top of page

İKİ YÜZLÜ İSTANBUL


ree

Nurten B. AKSOY

*

Günlerden bir gün; hava hayli ılık, ama bir o kadar da puslu ve sisli. Karşı yakayı özlediğim için kıtalar arası bir yolculuk yaptım; yani önce Asya'dan Avrupa'ya gittim, akşam da Avrupa'dan tekrar Asya'ya avdet ettim. İki yakası bir türlü bir araya gelmeyen; daha doğrusu hem denizin altından hem üstünden köprülerle, tünellerle bir araya getirilmeye çalışılan zavallı İstanbul'umun aslında göğsündeki bütün düğmelerin kopuk olduğunu, o bir araya getirilmeye çalışılan iki yakanın parça parça olduğunu gördüm hüzünle.


İçim cız etti, adeta benim de yüreğim parçalandı. Beni tanıyanlar bu şehirde doğmamama rağmen İstanbul sevdamı bilirler, ama bugün hep Tevfik Fikret'i ve onun meşhur "Sis" şiirini düşündüm yolculuğum boyunca. Özellikle “Ey bin kocadan arta kalmış bîve-i bâkir" dizesi takıldı dilime... Evet İstanbul bin kocadan arta kalmış gibi yaşlı, harap, bitkin; ama bir o kadar da el değmemişçesine bakir hâlâ…


Uzun zamandır ziyaret etmediğim, karşı yakanın bir ucunda sevdiğim bir yakınımı ziyaret etmek üzere sabah erkenden evden çıktım. Oraya gitmenin en kolay yolu ise, toplu taşımanın bir garabet örneği olan metrobüstü. Niye mi garabet dedim, açıklayayım; binmesi ayrı dert, inmesi ayrı dert olan bir garip taşıt bu. Ayrıca başka vasıtalarda son derece kibar olan yolcuların bu metrobüste nedense vahşileşip kabalaştığına kaç kez şahit olduğumdan, metrobüsle yolculuk kâbus gibi geliyor bana, ama çare yok, bindim ve gittim.


Ziyaretimi tamamladıktan sonra dönüş yoluna geçtim, iş çıkış saatinde tekrar o metrobüse binmeyi göze alamadığım için; tramvay, vapur, otobüs gibi tüm toplu taşıma araçlarına ardı ardına binerek evime vasıl oldum. Eve geldiğimde savaştan çıkmış kadar yorgun ve bitkindim, ama yorgunluğumun büyük kısmı ruh yorgunluğuydu...


Meğerse İstanbul, sevdiğini aldatan bir âşık gibi iki yüzlüymüş, ben onun hep güzel yüzüne bakmışım ya da öyle görmek istemişim onu... Örneğin Avcılar'dan Eminönü'ne gelene kadar ne harap hâneler, ne virâneler gördüm. Yüzleri koca granit mermerlerle kaplanmış birer garabet örneği olan koca koca otellerin, plazaların o güzelim tarihi camilerimizi, çeşmelerimizi nasıl perdeleyip örttüğünü gördüm.


“Taşı toprağı altın" diye İstanbul'a koşan yurdum insanının nasıl da eğitimsiz, yoksul ve bir o kadar kendinden bî-haber olduğunu gördüm. Ekmek parası kazanma uğruna; parçalanan, yok olan ülkelerinden (SSCB) bir umutla İstanbul'a gelip, feleğin sillesini yemiş zavallı kadınları gördüm...


Saygıdan, nezaketten, eğitimden nasibini alamamış üniversiteli gençleri gördüm, elindeki yüklerle ayakta durmaya mecali kalmamış emekçi işçileri gördüm... Velhasıl ben, şimdiye kadar belki de hep baktığım, ama görmediğim şeyleri gördüm. Ve bu gördüklerim, sevdalım İstanbul'un öteki yüzüydü. Bu yüz, onu hoyratça sevenler tarafından, belki de aslında hiç sevmeyen, sırf kendi çıkarları için, falçatalarla onu parça parça edenler tarafından bu hale getirilmişti. Üzüldüm, çok üzüldüm, içim acıdı, yorgun düştüm... Keşke, dedim Tevfik Fikret gibi ben de:


"Milyonla barındırdığın cesetler arasında

temiz ve parlak çıkacak kaç alın vardır?

Örtün, evet, ey felâket sahnesi…

Örtün artık ey şehir;

Örtün ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!"

diyebilseydim...


(Milyonla barındırdığın ecsâd arasından

Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü dırahşân?

Örtün, evet, ey hâile... Örtün, evet, ey şehir;

Örtün, ve müebbed uyu, ey fâcire-yî dehr!..)


ree

Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

bottom of page