenlere yönelik olarak Türkiye'yi Orta Çağ karanlığına çekemeyeceklerini, "laik ve özgür düşünceyi susturma şansları olmadıklarını" ifade etti. Hikmet Çetinkaya, ANAP iktidarının özgürlükçü ve laik düşüncelerin gelişimine bir fayda sağlamadığını, en azından Üçok'u öldürenleri ve ilişkili örgütleri yakalayıp adalete teslim etmelerinin iyi olacağını belirtti. Kişisel hayatı 7 Temmuz 1945'te, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Coşkun Üçok ile evlendi. 25 Mayıs 1954'te ise Coşkun Üçok ile evliliğinden Kumru adında bir kızı oldu. Üçok, Fransızca, az düzeyde Arapça ve orta düzeyde Farsça biliyordu. Fikirleri Bahriye Üçok'un, Türkiye'de orta ve yüksek öğretim kurumlarında ilahiyat programlarının yeniden öğretilmesi girişimlerine karşı aktif muhalefet yaptığı belirtilir. Aynı zamanda "Kur'an'a bağlı kalarak İslam dinini çağdaş bir bakış açısı ve hoşgörü" ile yorumladığı belirtilmiştir. Bu yüzden 1960'lardan itibaren çeşitli tehditlere maruz kaldığı kaydedildi. Üçok; Atatürkçülük ve laiklik hakkında yazdı, konferanslar düzenledi, laik ve demokratik sistemin destekçisi olarak çalışmalar yaptı. Katıldığı toplantılarda vurguladığı konular arasında laiklik, kadın hakları ve irtica tehlikesi bulunuyordu. Özellikle laiklik ve kadın hakları konularına odaklanan ve "aydın bir din bilgini" olarak bilindiği belirtilen Üçok'un çeşitli kesimlerce "Laikliğin Savunucusu İlahiyatçı" olarak tanındığı vurgulandı. Buna ek olarak üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına TBMM'de karşı çıktı. Atatürkçü Düşünce Derneği'ne göre Üçok "hem devrimci hem de mücadeleciydi; kadın haklarını savunuyor ve laikliğin ülkeyi özgür kılacağını" söylüyordu. Bununla beraber "İslam dininin kadınlar için de bir devrim olduğunu ancak hatalı bir şekilde yorumlanmasından ötürü farklı noktalara gittiğini" öne sürmekteydi. Cumhuriyet gazetesi yazarı Mahmut Aslan'a göre ise canının tehlikeye girme ihtimali olsa dahi laiklik aleyhindeki eylemlere karşı çıkmıştır. Yazara göre günümüzde "Bahriye Üçok'un izinde yürüyen milyonlarca kişi vardır". Mirası ve anılması Ölümünün ardından Türkiye'de birden fazla yere Bahriye Üçok'un adı verilmiştir. Buna örnek olarak İzmir, Karşıyaka ve Karabağlar'daki Bahriye Üçok mahalleleri, Kocaeli'deki Bahriye Üçok Caddesi, İstanbul'daki Bahriye Üçok Ekolojik Çocuk Yuvası, Eskişehir'deki Bahriye Üçok Eğitim ve Gelişim Merkezi verilebilir. Bunlara ek olarak Fethiye'de, Zeytinburnu'nda, Çan'da, Bergama'da, Narlıdere'de ve Çankaya'da Bahriye Üçok'un adını taşıyan parklar bulunmaktadır. Fethiye'deki parkta büstü, Çankaya'daki bir parkta ise heykeli bulunur. 4. Levent'teki Demokrasi Kahramanları Parkı'nda da Bahriye Üçok'a ait bir heykel vardır. Üçok'un adı aynı zamanda Çankaya'daki bir kütüphaneye[60] ve Ataşehir'deki bir hasta misafirhanesine verilmiştir. İzmir Kadın Müzesi'nin "Protesto ve Kadınlar" bölümünde, Bahriye Üçok'un suikast sonucu ölmesini protesto etmek için 13 Ekim 1990 tarihinde çeşitli sivil toplum kuruluşları tarafından İstanbul'da düzenlenen yürüyüşün o döneme ait haberleri bulunur. Aynı müzede bulunan "Öncü Kadınlarımız" odasında da Bahriye Üçok'un fotoğrafı ve bilgileri mevcuttur. Bahriye Üçok'un ölüm yıl dönümünde, Atatürkçü Düşünce Derneği dâhil olmak üzere çeşitli kurumlar, siyasi partiler, devlet yetkilileri ve sivil toplum kuruluşları tarafından anma törenleri yapılmakta ve mesajlar yayımlanmaktadır. Haricî video Doç. Dr. Bahriye Üçok Anması (1:41:56), Atatürkçü Düşünce Derneği, 2022 İZLEMEK İÇİN RESME TIKLA ESERLERİ Bildiri Üçok, Bahriye (1972). "Hindistan'da Bhopal Devleti'nde bir naibe ve üç kadın hükümdar". TTK Tebliğler VII, 1. Ankara: Türk Tarih Kurumu. ss. 446-450. Çeviri Mazaherî, Ali (1972). Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları. Üçok, Bahriye tarafından çevrildi. İstanbul: Varlık Yayınları. Mazaherî, Ali (1964). Müslüman Ortaçağda Eğitim ve Öğretim. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 12. Üçok, Bahriye tarafından çevrildi. Ankara. ss. 119-128. Poliak, Abraham Nahum (1954). "Samî Doğunun Araplaştırılması". Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 3 (3-4). Üçok, Bahriye tarafından çevrildi. Türk Tarih Kurumu Basımevi. ss. 85-101. Kitap Üçok, Bahriye (1985). Çay, Merve (Ed.). Atatürk'ün izinde bir arpa boyu (2. bas.). Kırmızı Kedi Yayınevi (2018 tarihinde yayınlandı). ISBN 9786052983959. Üçok, Bahriye (1965). Female Sovereigns in Islamic States (İngilizce). Rampoldi, Milena tarafından çevrildi (3 bas.). epubli GmbH (2014 tarihinde yayınlandı). ISBN 9783844284522. Üçok, Bahriye (1965). İslâm devletlerinde Türk nâibeler ve kadın hükümdarlar (3. bas.). Bilge Kültür Sanat (2011 tarihinde yayınlandı). ISBN 9786055506551. Üçok, Bahriye (1967). İslamdan dönenler ve yalancı peygamberler (PDF). Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Üçok, Bahriye (1968). İslam tarihi Emeviler-Abbasiler (PDF). Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Üçok, Bahriye (1976). Notes from Korea (İngilizce). Ankara: İlk-San Matbaası. Üçok, Bahriye (2010). Şeriat Sarmalında Türkiye. Cumhuriyet Kitapları. ISBN 9786054183920. Konferans metni Üçok, Bahriye (1979). Kur'an Harfleri ve Atatürk Devrimlerine Karşı Çıkışlar. Belleten. 43 (172). Türk Tarih Kurumu. ss. 823-836. Makale Üçok, Bahriye (1960). "Delhi Müslüman - Türk Sultanlığının Kuruluşu Ve Sultan Raziye'nin Saltanatı". Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 8 (1-4). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. ss. 135-148. Üçok, Bahriye (1955). "Hamitoğulları Beyliği". Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 4 (1-2). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. ss. 73-80. Üçok, Bahriye (1967). "İslâm Devletlerinde Bazı Nâibeler". Belleten. 31 (122). ss. 169-190. Üçok, Bahriye (1966). "İslam'da Mûsikî Üzerine". Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 14 (1-4). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. ss. 83-94. Üçok, Bahriye (1970). "İslam Tarihi". Tarih Dergisi, 24. ss. 131-135. Üçok, Bahriye (1961). "Kirman'da Müslüman Kutluk Devleti'nde İki Kadın Hükümdar". Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 9 (1-4). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. ss. 81-98. Üçok, Bahriye (1959). "Ridde". Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 7 (1-4). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. ss. 97-113. DERLEME : AYCAN AYTORE KAYNAK: İNTERNET

  • Gündüzünü Kaybeden Kuş

    CEVAT ŞAKİR KABAAĞAÇLI * Martılardan bahsediyorum. Onları sayısız çığrış ve çırpınışlarıyla kıyılarda görür, duyar ve görmesini de severiz. Fakat bildiğimiz o martılardan çok daha büyük ve kanatları çok daha uzun bir açık deniz martısı vardır. Onlara Güney Akdeniz'de "Miho" derler. İşte onlardan söz etmek istiyorum. Sanki kuş değildir de, kanatlanış bir köpük parçası -ne bileyim- bir ıssızlık parçasıdır. Denizin o hırlayan uçurumları, tepetakla dönmüş Niyagara çavlanı gibi havaya yükselirken, onlara gün göründü demektir. İşte o zaman fırtınayı da,kara bulutları da ta aşağılarda bırakırlar. İnsanın hayalini bile korkutan, çıldırtacak yüksekliklere çıkarlar. Göklerin koynunda küçücük mavi bir nokta olurlar. O nokta, çıkar çıkmaz da maviliklerde erir ve garip kuş, maviler çölünde, sessizlik içinde yapayalnız. Fırtınasız, açık havada başka bir dünyadan geliyormuş gibi, ara sıra uzun bir çağırış duyulur gibi olur. İnsan, "Acaba gök mavileri mi dile geldi?" diye dört yana bakınır durur. Oysa öten, denizin kartalıdır. Bu fırtnalar imparatorunun hızı kasırgayı aşar. Rakibi ancak şimşektir. Denizin ve sonsuzlukların bu kayıtsız seyircisi, karaların kartalı ve akbabası gib yırtıcı gagalı ve pençeli değildir. Enginin bu kuşu, en yükseklerde uçan bir ak bulut hayatını yaşar. Hacı Süleyman, şafaktan beri elde çifte, önde köpek, kıyı kıyı taban tepiyordu. Tanyeri uyanırken, keklikler derelerden, yamaçlardan cak cak cak cak cak cak... ederek, yeni doğan günü bütün kuşlar, böcekler, çalılar, dağlar, taşlar ve denizlerle esenliyorlardı. Ne bir kuş, ne de bir böcek olan Goethe'nin bile ölürken ve kapkara sonrasızlığa göçerken son çağırışı "Işık! Işık! Işık!" değil miydi? Çiçek, balık, kuş, insan hepsinin aradığı ışık işte ağarmaktaydı. Keklikler hamamböceği, solucan, akrep, tespihböceği değillerdi ki karanlıkları arasınlar. Onlar güneşle ve güneşten yaşıyorlardı. Zavallılar o ışığı sesleriyle, şarkılarıyla içlerinin ışığından gelme, ışıklarıyla esenliyorlardı. Günün ışığı keklik için güvenlik demekti. Hem kendisi, hem de palazları için karanlıklardan gelen korkuların sonu idi bu. Artık çalılıkların en kuytu ve gizli boşlukları bile aydınlanıyordu. Bütün ana keklikler yuvalarının kenarına oturmuşlar, "Merhaba!" diyerek gevezelik ediyor ve "Bir karanlık gece daha atlattık," diye birbirlerini kutluyorlardı. Hacı Süleyman yürüye yürüye dik bir kayalığın dibine vardı. Her yan keklik ötüşü kesilmişti. Gelgelelim binlerce kekliğin bir taneciği bile ortada yoktu. Hacı Süleyman köpeğine kızdı, "Senin burnun mu yok ne? A it oğlu it!" diye çıkışarak köpeğe bir tekme attı. Köpek kuyruğunu ardına kıstı ve beş on adım öteye kaçtı. Hacı Süleyman'ın gözlerini kan bürümüştü. Bu keklik bolluğundan üç dört çift olsun vuramasın ha? Elinden gelseydi çifteyi güneşe tutup, öldürücülük tutkusunu doyurmak için ateş edecek ve güneşi kör edecekti. Tam o sırada önünde yürüyen uyuz köpek yarı havlayış, yarı uluyuştan ibaret bir ses çıkardı. Aynı zamanda da Hacı Süleyman, başının üzerinde, yükseklerde bir kanat hışırtısı duydu. Yüksek bir kayanın tepesinde yumurtlayan bir miho kanada kalkmıştı. Hacı Süleyman birdenbire çiftesini havaya dikti ve çiftenin iki gözünü birden ateşledi. Miho kanatlarını topladı, avına saldıran bir şahin gibi, aşağıya doğru düştü. Havaya, yolunan bir sürü tüy uçtu. Kuş sendeledi, dengesini buldu. Ve bir fişek gibi dosdoğru yükseklere fırladı. Ardı sıra bıraktığı tüyler döne döne yere indi. Yandan gelen saçmaların biri, kuşun bir gözünden öteki gözüne geçerek, ikisini birden akıtıp kör etmişti. Kuş artık korkunç ve garip bir karanlıkta uçuyordu. Hiç durmadan, dinlenmeden beş saat uçtu. Doğdu doğalı tanıdığı göğü karanlıklarda aradı. Fakat göğü bulamıyordu. Biliyordu: Yuvası göğün bir kenarında, bir kayanın üzerindeydi. Yavruları yiyeceksizlikten ne haldeydiler acaba? Annelerinin mavilerde çınlayan sesini araya araya, göklere baka mı kalacaklardı? Kuş olanca gücünü yeni baştan kanatlarına verdi. Herhalde bu karanlıkları aşacak ve karanlıklardan ötelere yayılan mavilere ulaşıp dalacaktı. Böylelikle dört beş saat daha uçtu. Artık gece olmuştu. Miho hâlâ gündüzü arıyor, ama bulamıyordu. Kanatları ağırlaşıyordu. Kanatlarıyla aydınlığa varamayacağını anladı. İşte o zaman masum sesiyle mavi yükseklikleri yaratmaya kalkıştı. Türkü söyledi. Türküsüyle ve içinin ateşiyle zindan kesilen evreni, apaydın edecek olan güneşi yaratmaya çabalıyordu. Fakat artık bitkindi. Gecenin karanlığında sesi sendeliyordu. Engin üzerliklerin bu tenha uçucusu, karaya ancak yavrularıyla bağlıydı. Yavrularının yuvasını, bağrından yolduğu tüylerle döşemişti. Son bir defa, karanlıkta iki ayaklı birer pamuk yumağına benzeyen sarı gagalı yavrularını çağırdı. Sesi kısıldı. Gırtlağından garip gürültüler çıkararak ve tekerlenerek çırpına çırpına denize düştü. Ertesi günü, ıssız denizlerde bir beyaz tüy yüzüyordu ancak.

  • Kuğu Ezgisi

    Nilgün MARMARA * Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim, Yalpalayan hayatımın kara çarşaflı bekçi gizleri. Ne zamandır ertelediğim her acı, Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi, -bu şiir – Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim, Dost kalmak zorunda bana ve sizlere… Çünkü saldırgan olandan kopmuştur o, uykusunu bölen derin arzudan. Büyüsünü bir içtenlikten alırsa Kendi saf şiddetini yaşar artık, -bu şiir – Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü, ulaşılamayanın boyun eğen yansısı, Sevda ile seslenir sizlere! *** Nilgün Marmara , 13 Şubat 1958-13 Ekim 1987 1958 yılında İstanbul'da doğdu. Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesi'nde bitirip, yüksek öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladı. Sylvia Plath üzerine incelemeler yaptı. Plath'ın bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışı genç şairi etkiledi. Nilgün Marmara, şiirlerinde çoğunlukla, 1. tekil kişinin düşle gerçek arasında gidip gelen, kırılgan izleklerini kullandı. Çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı. Küçük İskender, Lale Müldür, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal, Onur Göknil ve Serdar Aydın gibi şairleri derinden etkiledi. Sylvia Plath sevgisi, Marmara'yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim 1987'de henüz 29 yaşındayken "yaşama karşı ölüm" dedi ve intihar etti. Kırmızı Kahverengi Defter adıyla yayınlanan günlüğünde "hayatın neresinden dönülse kârdır" ifadesi yer almaktadır.

  • Kuğu Gölü Balesi

    Kuğu Gölü ( Swan Lake), Tchaikovsky’ nin ilk temsili, 1876 yılında Moskova’da sergilenen dört perdelik ölümsüz balesi. Bale, dendiğinde akla gelen ilk eser olsa gerek. Baleyle uzak yakın ilgisi olmayanın bile bildiğidir. Bazen eser yaratıcısının önüne geçmiyor değil. Tchaikovsky, 1871 yazında, çok sevdiği yeğenleri için evde eğlensinler diye kısa bir bale müziği yazdı ve ismini de Kuğu Gölü koydu. Evdeki herkese rol dağıttı, kardeşi Modest, prens olmuş, çok eğlenmişlerdi. Oyun ailenin yakın dost çevresi önünde de sahnelendi ve gördüğü ilgi Tchaikovsky’inin dikkatinden kaçmadı. 1875 Mayıs’ında Kuğu Gölü’nü tam uzunlukta bir bale olarak bestelemek üzere avans alınca hemen işe başladı. Rimsky Korsakov’a daha sonra anlatacağı gibi, bu öneriyi “kısmen paraya gereksinimi olduğu için kabul etmiş” ama çok uzun bir süredir bu tür bir müzik yazma özlemi onu yönlendiren esas etken olmuştu. Bütün insani duyguları esir alan, umuttan umutsuzluğa, korkudan şefkate, melankoliden coşkuya koşan eser, güzellik ve büyünün, koreografi ve müziğin aşk evliliğidir... PETER İLYİÇ ÇAYKOVSKİ, 7 Mayıs 1840’da Ural dağlarında bir maden kenti olan Votkinsk’te doğdu.İyi bir öğrenim gördü ve özel müzik dersleri aldı. Ailesi Petersburg’a yerleşince bu kentte hukuk öğrenimine başladı ve 19 yaşında eğitimini tamamlayarak devlet memuru oldu. 21 yaşında iken annesinin ölümü üzerine yeniden besteci olma arzusu duydu ve işinden ayrılarak, sonradan Petersburg Konservatuvarı’na dönüşecek yeni bir müzik okuluna kaydoldu. 1865 yılında mezun oldu ve Moskova Konservatuvarı’nda müzik öğretmenliğine başladı. Bu kurumda çalıştığı 11 yıl boyunca birçok büyük eser yaratan Çaykovski, ilk defa Alınyazısı adlı senfonik şiirde kendi bestecilik üslubunu ortaya koydu: Tutku ve özlem dolu, küçük şarkıları yeğleyen bir üslup. 1878’de varlıklı bir müziksever olan Nadezhda von Meck ile tanıştı. 11 çocuklu bu genç kadın Çaykovski'yi maddi olarak destekledi. Aldığı maddi destek sayesinde Çaykovski öğretmenlikten ayrılıp kendisini bestelerine verdi. 1878 - 1885 yıllarını Avrupa-Rusya arasında gidip gelerek geçiren besteci, gittiği ülkelerde orkestralar yönetti. 1891’de ise ABD'ye giderek kendi eserlerinden oluşan dinletiler gerçekleştirdi. Çaykovski, 1875’de ilk kez seslendirilen 1. Piyano Konçertosu ve 1876’da sahnelenen Kuğu Gölü Balesi ile büyük başarı kazanmıştı; en başarılı operası olan Yevgeni Onegin’i 1879’da tamamladı; 1880'de 1812 Yılı Uvertürünü yazdı; 1881’de ilk kez seslendirilen Keman Konçertosu zamanla keman dağarcığının en gözde eserlerinden birisi oldu; 5. Senfoni 1888’deki ilk seslendirilişinden itibaren büyük başarı kazandı; 1889’da Uyuyan Güzel balesi sahnelendi; 1890’da yazdığı Maça Kızı, o yıl Çarlık Operaevi’nde sahnelendi. Romantik dönem Rus klasik müzik bestecisi, 6 Kasım 1893, St. Petersburg’da öldü. Çaykovski, sekiz senfoni, on bir opera, üç bale, üçü piyano, biri keman olmak üzere dört konçerto, üç yaylı dördül, en ünlüsü Andante Cantabile (1. yaylı dördülün ağır bölümü) olan çeşitli oda müziği eserleri bestelemiştir.

  • NİZAMÜLMÜLK

    Topkapı Sarayında bulunan Nizam'ül-Mülk'ün katlini tasvir eden 360B numaralı minyatür , 1653'te açığa çıkmıştır. Nizamülmülk, 10 Nisan 1018 - 14 Ekim 1092) Büyük Selçuklu Devleti'nde vezir olarak görev almıştır. Görev süresi ise Alparslan ile Melikşah dönemlerini kapsar. Gerçek ismi ise Ebu Ali Kıvamuddin Hasan bin Ali bin İshak et-Tûsî'dir. Devlet yönetimindeki etkinliği ve zekası ile tarihin önde gelen isimlerindendir. Abbasi Halifesinin verdiği "Nizâmülmülk" ismi, "devletin düzeni"  anlamına gelir. NİZAMÜLMÜLK KİMDİR? Aslı Fars olan Nizâmülmülk veya gerçek adıyla Ebu Ali Kıvamuddin Hasan bin Ali bin İshak et-Tûsî 10 Nisan 1018 - 14 Ekim 1092),bir Türk devleti olan Büyük Selçuklu İmparatorluğu 'nun başveziri ve Siyâsetnâme adlı eserin yazarı olan Fars devlet adamı ve siyaset bilimcisidir. Devlet işleriyle ilk olarak Gazne Devleti'nin Horasan valisinin yanında çalışarak başlayıp 1059'da Gazneliler Horasan valisi olmuştur. 1063'ten itibaren Selçuklular devletinde Alparslan'ın Belh valisinin yanında görevine devam etti. 1064 yılında Büyük Selçuklu Devleti'ne vezir olarak atandı. Alp Arslan (hüküm süresi 1063-1072) ve Melikşah (hüküm süresi 1072-1092) hükümdarlık dönemlerinde vezirlik görevinde bulunmuştur. Nizamülmülk ismi Abbâsî halifesi Kâim bi Emrillah tarafından verildi. NİZAMÜLMÜLK NASIL ÖLDÜ? Nizam'ül Mülk'ün vezirliği 27 yıl sürdü. Nüfuz sahibi devlet adamı, Haşhaşiler tarafından 10 Ekim 1092'de Cumartesi gününde öldürüldü. Konu hakkında çeşitli rivayetler vardır. Abdurrahman İbnü'l Cevzi'ye göre:"Nizam'ül-ülk, yolda, 10 Ramazan (14 Ekim 1092)'da öldürüldü. Onun ölüm haberini getiren kimse ancak 18 Ramazan (22 Ekim 1092)'da Bağdat'a ulaştı'' demiştir. Nizamülmülk'ün İsfehan'daki Mezarı Nizamülmülk'ün mezarı, bugün İran'ın İsfahan kentinin kenar mahallerinden birinde, Sultan Melikşah ile birlikte ve Selçuklu ailesinden pek çok isimle birlikte bir türbede bulunmakta ve Hoca Nizamülmülk olarak bilinmektedir. NİZAMÜLMÜLK NE DEMEK? Kelime anlamı "devletin düzeni" olan Nizamülmülk, memleketin nizamlarının kurucusu anlamındadır. Nizamülmülk ismi Abbası halifesi Kâim bi Emrillah tarafından verildi.

  • Uzanmak Gölgesine, Soluk ve Dalgın

    Eugenio Montale * Uzanmak gölgesine, soluk ve dalgın, güneşten kızgın bir bostan duvarının, dinlemek böğürtlen dikenlerinin arasından tarlakuşlarının şakımasını, hışırtısını yılanların. Toprağın çatlağında, burçakotlarında ya da izlemek kırmızı karınca dizilerini, kah dağılan, kah toplaşıveren başak kümeciklerinin üzerine. Gözlemek dallar arasından, çırpınışını denizin uzaklarda, pul pul, yükselirken ağaçsız tepelerden ağustos böceklerinin titreyen şarkısı. Ve dolaşırken göz kamaştıran güneşte hissetmek hüzünlü bir hayretle nasıl da benzediğini, hayatın ve acılarının, üstü cam kırıklarıyla kaplı şu duvar boyunca yürümeye. Eugenio Montale Çeviren: Egemen Berköz Eugenio Montale (d. 12 Ekim 1896 Cenova; ö. 12 Eylül 1981, Milano) İtalyan yazardır. Şairliğinin yanı sıra çevirmenlik ve eleştirmenlik de yaptı. 1975 yılında edebiyat dalında Nobel Ödülüne layık görüldü,

  • Güzel Atlar Ülkesi

    Şenol YAZICI * KAPADOKYA * KAPADOKYA'ya gitmek sadece bir gezi, Anadolu oryantalizmine bir bakış, peribacalarını seyretmek, bozkır havasını almak, ya da Ahiliğin başkenti Kırşehir'i görmek değildir, Anadolunun 10 bin yıllık tarihinini bir solukta okumak demektir. Erken Hristiyanlıktan bugüne bu toprakların neden herkese ANA gibi göründüğünü hissetmek, Abbasilerden alıp geliştirdiğimiz Fütüvvet teşkilanmasının ruhunu fark etmek, dahası Ahmet Yesevili, Hacı Bektaş'lı, Mevlana'lı, Ahi Evran'lı dünya devleriyle hasbihal etmek, AHİLİĞİN ayırdına varmak; Anadolu'nun harcının nasıl karıldığını anlamak demektir. Yani Bodrum'a gitmek gibi olmayacak, sizi biraz yoracaktır. * "Güzel Atlar Ülkesi"ne yani Kapadokya'ya 1988'in yaz başında gitmiştim ilk. Hiç görmediğim bir yer ararken, Ürgüp'ü bulmuştum; en çok ünlenen oydu. Kapadokya henüz moda değildi. Bir anlamda küçük kıyametim olacak büyük bir trafik kazası geçirmiş, arabam hurdaya dönmüş ben de hastanelik olmuştum. Bir süre öldü ölecek yattığım hastaneden çıkınca da bunu bir tür beklenmedik ikramiye sayıp, kazada bir kol dirseği gibi ikiye katlanan ama mucize biçimde güya tamir edilen arabayla yollara düşmüştüm. Herbir tekeri başka yöne gidiyordu, ama gidiyordu işte... Serde de gençlik var... Güneydoğu olayları hızlanıyordu. Hangi akla uymuşsam yolları askeri barikatlarla kesilmiş Tunceli üzerinden Elazığ'a, ardından Malatya'ya gitmiş, fakülte yıllarımdan kalma birkaç arkadaşı, herhalde hala aynı muhabbeti bulurum hevesiyle aramış, bulmuş, sonra da "aynı nehirde bir daha yıkanamazsın" diyerek karşıma dikilen Heraklatios’u görünce, ne işim vardı buralarda, diyerek geri dönmüş, ama hızımı alamadığımdan adı sık duyulmaya başlanan Ürgüp'e gitmeye karar vermiştim. Sanki Heraklatios oraya uğramıyordu… Gerçi uğrasa da bir daha yıkanmayı düşünmeyeceğin nehre niye derin bakasın ki? O zamanki Ürgüp; birkaç gariban pansiyon, özgürlüğünü yaşayan peribacaları ve yüzyıllar öncesinden bugüne harap bitap gelebilmiş kaya yerleşimleri, kiliselerden ibaretti… Gençliğimin ilgisini çok çekmemiş, bir daha ancak kaybolursam yolum düşer, diyerek Ege’de soluğu almıştım. Peribacaları dışında aklımda kalan; yerel satıcıların ellerinde iki incik boncukla, herhalde o günlerde kırsalda sıra vatandaşta çok görülmeyen şort giymem ve uzun saçlarım nedeniyle "İtalyano...İtalyano...." diyerek peşimden ısrarlı koşmaları olmuştu. Ne kültürel yanını fark etmiştim, ne de engin tarihini... Aklımda kalan dört yan taştı işte; hepsi o... Peribacaları, milyonlarca yıl önce volkanik patlamalar, rüzgar ve su erozyonu ile oluştu. Zamanla aşınan bu yapılar, bugün bildiğimiz mantar şeklindeki ikonik görüntüsünü kazandı. Tarihi uygarlıklar, bu kaya oluşumlarını özellikle erken Hristiyanlık döneminde barınak, kilise, hatta erzak deposu olarak kullandı. İçleri kolayca işlenip oyularak yaşam alanlarına dönüştürülen peri bacaları, yüzyıllarca insanlar için güvenli sığınak oldu. Kapadokya’da binlerce peribacası bulunuyor. En yoğun oldukları bölgeler: Göreme, Paşabağ (Rahipler Vadisi), Aşk Vadisi. Kuşkusuz peribacaları ortaya çıktığı gibi zaman içinde de aşınıp yok olacak, başka yerlerde de yeni peribacaları oluşacaktır. Peri bacaları Gerçi Hristiyanlığın ilk yıllarında Romalıların hışmından kaçan İsa yanlılarının sığınmasına çok uygun olmasından uzun süre yerleşimde kalmış kaya evlerde iki bin yıl öncesinden kalan izleri anlamlandırmanız daha çok hayal gücünüze bağlıydı. Ama ne saklayacağım, ayartmak için de olsa beni İtalyanlara benzetmeleri de hoşuma gitmişti... O günler modaydı, bir ecnebiye benzetilirseniz adam sayılırdınız, benzetildiğiniz Jean Paul Belmando bile olsa... Sanki şimdi moda değil de... Kabul hatalıyım, aslında büyük söz etmeyip bir daha yıkanırım belki, diyerek iyi bakmalıyım, her nehre… Yirmi yedi yıl sonra bu kez ÜRGÜP değildi rotam, şimdi daha ağır anlamlar yüklenen Kapadokya'ya gidiyordum gerçi, ama değişen neydi ki zamandan başka? Görmek için önce bakmak gerekli, hatta bilmek… Neydi ki Kapodokya? Bu kez akıllıydım, okudukça okudum. Hep öyle deyip Nevşehir’e gideriz ya bakmayın, aslında geniş bir coğrafya KAPODOKYA. Başta Nevşehir olmak üzere Kırşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri illerine yayılmış geniş bir coğrafya. Bir yerel alanı değil, bir bölgeyi kapsıyor. Avanos, Ürgüp, Göreme, Akvadi, Uçhisar ve Ortahisar Kaleleri, El Nazar Kilisesi, Aynalı Kilise, Güvercinlik Vadisi, Derinkuyu, Kaymaklı, Özkonak Yeraltı Şehirleri, Ihlara Vadisi, Selime Köyü, Çavuşin, Güllüdere Vadisi, Paşabağ-Zelve… belli başlı görülmesi gereken yerlerinden bazıları. BUGÜN ANLAM KAZANAN HER YER GİBİ DERİN BİR TARİHİ VAR Günümüzdeki kültür turlarının bir kazanımı gibi dursa da Kapadokya yeni bir ad değil. 60 milyon yıl önce Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgar tarafından aşındırılmasıyla ortaya çıkan bölgeye verilen arkaik dönem adı. İnsan yerleşimi Paleolitik döneme kadar uzanmakta. Hititler'in yaşadığı topraklar daha sonraki dönemlerde Hristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri olmuş. Kayalara oyulan evler ve kiliseler, Roma İmparatorluğunun baskısından kaçan Hıristiyanlar için bölgeyi devasa bir sığınak haline getirmiş. Bu geçmiş de bölgenin talihini 20.yüzyıldan başlayarak değiştiren bir mucizeye dönüşmüş. Her devir anılarına ve geçmişine düşkün insanoğlu, hele dünya ekonomisinin büyük bir bölümünü elinde tutan Hristiyan ülkelerin bol paralı yurttaşları, iki bin yıl öncesinin mağdur Hristiyanlarına merhameti keşfedip bunu da meraka çevirip yollara dökülünce Kapadokya gına getirdiği taşından, şapkalı kayasından servetler kazanmaya başlamış. Yani Türk, nihayet akıllanmış. Kapadokya bölgesi, doğa ve tarihin bütünleştiği bir yer aslında. Coğrafi olaylar Peribacaları'nı oluştururken, tarihi süreçte, insanlar da bu peribacalarının içlerine evler, kiliseler ve manastırlar oymuş, bunları fresklerle süsleyerek binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini günümüze taşımış. Yazılı tarihi Hititlerle başlayan, ülkeler arasında ticari ve sosyal bir köprü kuran Kapadokya, İpek Yolu'nun da önemli kavşaklarından biri olmuş. MÖ 12. yüzyılda Hitit İmparatorluğu'nun çöküşüyle bölgede karanlık bir dönem oluştu, diyor kitaplar. Bu dönemde Asur ve Frigya etkileri taşıyan geç Hitit Kralları bölgeye egemen olacak, egemenliği MÖ 6. yüzyıldaki Pers işgaline kadar sürecektir. …Ve öğreniyorum ki Kapodokya adı Persçe, yani Fars esintili… Pers dilinde "Güzel Atlar Ülkesi" anlamına gelirmiş Kapadokya adı. Sıkılmazsanız kısa bir tarih, Kapodokya'yı örneği çok turistik yerlerden ayırıp özel ve daha anlaşılır yapacaktır. MÖ 332 yılında Büyük İskender Persleri yenilgiye uğratır, ama Kapadokya'da büyük bir dirençle karşılaşır. Bu dönemde Kapadokya Krallığı kurulur. MÖ 3. yüzyıl sonlarına doğru Romalıların gücü bölgede hissedilmeye başlar. MÖ 1. yüzyıl ortalarında Kapadokya Kralları, Romalı generallerin gücüyle atanmakta ve tahttan indirilmektedir. MS 17 yılında son Kapadokya kralı ölünce bölge Roma'nın bir eyaleti olur. MS 3. yüzyılda Kapadokya'ya Hıristiyanlar gelir ve bölge onlar için bir eğitim ve düşünce merkezi olur. 303-308 yılları arasında Hıristiyanlara uygulanan baskılar iyice artar. Fakat Kapadokya baskılardan korunmak ve Hıristiyan öğretiyi yaymak için idealdir. Derin vadiler ve volkanik yumuşak kayalarda kolayca oyulan dehlizler, mağralar Romalı askerlere karşı güvenli sığınaklar oluşturur. 4. yüzyıl, daha sonra "Kapadokya'nın Babaları" olarak adlandırılan insanların, dönemi olur. Fakat bölgenin önemi, III. Leon'un ikonları yasaklamasıyla doruk noktasına ulaşır. Bu durum karşısında, ikon yanlısı bazı kişiler bölgeye sığınmaya başlar. İkonoklazm hareketi yüz yıldan fazla sürer (726-843). Bu dönemde birkaç Kapadokya kilisesi İkonoklazm etkisinde kaldıysa da, ikondan yana olanlar burada rahatlıkla ibadetlerini sürdürürler. Kapadokya manastırları bu devirde oldukça gelişir. Yine bu dönemlerde, Anadolu'nun Ermenistan'dan Kapadokya'ya kadar olan Hıristiyan bölgelerine Arap akınları başlar. Bu akınlardan kaçarak bölgeye gelen insanlar bölgedeki kiliselerin tarzlarının değişmesine sebep olur. 11. ve 12. yüzyıllarda Kapadokya Selçukluların eline geçer. Bu ve bunu takip eden Osmanlı zamanlarında bölge sorunsuz bir dönem geçirir. Bölgedeki son Hıristiyanlar 1924-26 yıllarında yapılan mübadeleyle, arkalarında güzel mimari örnekler bırakarak dünyanın dört yanına yayılacak efsane ve söylencelerini yanlarına alıp Kapadokya'dan giderler. Tarihi seviyorsanız Kapodokya eğlenceli, macera dolu… Ama hakkını vermeli, doğası, peribacaları bir başka, taşın böylesine güzelleştiği çok yer yoktur… Burası bir masal ülkesi... Tanrının şakalarından biri gibi duran peribacaları doğa için sıradan bir olay aslında. 60 milyon yıl önce 3. Jeolojik devirde Toroslar yükselir, kuzeydeki Anadolu Platosu'nun sıkışmasıyla yanardağlar faaliyete geçer. Erciyes, Hasandağı ve ikisinin arasında kalan Göllüdağ, bölgeye lavlar püskürtür. Platoda biriken küllerin oluşturduğu yumuşak tüf tabakasının üzeri yer yer sert bazalttan oluşan ince bir lav tabakasıyla örtülür. Bazalt çatlayıp parçalara ayrılınca yağmurlar çatlaklardan sızıp yumuşak tüfü aşındırmaya başlayacak, ısınan ve soğuyan hava ile rüzgârlar da oluşuma katılacak, böylece sert bazalt kayasından şapkaları bulunan koniler oluşacaktır. Bu değişik ve ilginç biçimli kayalara halk bir ad yakıştırır: "Peribacası". Bazalt örtüsü olmayan tüf tabakaları ise erozyonla vadilere dönüşür, ilginç şekiller oluşur. Daha sonraları insan eli, emeği ve duygusu işe koyulur. Dokuz-on bin yıl öncesine ait yerleşimlerden, ilk Hıristiyanların kayalara oydukları kiliselere, büyük ve güvenli yer altı kentlerine kadar uzun bir dönemde büyük bir uygarlık yaratılır. Kayalara oyulmuş geleneksel Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin özgünlüğünü sergiler. Bu evler on dokuzuncu yüzyılda yamaçlara ya kayaların içine oyularak ya da kesme taştan inşa edilmişlerdir. Bölgenin tek mimarı malzemesi olan taş, yörenin volkanik yapısından dolayı ocaktan çıktıktan sonra yumuşak olduğundan çok rahat işlenebilmekte, ancak hava ile temas ettikten sonra sertleşerek çok dayanıklı bir yapı malzemesine dönüşmektedir. Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesinden dolayı yöreye has olan taş işçiliği gelişerek mimari bir gelenek halini almıştır. Gerek avlu gerekse ev kapılarının malzemesi ahşaptır. Kemerli olarak yapılmış kapıların üst kısmı stilize sarmaşık veya rozet motifleriyle süslenmiştir. Dönemin resim sanatını göstermesi açısından önemli olan güvercinliklerin bir kısmı manastır veya kilise olarak inşa edilmişlerdir. Güvercinliklerin yüzeyi yöresel sanatçılar tarafından zengin bezemeler, kitabeler ile süslenmişlerdir. Bölge şarapçılık ve üzüm yetiştiriciliği ile de ünlüdür. YOL İNSANIN DEĞİŞMEYENİ Yemeğe davetli olduğumuz Ankara'dan hayli geç yola çıktığımdan Kırıkkale üstünden Kırşehir'e vardığımızda gecenin üçüydü. Hiç görmediğim Kırşehir'de o saatte otel bulacağımdan çok umutlu değildim, ama Ramazan olması işe yaradı, sahur nedeniyle sokaklarda denk geldiğim birkaç kişiye sorunca çok sevimli olmasa da öğretmen evinde bir yer bulabildim. Rutubet öylesine bir parçam olmuş ki yoksunluğunu hemen hissediyorum. Rutubetin yerini alan Bozkırın ayazında üşüdüm, uyuyamadım, otelde sigara içemeyeceğimi düşünüp kendime gerekçe de uydurdum, sahur yemeği sonrası tek tük dolaşanlarla birlikte sokaklarda güneşin doğuşunu karşıladım. Kaldığım yerin az ilerisindeki büyük kent meydanında gördüğüm yapı ilgimi çekti. Bir camiye benziyordu. İnceledikçe şaşırdım. Buna cami desen cami değildi, kale desen o da değil, ama hepsinin karması bir şeydi. Bin yıl önceden günümüze şaşırtıcı, sevimli güzel bir armağandı CACABEY CAMİ... Dünyanın en güzel camilerinden birinin Kırşehir de olduğunu biliyor muydunuz? CACABEY Camii 1272 tarihli. Müthiş bir yaratıcılığın, dünyayı ceplerine sığdırmaya kararlı bir afacan çocuğun, savaşçı bir alperenin samimi bir aşkla yoğurduğu bir görsel anıt bu cami... Bizim siyaseti din ve vicdan sömürüsü olarak anlayan kimi bezirgân, hem de ehliyetsiz ruhban takımının fırsatı ganimet sayıp Tanrıyla arama girmeye, beni ibadetimde bile disipline etmeye kalkacağını düşünmesem iki rekât namaz kılmayı isterdim içinde... Ne yok ki bu camide?... Devrin hakimi Selçukluların kapı süslemeleri, caminin sadece bir kanadını çeviren surlar...ama hepsi özel bir katkıyla farklılaşıp dinsel ciddiyeti eritip sevimli bir masala bürünmüş... Dedim ya afacan ve yaratıcı bir çocuk ruhunun büyük düşünceleri aşkla bezenmiş sanki. Erken Anadolu İslam / Türk Sanatı konusunda uzman olanlar elbette daha rahat konuşabilir ama ben, benzeri dönem yapıtlarda, örneğin Sivas, Birgi ve İzmir Selçuk... uygulama örneklerinde kapı kenarlarındaki sütun üstü lambayı ya da topu andıran objeleri gördüğümü anımsamıyorum. Bir restorasyon şakası bile aklınıza geliyor. Ama değil, caminin öyküsünde saklı her şey. Devrinde yetenekli ve iyi bir idareci olan Kırşehir emiri Caca Bey aynı zamanda bir gökbilimci... Söz arasında belirtmeliyim; devrin en güçlü Ahisi olan Mevlana'nın da adamı olan Caca Bey, yine bir başka Ahi önderi ve Mevlana ile arası açık olan Ahi Evran'ı öldürttüğü söylenir. Camiyi bir medresenin devamı olarak yapmış. Kapıda yer alan lambaya benzer iki top aslında güneşi ve ayı temsil ediyor. Yapıdan ayrı olan minare de bir gökyüzü gözlem kulesi işlevinde ... AHİLER DİYARI Selçuklu Anadolu’yu kılıçtan daha güçlü bir bilgelikle, Alperenlerle fethetti. Her biri savaşçı oldukları dende bilge ve düşünce adamı da olan alperenler, insan gerçeği ve gereksinimleriyle inançları yeni bir potada harmanlayarak yüzyıllarca sürecek bir birlikteliğin temelini attı. Bunların en ünlülerinden biri olan Anadolu Ahiliğinin kurucularından AHİ EVRAN da Horasandan gelip Kırsehir'i mekân edinenlerden. Ahi Evran'in şairlerin de piri olduğunu kaç kişi bilir? Bugünkü Esnaf Teşkilatlarının geçmiş dönem örneği Ahilik, belki son zamanlarda sık kutlanan haftaların kulak dolgunluğuyla bildik bir isme dönüşmüşse de dünün gençliğinde hiçbir çağrışım yapmayan bir deyimdi. Çok okuyan, hele tarihe çok meraklı biri olduğum halde yirmi beş yıl kadar önce Yalova’da öğretmenken bu hafta kutlamasında bilgim olmadan, emrivakiyle konuşmacı yapıldığımda bana da Neptün Gezegeni kadar yabancıydı. Üzerinde çalışırken fark etmiştim ki aslında çok yönlü, çok amaçlı hiyerarşik düzeni ve din gibi yerleşik kuralları olan o zamanki Önasyayı bugünkü Anadolu yapan müthiş bir sosyal ve siyasi yapılanmaydı. Kimilerince “Türklerin Rönesansı” diye tanımlanan Ahilik, bugünkü esnaf teşkilatlarını andıran ama hiyerarşik kural ve ilkeleriyle şövalyeliğe daha çok benzeyen Abbasilerin Fütüvvet Teşkilâtından esinlenerek kurulmuş ama Anadolu’nun o zamanki gerçeğinden köklenmiş ciddi bir politik, sosyal ve ekonomik güçtü… AHİ EVRAN tam bir lider, organizasyon ve siyaset adamıdır da. Kendisi gibi Horasandan gelen Hacı Bektaş Veli’nin öğüdü, Selçuklu Sultanı Keykubat’ın desteğiyle kurduğu AHİLİĞİ devrinin en büyük sosyal güçlerinden biri haline getiren EVRAN, dönemin siyasi büyük olaylarının hepsinde bir şekilde rol alır. Şems-i Tebriz’inin babasıyla samimiyetinden çok memnun olmayan Mevlana’nın oğlu Alaattin Çelebi’yle işbirliği yaptığı, ŞEMS’in ölümünde rol aldığı söylenir, Selçuklu tahtındaki mücadelelere bile karışır. Ahiliğe kadınlar giremediği için sonradan KADINCIK ANA olarak anılacak eşi Fatma Bacı’ya da Bacıyan-ı Rum (Anadolu Kadınları) teşkilatını kurdurur. Ahi Evran’ın şeyhliği altında 13. Yüzyılda Ankara ve Kırşehir’de toplanan Ahiler, kısa sürede Selçuklu şehirlerine yayılmışlar ve Osmanlı Devletinin kuruluşunda da sivil güç olarak çok etkili olmuşlardır. Hakkında türlü rivayetler olan, dahası Nasrettin Hoca'yla da karıştırılan EVRAN'ın ölümü de rivayetlerle dolu olacaktır. Bunlardan biri Caca Bey tarafından öldürüldüğü, diğeri de katıldığı bir savaşta 93 yasında elde kılıç öldüğü doğrultusunda olan Ahi Evran'ın adını taşıyan camiyi de sorarak buluyorum. Birkaç kişi o camiden söz ederken AY CAMİİ diyor, belki şiveli söyleyiş, ama bir hoşuma gidiyor ki bu güzel adlandırma… Diyorlar ya, ben AYCAMİ nerede diye sorunca, çoğu yok öyle bir cami, diyor… Ayaz kulaklarıma da vurdu herhalde… İyi de AHİEVRAN camiini sorduğum da birileri gene AYCAMİ diye adlandırıyor… Herhalde DEJAVU halim bu… Aynı zamanda Hacı Bektaş’tan, Balım Sultan’a yurt olmuş Kapodokya gibi çok erenli yerlere alışmayışımdan, çarpıldım… Karnım zil çalıyor, ama kaygılıyım, Ramazan’da küçük yerlerin tepkisi bilinmez. Sonunda açık bir pastaneye dalıyorum gözümü karartıp… Çay var mı, diyorum… Beni süzüyor adam, ama anlamsız, kızmış bir hali yok, cesaret bulup, simit, diyorum bu kez… Yerinden doğruluyor yanıtsız, etrafına bakınıyor, sopa arıyor herhâlde, diyorum içimden, ama ben seferiyim, İstanbul’dan geliyorum… diye ekliyorum tedbirle. Oysa yeleğini arıyormuş, bulunca kısa kol gömleğinin üstüne geçirip yanıma geliyor, beni kolumdan tutup emrivaki dışarı çıkarıyor. Aşağılarda bir yeri gösteriyor, “Orası da bizim,” diyor. “Git vardır.” Varmış gerçekten. Suratından düşen bin parça bir adam, hiç itirazsız çayımı simidimi veriyor. Ben safiyane sorular soruyorum. Aslında şirin gözükmeye çalışıyorum, ne olur ne olmaz… Böyle çay kokusu görmedim çünkü… Adam da sonunda bakıyor bakıyor, bu mecnun her hal diyor, zararsız bir deli… “Araban var mı?” diyor… “Var,” diyorum. “Sen şimdi burdan çık,” Kovuluyor muyum acaba, adam anlıyor bakışlarımdan… “Buradan derken Kırşehir’den çık, Ürgüp yolunda Hacıbektaş’a uğra, gör mutlaka… Ali'nin de türbesini gör…” “Ali mi?” diyorum, “makamı diyorsun herhalde, ne işi var orda Hz Ali’nin?” Bilgisine güvensizliğimden hoşlanmıyor. Kestirip atıyor. “Var, Hacıbektaş’a uğra, görürsün…” İnandırıcı gelmese de Anadolu’da olmaz olmaz, Urfa’da Tarsus’ta… dinsel kitapların birleştiği efsane ataların hemen hepsinin bir yeri olduğunu düşünürsek, Hacıbektaş’ta Ali’nin makamı olsa yadırganır mı? Aleviliğin yeşerdiği bu coğrafyada Muaviye’nin makamı olacak değil ya… Kırşehir’den yani devrin hemen her siyasi eyleminde fiilen yer almış, adı geçmiş Ahi Evran’dan, döneminin siyasetle hiç işi olmayan, işi insanla olan Hacıbektaş’a uzanan yol, tipik bir bozkır yolu. Öyle ama Aksaray- Konya yolu gibi yorucu, itici, tekdüze bir yol değil, yumuşak virajlarla uzanan, önü sık sık yeşil, rengârenk güllerle dolu bahçelerle kesilen bir yol... Selçuklu’dan bu yana tarih boyunca Anadolu halkı için bir inanç ve umut merkezi olan HACIM köyü daha o dönemde KADINLARINIZI OKUTUNUZ, diyen HACI BEKTAŞ VELİ ile ünlendi, şimdi de onun adıyla anılıyor. İlçenin kavşağında bir yanında aslan bir yanında geyikle sembolize edilen Hacı Bektaş Veli heykeli karşılıyor bizi. HACI BEKTAŞ VELİ Adı etrafında tarih kadar söylencelerle bir efsane yaratılan ama bin yıldır dipdiri yaşayan bir kişilik olan Hacı Bektaş-ı Veli de Horasan’dan gelen ilk Selçuklular arasında. Ahmed Yesevi tarafından kurulan Yesevîlik tarikâtının Anadolu'daki etkin uygulayıcılarından bir Kalenderî / Haydarî şeyhi, büyük Türk mutasavvıfı aynı zamanda. 13. yüzyıl Anadolu'sunun İslamlaşma sürecine önemli katkılarda bulunan ve Bektaşilik tarikatının isim babası. Kurduğu dergâh, yaydığı anlayış dönemin en büyük ordularından biri olan Osmanlı Yeniçerilerinin has ocağı olup devrin padişahından da destek görür hale gelince efsaneleşen, adına menkıbeler, rivayetler yaratılan bir kişi o. Onun kurduğu dergah ve Anadolu Aleviliğine getirdiği yorumlar, 16. yüzyılda BALIM SULTAN katkılarıyla kurumsallaşacaktır. HACI BEKTAŞ, kendisinin de bağlı olduğu "Ahilik Teşkilâtı" ile Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde Anadolu'da sosyal yapının gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. Hayatının büyük bir kısmını Sulucakarahöyük’te (Hacıbektaş) geçiren Veli, ömrünü de burada tamamlamıştır. Osmanlı Ordusunda devşirme çocukların oluşturduğu Yeniçeriler, Bektaşilik kurallarına göre yetiştirilirdi. Bu nedenle Yeniçerilere tarihte "Hacı Bektâş-ı Velî çocukları" da denildi. Ocağın banisi Hacı Bektaşi Velî olarak kabul edilir, seferlere giderken yanlarında daimâ Bektaşî dede ve babaları eşlik ederdi. Balkanların her köşesine Bektaşiliği yeniçeriler taşımıştır. Hacı Bektaşi Velî'nin sohbetlerini takip ederek onun tarikatına bağlananlara ise "Bektaşî" adı verildi. Tekke ve tarikatlara yaklaşımı bilinen ATATÜRK, daha Sivas kongresi aşamasında yolunu Hacıbektaş kasabasına çevirmiş ve 22 Aralık'ta Ulusal Kurtuluş Hareketine sıcak baktığını bildiği Hacıbektaşlılarla görüşmüştür. "M. Kemal Paşa’nın Başyaveri M. Müfit Kansu, bu ziyaretin nedenlerini şöyle açıklamaktadır; “...Çünkü Hacıbektaş’a da uğranacaktı. Bu mühim bir merkezdi. Bütün Anadolu’daki üç, dört milyondan daha fazla Alevinin inanç önderi Cemalettin Çelebi Efendi, Hacıbektaş karyesinde oturmakta idi. O zamanki önderler; Çelebi Cemalettin Efendi ve Niyazi Salih Baba’ydı. Milyonlara varan Alevi-Bektaşiler, gerçi bitaraf vaziyette görülüyorsa da bunlar, Çelebi’nin ve Dedebaba Vekili’nin emir ve iradesine tabi olduklarından bu zatlarla görüşmek, onları tarafımıza çekmek için gerekliydi. Nitekim Çelebi Cemalettin Efendi, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde mebus olmuş ve bir aralık Meclis Reis Vekilliği de yapmıştır. İcabı hal bunu yaptırmış olsa gerekir.” Kurtuluş Savaşı'nda daha baştan Atatürk'ün yanında yer alan önderleriyle karizmatik bir değere ulaşmayı başaran Dergah, günümüzde de inananların ilgi ve desteğiyle önemli bir kültür ve inanç merkezi olmayı sürdürüyor. Yine de 1925’te Tekke ve Zaviyeler yasasıyla benzerleriyle birlikte Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın da kapatıldığını, ancak 1964’te müze olarak yeniden açıldığını eklemezsek, özellikle kayırıldığını düşünenler çıkabilir. Şimdi, yılın her döneminde ilgi gördüğü söylenen Hacıbektaş Veli müzesi, yazları hele Ağustos ayında ziyarete gelen insanları ağırlamakta zorlanıyor. Sekiz yüz yıl önce yaşamış bu ünlü bilgenin hatırası hala canlı. İnananlar müzeye büyük bir saygıyla, kapı eşiğini öperek giriyor. Babasının anasının elini öpmeyi zül gören çağımız insanı için ilginç bir manzara... Hacıbektaş da Kapodokya'da yer alan değerlerden... HACİBEKTAŞ'A salt merak ya da kültürel ilgiyle gitmiş olsanız bile insanların hangi çağda nerede yaşarsa yaşasın, hangisi olursa olsun bir inanca olan ihtiyacını daha iyi fark ediyorsunuz... Çağdaş bilgi ve birikimleriyle kazanımlarıyla daha varsıl, daha güçlü olduğunu düşünen, ama gün geçtikçe çoğalan kimsesizliğine anlam veremeyenlerdenseniz, inançların gerçek sihrinin insanın vazgeçilmezi AİTLİĞİ şeklen değil, ruhen doyurması olduğunu, bu felsefi yönüyle ırksal, ekonomik, sosyal sınıf, hemşerilik, hatta aile… gibi aitliklerden çok daha güçlü olduğunu fark etmeye başlayacak; biraz imrenecek epey de gerileceksiniz. AİLE örneklemek için yazılan rastgele bir sözcük değil. AİTLİĞİ yaratan en güçlü paydalardandır aile… Ne var ki AİTLİK gerçekte bir ideolojidir, olduğu iddia edilen bağlarla değil, kolay paylaşılabilinecek, hayata geçirilen doktrinlerle CANLANIR. Oruç gibi, namaz gibi, cem gibi, kurban gibi…Kaç ailenin ideolojisi ya da ortaklaşa geliştirilmiş yaşam felsefesi var?.. Şaşırtıcı, çünkü köhnemiş alışkanlıkların en çok sıkıntısını çeken ve değiştirmek için mücadele eden bir kuşaktan geliyorum, bu nedenle bunun farkına varmak rahatsız ediyor, ne var ki gerçek değişmiyor, en ilkel sandığımız yanlarımızmış bizi güçlü, kararlı ve yenilmez yapan. Dergâha tarih içinde Hacı Bektaş Veli’nin kullandığı “Çiledamı” etrafında ekler yapılmış olsa da, bugünkü konumuna 16. yüzyılda getirilmiştir. Hem de kim tarafından bilseniz. Garip bir tecelliyle, İran’daki Türk şahın Anadolu Türkmenleri üzerindeki etkisiyle nerdeyse saltanatını kaybedeceği kaygısıyla Aleviliğin düşmanı olan Yavuz'un komutanlarından Şehsuvaroğlu tarafından. Zaman için de birçok kez onarılan dergâhın yerinde şimdi donatılı bir müze var. Gerek Hacı Bektaş Veli, gerekse ondan üç yüz yıl sonra devrin padişahı II. BAYEZİD tarafından dergâhın başına getirilen BALIM SULTAN zamanından da günümüze kalan alet, giysi, eşya ve gelenekler... bir müzeye de dönen dergahta sergileniyor. Müzenin içinde BALIM SULTAN'ın da türbesi yer almakta. Dimetoka doğumlu BALIM SULTAN, 1457 - 1517 arasında yaşadı. Bizzat kendisi de Bektaşi olduğu söylenen Padişah II.Bayezid tarafından Anadolu Aleviliğinin İran etkisinden korunması amacıyla dergahın başına getirilmişti. O güne değin köylülerin bir inanış biçimi olan Alevilik, onun döneminde köklü bir değişime uğrayacak, Bektaşinin KENTLİSİ kavramını yaratan, böylece AYDINLARIN da katılımını sağlayan BALIM SULTAN, Bektaşilik tarihinde Hacı Bektaş-ı Veli’den sonraki en önemli isim olacaktır. SULTAN, Bektaşiliğin toplumsal ve insancıl yönlerini, barışseverliğini ve yardımseverliğini ön plana çıkarır. Yüzyıllardan beri gelen Alevî-Bektaşiliğe ait kuralları derleyip bir düzen içerisinde yaşama geçirilmesini sağlar. Sözel olan Bektaşi geleneğinde düzenlemeler yaparak, yazılı metin haline getirir. Yapısal olarak Bektaşiliği kurallara bağlayıp, böylece geniş bir coğrafik alana yayılan Bektaşîlik uygulamasında aynılık sağlayacaktır. Bir başka yeniliği de Aleviliğin salt DOĞUŞTAN DEĞİL SONRADAN DA EDİNİLEBİLECEĞİ anlayışını getirmesidir. Bu anlayış bazı tutucu alevi kesimde hala kabul görmese de katı etkiyi azaltmıştır. Sultan devletin de desteğini alarak Hacı Bektaş-ı Veli’nin adına dergâhı yeniden yapılandırmıştır. Bu yüzyıldan sonra Bektaşilik, Haydarîliğin bir kolu ve türevi olmaktan çıkmış, bağımsız bir tarikat olarak, diğer Bâtıni-Alevî eğilimli tarikatları içerisinde eritip özümleyecek güce ulaşmıştır. Balım Sultan, geliştirilen erkana göre yola girenlerle sıkı ilişki içerisinde örgütlenmiş bir Bektaşi toplumu ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Tarikata bir disiplin getirmiştir. Kent içi ve kenti çevreleyen tekkelerde daha yetkinleştirilmiş bir örgütlenme başlatmıştır. Giderek düzenlenmiş sistemin dışında kalan köy gruplarından farklılaşan, bir biçime ulaşmış Bektaşilik Tarikatını yaratmıştır. Oluşturduğu sistemi, örgütün “ruhani ve örgütsel” başı olan DEDELERle yaymayı ve yaşatmayı amaçlamıştır. Çelebiler Anadolu ve köylük yörelerde tutunurken, kentsel yörelerde Balım Sultan ekolü benimsenir. Balım Sultan’ın getirdiği düzenek Anadolu Aleviliğini, dönemin iktidarını zorlayan İran Aleviliğinden ayırmak için belki de devletin zorladığı bir biçimlenmedir, bilinmez ama kökleşmiş ve günümüze değin gelmiştir. Dedebabalık’la yönetilen Bektaşiliğin bu kolu yeniçeri ocaklarının kapatılmasıyla büyük bir güç kaybetmiştir. Ancak 1800'lerin sonu ve 1900'lerin başında tekrar hareketlenmiş İstanbul ve Rumeli’deki birçok Ocak yeniden uyandırılmış ve Osmanlı eliti içinde etkin olmuştur. Cumhuriyet döneminde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte güç kaybetmişse de günümüzde başta Rumeli ve Balkanlar olmak üzere birkaç milyon kişilik önemli bir topluluk olarak kalmayı başarmıştır. Geniş bir alanı kaplayan türbe çevresinde benzer her yerde olduğu gibi HZ.ALİ'nin, en çok da HZ.HÜSEYİN'in temsili resimlerinin yanında çoğu "mağdur ve mahzun" daha yeni kuşak devrimcilerin yer aldığı resimler, değerli taşlarla yapılmış armağanlar satılan dükkânlar var. Ama en güçlü ticari sektör, kurban sektörü... Oradan kurban kesmeden ayrılırsanız kendinizi başarılı sayın, öyle yapışıyorlar yakanıza... Sanırım yeni arabamdan dolayı, daha inmeden ilgilerine mazhar olduğum kurban kesme “teşkilatının” elinden güçlükle sıyrılıp yola düştüğümde bir devir, fakülteye başladığım yıllarda beni özgürleştirdiğini sandığım çağdaş kazanımların, omurgası dahil her bir yanı beklenmeyen bir biçimde değişen ülkemde şimdi kaç para edeceğini, benim gibileri hangi noktaya mahkum ettiğini yollarda çok düşüneceğim. Sonra bir kavşakta gördüm o güzelim sembolü: Kocaman bordo bir gül vardı yolda ve yanında bir yazı: "Gül Şehrine Hoş Geldiniz". Bozkıra en çok gül yakışmış... Böylesine güzel bir ad olur mu? GÜLŞEHRİ... Herhalde adını 14.Yüzyıl şairlerinden Kırşehirli GÜLŞEHRİ’den alan bu güzel adlı yerleşimi merak etsem de geride bırakıp Nevşehir’e doğru yol alıyorum. Kısa süre sonra da ulaşıyorum. Kızılırmak’ı besleyen yan suların parçaladığı platonun batı yamaçlarında kurulu Nevşehir, Lale devrinin ünlü sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın memleketi olarak ünlenmiş ilk. O zamanlar SADRAZAMIN memleketinde başlattığı yeni imar hareketini günümüzde de sürdürüyor görünüyor, çoğu pembeye boyalı modern yapılarıyla dikkat çekiyor kent. İçine girmeden Ürgüp’e doğru yola devam ediyoruz. Peribacalarını saymazsan işlenmeye müsait kayalar tarih boyunca yerleşim için kullanılmış, şimdi de yol kıyısındakiler seyirlik birer anıt olurken, daha içeridekiler hala aynı amaca hizmet ediyor, çevredekilerin ambarı, deposu olmuşlar. Ürgüp’te dolanmaktan yoruldum, bir fırında sıcak pideyle tereyağı yemeyi deniyorum. Trabzon tereyağı diye sattıkları yağ pek benzemiyor ama yine de sıcak pideyle iyi gidiyor. Çayımı içerken, aklımı garipsemeye başlamışım bile. Bu havada deniz kıyısı bir yer varken, burada ne işin vardı, diyor muhalif yanım. Üzerinde dursam isyan edecek, görmezden gelerek kalacak yer arıyorum. Bir arkadaşımızın kızı buralarda otel açmış diye duymuştum. Sordum soruşturdum, dar yollardan vadiler içine girdim ve buldum Karlık köyünü ve oteli. Zillerini ne kadar çalmışsam da kendilerine ulaşamadım. Rezervasyonla açılıyormuş otel. Aynı yolu izleyerek geri döndüm. Bir düş kırıklığına ihtiyacım varmış demek ki, tetikledi, kalmak anlamsız gözüktü. Aklımda Ihlara Kanyonu’na da gitmek vardı. Hazır gün erkenken gidip görebilirdim. Novigasyonun bizi Aksaray yolundan saptırıp harita üstünde kestirme gözüken köy yollarına soktuğunu anladığımda kırk kilometrelik bozuk yolun on beş kilometresini almıştık bile... Dönüp Aksaray'a gitmek aklıma gelmişse de bu kez inat edecek, Ihlara'yı görecektim. Kendi kategorisinde yaşlı volkanlardan sayılabilecek Hasan Dağ’ı simsiyah gölgesiyle yol boyu bize eşlik etti. Katran siyahı gövdesi, doruklarındaki buzul beyazlığıyla uzaklarda, ama hep önümüzdeydi. Uzun yolda ne bir benzinlik ne de çay içilecek yer var, aracınıza güvenmezseniz bu yola sakın sapmayın. Bir yokuştan aşağı vadiye Ihlara’ya iniyoruz nihayet... Gürültüyle ve kıvrımlarla akan dere, zaman içinde ovayı derin derin oymuş, su kirli bir yeşille ta uçurumun dibinde, aşağılarda kalmıştı. Adını belki de otuz yıldır çok duyduğum ama fırsat bulup gidemediğim yerlerden biriydi bu kanyon. Hasan Dağı’ndan çıkan bazalt ve andezit yoğunluklu lavların soğumasıyla ortaya çıkan çatlaklar ve çökmeler kanyonu oluşturmuştu. Bu çatlaklardan yol bulan kanyonun bugünkü halini almasını sağlayan Melendiz Çayına ilk çağlarda Kapadokya ırmağı anlamına gelen 'Potamus Kapadukus" denilmekteymiş. 14 km. uzunluğunda yüksekliği yer yer 100-150 metreyi bulan vadi Ihlara'dan başlayıp, Selime'de son buluyor. Vadi boyunca kayalara oyulmuş sayısız barınaklar, mezarlar ve kiliseler bulunuyor. Bazı barınaklar ve kiliseler yeraltı şehirlerinde olduğu gibi birbirlerine tünellerle bağlantılı. Kapadokya bölgesi, Ihlara vadisinde yani Aksaray’da bitiyor. Aksaray’a ulaşan yolu izleyerek Ankara yoluna girdim. Şansım elverirse TUZGÖLÜ’nü de gündüz gözüyle görecektim. Kapadokya’yı arkamızda bırakıp Tuz Gölü’nün çevresini takip eden yolu izlemeye başlamam uzun sürmedi. Sudan yansıyan güneş ışığının bin bir özel renge boyadığı gökyüzünün altında Tuzgölü’nün kıyısından çok zaman yol aldım. Belki de kirlenmesin diye izin verilmiyordu bilmiyorum, göle hakim bir dinlenme tesisi bulamayınca durmadım da… Gölbaşı yönünden Ankara’ya yaklaştığımda yağmur başlamıştı, ama güneş ayrılmaya nazlı, hala eşlik ediyordu. Topu topu bir gece uykusuz kalmış 1400 km yol gitmiştim ama yorgun hissediyordum. Oysa geziler beni genellikle çok heyecanlandırır, bazen doğru dürüst uyumadan gezi boyu araç da kullanırdım. Yaşlanmak bu galiba… Yaz yağmurunun altında güneşin ışıklarıyla önümde harika bir tablo gibi uzanan yolu bile görecek halim kalmamıştı. Tek düşündüğüm bir önce Ankara’ya ulaşıp başımı koyacak bir yastık bulmaktı. Konuk olacak olduğum eve geç saat vardığımda aradığım gerçeği fark etmiştim: Yirmi beş yıl önce gene uykusuz ama nasıl hevesli koşturarak gitmiştim, şimdi ne oluyordu peki; yaşlanmak maşlanmak?… Gizem de tam burdaydı galiba? O yolu, Kapadokya’yı görmüştüm ve o zaman en azından merak ettiğim ama yine de bilinmezlik dışında ilgilerime göre çok şey bulamadığım yörede şimdi bir gezide olması gereken en önemli şeyi, bir ilki yaşamanın, keşfetmenin ve kendi adına fethetmenin hazzını alamamıştım. Boşuna dememiş o bilge, hiçbir nehirde iki kez yıkanılmıyor. Yeni bir kitap bulmalı, yeni bir göz de... O zaman belki... Ne yapsam, kutuplara mı gitsem? * 11.09.2018

  • İki Bahar

    Şenol YAZICI * İki bahar var. Birinde can yeşerir, dallara su yürür , toprağa cemre düşer ... O mevsim yeşeren otu, patlayan tomurcuğu, uçmaya duran kelebeği kim bilmez? Hele o yaşama hevesi, o güzel heyecan... Kim sevmez? İLKBAHAR çocuktur. Öteki? Mevsim sararan ve dökülen yaprak, kuruyan dal ve hüzünken, bir ihtiyarken zaman ve adı sonbaharken, önce çok ama çok yükseklerde, yaylalarda bir çiçek açar. Artık soğuk yüzlü, kar yüklü doruklardan esen rüzgar: " Yelime, fırtınama, karıma, yağmuruma dayanamazsın, VARGİT sılana, " der gibidir her bir vargit çiçeğinde. Anlarsın, oyun zamanı değil, artık okul zamanıdır. Ülkem çiçek keser, şehir köy demeden. Sel gibi, nehir gibi, deniz gibi çiçek; çocuk doldurur sokakları, okullar açılır. Her biri kendi geleceğinin mimarı olacak çocuklar akın akın geçerler. Çocukluğumda duyduğum, belki benim ilgimi çektiğinden kulak verdiğim en büyük kahramanlık hikayesi, filan köyden falan feşmekânın oğlunun okuyup polis, astsubay, öğretmen, ender de olsa doktor, avukat... olmasıydı. Kendini kuyunun en dibinde sayan bir çocuk için "okumuş" ne kadar yüce, dağlar kadar yüksek ve itibarlı bir makamdı siz tahmin edin. Eğitim uğraşların en zoru ama uğruna ölünebilinecek dende değerli bir ülke, elde edilmesi zor bir saygınlık, haklı olarak da en büyük kazanç kapısıydı. Bu ulus ne olursa olsun alim i devlet kulu saymaz özel bir saygı gösterir. Atatürk'ün ülküsü bilimselliğin ve çağdaşlığın donattığı gençlik değil miydi? Bilimsellik ve çağdaşlık ancak eğitimle elde edilmez mi? Bize öyle öğretildi. Akla yakın gibi de duruyor değil mi; hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Bugünü öngörseydik, belki sorgulardık, ama nerde? Biz de tanrı buyruğu gibi aldık. Okuduk. Çok değil, bundan otuz yıl önce kentlerden başka yerde ortadereceli okul yoktu. Üniversitelerse üç büyük şehirde toplanmıştı. Özel okulsa mumla arasan ancak... Git gidebilirsen... Pazartesi sabahlarını anımsıyorum. Gün ışımadan yollara dökülen, dağlardan, tepelerden, yamaçlardan tıpkı su gibi akıp gelen kente ulaşmaya çalışan utandıkları yamalı giysilerinin içinde ezik insanları.. Tek başına itibar edilmesi gereken bir tapınak gibi duran şehri, çocuklarının on yıl sonra, on beş yıl sonra, o da belki, elde edecekleri diplomalar için ölçüsüz, orantısız bir güçle savaşarak fethetmeye giderlerdi. Üç kök mısır, birkaç ocak fındık ve çaydan başka hiçbir şeysi olmayan babalar, yolu yolağı olmayan dağları aşarak koltuklarının altında bir tekerlek mısır ekmeği, omuzunda bir torba urus patatesi şehir yerinde ev tutarak çocuk okutmaya çalışırdı. Anneler o namusun ve erkek onurunun hep sandıkta durması gereken yüzü, çocuklar okusun diye kent kapılarında hizmetçi, dilenci oldu. Rumlardan kalma, kimsenin kullanmadığı yıkıntı evlerde haftasına varmadan küflenen mısır ekmeklerini adam boyu farelerle bölüşerek okumaya çalıştık çoğumuz. Alamancı bazılarımız bu durumdan azadeydi, durumları biraz daha halliceydi belki ama onlar da güvendikleri bir yer olmasından okumayacak, birkaç sene sonra yollarını ayıracaklar ya yorgancı ya koltukcu ya araba tamircisi ya da serseri olacaktı. Devir oydu. Yoksulluk olağan, varsıllıksa sıradışıydı ve kentlerin karanlıklarına, varoşlarına, arka sokaklarına hiç uğramazdı. Aydınlığa, ışıltılı caddelere çıkmak istiyorsak okumalıydık. Bin yıl önce değil; yirmi, otuz yıl önceydi. Şimdi devletin kasasına iyi kötü bir anahtar uydurmuşken; şehir merkezlerinde evlerimiz, aylık gelirlerimiz, altımızda arabamız ancak iki adım uzaktaki okula giden çocuklarımızın masraflarından yakındığımızı düşününce o insanların mücadelesi daha da akılalmaz gözüküyor. Hele kaloriferli evleri, bilgisayarları, tabletleri, kalori hesapları yapılan yemekleri, sıradan bir ailenin mutfak masrafına denk harçlıklarıyla kimi çocuklarımızın eğitilmemek için verdikleri uğraşı görünce… Bugün, okul bu değil: Önce erişilmez olmaktan çıktı; özeliyle devletiyle sayıları inanılmaz arttı. Dahası biraz da paran varsa olağanüstü bir zekaya da ihtiyacın yok, elli metreden iğne deliğinden iplik geçirmeye de. Otuz yıl önce evinden çıkıp ırmağı geçip tepeleri, yamacı aşıp gideceğin okul yolu kadar bile macera yaşamadan atla uçağa haritada adı sanı olmayan bir ülkede senin çapına, aklına, daha çok parana göre bir okul, mutlaka vardır, bul; bastır parayı, al diplomayı. Doktorluk mu istersin, avukatlık mı? Seç istediğini… Nitelik mi? Bu bollukta kuşkusuz onda da bir bozulma olmaz mı? Ekmek kapısından daha öte bir şey. Değişen koşullarda tükenmemek, fırsat eşitliği sağlamak ya da artı avantaj kazanmak, ya da ötekine fark atmak için dünyaya dayatılacak bir güç, giderek karmaşıklaşan yaşamın aşılabilmesi için beynimizde taşıdığımız sihirli anahtar. Ne var ki eğitimin  değişmeyen yerini dolduracak başka bir takviye hala icat edilmedi. Herkes en acımasız deneyleri yaşayıp, herkes dünyayı gezerek hayatı öğrenemez; buna ne ömür yeter ne de para. En son öğrenecek olduğumuzun ölümümüz olacağını düşünürsek yaşlansak da hep bir şeyler eksik kalacaktır. Ayrıca kendi başımıza öğrendiğimiz dar bir ufuk oluşturur; çoklu akıl, iyi bir öğretmen mucizeler yaratır. Görünen okul, kuru bir bina, yalnız karatahta, tek başına bir öğretmen de olsa insan yetiştirmek için tek payda hala. Onu çeşitlendirmek, sihrini artırmak, güçlendirmek elimizde. Sadece eğitimde önceliklerimiz önemli. Biz Ortadoğu bataklığında Atatürk'ün üstün öngörüsüyle yaşamayı başarmış, uçurumun kıyısında son adayız. Öyleyse okul insana hayatta kalmayı öğretmeli önce. Sonra da kendine yeni yollar aşmayı… Belki tablet, internet çağındayız, çok okulda akıllı tahtalar var ama kaynakları hala Atatürk zamanından ya da en iyisi 1950’lerden kalma programlarıyla okul bunu nasıl yapabilir bilmem ama iyi yetişmiş bir öğretmen bunu yapabilir, yapmalı. Kendini aşan öğrenciye yetişmeli, onun beklentilerine göre yaşamın gizlerini kavratmalı. Çocuk okulda yaşamdan tat almayı öğrenmeli önce, öğrendiğini hayata geçirme kaygısıyla ürpermemeli. Okul ona öyle şeyler vermeli ki karda fırtınada hep ayakta kalabilmeli. Öyle kapılar açmalı ki bin yıl yaşamış gibi görgülü, bilge, seçici olmalı… Çağdaş bir genç olmalı. Önce sevmeyi öğretmelisin öğretmenim. Çiçekleri sevmeyi, türkü söylemeyi, gönlümdeki güneşte ısınmayı öğretmelisin. İnsanı sevmeyi öğret. Öğret yüreğimle başkalarını da ısıtmayı. Bana en çok merak ettiğim aşkı öğret, ötekiyle en güzel birlikteliği nasıl yaşarım onu öğret, hayat arkadaşımı seçmeyi, onla aynı yolda düzgün yürümeyi öğret. Mutlu evliliklerin güzel çocukları olur, bana mutlu evlilik nasıl kurulur öğret… Öğret insan olmayı, öğret öğretmenim. Kurbağanın sindirim sistemi önemli tabi ya da Jamaika’nın yıllık geliri ya da Sezar’ı kim öldürdü önemli… Ama sen bana önce insan olmayı öğret. Yeni uçuşları denemeyi, kanatlarımı, salt görünenleri değil, beynimdeki üçüncü kanadı da dünya kadar açmayı öğretmelisin. A’yı bilmek önemli kuşkusuz, ondan başlar aydınlık , ama neden kavgalıyım kendimle, neden çevremdeki insanlarla anlaşamıyorum, neden hep bir şeyleri sürekli yanlış yapıyorum söylesene? Bana hayatı öğretmelisin öğretmenim. Bu her öğrencinin hakkı. Önce vergisini vererek okullar yaptıran, milyonlarca çalışanıyla eğitim sistemini ayakta tutan ailelerin hakkı. Okula zaman para, zaman, emek harcayan her öğrencinin ve onun okuldan kazanacağı üçüncü kanatla düşlerine ulaşacağını uman anne babaların hakkı. Ülkemin haklı beklentisi… Eğitimin temel işlevi iyi yurttaş yetiştirmek… Oysa bu iyi yurttaş görece bir değer değil mi; her devlete, ülkeye, her zamana göre, dahası her hükümete göre değişen bir anlayış… O yüzden eğitim yöntem ve uygulamaları sürekli değişiyor ama o istenen milli yurttaşı henüz ortada göremedik hala. Sen bana iyi insan olmayı öğret. Ancak iyi insanlar iyi yurttaşlar olur. Bunların yanıtını sen biliyor musun öğretmenim? Sorunlarını aşmış, çağın getirdiği donanımla donanmış, okuyan araştıran, siyasi baskıdan arınmış, düşüncelerini özgürce ifade edebilen, tek işi öğretmek olan öğretmen nerde? Sen de zordasın biliyorum. Çalışman yetmiyor. Ekmek kavgasında, pahalılıkla boğuşmakta, işini güvenceye almak için bir iktidar yetkilisi bulup da ona sığınma derdindesin… Politikacı değilsin ama kraldan daha çok kralcısın; mecburiyetten. Kaygılanma; gene de öğretmenler, bütün iyi niyetiyle, yeteneği ve bilgi birikimiyle en önemlisi kalbiyle yanınızda. İdare edeceğiz. Bu ülkenin yazgısında var; ta Fütüvvet teşkilatlarından, ahilikten bu yana var. Eskiliğimize bakıp da hala orda mıyız dem e, değişen dünyada çağı yakalamak nerde kaldı diye sorma. O ise hiç alışkanlığımız değil. İki bahar yanyana, sen bahar, o sonbahar. Sonbaharın çok anlatacağı olmalı. Hadi kolay gelsin; yarınlar elinizde… Yapay zekayla ürettiğim ilk fotoğraf

  • Levent Kırca

    Zeki Levent Kırca * (28 Eylül 1950,Samsun - 12 Ekim 2015, İstanbul), Türk komedyen, tiyatro ve sinema oyuncusudur. Aydınlık gazetesi yazarlığı ve Vatan Partisi'nin Merkez Yürütme Kurulu üyeliğini yapmıştır. Sanatçının ikisi ilk eşinden, ikisi de Oya Başar'dan olan 4 çocuğu vardır. 33. Türkiye Hükûmeti'nde Kültür Bakanlığının tavsiyesiyle verilmeye başlanan Devlet Sanatçısı ünvanına 1998'de layık görülen sanatçının bu ünvanı 62. Türkiye Hükûmeti tarafından 2015'te geri alındı. Hayatı 28 Eylül 1950 tarihinde öğretmen Bahriye Kırca ile ressam Mehmet Kırca'nın ikinci çocuğu olarak Samsun'da doğdu. Kırca küçük yaştayken babası aileden ayrılıp İsviçre'ye yerleşti. Kırca ise çocukluk yıllarında annesiyle birlikte Ankara'ya yerleşti. Tiyatro ile lise yıllarında tanıştı. Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahne yaparken ilk kez gözaltına alındı. Verdiği röportajda bu gözaltılarda işkence gördüğünü söyledi. 1965'te Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sahneye çıktı. Ankara Birlik Tiyatrosu ve Halk Oyuncuları'nda çalıştı. 10 yıl Ankara'da tiyatro çalışmalarında bulunmasının ardından İstanbul'a yerleşti. Nasreddin Hoca, Oyun Treni, Siz Olsaydınız Ne Yapardınız?, Bu Oyun Nasıl Oynanmalı?, Sağlık Olsun!, Ne Olur Ne Olmaz? gibi televizyon dizilerinin yapımcılığını üstlendi. 1978'de Taşı Toprağı Altın Şehir adlı filmle sinemaya geçti. Ne Olacak Şimdi? ve Mavi Muammer adlı filmlerde oynadı. Hodri Meydan Topluluğu adlı tiyatro grubunu kurdu. Eski eşi Oya Başar ile birlikte "Güzel ve Çirkin" ve "Sefiller" adlı oyunları sergiledi. Üç Baba Hasan, Kadıncıklar adlı oyunları sergiledi. 1988'de başlayıp 22 yıl süren Olacak O Kadar adlı televizyon programını hazırladı. İlk sinema yönetmenliği denemesini Son adlı filmle yaptı. Daha sonra Şeytan Bunun Neresinde adlı filmi yönetti. 1998'de Işılay Saygın'ın verdiği bir demeçte "52 yaşındayım ve hâlâ bakireyim" sözlerini 'Olacak O Kadar' programında 'deliksiz süzgeç' benzetmesiyle kullanan Kırca'ya Saygın tarafından dava açıldı. RTÜK'e şikâyetle Kanal D'yi 1 günlüğüne kapatmış, Kırca da açlık grevi yapmıştı. Deniz Baykal'ın konuyu meclise taşıyacağına söz vermesi üzerine açlık grevine son verdi. İngiliz The Daily Telegraph bile olaydan bahsetti. Kırca, yaşananlarla ilgili ''Biz Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'yı bile canlandırdık. Kendisi bizi arayıp tebrik etti. Benim yüzümden çalıştığım kanalın kapatılmasını hazmedemiyorum'' dedi. 2000 yılında mahkeme, yapılan esprilerde Saygın'ın kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu kanısına varıldığını belirterek Kırca'yı 6 milyar lira manevi, 118 milyon lira maddi tazminat ödemeye mahkûm etti. 1998 yılında 33. Türkiye Hükûmeti'nde Kültür Bakanlığının tavsiyesiyle verilmeye başlanan Devlet Sanatçısı unvanına layık görülmüş, Kırca'nın bu unvanı Nisan 2015'te geri alınmıştır. Saint Petersburg Bal Mumu Heykelleri Müzesi'nde heykeli olan nadir Türk sanatçılarındandır. 2011 yaz aylarında Karımın Dediği Dedik Çaldığı Kontrbas isimli komedi dizisine başlamış fakat reyting alamadığından dolayı dizi 4 bölüm sürmüş ve bitmiştir. Oyunculuk dışı kariyeri Levent Kırca, Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde öğretim üyeliği yapmış, Mart 2009 Belediye Seçimleri için Demokratik Sol Parti'den Üsküdar Belediye Başkanlığı için aday olmuş fakat 4. sırayı alarak kazanamamıştır. 2010 anayasa değişikliği referandumu'nda Hayır oyu vereceğini açıklamıştır. 2011'den itibaren Aydınlık gazetesinde köşe yazarlığı yapmış, 2013 yılının Ocak ayında ise Ulusal Kanal genel müdürlüğü, daha sonra Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini üstlenmiş ve son olarak 30 Mart 2014 günü yapılan Mahalli İdareler Seçiminde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına İşçi Partisi'nden aday olmuştur. 15.232 (%0,2) oy alarak 8. sırada yer almıştır. Ölümü 2015 yılında yakalandığı karaciğer kanseri nedeniyle kemoterapi tedavisi görmekte olduğu Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesinde 12 Ekim 2015 gecesi saat 02.40'ta yaşamını yitirdi. Cenazesi, 13 Ekim 2015 Salı günü Levent Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı 'na defnedilmişti r

  • Hacı Bayram Veli

    Hacı Bayrâm-ı Velî (d. 1352, Ankara , - ö. 1430, Ankara , Osmanlı İmparatorluğu ), Türk mutasavvıf ve şair. Safevî tarikatı büyüklerinden Hoca Alâ ad-Dîn Ali Erdebilî 'nin öğrencilerinden olan Şeyh Hamid-i Veli 'nin yani Somuncu Baba'nın öğrencisi ve Bayramiyye tarikatının kurucusudur. Türbesi , Ankara'da Hacı Bayram Câmii 'nin bitişiğinde bulunmaktadır. Hayatı Doğum ismi, Numan bin Ahmed, lakabı "Hacı Bayram"dır. 1352'de Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde Zülfazıl (Solfasol) köyünde doğdu. Hacı Bayrâm-ı Velî, 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yetişti. Eserlerini diğer Hacı Bektaş-ı Veli yoldaşları gibi Türkçe olarak yazdı ve dönemdeki Türkçe kulanımını Anadolu 'da önemli şekilde etkiledi. II. Murad verdiği ünlü bir fermanda , Hacı Bayrâm-ı Velî'nin ve talebelerinin, yalnız ilim ile meşgul olmaları için, onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğu bildirmiştir. Fatih Sultan Mehmed 'in İstanbul 'u fethedeceğini II. Mehmed'in babası II. Murad 'a bildirdiği rivayet olunur. Birgün medreseye birisi gelerek; “ İsmim Şüca-i Karamani’dir. Hocam Hamideddin-i Veli’nin selamı var. Sizi Kayseri’ye davet ediyor. Bu vazife ile huzurunuza geldim.” dedi. O da, Hamideddin ismini duyunca; “ Baş üstüne, bu davete icabet lazımdır. Hemen gidelim.” diyerek müderrisliği bıraktı. Birlikte Kayseri 'ye yöneldiler ve Somuncu Baba diye bilinen Hamideddin-i Veli ile Kurban Bayramı 'nda buluştular. O zaman Hamideddin-i Veli; “ İki bayramı birden kutluyoruz! ” buyurdu ve ona Bayram lakabını verdi ve kendisini talebeliğe kabul etti. Din ve fen ilimlerinde yüksek derecelere kavuşturdu. 1412 yılında Hacı Bayrâm-ı Velî, hocası Şeyh Hâmideddin-i Veli 'nin Aksaray'da ölümünden sonra Ankara'ya dönüp irşad faaliyetlerine başlar. Bu tarih, Bayramiye tarikâtının kuruluşu kabul edilir. Ankara'ya dönüşü Hocası Hamideddin-i Veli'nin vefatından sonra Ankara'ya gelerek doğduğu köye yerleşti. Yeniden talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Sohbetleriyle hasta kalplere şifa dağıttı. Talebelerini daha çok sanata ve ziraate sevk ederdi. Kendisi de geçimini ziraatle sağlardı. Açtığı ilim ve irfan ocağına, devrinin meşhur alimleri, hak aşıkları akın etti. Damadı Eşrefoğlu Rumi , Şeyh Akbıyık , Bıçakçı Ömer Sıkinî , Göynüklü Uzun Selahaddin , Edirne ve Bursa ziyaretlerinde talebeliğe kabul ettiği Yazıcızade Ahmed (Bican) ve Mehmed (Bican) kardeşler ile Fatih Sultan Mehmed Han'ın hocası Akşemseddin bunların en meşhurlarıdır. Fatih'in babası Sultan İkinci Murad Han, Hacı Bayrâm-ı Velî'yi Edirne'ye davet edip, ilim ve manevi derecesini anlayınca, fevkalade hürmet göstermiş, Eski Cami'de vazettirmiş, tekrar Ankara'ya uğurlamıştır. Sultan İkinci Murad Han kendisinden nasihat isteyince; İmam-ı Azam ’ın, talebesi Ebu Yusuf ’a yaptığı uzun nasihatı yaptı: “ Tebean içinde herkesin yerini tanıyıp bil; ileri gelenlere ikramda bulun. İlim sahiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş, fasıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Kimseyi küçümseyip hafife alma. İnsanlığında kusur etme. Sırrını kimseye açma. İyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak kimselerle ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Bir şeye hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Seni ziyarete gelenlere faydalanmaları için ilimden bir şey öğret ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Herkese itimad ver, ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazen de onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve itibarlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et. Müsamaha göster. Hiçbir şeye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.” Yetiştirdiği müritleri 1429'da Ankara'da öldü. Türbesi kendi ismiyle anılan Hacı Bayram Camii'ne bitişik olup, ziyarete açıktır. Ayrıca İzmit'te kendi ismini taşıyan bir sokak vardır. Ölümünden sonra tarikat, müritleri üzerinden Akşemsettin ’e atfedilen (Şemsîyye-î Bayramîyye Tarikâtı ), Bıçakçı Ömer Dede (Şeyh Emir Sıkkinî) ’ye atfedilen ( Melâmetîyye/Melâmîyye -î Bayramîyye Tarikâtı ) ve Akbıyık Sultan’a atfedilen ( Celvetîyye -î Bayramîyye Tarikâtı ) olmak üzere üç ayrı kola ayrılarak devam etmiştir. Hacı Bayrâm-ı Velî, Yunus Emre gibi Hacı Bektaş-i Veli 'den etkilenmiş ve aynı tarz şiirler söylemiştir. Şiirlerinde Bayramî mahlasını kullanmıştır.

  • 2025 Nobel Edebiyat Ödülü Sahibini Buldu

    Nobel Edebiyat Ödülü'nü Macar senarist ve yazar Laszlo Krasnahorkai kazandı. 2025 Nobel Edebiyat Ödülü, Macar senarist ve yazar Laszlo Krasnahorkai’ye verildi. 71 yaşındaki Krasnahorkai, edebiyat dünyasının en prestijli ödüllerinden birine layık görüldü. 1901’den 2024’e kadar toplam 121 kişiye 117 kez verilen Nobel Edebiyat Ödülü, roman yazarlarının yanı sıra oyun yazarları, tarihçiler, filozoflar ve şairlere de takdim edildi. 2016’da ise Bob Dylan’ın ödül almasıyla edebiyatın kapsamı müzik ve şarkı sözleri alanına da genişletilmişti. Ödül, 11 milyon İsveç kronu tutarında bir para ödülü ile birlikte İsveç Akademisi tarafından sahiplerine veriliyor. Bugüne kadar 18 kadın yazara ödül takdim edilmiş olup, ilk kadın Nobel sahibi Selma Lagerlöf, ödülü 1909’da kazanmıştı. GEÇEN YILIN KAZANANI Geçen yıl ödülü, Türkçede Vejetaryen, Beyaz Kitap ve Veda Etmiyorum romanlarıyla tanınan Güney Koreli yazar Han Kang kazanmıştı. Kadın deneyimini merkezine alan eserleriyle dikkat çeken Han Kang, Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan ilk Güney Koreli kadın olmuştu. LÁSZLÓ KRASZNAHORKAI KİMDİR? László Krasznahorkai, 5 Ocak 1954’te Macaristan’ın Gyula kentinde doğan bir romancı ve senaristtir. Edebi kariyerine, hukuk eğitimi ve Macarca dil ve edebiyat çalışmaları sonrası bağımsız yazar olarak başlayan Krasznahorkai, özellikle uzun, yoğun cümleler kullanan, karamsar, melankolik ve distopik temaları işleyen romanlarıyla tanınır. Önemli eserleri arasında Sátántangó (Şeytan Tangosu), Az ellenállás melankóliája (Direnişin Melankolisi), War & War gibi kitaplar yer alır. Bu eserlerden bazıları yönetmen Béla Tarr tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Uluslararası alanda da takdir gören Krasznahorkai, 2015’te Man Booker International Ödülü’nü kazanmıştı. Kişisel yaşamında, uzun süre Berlin gibi şehirlerde yaşamış, doğaya ve sessizliğe yönelen bir yaşam tarzı benimsemiş, evini genellikle Macaristan’da gizli bir konuma çekmiştir.

  • Fakir Baykurt'tan Bir Anı

    AYŞE ÇİRKOT * Türk edebiyatının çınarlarından biri olan Fakir Baykurt'un Isparta-Gönen Köy Enstitüsü'ne kaydolmaya giderken Burdur-Baladız arası tren yolculuğu hayli canlı anılarla doludur. Baykurt'un özyaşam öyküsünde aktardığı bir ayrıntı ise o dönemin ruhunu yansıtması bakımından önemlidir. Gönen Köy Enstitüsü'nde okuduğu yıllarda, okula yeni derslik inşa etmek isteyen okul yönetimi, aralarında Fakir Baykurt'un da olduğu öğrencileri Keçiborlu'ya "eski çivi" toplamaya gönderir. İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır ve bir çivi bile altın değerindedir. Baladız'dan trene binen Baykurt ve arkadaşları, trende karşılaştıkları İzmir'e giden bir halı tüccarının çivi toplamaya gittiklerini öğrenmesinin ardından alaycı bakışlarına ve sorularına maruz kalırlar. Halı tüccarı: - Bir çivinin ne önemi var, toplayacaksınız da ne olacak? Fakir Baykurt yanıtlar: - Bir mıh bir nal kurtarır, Bir nal bir at kurtarır, Bir at bir yiğit kurtarır, Bir yiğit bir vatan kurtarır... * EKLEYEN Ayşe Çirkot

  • KERBELA

    * İktidar Uğruna Bir Masumiyetin Katli Hikayesi * KERBELA SAVAŞI ve HÜSEYİN'in ŞEHİT OLUŞU Kerbelâ Olayı ya da Kerbela Savaşı temelinde iktidar kavgası olan , 10 Ekim 680'de (Hicri 61, 10 Muharrem) ikinci Emevi halifesi I. Yezid'in (h. 680–683) ordusu ile İslam peygamberi Muhammed'in torunu Hüseyin bin Ali'nin liderlik ettiği küçük bir grup arasında şu anda Güney Irak'ta bulunan Kerbela'da gerçekleşen Kadınlar ve çocuklar ve Hüseyin'in oğlu Zeynelabidin dışında Hüseyin taraftarlarının bütün erkekleri, 71 kişi katledildi. Başları Alınan Cesetler Hz. Hüseyin ile beraberindeki yetmiş kadar muharibin şehid edilmelerinden ve Emevî ordusunun onun kesik başıyla esir alınan haremi mensuplarını Dımaşk’a götürmek üzere yola çıkmasından sonra açıkta bırakılan şehid cesetleri, Benî Esed mensubu Gādiriye köylüleri tarafından Hâir denilen yerde toprağa verildi. Hz. Hüseyin’in başının ise Halife I. Yezîd’e sunulduktan sonra nereye gömüldüğü bilinmemektedir. Tarih:10 Ekim 680 h. 10 Muharrem 61 Yer: Kerbelâ, Irak Neden: Hilâfet TARAFLAR Yezid Taraftarı ; 30.000 kişi (Kufe'den gelen 18.000 kişi Hüseyin bin Ali'yi gelmesi için çağırıp sonrasında saf değiştirmiştir) Hüseyin Taraftarı : Dokuzu yolda öldürülmek üzere (Müslim bin Akil'in ailesi ve ona yardım edenler) 72 erkek ve bir o kadar kadın. Zeynelâbidîn savaşamayacak durumda olduğu için çatışmaya girmedi. KAYIPLAR: Yezid Taraftarı ; 1000-2000 kişi (Abbas bin Ali ile girilen çatışmada yaklaşık 400-1000 kişi, Ali el-Ekber ile girilen çatışmada yaklaşık 100-200 kişi. Diğerleri ise Hüseyin bin Ali ve kalan 58 kişi ile girilen çatışmada ölmüştür. Hüseyin Taraftarı : Dokuzu yolda öldürülmek üzere (Müslim bin Akil'in ailesi ve ona yardım edenler) 71 erkek ve Rukiyye bint Hüseyin *Hüseyin'in küçük kızı Rukiyye bint Hüseyin rivayete göre savaş alanında değil, babasının kesik başı kendine gösterilince ölür. Sonuçları : Emevî ordusu, tarihteki Pirus zaferi gibi yıkıcı bir zafer kazanacak, o günden sonra da İslam dünyası huzursuzluğunu sürdürecektir. • I. Yezîd'in halife ilan edilmesi. • Savaşamayacak kadar hasta olduğu için sağ kalan tek erkek olan Zeynelâbidîn ve sağ kalan diğer kadınlar esir alınıp Şam'a götürülmesi. •Olayın halk nezlinde tepki ile karşılanması ve Muhtar es-Sekafî'nin öncülüğünde Muhtariyye isyanlarının başlaması. • Olaydan 3 yıl sonra I. Yezîd'in şüpheli bir şekilde ölümü. •II. Muâviye'nin Hz Ali'nin kızı Zeyneb bint Ali'nin isteğiyle tahttan feragat etmesi ve Ümeyyeoğulları soyunun sona ermesi Sahipsiz dönen Hüseyin'in atı. Tarihsel GELİŞMELER: Emevi halifesi I. Muaviye (h. 661–680), ölümünden önce oğlu Yezid'i halefi olarak tayin etmişti. Yezid'in bu hareketi, dördüncü halife Ali'nin oğlu Hüseyin ve Zübeyr bin Avvâm'ın oğlu Abdullah bin Zübeyr gibi Muhammed'in bazı önde gelen sahabelerinin oğulları tarafından itirazla karşılandı. 680 yılında Muaviye'nin ölümünün ardından Yezid, Hüseyin ve diğer muhaliflerden biat etmesini istedi. Hüseyin biat etmedi ve Mekke'ye gitti. Ali'nin halifeliğinin merkezi olan Irak'ın garnizon kasabası Kufe halkı, Suriye merkezli Emevi halifelerine karşı olup uzun zamandan beri Ali'nin ailesine bağlıydı . Bu sebeple Kufe halkı, Hüseyin'e Emevileri devirmesini önerdi. Hüseyin, durumu anlamak için Müslim bin Akil'i Kufe'ye gönderdi. Küfeliler yanlarında olduklarını bildirdi. Haberi alan Hüseyin'de yaklaşık 70 kişilik bir kafileyle Kufe'ye doğru yola çıktı. Bu arada Küfeliler fikirlerini değiştirmiş, ihanet ederek Müslim ve yanındakileri öldürmüştür. Bunlardan habersiz Hüseyin ve yanındakiler Kufe'ye çok az bir yol kalmışken, Halifenin 1.000 kişilik ordusu tarafından durduruldu. Bu nedenle Hüseyin, kuzeye yönelmek zorunda kaldı ve 2 Ekim'de Kerbela yakınlarında bir kamp kurdu. KÜFELİLERİN İHANETİ DUYULUYOR Sa‘lebiyye’de karşılaştığı iki yolcudan Kûfeliler’in biatlarından caydığını ve Müslim b. Akīl ile Hâni’ b. Urve’nin öldürüldüğünü öğrenince geri dönmek istedi; fakat bu defa da Müslim’in oğulları ve kardeşlerinin ısrarı üzerine yola devam etmeye mecbur oldu. Bu arada taraftarlarına isteyenlerin ayrılabileceğini söyledi, onlar da ayrıldılar; yanında sadece aile fertleriyle birlikte yaklaşık yetmiş kişi kaldı. Böylece sayısı azalan kafile Ninevâ bölgesindeki Kerbelâ’ya vardı (2 Muharrem 61 / 2 Ekim 680). Çok geçmeden 4.000 kişilik bir Emevi ordusu buraya geldi. Emevi valisi Ubeydullah bin Ziyad'ın Hüseyin'e, onun otoritesine boyun eğmediği sürece güvenli geçiş izni vermeyi kabul etmemesi sebebiyle müzakereler sonuç vermedi. Hüseyin, boyun eğmeyi kabul etmedi. 10 Ekim'de meydana gelen savaşta Hüseyin, akrabaları ve yoldaşlarının çoğunluğu öldürüldü, sağ kalan aile üyeleri ise esir alındı. Bu savaşla birlikte, Iraklıların, Hüseyin'in ölümünün intikamını almak amacıyla iki ayrı sefer düzenlediği İkinci Fitne başlamış oldu; bunlardan ilki Tevvâbîn ayaklanması ve diğeri ise Muhtar es-Sakafi ve taraftarları tarafından gerçekleştirilmişti. Muhammed'in kızı Fatıma'nın Muhammed'in kuzeni Ali'den olma oğlu İmam Hüseyin'in ölümü, Şiilerce her sene Aşûre Günü'nde yâd edilir. Sünnîler ise İslam'da matem yapılmaması kaidesine uyarak bu günleri ibadet yaparak ve Mevlid okutarak geçirirler. Hüseyin'in Türbesi HÜSEYİN(Temsili Resim) BİR AYRINTI. Hüseyin'in Kufe'de kayda değer bir desteği bulunuyordu. Zira Kufe, babası ve kardeşinin halifeliği sırasında halifeliğin başkenti olmuştu. Kufe halkı, Birinci Fitne sırasında, Emeviler ve onların Şamlı müttefiklerine karşı savaşmıştı. Hasan'ın halifelikten feragat etmesinden memnun değillerdi ve Emevilerin yönetimi almasından büyük ölçüde hoşnutsuzdular. Hüseyin, Mekke'de bulunduğu sırada, Kufe'deki Ali'den yana olanlar (Alids) tarafından mektuplar aldı. Bu mektuplarda, Emevilerin yönetiminden bıktıklarını ve bu yönetimi baskıcı bulduklarını ve meşru bir liderlerinin olmadığını belirttiler. Hüseyin'den Yezid'e karşı bulunacakları isyan girişimini yönetmesini istediler ve eğer kabul ederse Emevilerin valisini görevden alacaklarını söylediler. Hüseyin, Kur'an 'a uygun hareket eden kişinin meşru lider olduğunu belirten bir mektupla olumlu yanıt verdi ve onlara doğru yol göstereceğine dair söz verdi. Ardından kuzeni Müslim bin Akil 'i Kufe'deki durumu değerlendirmek üzere gönderdi. Müslim b. Akil geniş bir destek topladı ve Hüseyin'e durumu bildirerek Kufe'ye gelmesi önerisinde bulundu. Yezid, Kufe valisi Numan bin Beşir el-Ensari'yi 'pasif' olması nedeniyle görevden aldı ve onun yerine Basra valisi Ubeydullah bin Ziyad 'ı tayin etti. Ziyad'ın baskısı ve siyasi manevraları sonucunda, b. Akil'in takipçileri dağılmaya başladı ve isyanı erkenden başlatmak zorunda kaldılar. Ancak isyan bastırıldı ve Hüseyin'e yardım sağlayacak olan bin Akil öldürüldü. Hüseyin, Basra'ya bir elçi daha göndermişti, ancak elçi hiçbir destek bulamadı ve hızla yakalanarak idam edildi. Hz. Hüseyin Resûlullah’ın sevgili torunu, emaneti denilerek müslümanlardan daima sevgi, şefkat ve bağlılık görmüş, böylece altı yaşında kaybettiği dedesinin ve annesinin yokluğunu fazlaca hissetmemiş, ağabeyi Hasan ile birlikte bütün İslâm dünyasında olduğu gibi Türkler arasında da Resûlullah’ın sevgili torunu sıfatıyla daima sevilmiş, sayılmış ve adları çocuklara verilen en yaygın isimler arasında yer almıştır. Şiî dünyası, Şiîliğin hareket noktası ve temel şahsiyeti Hz. Ali olmakla birlikte, ALİ'nin şehid edilişinin arka planında varlığını sürdürebilen güçlü bir siyasî kuruluş bulunmadığından bu olayla fazla ilgilenmemiş, Hz. Hüseyin’in şehâdetini ise Şiîliğe hayat veren bir kaynak telakki ederek içtimaî ve siyasî hayatın parolası haline getirmiştir. Bugün İslâm dünyasının en büyük azınlık mezhebini oluşturan İsnâaşeriyye İmâmiyyesi’nin özellikle duygu ve gönül hayatını Hz. Hüseyin sevgisi yönlendirmektedir. Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilişinin hâtırasını anmak için yapılan ve “tâziye” denilen yas merasimleri, onu imamların üçüncüsü ve on dört ma‘sûm-i pâkin (çârdeh ma‘sûm-i pâk) beşincisi kabul eden Şiî dünyasında başlı başına bir olaydır. Ancak Sünnîler’in tuttukları 10 (veya 9, 10, 11) Muharrem orucunun Kerbelâ tâziyesiyle bir ilgisi yoktur . Hz. Hüseyin’in acıklı sonu İslâm edebiyatında başlı başına bir tür oluşturmuş ve özellikle tâziye törenlerinde okunmak üzere Şiî şair ve edipleri tarafından “maktel” veya “maktel-i Hüseyin” denilen mersiye ve okuma parçaları kaleme alınmıştır. Hz. Hüseyin’in çocuklarından Ali el-Ekber Kerbelâ’da kendisiyle birlikte şehid olmuş, Ca‘fer ve Abdullah adlı oğullarından devam etmeyen soyu diğer oğlu Ali Zeynelâbidîn’den devam ederek seyyid unvanıyla tanınmıştır. Ayrıca Fâtıma ve Sükeyne (Sekîne) adlı iki de kızı vardı. * DERLEME AYCAN AYTORE KAYNAK: İNTERNET

  • Fakir BAYKURT

    Efsane Bir Eğitimci & Halkın Nabzını Tutan Bir Yazar Şenol YAZICI * Romanlarına yansıyan muhalifliğini hayatına da taşımayı başaran Fakir Baykurt, 1979'da görevle gönderildiği Almanya'ya yerleşir ve orda ölür. Ancak coğrafya neresi olursa olsun, o, ülkesinin gerçeklerini anlatmaktan, siyasi ve toplumsal mücadeleden vazgeçmez. Dönemin en güçlü sendikası Türkiye Öğretmen Sendikası TÖS'ün başkanı olan, ününü büyük oranda dönemin siyasetinden alan Toplumcu - Köy edebiyatı ekseninin doruk noktası olmuş bir eğitimci yazarımızdır. 1980'den sonra, biraz temellerinin, ötekini kolayına kabul etmeyen ideolojik kurgusu, biraz karşı saldırılar nedeniyle sislenip unutulmaya yüz tutan toplumcu Edebiyatın diğer unsurları gibi daha az anımsansa da yine de 1979'da yerleştiği Almanya'da, Edebiyatımızda "Almancı Edebiyatını" başlatan kişi olarak yükseldiğini söylersek yanlış olmayacaktır. Şenol YAZICI YARAN DEDE’NİN TAŞLARI * FAKİR BAYKURT * Olanın yanında olmayan da var, demiştim. Bunların sayısı da epeyce var. Kiminin kökten kesik, hiç olmuyor. Kiminin oluyor, yaşamıyor. Yoluk Fatma’yla İbrişah bunlardan. Yoluk Fatma gebe kalıyor, hatta altı yedi ay da gezdiriyor karnında, ama dokuz aya varmadan çıkarıp atıyor. İbrişah ise dört tane doğurdu bugüne kadar; her biri sekizer ay yaşayıp gittiler dünyadan. Bu ikisi çocuk delisi şimdi köyde. Yana yana aranıyorlar. Hallerine acımayan yok. Kendileri de ellerinden geleni yaptılar. Tekkeden türbeden geç, doktora bile gittiler. Lâkin olmadı, yok bir çare. Vardır ama köyde yok! Karılar temelli kısır olsa, olmuyor denir de umut kesilir. Bunlarınki kafa kurcalıyor. En sonu, Beytullah Hoca buldu çareyi. Hocanın elinde bin hüner. Yıldızlama’ya baka, cin dere, kitap aça sırrına vardı bu işin. Havadis öyle bir duyuldu, öyle bir yayıldı ki, değil bizim köy, bütün komşu köyler Yoluk Fatma’yla İbrişah adında iki garip yurttaşımızın çocuğu yaşamadığını duydu öğrendi bu sayede. “Yıldızlama’ya baktım, öyle göründü. Kitap açtım öyle göründü. Düşe yattım öyle göründü. Cin derdim öyle göründü. Yoluk Fatma’yla İbrişah’ın gocaları, Yaran Dede’den taş almışlar. Bu taşları götürüp yerine koymadıkça yirmişer dene garı alsalar, yirmi garıdan yirmişer dene çocukları olsa gine bir denesi yaşamayacak!” Hocanın yayınladığı, dağın taşın duyduğu, duyanların yerden göğe hak verdiği bir bildiriydi bu. Konu komşu, daha o gün, iki kocanın başına, çullandı: “Kalk döyüs!..” “Kalk dürzü!..” “Kalkın.” “Durman, nereden aldınız da nereye koydunuz bulun, yerine götürün böyük Ulu’nun taşlarını... Köyün başına kocaman bir belâ açmadan ne yapacaksanız yapın çabuk!..” “Kalk döyüs!..” “Kalk dürzü!..” “Kalkın çabuk!..” Adamlar öte düşündüler, beri düşündüler, böyle bir “cahallık” yapıp yapmadıklarını öldüler hatırlayamadılar. Bunun da çaresini Beytullah Hoca buldu: “Benim yaşım seksen. Babanızın doğduğu günü bilirim. Eyi düşünseniz siz de bilirsiniz emme kafanız kalın. Köye mektap yapıldığı yıl Arif Beyin taşıttığı taşları ne tez unuttunuz? Bugün gibi gözümün önünde... Siz o zaman talebe değil miydiniz?” Durun, dinleyin, demeye kalmadı. Öğretmen İbrahim’i bir tarafa itip koştular okula! Duvarları delik deşik ettiler. Buldukları iki ak taşı Yaran Dede’ye koydular. Koydular da rahat bir nefes alabildiler. Bir daha da böyle eksik bir iş tutmamasına yemin üstüne yemin edip tövbe istiğfarla kurban kestiler. Şimdi bekliyorlar, eğer başka bir kabahatleri yoksa çocukları olacak, yaşayacak! Bu havadisin dumanı üstündeyken, bir ikindi vakti, ayağındaki mestlerinin yırttığını yamatmak için Beytullah Hoca bize geldi. Onun geldiğinde Ramazan uyku çekiyordu. Anam, akşam için yaprak sarması yapıyordu. Ben, anama yardım etmekte olan teyzemin, anadan öksüz, babadan yetim ve genç yaşında kocadan dul teyzemin dizine yattım: “Nedir seninle alıp veremediği Tanrının? Ne biçim iş, ne biçim adalet bu?” diye şakalaşıp duruyordum. Birden giriverdi kapıdan. Nasıl derlenip toparlandık, anam nasıl Ramazan’ı uyardı, bir anda nasıl oldu bunlar? bilmiyorum... Altına minder attık, oturttuk. Elini öptük. “Hoş geldin, safa geldin, evimize bereket getirdin,” dedik. Hiç o seksen yaşın adamı değil. Dinç mi dinç. Kendi yönünde hâlâ kafası işliyor. Söz ettiği konularda onu yanıltmak güç. Okuduğu Arapça ayetleri hiç düşünmeden çeviriveriyor... Ramazan, gitti mestlerin başına oturdu. Biz açtık Yoluk Fatma’yla İbrişah’ın meselesini. Hocanın sözleri hep bana karşı. Anamla teyzem de yedekliyorlar onu. “Hikmet... Hikmeti-hüda... Dağ taş hikmet...” Anam: “Yaa, doğruu... Hikmeti hüda... Doğru...” Hoca: “Dağ taş hikmet dolu... Taş deyip geçenlere bakmayın. Ağaçta bile hikmet var! Bildiğimiz şu karaçalı yok mu, onda bile... Ekiz Ali bir gün Beyönü’deki çalıdan bir dal kesmiş, keser sapı yapmak için. Daha o gün ürüyasında herifin dersini vermişler. Soymuşlar bunu, dömeltmişler, kestiği dalı da getirip... Ekiz Ali terleye terleye zabahı zor etmiş. Tabanı bir çalı emme, düşünmek lazım: Hiç yere göğü yaratan tanrı, yaratır da boş mu kor? Her şeyde bir hikmet mevcuttur. Yerlerin karış karış sahibi vardır. Sahibi Tanrıdır. Tanrı büyüktür. Cenabı rabbülâlemin, bize dört muhafız melek vermiştir. Dördü, dört bir yanımızda bizi gözetler. Bunlar öyle kuvvetli, öyle dikkatli ki, dünyada hiçbir varlıkla kıyaslanamazlar. Sivil pulislere benzerler. Sana görünmeden dolaşırlar yörende, seni güderler...” Anamgil: “Çok şükür!..” diye derin bir nefes aldılar. “Biz bu dört muhafızın nezareti altındayız daima. Yalnız ayakyoluna giderken boşluyor bunlar bizi. Çıktık mı yeniden takılıyorlar peşimize...” Teyzemin aklına geldi birden: “Ayakyolunda bismillâh çekilmeyecek diyorlar, asıllı mı bu?” “Dört adım kala bismillâhını çekeceksin. Varıp oturduğun zaman da hemen destur! diyeceksin. Melekler, bismillâh dediğin yerde kalıp seni bekleyecekler. Şayet bismillâh demezsen melekler sende kalmaz. Onlarla böyle pis yerlere girip çıkmak tehlikeli. Çok uyanık olmalı... Sonra bakın, ayakyoluna varıp oturduğunuz zaman destur çekmeyi unutursanız melekler mesuliyet kabul etmez. Bunu aklınızda eyi tutun... Ha, ne diyordum? Dağ taş hikmet dolu... Her şeyde bir hikmeti ilâhi var. 0 taş orda duruyor emme ne gayeye duruyor? Almalı mı, almamalı mı? Biraz dönüp düşünmeli...” “Canım,” dedi anam, “Arif Beyin hatalı işleri çoğudu. Hiç Yaran Dede’nin taşı alınır mı?” Teyzem: “Emme, dur bakalım,” dedi. “Yaran Dede’den taş almak, tutana tutuyor, tutmayana bir şey yok! Şu Kırali denen dürzüye bakın: Çocukları sıpalar gibi! Halbuysam, yaptırdığı gayfanın taşını hep Yaran Dede’den çekti...” Beytullah Hoca bir başka hikmete geçecekken, sözü anam kaptı: “Tanrı onun da belâsını verir bacım! Merak etme, hem de yakındadır. Çocuklarının sıpalar gibi olduğuna ne bakıyon? Hemi de onun çocukları, gayfayı yaptırmadan doğdu. Çocukları doğmadan yaptırsaydı da göreydik bir...” Teyzem: “Çocuğu çok olan karılar düşürüp de kurtulacağız diye canlarını boşu boşuna tehlikeye atıyorlar demek. Yollasınlar kocalarını, söktürsünler Yaran Dede’den iki taş, tamam...” Hocanın mestleri yamanmıştı. Akşam namazı için bir de abdest alıp kalktı. Merdivenden indirip avlu kapısına kadar geçirdik. “Hikmet, hikmet...” diye, çekti gitti. Anam: “Bunlar mühim şeyler,” dedi. “Bilmişken insan bunları bilmeli...” Gülümsedim. Anam kızdı: “Yılışma deli deli!... Beytullah Hoca bu, gidende bir dene! Onun gibi ilmi derin, onun gibi itikadı kavi bir adam daha var mı? Ne yılışıyon herifin ardından?” * Fakir BAYKURT * Fakir BAYKURT * Eğitimci, Örgütçü ve Yazar (D. 15 Haziran 1929, Akçaköy / Yeşilova / Burdur - Ö. 11 Ekim 1999, Essen / Almanya). * Elif ve Veli Baykurt çiftinin altı çocuğundan biri olan usta edebiyatçı, 1929'da Burdur'un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy'de dünyaya geldi. Asıl adı Tahir olan yazar, Akçaköy İlkokulu'nda 1936'da öğrenime başladı. Henüz 9 yaşındayken babası vefat eden Baykurt, kendisini okula göndereceğini söyleyen dayısı Osman Erdoğuş ile Balıkesir'e taşındı. Ancak dayısı okula göndermeyerek, Baykurt'u yanında çalıştırdı. 3 yıl dayısının yanında yaşayan usta edebiyatçı, İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla dayısının askere alınması üzerine Akçaköy'e döndü. Fakir Baykurt , 1942'de ağır bir sıtma geçirdi. 1943'te ilkokul eğitimini bitirdi. Şiir yazmaya bu dönem başlayan yazar, 1948'de Isparta Gönen Köy Enstitüsünden köy öğretmeni olarak mezun oldu. Edebiyatla ilgilenmesi üzerine Köy Enstitüsüne kütüphane başkanı seçilen Baykurt, bu kütüphane vesilesiyle de kendini geliştirme fırsatı yakaladı. "Fesleğen Kokulum" adlı ilk şiiri 1945'te Türk'e Doğru adlı dergide yayımlanan yazarın sonraki eserleri, 1947'de Kaynak dergisinde okurla buluştu. Sonraki yıllarda eserlerinde "Fakir Baykurt" adını kullanmaya başlayan usta edebiyatçı, öğretmenlik serüvenine ilişkin şunları söylemişti: " Öğretmenliğe 1948'de Isparta Gönen Köy Enstitüsünü bitirerek girdim. İlk atandığım Kavacık'ta üç yıl kaldım. Burası Yeşilova ilçesine bağlı, kendi doğduğum Akçaköy'e yakın bir dağ köyüydü. Kavacık'tan sonra sağlık nedeniyle Dereköy'e geçtim. Öğretmenlikte hiç gözden uzak tutmadığım ilke, yüklendiğim görevi mesleksel açık vermeden yapmaktı. 1960 ocak ayında bakanlık buyruğuna alındım. 27 Mayıs 1960 sonrası Milli Eğitim Bakanı Prof. Fehmi Yavuz’la konuşup ilköğretim müfettişi olarak göreve başladım." Akçaköy İlkokulunu (1943) ve İsparta-Gönen Köy Enstitüsünü (1948) bitirdikten sonra beş yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. Daha sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünden (1955) mezun oldu. Yeşilova, Hafik, Konya ve Şavşat'ta Türkçe öğretmenliği yaptı. Demokrat Partinin iktidarda bulunduğu 1950’li yıllarda zaman zaman öğretmenlikten alınarak daha pasif görevlere verildi. "Yılanların Öcü" tiyatro ve sinemaya uyarlandı Muzaffer Hanım ile 1951'de evlenen Baykurt'un, bu evlilikten oğlu Tonguç ile kızları Işık ve Sönmez dünyaya geldi. Fakir Baykurt, 1953'te Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümüne başladı. Aynı dönem, Gayret adlı dergide yazmaya başlayan Baykurt, bazı yazıları sebebiyle soruşturmaya tabi tutuldu. Baykurt, 1955'te üniversiteden mezun oldu ve Sivas'ın Hafik ilçesine öğretmen olarak atandı. Ankara Piyade Yedek Subay okulundaki vatani görevini 1957'de tamamlayan yazar, askerlikten sonra Artvin'in Şavşat ilçesinde öğretmenliğe devam etti. Köy hayatını anlatan ilk romanı "Yılanların Öcü"nü 1954'te kaleme alan Baykurt'un bu romanı 1958'de Cumhuriyet gazetesinde tefrika olarak yayınlandı, daha sonra tiyatro ve sinemaya uyarlandı. 1958’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen ilk romanı Yılanların Öcü nedeniyle hakkında kovuşturma açılıp Bakanlık emrine alındıysa da takipsizlik kararı verildi. 1960 İhtilalinden sonra Ankara’nın ilçelerinde ilköğretim müfettişliğine getirildi. 1962-63 yıllarında ABD Bloomington Indiana Üniversitesinde ders araçları konusunda uzmanlık eğitimi gördü. Türkiye Öğretmenler Sendikasının (TÖS) kuruluş çalışmalarına katıldı ve başkanlığına (1965) seçildi. Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyunu (TÖDMF) genel başkanlığı yaptı. Bir ara Millî Folklor Enstitüsü uzmanlığı (1967) görevinde bulundu. Türkiye çapındaki ilk öğretmenler boykotunda (1969) açığa alındı. 1971’deki 12 Mart askeri müdahalesinden sonra TÖS davasından yargılanarak uzun süre tutuklu kaldı, ancak 1975'te aynı davadan yeniden yargılandı ve beraat etti. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde (ODTÜ) Halkla İlişkiler ve Yayın Müdürlüğü ile Kültür Bakanlığı danışmanlığı (1978) görevlerinde bulundu. SON YILLARI ve ÖLÜMÜ Milli Eğitim Bakanlığınca 1979 yılında Duisburg / Almanya’ya gönderilerek Yabancı Çocuk ve Gençlerin Teşviki ve Bölgesel Çalışma Kurumunda eğitim uzmanı olarak çalıştı. 1996’da oradan emekli oldu. 1963'ten itibaren ABD, Jamaica, Çin, Avustralya ile Orta Asya ve Avrupa ülkelerini gezip gördü. Son yıllarında Duisburg’da ve Antalya’nın Nebiler köyünde yaşıyordu. Pankreas tedavisi gördüğü Essen Üniversitesi Hastanesi’nde öldü. Cenazesi, 1979’dan sonra sürekli yaşadığı Duisburg’da düzenlenen bir törenden sonra İstanbul’a getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi. Fakir Baykurt, edebiyata şiirle başlamıştı. Fesleğen Kokulum başlıklı ilk şiiri Eskişehir'de çıkan Türk'e Doğru adlı derginin Haziran-Temmuz 1945 tarihli sayısında yayımlanmıştı. Daha öğrencilik yıllarında, Köy Enstitüsü (1945-46) dergisinde ardı ardına şiirler yazmayımlamaya (1946) başladı. Ardından öyküleri ve romanları geldi. Baykurt’un adının dergilerde görünmeye başladığı yıllar, Türkiye'de çok partili demokrasiye geçiş sancılarının yaşandığı bir döneme denk düşer. Özellikle 1950'den sonra, çoğu köy enistitülü pek çok yazar, Kemalist bir bakış açısı ile yeni dönemin siyasi motifini işlemeye başladılar. Bu anlayışla yazılan Mahmut Makal'ın Bizim Köy kitabının (1950) ardından Talip Apaydın'ın Bozkırda Günler (1952) kitabı gelir. Bu yeni akımın, ilk çıkışında Demokrat Partinin popülist siyasetine paralellikler gösterdiği sanılır. Ancak, köy romanlarının öne çıktığı bu dönem, elbette onları yetiştiren köy enstitülerinin modernist ve aydınlanmacı ideolojisini benimser ve naturalizmin izlerini taşır. Fakir Baykurt, köy romanının yaratıcısı değildir ama, o, bu türe gerçekçi-muhalif-devrimci bir içerik kazandırarak, Türkiye'de yükselen sosyalist harekete katkıda bulunmuş ve 1960-70 arasında yazılan Türk romanının önünü açmıştır. Sonraki yıllarda, hikâye, şiir ve düşünce yazılarını Kaynak (1947-55), Yücel (1949), Yeni Ufuklar (1951-76), Varlık (1949-95), Seçilmiş Hikâyeler, Beraber, Yeditepe (1952-85), İmece (1960-70), Fikirler,Yazın, Sanat Olayı, Türk Dili (1965-75), Cumhuriyet (1959-95), Öncü (1960), Yön, Abc, Öğretmen Dünyası (1980-95), Evrensel (1995-96), Türk Dili Dergisi (1984-99) gibi gazete ve dergilerde yayımladı. Baykurt, 1955’te çıkan ilk kitabı Çilli’ de, Seçilmiş Hikâyeler ve Beraber dergilerinde yayınladığı öykülerini toplamıştı. Sonraki öykü kitapları Efendilik Savaşı (1959), Cüce Muhammet (1964), Anadolu Garajı (1970), İçerdeki Oğul (1974), ile Yılanların Öcü (1959), Irazcanın Dirliği (1961), Tırpan (1970) gibi romanlarında köy yaşamını, köylünün bilincinde ve bilinçaltındaki isteklerini, tepkilerini ve çelişkilerini yansıttı. Bunu yaparken halka mal olmuş deyiş özelliklerine ve deyimlere de yer verdi. Bir dönem göç sorununu ele alarak, Almanya’daki Anadolu insanının değişim süreci içinde yeniden biçimlenmesinin getirdiği sıkıntıları, farklı bir kültüre uyum sağlamak için gösterilen çabaları çok boyutlu bir şekilde aktardı. Eserleri edebi değerinin yanı sıra toplumbilim ve halkbilim yönünden zengin bir kaynak olarak görülür. Baykurt’un kullandığı dil doğal, yalın, şiirsel bir halk Türkçesi olarak değerlendirildi. Yazdığı seksene yakın kitabıyla nerdeyse tek başına Türkiye gerçeğini en çıplak biçimiyle yazıya, dolayısıyla edebiyata aktardı. Aynı zamanda meslek alanındaki sivil toplum örgütü çalışmalarıyla Türkiye muhaliflik kültürüne katkıda bulundu. Genel olarak sanatta toplumcu-gerçekçi anlayışın, en çok da Türk edebiyatında "köy romanı" olarak adlandırılan akımın 1980'lerden sonra gözden düşmesi, bir anlamda saldırıya uğraması, bu akımın en önemli temsilcisi olan Baykurt'u da doğrudan hedef olarak almaya başladı. Romanlarına yansıyan muhalifliğini hayatına da taşımayı başaran Fakir Baykurt, biraz da bu nedenle Almanya'ya yerleşti. Ancak coğrafya neresi olursa olsun, o, ülkesinin gerçeklerini anlatmaktan, siyasi ve toplumsal mücadeleden vazgeçmedi. Zaman zaman genel ve yerel seçimler öncesinde kimi şair ve yazar arkadaşları ile birlikte mitinglerde yer aldı, gerektiğinde seçimlerde aday oldu. Birkaç kuşağın bilincine direniş kültürünü aşılayan Baykurt, gözaltılar, tutuklanmalar ve baskılarla dolu hayatında kendi doğrularından taviz vermedi. Fakir Baykurt, altmış beş yaşına kadarki hayat hikâyesini yedi ciltlik anılar kitabında anlattı. Çocukluğundan başlayarak dönem dönem köy enstitüsü, köy öğretmenliği, sendikacılık, emeklilik yıllarını ve Ankara’dan Artvin’e, Sivas’tan Konya’ya ulaşan Anadolu yollarını ayrıntılarıyla anlattığı bu anılar serisinin ilk yedi cildinde, birlikte çalıştığı, fikirlerini paylaştığı dostlarından yer yer söz etmişti. Bu dizinin Dost Yüzler / Portreler (2002) adını verdiği sekizinci kitabında ise kendisi için önem taşıyan insanların hikâyelerini genişleterek, bir anlamda gönül borcu duyduğu o insanları bir kez daha anmak istemiştir. Sinemaya uyarlanan ve Almancaya çevrilen Yılanların Öcü romanıyla 1958 Yunus Nadi Roman Yarışmasında birincilik ödülünü, Sınırdaki Ölü ile 1970 TRT Öykü Ödülünü, Tırpan ile 1971 Türk Dil Kurumu Roman Armağanını,1980 Avni Dilligil Tiyatro Ödülünü, Can Pazarı ile 1974 Sait Faik Hikâye Armağanını, Kara Ahmet Destanı ile 1978 Orhan Kemal Roman Armağanını, Yarım Ekmek ile 1998 Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü aldı. Ayrıca, sahneye uyarlanan Sakarca adlı eseri Tiyatro 79 dergisince yılın en iyi oyunu seçildi. Yurtdışında ise Barış Çöreği ile 1984 Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülünü, Gece Vardiyası ile 1985 Alman Endüstri Birliği Kültür-Yazın Ödülünü aldı. Yılanların Öcü adlı eseri 1961’de Metin Erksan, 1985’te Şerif Gören tarafından filme çekildi. Türk Dil Kurumu, Türkiye Yazarlar Sendikası, Dil Derneği, Edebiyatçılar Derneği ve Alman Yazarlar Birliği üyesiydi. “Baykurt’un öykülerine baktığımızda belli kalıplarda oluşturulmuş tiplerin olduğunu söyleyebiliriz. Bu kalıplaşmış tipleri kadın, erkek, filozof, idealist tipler olarak sınıflandırabiliriz: “I- Kadın Tipleri: Fakir Baykurt’un kadın tipleri, çalışan, üreten, hayata katılan, çilekeş, yoksul ama yüksek gönüllü kadınlardır. Öykülerde ana, eş, genç kız olarak karşımıza çıkar. (…) Fakir Baykurt öykülerindeki ikinci kadın tipi ‘eş’ olarak karşımıza çıkar. Köyün çetin yaşam koşullarında ezilir. Çoğu zaman sorumsuz, tembel olarak çizilen kocasının da sorumluluklarını üstlenmiştir. “II- Erkek Tipleri: Baykurt’un öykülerinde karşılaştığımız köylü erkek tipleri farklı özellikler gösterir. Yaşlı köy erkeği, yaşamın içinde hâlâ gücü ölçüsünde çalışan, filozof özellikleriyle yansıtılır. Uyumludur. (…) Baykurt’un öykülerinde diğer bir erkek tipi yoksul ve çetin yaşam koşulları altında ezilen çaresiz köy erkeğidir. Ancak yaşamını sürdürmesine yetecek kadar malı vardır.” (Hülya Yazıcı Okuyan) Fakir Baykurt “dilsizleri, derdinden söz edilmeyenleri anlatmayı seçtikten sonra, daha Enstitü'de okurken, ilk şiirleri basılıp adı duyulmaya başladığında, içinden bir söz vermiş: Köyümden, insanlarımdan kopmayacağım. Bunu hiç aksatmadan uygulamış . (…) “Gözümün bebeği, eğitmenliğinin, yazarlığının amacı gerçekleşti: Yaşamınla, sanatınla verdiğin eğitim beni ve benzerlerimi gölgesiz mutlu ediyor, edecek.” (Bertan Onaran) FAKİR BAYKURT ALMANYA ROMANCISI: “Türk edebiyatında ‘köy romancısı’ olarak bilinen ve eserleri çok sevilen Fakir Baykurt, edebiyatımıza yeni bir tür kazandırmıştır: Almanya romanı. (...) Türk romancıları arasında Almanya’nın romanını yazanların sayısı çok değildir. Fakir Baykurt, bu gerçeği ele alan nadir yazarlarımızdandır. Romanlarının başarısını, Türk köylüsünü çok iyi tanımasına, onların sorunlarını bilmesine ve 1979’da başlayıp ölümü ile biten Almanya macerasında oradaki Türk insanlarını çok iyi gözlemlemiş olmasına bağlamak pek yanlış olmaz.” (Sevengül Sönmez) EDEBİ KİŞİLİĞİ: Birçok türde onlarca eser veren yazar özellikle hikâye ve roman türünde başarılı olmuştur. Edebiyatımızda köy sorunlarını toplumcu gerçekçi bir görüşle anlatarak 1950-1970 yılları arasında görülen köy edebiyatının en popüler yazarı olmuştur. Baykurt’un romanlarında anlattığı konular genellikle ezilen, geri bırakılmış köylülerdir. Köylüleri devrimci ve halkçı bir bakış açısı ile kaleme almıştır. Hemen hemen bütün eserlerinde ideolojiyi ön plana çıkarması, düşüncelerinin sanatının önüne geçmesi ve eserlerinde özellikle imamlar ile öğretmenlerin çatıştırılması en çok eleştirilen yönüdür. Romanlarında kullandığı dil, kahramanlarını yerel ağza göre konuşturması son derece başarılıdır. “Yılanların Öcü” romanında Burdur’a bağlı Karataş köyündeki küçük çıkarlar çevresinde çatışan insanların hayatından gözleme dayalı kesitler sunar. “Amerikan Sargısı’nda bilinçlenen köylünün kendilerini sömürenlere direnişleri; Kaplumbağalar’da bir eğitmenin gayretiyle çorak kamu arazisini ıslah eden Ankara yakınlarındaki Tozak köylülerinin topraklarını ellerinden alan yönetime olan kırgınlıklarını anlatır. Romanlarında köy yaşamını, köylünün bilincindeki ve bilinçaltındaki duygularını, çelişkilerini, tepkilerini ortaya koymuştur. Bir dönem, yapıtlarında “göç sorununu” işlemiştir. Basit ve kolay okunur betimlemeler yapmıştır. Türk köylüsünü karikatürize eden yazar, mübalağalı anlatımlara yer vermiştir. Yapıtlarında yerel dili yansıtmıştır. Ağız özelliği taşıyan sözcüklere yer vermiştir. Kısaca özetleyecek olursak; 1950-1970 döneminde etkili olan “köy edebiyatı hareketi”nin önde gelen temsilcisidir. Toplumcu gerçekçi bir yazardır. Gerçekleri kendine özgü bir biçimde anlatmıştır. Yazarın yayınlanan ilk ürünü “Fesleğen Kokulu” adlı şiiridir. “Tırpan”, “Kaplumbağa” gibi romanlarında imgesel öğelerden yararlanmıştır. KİTAPLARI HAKKINDA: Yılanların Öcü: Fakir Baykurt’un, Yılanların Öcü adlı romanı da, toplumsal eşitsizlikleri dile getiren, güçlü ile güçsüzün mücadelesini konu edinen bir köy romanı olarak dikkat çeker. Bayram, köyünün doğru sözlü, bileği kuvvetli delikanlısıdır. Yıllarca bu köyde yaşamış, ömrünü bu topraklarda çalışmaya adamıştır. Az miktardaki toprağıyla geçinmeye, ürününün mahsulünü almak için uğraşır. Fakat bir gün gelir köydeki arkadaşlarından birim olan Haceli, Bayram’ın evinin önündeki boş araziye ev yaptırmak ister. Bayram buna karşı çıkar. Köyün muhtarı bu boş arazinin satılmasına menfaati için, daha olaylar başlamadan önce karşı çıkmadığından, sürekli Haceli denilen o adama destek çıkmak zorunda kalır. İş öyle bir duruma varır ki muhtar Bayram’ı razı etmek için ayarladığı birkaç adamla dövdürtmek zorunda kalır. Buna rağmen Bayram hakkını savunur. Ve yanında her zaman ona destek çıkmış annesini bulur. Bu olaydan bir hafta sonra kaymakamın köye geleceği haberini duyan muhtar onu memnun etmek için bütün hazırlıkları yapar. Bayram’ın annesi haberi duyunca daha kaymakam gelmeden bir gün önce onun geleceği yolda, dövüldükten sonra sakat kalmış olan oğlunu da götürerek beklemeye başlar. Ve onu gördüğünde olup biten her şeyi anlatır. Kaymakam köye geldiğinde, köy muhtarı başta olmak üzere herkesi tersler. Bayram’ın evinin önüne ev yapılmaması için bir belge çıkartarak Bayram’a verir. Fakat bu olayların şokunu üstümden atlatamayan Bayram’ın annesi delirir. Kaplumbağalar: Eser, Fakir Baykurt’un diğer romanları gibi Türk köylüsünün çektiği sıkıntıları ve imkânsızlıkları anlatır. Köylünün, parmaklarıyla kazıyarak ürettiklerini, bürokrasi karşısındaki çaresizliği yüzünden nasıl kaybettiği çarpıcı şekilde anlatılmıştır. Olaylar Anadolu’daki bir Alevi köyünde geçer. Sünni köyleri arasında kalan bu yerde köylüler, şarap üretebilmek için öğretmen Rıza’nın önderliğinde bir bağ oluştururlar. Köylünün “Purluk” dediği bu bağa sıcaktan bunalan kaplumbağalar da gelir. Kır Abbas, hiçbir ücret almadan buranın bakımını üstlenir. Köy artık yeşil bir görünüme kavuşmuştur. Bir gün devlet görevlileri, mal sayımı için köye gelir ve bu bağın devlete ait olduğu kararına varır. Bu arazi yüzünden köylüden ev başına ağır kiralar istenir. Hiç kimseden yardım alamayan köylü, hayvanları bağa sürerek gözyaşları içinde bağın bozulmasını seyreder. Güneşten kaçacak gölgeleri kalmayan kaplumbağalar da köyü terk eder. Eserleri: ROMAN: Yılanların Öcü (1959), Irazca'nın Dirliği (1961), Onuncu Köy (1961), Amerikan Sargısı (1967), Kaplumbağalar (1967), Tırpan (1970), Köygöçüren (1973), Keklik (1975), Kara Ahmet Destanı (1977), Yayla (1977), Yüksek Fırınlar (1983), Koca Ren (1986), Yarım Ekmek (1997), Eşekli Kütüphaneci (2000). HİKÂYE: Çilli (1955), Efendilik Savaşı (1959), Karın Ağrısı (1961), Cüce Muhammet (1964), Anadolu Garajı (1970), Onbinlerce Kağnı (1971), Can Parası (1973), İçerdeki Oğul (1974), Sınırdaki Ölü (1975), Kalekale (1978), Gece Vardiyası (1982), Barış Çöreği (1982), Duisburg Treni (1986), Bizim İnce Kızlar (1992), Dikenli Tel (1998), Anamla Yıllar, Rur Havzası'nda, Türk Bahçeleri, Ateşdikenleri. HALK HİKÂYESİ: Kerem ile Aslı (1964). ÇOCUK ROMANI: Küçük Köprü (1963), Deli Dana (1963), Yetim Ali (1964), Sınır Kavgası (1964), Topal Arkadaş (1964), Sarı Köpek (1964), Sümüklü Hanım (1964), Ağaç Dede (1964), Sakarca (1975), Yandım Ali (1979), Dünya Güzeli (1985), Saka Kuşları (1985). DENEME-İNCELEME: Efkâr Tepesi (1960), Sendika ve Grev (1969), Öğretmenin Uyandırma Görevi (1969), Türkiye’de Eğitim Çıkmazı (1971), Şamaroğlanları (1976), İfade (TÖS Savunması, 1994), Yeni Kölelik mi? (1996), Türkiye Nereye? (1997), Unutulmaz Köy Enstitüleri (1997), Türkiye’de Köy Enstitüleri (1997), Benli Yazılar (1998), Türk Eğitiminde Emperyalist Etkiler (1999). ŞİİR: Bir Uzun Yol (1989). ANI: Özüm Çocuktur (1998), Köy Enstitülü Delikanlı (1999), Kavacık Köyünün Öğretmeni (2000), Köşe Bucak Anadolu (2000), Bir TÖS Vardı (2001), Genç Emekli (2002), Sıladan Uzakta (2002), Dost Yüzleri (Portrele r , 2002). GEZİ: Dünyanın Öte Ucu (1999). GEZİ: Dünyanın Öte Ucu. * Hazırlayan: Şenol YAZICI

  • Dinmiyorsa

    Foto: Yusuf ERBAY YUSUF ERBAY * Sevince dinmiyorsa yağmur Siste yürümelisin… Birlikte ıslanır belki Yârin hayali…   Vuslatla dinmiyorsa rüzgâr Yalnız esmelisin… Sevda hatırına söner Yıldızın şavkı…   Susunca dinmiyorsa sancı Buluta yazmalısın… Gizli aşk bittiğinde Başlar şiirin aşkı…

  • Bruno'nun 2 Şey Öğretisi

    Kilise tarafından yakılarak öldürülen Giordano Bruno (1548- 1600) Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir. İşte onun evrensel ve zaman mefhumundan uzak, kulağa küpe olacak "iki şey" öğretisi... *İki şey* çözümsüz görünen problemleri bile çözer: 1- Bakış açısını değiştirmek 2- Karşındakinin yerine kendini koyabilmek *İki şey* yanlış yapmanı engeller: 1- Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek 2- Hak yememek *İki şey* kişiyi gözden düşürür : 1- Demagoji (Laf kalabalığı) 2- Kendini ağıra satmak (övmek, vazgeçilmez göstermek) *İki şey* insanı 'Nitelikli İnsan' yapar: 1- İradeye hakim Olmak 2- Uyumlu Olmak *İki şey* 'Ekstra Değer' katar: 1- Hitabet ve diksiyon eğitimi almak 2- Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek *İki şey* geri bırakır: 1- Kararsızlık 2- Cesaretsizlik *İki şey* kaşif yapar: 1- Nitelikli çevre 2- Biraz delilik *İki şey* ömür boyu boşa kürek çekmemeni sağlar: 1- Baskın yeteneği bulmak 2- Sevdiğin işi yapmak *İki şey* başarının sırrıdır: 1- Ustalardan ustalığı öğrenmek 2- Kendini güncellemek *İki şey* başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır: 1- Niyetin saf olması 2- Ruhsal farkındalık *İki şey* milyonlarca insandan ayırır: 1- Sorunun değil, çözümün parçası olmak 2- Hayata ve her şeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla yaklaşabilmek *İki şey* gelişmeyi engeller: 1- Aşırılık (mübalağa, abartı, ifrat) 2- Felakete odaklanmış olmak *İki şey* çözüm getirir: 1- Tebessüm (gülümseme) 2- Sükut (susmak) *İki şey* in değeri kaybedilince anlaşılır: 1- Anne 2- Baba *İki şey* geri alınmaz: 1- Geçen zaman 2- Söylenen söz *İki şey* ulaşmaya değerdir: 1- Sevgi 2- Bilgi *İki şey* "hayatta önemli olan her şey" içindir: 1- Nefes alabilmek 2- Nefes verebilmek "Allah, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır" "Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Allah'ı kullanırlar. " Giordano Bruno (1548, İtalya - 1600 İtalya, Roma). İtalyan filozof, rahip, gökbilimci ve okültist. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir ve şair yönüyle de edebiyata en yakın duranıdır. Ona doğacı coşkunluğun düşünürü de denilebilir. Aristotalesçi kapalı evren görüşünden ilk sıyrılanlar arasında yer alan İtalyan filozof, Kopernik'in tezini savundu. Evrenin sonsuz ve eşdağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi. Aykırı görüşler beslediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edildi ve Roma'da diri diri yakılarak idam edildi. Gittiği her yerden, her inanç kesiminden tepki gördü. Sonunda Katoliklerin elinde 7 yıl yargılandı, özür dilemesi, sözlerini geri alması istendi. İşin ilginci Giordano Bruno bir din adamıydı ve ne bir ateisti ne de bir materyalist değildi. İsa'yı da yadsımıyordu. O, İsa 'yı çarmıha gerenlerin, Pavlus'un yarattığı bir sanal Isa'nın çevresinde örgütlenerk eski pagan imparatorluğunu kuran Kilisenin karşısında idi. O gerçek İsa'ya inanıyordu. Kilisede reformun bir yanılgı olduğunu Cenevre'deki tecrübesi ile görmüştü. çünkü onu Lutherciler, reformistler de sevmedi. Kilisenin kendisi, doğrudan doğruya Tanrı'ya karşıydı, inancı yok ediyordu. Protestanların siyasal erki ele geçirdikleri yerlerde Katoliklerden nasıl zalim ,acımasız ve bilim düşmanı olduklarını gördü.. Ortaçağ,324'te Kilisenin Avila Piskoposu Priscillianus'u ,Euchrotia ve diğer dört yoldaşı ile beraber Bordeaux kentinde karabüyü ile suçlayarak meydanın ortasında canlı canlı yakması ile başlar ve tam 1216 yıl sonra, devlet terörünün en yaygın biçimde uygulandığı ,insanlık tarihinin en kanlı kenti Roma'da bir başka papazın , Rönesans'ın tek gerçek filozofu ve büyük ozanı Giordano Bruno'nun gene kilise tarafından 17 Şubat 1600'de canli canli yakılması ile son bulur.. * 29.07.2019

bottom of page