top of page

Arama Sonucu

maviADA'ya DÖN

Boş arama ile 4409 sonuç bulundu

  • Yapıcı Eleştiri Kutsaldır

    Şenol YAZICI * MERAKLISINA NOTLAR *Attila İlnan'ın andacıdır, altını çizdiğini meraklısına notlar diye sunardı. Mimar Sinan'a mal edilen o fıkrayı anımsar mısınız, bilmiyorum: Hani adamın biri, yaptığı bir caminin minaresinin eğri olduğunu iddia edince, Sinan emretmiş, dört beş işçiyle doladıkları halatlarla çekerek minareyi düzeltmeye çalışmışlar. Bir yandan da izleyen adama "oldu mu," diye soruyorlarmış. Adam da bir gözünü kapatıp minareye bakıyor, onlara ayar vermeye çalışıyormuş. Sonunda "oldu ," deyince bırakmışlar. Adam gidince Sinan'a anlayanlar sormuş; " Taş ve horasanla yapılan bir minare iple çekerek düzelir mi?" Halinden mennun giden adamı işaret ederek gülmüş Sinan: "Demek düzeliyormuş,." Terlikten Korkun Yaptığınızı bilmem ama siz siz olun yazdığınızla, ürettiğinizle, yapıtınızla ilgili olumsuz yargıların oluşmasına izin vermeyin, tabi elinizdey s e . Bunun için nasıl yaparsanız yapın; mutlaka kendinizi sınayın. Hem de bir kez değil, her koşul ve ortamda... Herkesin sesi bazen hamamda güzel çıkabilir, her ortamda güzel çıktığı yargısına ulaşmadan herkese şarkı dinletmeye kalkmayın, umduğunuzun aksi olabilir, terliği yiyebilirsiniz. Her Şeyi Eleştirmek Mümkün -Yukardaki resme bakıp da "belli ki bir modern resim sergisi , iyi de kadim mısır firavununun orda ne işi var demez misiniz?" Demeyin, belki ressamın amacı odur; Size göstermek. - Elalem Ne Der? Ben kendi adıma hiçbir gerçekten korkmadığımı düşünürüm. Ne var ki ÖNYARGILARDAN çok korkarım. Bir başlamasın, kısa sürede bir din haline gelir; aşamazsınız, kılına dokunamaz, hiç bir şeyini değiştiremezsiniz ve yanlış bile olsa ebedi bir doğruya döner. Bunu da eleştiri tetikler... Yılmayın Bu sizi yıldırmasın. Bazı şeyleri değiştiremezsiniz. Bazen bir şey kaçan gözünüz o anlık görmeyebilir, biraz bakımla düzelecektir, ama bir gözünüz körse yapacak bir şey kalmamıştır, elinizden ne gelir ki? İnsan her alanda başarılı da olamaz, siz yüz metre rekortmeni olabilirsiniz ama mukavemet yarışı olan maratonda nal toplayabilirsiniz. O zaman yarışacaksanız iyi yaptığınız bir alanda yarışacaksınız ya da aynı koşullarda yarışanlarla... Başka türlü yarışmaya kalkmazsanız kimse de sizin kusurunuzu yüzünüze çarpmaz Bunu anlamak da sınamadan geçer; yani eleştiriden. Eleştiri Öğrenilen Bir Davranıştır Zevk, tercih ve beğeni herkesin kendi çapında sahip olduğu özelliklerken, eleştiri öğrenilen bir davranış biçimidir. Kabul edilebilir yapıcı bir eleştiri herkesin işi değildir. Düzgün eleştiri yapanı ararsanız çok arayabilirsiniz, iyisi mi siz onların hangisini seçip alacağınızı bilin. *Beden eğitimi öğretmenlerinden idareci yapılmadığını duymuştum, yapılsa da çok başarılı olamadıklarını da... Gazinin Beden Eğitimi bölümünü kazanıp bir süre okuduğum halde bırakmamın birkaç nedeni olsa da belki de en temel nedenidir o önyargı. Sanki idareci olacağım vardı. Meslek hayatımda ilk başladığım yıllar hariç, çünkü o bir emrivakiydi, bir kez bile idareci olmadım oysa. Hiç heves de duymadım. *Şairlerin edebiyatın en sorunlu insanları olduğunu duymuştum. maviADA'da dergisinde de bu yargıyı haklı çıkaran bir kaç örnek yaşayınca kafamdaki önyargı perçinleşmişti; şairlerin duygudurum eşikleri çok düşüktü . O nedenle şiiri daha çok şiirsel metinlerde kullandım, düzyazı önceliğim oldu. maviADA'ya başladığımda dergide şair sıkıntısı çekince mahlas olduğu çok belli bir adla şiirler de yazmaya başladım, 2000'li yıllarda . Kaç Kıratlık İş *Ben de öyle bir merak vardır; körlemesine yaptığımın iyi olduğunu düşünemem, ürettiğimin kaç kırat olduğunu anlamak isterim. Kendime güvenimle ilgili değil bu, özgüvenimle sorunum yok, ama ürettiğimi iyi bilemem, bu kuşkulu bakış yapıtımla ilgili. ..ve kuşkusuz ben herşeyi aynı güzellikte ve en birinci yapamam. Kişiye, zevke ve beğeniye bağlı görece bir tercih değil midir sanat eseri? Herkesin seveceğini üretmek ideal olsa da onun mümkün olmadığını tahmin etmek zor değil, o zaman emsallerinin içinde yeğlenen olmalı iyi yapıt. Bunların hepsi bir araya gelince, yazdığım yaptığım her yapıtta özellikle şiirdir, öyküdür ilk denediğim alanlarda, genelin önyargılarını ve beğenilerini bir ölçüde toplayıp arşivleyecek hale gelinceye değin bana büyük bir alçakgönüllülük çöker, hırslı bir eleştiri açlığı yaşarım. Ayırt Etmeyi Bilmeli İlk okuyucularım, öykülerimi, romanlarımı, denemelerimi eleştirenler yakın çevrem olur. Ordan geçiş alabilirsem kasap ,bakkal, günlük arkadaşlarım... belki ömürlerinde ilk ve son okumalarıdır bir öyküyü, denemeyi, kitabı, olsun, onların hepsinden evrensel insanı üretiyorum; evrensel insanın beğenisi ve zevkleri ne olurdu bulmaya çalışıyorum. Hiç kitapla işi yok, sanatla ilgisi ne alaka diyeceğiniz, ilkel, eğitimsiz, yaşadığı hayatla da kendini olduramamış, kara cahil biriyse moralinizi bozmaz mı diyorsunuz? Derdim onunla evlenmek değil sadece yapıtıma tepkisini ölçmekse neden bozsun ki? Aklımızdan çıkmamalı, edebiyatın herkesin olurunu almak isteyen bir yani vardır ve hırsı hiç doymaz. Adamın biri çıkmış, size zaman ayırmış, kitabınızı satın almış, öykünüzü, şiirinizi, romanınızı okumuş, bir de eleştiri biriktirmiş ve size aktarmak istiyor. Para verseniz yaptıramazsınız. Siz de beğenmiyorsunuz. Alay ediyor olmalısınız. Samimi eleştiri kolay bulunan bir şey değildir, o nedenle bulmuşsanız şanslısınız, değerini bilin. Elbette çevrenizde kötü niyetli, yıkıcı, sizi demoralize edecek insanlar da vardır; o durumda yapacak bir şeyiniz yok, doğruları alır, ötekileri çöpe atarsınız. Ayırt etmeyi bilmeli. ŞANSLI BİR ŞİİR Aşağıdaki şiirim öylesi şanslı yapıtlarımdan biri oldu. 2000'li yıllarda maviADA'da takma adla yazdığım şiirlerim nedeniyle bir SİMAV'dan bir şiir etkinliğine bir davet aldım, oysa o güne değin ikisi iki baskı yapan üç düzyazı türü kitap yazmıştım ama kimse beni bir yere davet etmemişti. Bu bana şiir konusunda cesaret verdi. Birkaç şiiri ANTOLOJİ.COM 'a gönderdim. Sonra bir arkadaşım haber verdi; "Ş iirin ANTOLOJİ com 'da iki kez ayın şiiri seçildi, " dedi. Arkadaşımla her gün görüşürdük, bugüne değin dikkatini yazdıklarıma çekememiştim, ama başkalarının takdiri onu da takdire mecbur bırakmıştı. Bak bu yönlü de işe yarar yar hiç kimse kendi memleketinde peygamber olamamış derler ya, türlü nedenlerle ürettiğinize çok yakın çevrenizden bir yanıt alamayabilirsiniz, kabul edilebilir birinin eleştirileri dikkatini çekebilir. AŞAĞIDA O ŞİİR ve ONLA İLGİLİ ELEŞTİRİLERİN YERALDIĞI SAYFANIN LİNKİ VAR. Besbelli ki çoğunun şiirle ilgisi var, bazıları dinleyici düzeyinde, ama aralarında alıp başınızda çelenk gibi taşıyacağınız değme eleştirmenleri de aşan yetkinlikte kalemler de var. İYİ OKUMALAR AY ZAMANI * Şenol YAZICI * Bir küstüm çiçeğidir, ergenliği aşmış yalnızlıklar; Hem herkes, hem her şey olmaya hazır, hem hiçbir şey olmamaya kararlı... öyle kırılgan dururlar... Savrulan sarışın yapraklar gibiyken hayat her ay büyür, her ay tutulur onlar. Ay vurur, gece büyür, bir Kaş mavisi kadar korkunç ve güzel gökyüzü, dünyanın çatısına gerili delik deşik bir örtü, uzar, uzar, uzar… Belki şimdi, sıyrılır yatağından çıplak bir mavi kadın, ki gün görmemiş karanlığıdır, ağır bir zamanında ömrün, hiç sevilmemiş portakal çiçeklerinden yalnızlık toplar. şimdi en hazanından bir güz ağlar tenimde, ölür gece, sevdam kanar... Biterse ses, ay boşalır yuvasından dökülür suya, söner söner aydınlık, tek bir keman çalmaz, dağılır dört bir yana iç kanatıcı bir kırılganlık; Ay yanar, su yaralar. / * 2023, EYLÜL 2000 'li Yıllarda ANTOLOJİ.COM 'da iki kez AYIN ŞİİRİ seçilen bu şiirle ilgili yorumları buraya tıklayarak OKUYABİLİRSİNİZ

  • Bir Kadın Sevdirir Tüm Kadınları

    VARGİT ÇİÇEKLERİ YUSUF ERBAY * VARGİT ÇİÇEKLERİ * Çok uzaklarda, çok yükseklerde, ormanların bittiği yerde, derelerin başladığı yerde, Karlı boğazın üstünde, dumanın gün boyu inip kalktığı düzlükte, Bahçesinde çiçeklerin dans ettiği taştan ve çamdan yapılmış küçük yayla evinde, Yaz başı göçlerle çıktığı, yaz sonu göçlerle terk ettiği yaylasında, kutsal bir kadın beklerdi torunlarını... Kendi için üzülmez kutsal kadınlar, başkalarına sundukları hayat, akıp gider ellerinden. Konaklarda başlayıp yoksullukta süren hayatın getirdiği bütün yükleri olgunlukla kabullenmişti. Razı olmuşluğun bütün sükûneti mavi gözlerinde gezinirdi. Dili yettiğince söz etmez, eli yettiğince iyilik ederdi. Sadece torunlarının değil, yedi yaylanın nenesiydi. İlk defa bu kadar geç zamana kalmışlardı. Göç vakti ilk defa bu kadar gecikmişti. Akşam olmak üzereydi. Kim engelleyebilir akşamın olmasını? Bahçe çayırları içindeki binbir çiçeği yıkayıp geçen çise saçlarına bembeyaz inmişti. Bahçe duvarlarını atlayarak eve doğru yönelmişti. Akşamları eve dönmek gibisi var mıydı? “Duman dağların gülüdür” diye bağıran yaylanın delisinin yanından geçti. Elinde bir ipin ucuna bağladığı, hartamadan yapılmış fırfırağını çeviren yaylanın delisi sesini alçalttı: -Şehirden gelen çocuk, dumanda mı kayboldun? Dumanda kaybolmak gibisi var mıdır? Dört yöne koştursan, yönünü bulamazsın. Dört yöne koştursan, hepsi hayallerine çıkar. “Sen beni görüyorsun ya, ben seni gördüm ya, nasıl kaybolmuş olabilirim?” dedi, şehirden gelen çocuk. Yaylanın delisi güldü: "-Ben zaten kayıbım, sen beni buldun, şimdi sen de kayıpsın." "-Hiç böyle düşünmemiştim, " dedi çocuk. “Benim olduğum yerdesin madem, şimdi sende kayıpsın, şimdi sen de kayıpsın,” diye tekrarladı yaylanın delisi. Elindeki fırfırağı çevirmeye devam etti. “Duman dağların gülüdür, duman dağların gülüdür”. Rüzgarı kesen ince bir sesle dönen fırfırak delinin başındaki dumanı dağıtıyordu. "-Kaybolmak bu mudur?," dedi çocuk. "-Kaybolmak gibisi var mıdır?," dedi deli. "İnsanlar senden kurtulur, sen onlardan kurtulursun." Çok uğraştım kaybolmak için. Günlerce sabah erkenden uyanıp dumanı bekledim. Günlerce dumanın vadideki rüzgara sarılıp dans etmesini izledim. Bir türlü benim beklediğim tepeye ulaşamadı. Hepsi güçsüz rüzgarların eteğinden tutmuştu. Dağılıp gittiler. Sonunda benim dumanım geldi. Beklediğim dumanım, içinde kaybolacağım dumanım. Fırfırağımı özgürce çevireceğim dumanım. “Kaybolmanın en güzel yanı fırfırağı özgürce çevirebilmektir. İşte fırfırağım, işte dumanım. Kaybolmak kolay mı zannediyorsun?”, diye ekledi. "-Duman kalktığında kaybolman bitmeyecek mi?," diye sordu çocuk. "-Duman kalkana kadar kayıbım nasıl olsa. Duman gibisi var mıdır?," diye cevapladı yaylanın delisi ve ekledi: "-Duman kalktığında beni bulurlar. Fırfırağımı kırarlar. Ben yenisini yapıp, yeni bir dumanın gelmesini beklerim. Yeni dumanları beklemek gibisi var mıdır?" "-Benim gitmem lâzım, dedi çocuk. Nenem merak etmiştir." "-Sen git," dedi yaylanın delisi, "kaybolmaktan çık, senin kaybolmana üzülen olur." Kendi bahçelerine doğru yöneldi çocuk. Son duvarı atladı. Sisler arasında görünen küçük yayla evlerinin kapısında, ince uzun bir hayal gibi duran nenesini fark etti. Başında kahverengi atkısı, belinde peştamalı, kapı eşiğinde dikilmiş dumana doğru bakıyordu. Elini başına siperlik etmiş, sislerin içinden gelen karartının kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Birden duman yükseldi. Ani bir komut almış gibi göğe çekilen sisin ardından yayla akşam güneşiyle aydınlandı. Günlerdir kalkmayan dumanın ardından karşı tepede beliren manzara çocuğu hayretler içinde bıraktı. Her gün tahtadan arabasıyla, çayırların üstünden defalarca çıkıp indiği tepe bembeyaz olmuştu. Bembeyaz çiçekler kar gibi yağmıştı tepeye. Nenesi seslendi, “Neredesun uşağum?” Çocuk hayretini gizlemeden sordu, “nene bunlar ne?” “Bunlar vargit çiçekleridir uşağum. Dağlar yalnız kalmak istedikleri zaman vargitleri açarlar. Dağların dilidir vargitler” dedi nenesi ve derin bir iç geçirdi: "-Gitme vakti uşağum, bir daha ya nasip, vargitleri görebilir miyiz, bilinmez." Çocuk uzun süre bembeyaz tepeye baktı. Dağların dilini seyretti. Ne güzel cümlelerdi vargitler. Ard arda, yan yana, iç içe binlerce cümle. Bir anda dökülmüştü dağların dilinden. Bahçe duvarıyla kapı arasında ne kadar durduğunu unuttu. Uzakta okunan akşam ezanı eve giriş zamanını haber veriyordu. Çöktü derin gölgesi karanlığın dağlara, Bir sessizlik kapladı tüm yayla evlerini. Toplandık çoluk çocuk, minicik odalara, Nenem anlattı bize, o masal devlerini. Yıllardır eskimeyen yün şilteye yatıldı, Ruh denizinde gördük, uyku getiren salı, Gaz lambamız kısıldı, pencere kapatıldı, Uyuduk birer birer, dinlerken o masalı. Sonraki yıl göç zamanına kalamadılar. Sonraki yıl yeniden vargitleri göremediler. Dağların konuştuğuna yeniden şahit olamadılar. Yazın ortasında bu dünyayı terk etti nenesi. Evvel zaman, kalbur saman içinde, bir türkü sessizce ateşe düşer, bir kadın çocuğu terk edip gider. Yıldızlar yakarken son meşaleyi, sürünün çanına takılır dallar. Pervazlar ürperir, çocuklar siner. Neneler ölünce biter masallar. Kurt çığlığı sarsar tahta evleri. Karanlığı böler puslu bir ocak. Perdeler telaşlı, camlar mahzundur. Rüyasında uçar çocuklar ancak. Işığa aydınlık hükmeder yalnız. Güneşte boğulur isli lambalar. Kapının önünde ağlar genç bir kız. Bir kadın yeniden terk edip gider. Cenazesini dumanlı bir akşamüstü yüklediler, yaylanın tek vasıtasına. Aşağı doğru yollanan arabanın yanından koşan yaylanın delisi, elindeki yeni fırfırağını çeviriyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Duman dağların gülüdür. Yedi yaylanın nenesi, vargitleri görmeden nere yolculuk?” Araba bozuk yollarda sallanarak uzaklaştı. Yaylanın delisi giderek geride kaldı, dumanın içinde kayboldu. Yalnızca sesi duyuluyordu. Cümleleri, kelimeleri birbirine karıştırıyordu artık; “Dumanlarda kayboldum, dağlarımı kaybettim. Vargitleri görmeden nereye, yaylanın gülü?”. Kim engelleyebilir, dumanların ardından yükselen bir delinin sesini?

  • Simin Behbahani: Yankesici

    Simin Behbahani * Cîb-bor5 * Hîç dânî zi çe der zindânem?/Dest ber cîb-i cevânî bordem Nâz şostî ne be çeng âverde/Nâgehân sîyli-yi sehtî hordem! Men nedânem ki peder kîst mera/Yâ koca dîde goşûdem be cihân Ki mera zâd ve ki perverd çunîn/Ser-i pistân-i ki bordem be dehân! Hergiz în gûne-i zerdî ki merâst/Lezzet-i bûse-i mâder neçeşîd Pederî der heme-i omr-i mera/Destî ez âtife ber ser nekeşîd! Kes be ğemhârî bîdâr nemând/Ber ser-i boster-i bîmârî-yi men Bîtemennâyî ve bî pâdâşî/Kes nekûşîd pey-i yârî-yi men! Gâh lerzîdem ez serdi-yi Dey/Gâh nâlîdem ez germiyi Tîr Hofteem bâ hesret-i nân/Kûşe-i mescid ve ber kohne hesîr! Gâhgâhî ki kesî destî bord/Ber binâgûş-i men ve çâne-i men Dâştem çeşm ki âmâde şeved/Novbetî şâm ve şebî hâne-i men Lîk ân pest ki bâ câm tenem/Mîrehîd ez etş-i sûzânî Ne çunân himmet-i vâlâ-yi daşt/Ki mera sîr koned bâ nânî! Bâ heme bî ser u sâmâni-yi hîş/Bâz çendîn honer âmûhteem Nerm u ârâm zi cîb-i digerân/Borden-i sîm u zer âmûhteem! Nîk âmûhteem kez ser-i râh/Teh-i sîgar, çisân berdârem! Telhî-yi dûd çeşîdem çu ez û/Nerm be cîb-i kesân begzârem! Yâ be tîğî ki be destem ofted/Câme-i tâze-i tıflân bederem! Yâ kemîn kerde ve ez bâr-i furûş/Sîb-i sorhî be ğenîmet beberem! Bâ heme câbekî înek efsûs/Dîrgâhîst ki der zindânem! Bîheber ez ğem-i nâkâmi-yi hîş/Rûz u şeb hemnefes-i rindânem… Şâdem ez înki mera erzeş-i ân/Hest der mekteb-i yârân-i diger: Ki bedân tarfe honerhâ ki merâst/Befzâyend hezârâni diger…! Yankesici Bilir misin neden hapisteyim? Bir gencin cebine el atmıştım, Bir şey geçmeden elime, Ansızın feci bir şamar yedim! Bilmiyorum babam kim benim, Nerde açtım gözümü dünyaya; Beni kim doğurup yetiştirdi böyle, Kimin memesini aldım ağzıma! Asla bu sararmış yanağım Bilmedi anne öpüşü tadı; Bütün ömrümce bir baba Şefkatle başımı okşamadı! Kimse benim için sabahlamadı Hastayken başucumda! Yalvarmadan ya da karşılıksız Gelen olmadı yardımıma! Kâh Ocak soğuğunda titredim, Kâh inledim Temmuz sıcağında! Ekmek hasretiyle aç uyudum Hasır üstünde cami avlusunda! Bazen biri götürünce elini Yüzüme, ya da çeneme, Sandım ki kavuşurum Bir öğün yemeğe, bir gecelik eve. Ancak şu sefil kurtarırdı beni, Kavurucu susuzluktan bir tas su ile; Yoksa bir yücenin yoktu yardımı, Beni doyuracak bir ekmek bile. Bütün bu çulsuzluğumla İşte öğrendim bu sanatları; Milletin cebinden usul usul, Böyle belledim aşırmayı. İyice öğrendim yollardan Sigara izmariti nasıl kaparım; Çektiğim dumanın acısını Başkasının cebine nasıl koyarım. Elime geçirdiğim şişle çocukların Yepyeni giysilerini nasıl yırtarım. Ya da tezgâhtan gizli gizli Bir elmayı nasıl aşırırım! Bütün çevikliğime rağmen Artık çok geç, kodesteyim, Kederimden habersiz, Serserilerle her daim. Mutluyum yine de, gururluyum, Yeni dostlar mektebimizde Eklemekteler binlercesini, Benim eşsiz hünerlerime. * Simin Behbahani * 20 Temmuz 1927 -19 Ağustos 2014 * Simin Behbehani, çağdaş İran şiirinin en önemli figürlerinden biri olarak eserlerinde sosyal adaletsizliklere, kadın haklarına ve insan haklarına cesurca değinen, iki kez Nobele aday gösterilen "İran'ın Aslanesi" olarak anılan güçlü bir şair ve aktivisttir. Hayatı ve Ailesi Simin Behbehani, 20 Temmuz 1927'de Tahran’da doğdu. Babası Abbas Khalili, çok yönlü bir yazar, şair ve yayıncıydı, annesi Fakhr-Ozma Arghun ise feminist düşünür ve eğitimciydi. Annesi, İran’daki kadın hareketinin öncülerinden biri olarak sosyal aktivistti. Behbehani, edebiyata ve toplumsal mücadeleye çocukluğundan itibaren bu aile ortamında şekillendi . Şiir Kariyeri ve Edebi Katkıları Simin Behbehani, şiire 12 yaşında başladı ve 14 yaşında ilk şiiri yayımlandı. Klasik Fars şiiri ve özellikle gazel formunda ustalaştı ancak bu formu modern temalarla yeniden yorumladı. Toplumsal sorunlar, kadınların yaşadığı güçlükler, savaş, yoksulluk ve insan hakları gibi konuları şiirlerine yansıtarak modern İran şiirine önemli katkılarda bulundu. Geleneksel şiirin zenginliği ile çağdaş meseleleri harmanladı, sosyal adalet ve özgürlük mücadelelerini dile getirdi . Ölümü: 19 Ağustos 2014 .

  • Bana Bir Sözcük Ver

    Şenol YAZICI * Sen gittikçe ıssızlaşır dört yanım. Zifir zindan bir gece kesilirim, Yıldızlarım korkar, kapar gözlerini... Üşür çocuklarım. Hani ağlamak bentleri zorlayan bir sudur, Bir kıl ustura dolaşır boğazında, ağlayamazsın. Bana bir sözcük ver ödünç... Seni anlatsın. Sen öyle dur yalnızlığım; Sen anam, mihenk taşım, O n sekizimdeki suretime takılmış, topal çerçiden kalma, kenarı kırık ve de çilli, boy aynamsın. Issızlaştıkça dört yanım, bir ağlama tutar, Çözülüp çözülmemekte sınanmamsın. Bir sözcük ver bana ödünç, Sensizliği anlatsın.

  • İnsan Olmanın Tarihi

    Mehmet Zeki Gezici * 1. Evrenin tarihi yerinden kaldımayacağımız kadar büyük bir atlas kitabıdır; renkli, resimli, üstünde bin bir çeşit yazıları olan bir kitap. Açtığımız her sayfada takılıp kalırız. Her sayfasında kendimizden ayrıntılar bulur, yeni bir sayfaya geçme cesareti gösteremeyiz.Aslında kendimizi gördüğümüzden de ufak tefek ve önemsiz bir parçacık bile olduğumuzun farkında değiliz. Evren atlasının ilk sayfaları baştan aşağı akan sarı kırmızı bir ateş topudur, her şey bir hidrojen bulutundan ibarettir. Sonsuz boşlukta kendine yer arayan kazandan boşalmış, civa kıvamında atomların yuvarlandığı, pişmiş balkabağı gibi yer kaplayan, her sıçrayan damlanın bir yıldız oluşturduğu, milyarlarca yıldızın birbirinden uzaklaştığı bir evrenin resimleridir. Ateş topundan kopan her damla kendi ağırlığı kadar yer çökertirken hacmi kadar da yer kaplar. Hiç birimiz yoktuk ortalıkta. Sonsuz karanlığın içinde büyük patlamadan geriye kalan yüz milyar derece ısısında koyu şerbetin ışığı vardı. Geçmişte sonnsuz sayıda olan bu büyük patlama, gelecekte de sonsuz defa gerçekleşecektir. Her defasında yeni, bir öncekine benzemeyen büyük bir evren atlası oluşturacaktır. Boşlukta köşe kapmaca oynarken yedi yüz bin yıl sürecek bu yolculukta kendi içinde meydana gelecek iç çelişkiler yüzden soğumaya başlayacaktır. Her kopan parça kendi ateşiyle yanıp tutuşurken kendi kaderlerini de kendileri belirleyecektir. Eksi ve artının kavgasında evrenin ruhu oluşacak, itme ve çekme olayı, içlerinde var olan elementlerin yakınlaşmasını, tanışmasını , gelecekte canlı oluşumuna adım atacaklardır. 2. İnsanlığın yüz bin yıl önce " hayvanî " bir yaşamı vardı. On bin yıl önce " hayvancıl " döneme geçen su boylarında yaşayan toplulukların varlığını düşünüyorum. Dünyanın bir kaç yerinde iletişim olarak el kol hareketlerinden bir adım öne geçerek, mağara duvarlarına resim, toprak ya da taş tabletlere yazılı anlatıma geçilmişti. İnsanlığın ilk aydınlığı tarih sahnesine çıkmış bulunuyordu. Dünyanın yüzde doksan beşi hala karanlıkta olan insancıklarla doluydu. Özel mülkiyetin olmadığı bu dönemlerde ortaklaşa sağlanan emek birikimlerini aynı biçimde paylaşım yapılıyordu. Köylerin, kasabaların, şehirlerin oluşumu, ekonomik gelişime de ayrı bir yön verdi. İnsanlığın ilk alaca karanlığı sona ermişti. Mehmet Zeki Gezici

  • René Goscinny: ASTERİKS'in Yaratıcısı, Fransız Yazarlık Dünyasının Efsanesi

    René Goscinny, 1926 yılında Paris, Fransa'da doğmuş olan ve 1977 yılında hayatını kaybeden, Fransız edebiyatının en önemli yazarlarından biridir. Yazar, özellikle Asteriks serisi ile geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Goscinny, eserlerinde mizahı ustalıkla kullanarak, toplumsal eleştirilerde bulunmuş ve her yaştan okuyucuya hitap etmeyi başarmıştır. Erken Dönem ve Eğitim Hayatı Goscinny, Polonya kökenli bir ailede dünyaya gelmiştir. Eğitim hayatına Paris'te başlamış, daha sonra New York'a taşınmıştır. Burada, Sanat Akademisi'nde eğitim görmüş ve çizim yeteneklerini geliştirmiştir. Bu dönemde, çizgi romanlarla tanışması, onun kariyerinin yönünü belirlemede önemli bir etkendir. Edebi Kariyeri 1943 yılında Fransa'ya dönen Goscinny, kısa süre sonra çizgi roman dünyasına adım atmıştır. 1959 yılında Asteriks karakterini yaratmış, sonrasında bu karakterle birlikte birçok kitap yazmıştır. Asteriks, kısa sürede dünya genelinde popülerlik kazanmış ve birçok dile çevrilmiştir. Başarıları ve Katkıları Goscinny’nin en büyük başarılarından biri, Lucky Luke ve Iznogoud gibi diğer ünlü serilerin de yaratımında yer almasıdır. Çizgi romanlarının yanı sıra, Goscinny’nin yazdığı birkaç tiyatro oyunu ve kısa hikaye de bulunmaktadır. Mizahı ve zekasıyla yazdığı eserler, onun Fransız kültürüne yaptığı katkıları gözler önüne sermektedir. Ölümü ve Mirası René Goscinny, 5 kasım 1977'de Paris'te geçirdiği kalp krizi sonrası hayata veda etmiştir. Onun eserleri, günümüzde hala birçok okuyucu tarafından ilgiyle okunmakta ve yeni nesillere aktarılmaktadır. Goscinny’nin mirası, mizahı ve yaratıcılığı ile yaşamaktadır.

  • William BLAKE

    Delilik ile dahilik sıfatlarının ikisine de sahip olan İngiliz ressam, gravürcü ve şair ( 28 Kasım 1757 - 12 Ağustos 1827) BLAKE'nin BİR TABLOSU ASLA UĞRAŞMA AŞKINI ANLATMAYA asla uğraşma aşkını anlatmaya, aşk varolur yalnızca dile gelmeden; nasıl hareket ederse soylu rüzgar sessizce, görünmeden. anlattım aşkımı, anlattım aşkımı, anlattım ona tüm yüreğimdekileri; titreyerek dehşetli korkularla, buz gibi, ah! yanımdan ayrıldı. uzaklaştıktan az sonra benden, bir gezgin onu elde etti, sessizce, görünmeden: ah, bu inkar edilmezdi. William Blake 28 Kasım 1757 - 12 Ağustos 1827 Delilik ile dahilik sıfatlarının ikisine de sahip olan İngiliz ressam, gravürcü ve şair William Blake “ Eyleme dönüşmeyen arzu, ruh bozukluğuna yol açar.” diyen İngiliz ressam, gravürcü ve şair William Blake Bir çok Sanat Tarihçisi onun da ruh sağlığının bozuk olduğunu düşünür. Yaşadığı dönemde büyük ölçüde göz ardı edilmiş İngiliz şair, ressam ve baskı ressamı  William Blake, bugün Romantik Çağ’ın çok önemli bir sanatçısı olarak değerlendirilmekte. ”İngiliz Mistik Şairi” olarak da bilinir.  Kendi dünyasında yaşayan ve çok güçlü dini duygulara sahip bir sanatçıymış. Romantizm akımının öncülerinden biri olan İngiliz şair, ressam ve mistik vizyoner  William Blake, küçüklüğünden beri ruhlarla konuşabildiğini iddia edermiş.   Hatta erkek kardeşinin öldüğü sırada ruhunun göğe yükselişine şahit olduğunu söylermiş. Blake, başarılı bir iş adamının oğlu olarak Londra Golden Square’de doğmuş. On yaşında Covent Garden’da bir çizim okuluna gitmiş.1779’da, Royal Academy’e kabul edilmiş. Romanlar ve kataloglar için gravürler üreterek masraflarını karşılayan sanatçı, bu okulda alçı heykelden, canlı modelden ve kadavralardan çizim çalışmış. 1784’te bir basımevi açmış fakat başarısız olmuş. Erkek kardeşi Robert öldüğünde Blake, onun ruhunun kendisine göründüğünü ve tek bir baskı tabakasında şiiri ve resmi bir araya getiren gizli bir tekniği açıkladığını öne sürmüş. 1788’de bu yöntemi kullanarak resimli kitaplar üretmeye başlamış. Bu hayatının en yaratıcı ve üretici dönemi olmuş. Kendisine yeterince çizgi kesinliği vermediğine inandığı  yağlıboyadan uzak durmuş. Daha çok tempera, ağaç baskı, kabartma gravür ve suluboyayla çalışmış. Bu dönemlerde ciddi bir Michelangelo etkisi de görülüyor. Michelangelo Bounarotti’nin bir hayranı olan William Blake onun deseninin ve kompozisyonun etkisini kendi resimlerinde yansıtıyor. 1789’da, Fransız Devrimi’nin yarattığı siyasi dönüşümlerin ardından Blake’in çalışmaları daha da radikal bir hal almış.  Blake’in eserleri içinde yegane üslubuyla dikkat çeken The Marriage of Heaven and Hell’i (Cennet ile Cehennemin Evliliği) 1790-1793 yılları arasında tamamlamış. Levhalara oyularak basılan şiir ve resimleri, Blake ile eşi Catherine birlikte boyarlamışlar. Cehennem Özdeyişleri’nde yetmiş adet veciz sözleri kullanmış. Toplam yirmi yedi levhadan oluşan bu kitabın farklı zamanlarda yapılmış dokuz ayrı gravür nüshası günümüze ulaşmış. Bunlarda renklendirme farkları dikkat çeker, özellikle Blake’in ömrünün sonlarına doğru hazırladığı nüshalarda renkler daha canlı ve çeşitlidir. 1800’de yazar William Hayley (1745-1820) tarafından Güney İngiltere’dc Sussex’teki malikânesinde yaşaması için davet edilmiş. Buraya taşınmış fakat 1802’de Hayley’den ve çevresindeki komşu topluluktan gelen önemsiz siparişlerden yorulan Blake, 1803’te Londra’ya geri dönmüş. 1809’da kardeşinin tuhafiye dükkânında bir sergi açmış, kendisiyle ‘kişisel zararsızlığıyla hapisten kurtulan talihsiz bir çılgın” olarak alay edilmiş. 1810’da Blake yoksullaşmış, arkadaşları ve koruyucularına yabancılaşmış. Bununla birlikte, Londra’da geçen savaş, barış ve özgürlük üzerine bir epik olan Kudüs adlı destana temellenen en iyi çalışmasını bu sırada üretmiş. 60 yaşına geldiğinde nihayet eserleri yeni sanatçıların hayranlığını kazanmaya başlamış. Son yıllarını İlahi Komedya’yı resimleme çalışmalarıyla geçirmiş. Romantiklerin, simgecilerin daha sonra da sürrealistlerin öncü saydıkları Blake, şiirleri ile resimlerini ve gravürlerini birbirinden ayrı tutmamış. 12 Ağustos 1827’de 70 yaşında Strand yakınlarında ölmüş. Günlerin Başlangıcı GÜNLERİN BAŞLANGICI- BLAKE 1794 SARI BOYALI ANA ÇİZGİLERLE KABARTMA GRAVÜR ÜZERİNE, SULUBOYA, MÜREKKEP VE ALTIN BOYA – 23,3 X 16,8 CM – BRİTİSH MUSEUM, LONDRA, BİRLEŞİK KRALLIK Kilise öğretileriyle uyuşmazlık içindeki dindar bir adam olan Blake’in bu resminde, Tanrı’nın kusursuzluğu ve mutlak gücü ifade edilir. * DERLEME Kaynak : internet

  • Mehmet Rauf ve "Eylül" üzerine

    FADİME Y. KAROĞLU* (d. 12 Ağustos 1875, İstanbul - ö. 23 Aralık 1931) Ne zaman güz gelip de yapraklar bordoya boyansa; hani şu değeri pek anlaşılmamış, buram buram aşk ve hüzün kokan, tek eseri ile döneme ismini yazdırmayı başarmış yazarımız, Mehmet Rauf ‘un Eylül’ü gelir aklıma… İmkansızı istemenin, ruhsal bir çözümsüzlük içinde git-gel oluşturan zorluğu… ve aşk denen güçlü duygunun esareti altında çırpınan yaralı yüreğin seğirmesi… Mehmet Rauf kimdir? Kütahyalı Hafız Ahmet Efendinin oğlu olan Mehmet Rauf, İstanbul’da doğar. Soğuk Çeşme Askerî Rüştiyesinde, Mekteb-i Bahriyede okur. Henüz Mekteb-i Bahriyede öğrenciyken yazdığı öyküler, Servet-i Fünun’ da yayımlanmaya başlar. İngilizce ve Fransızca öğrenir. Deniz subayı olarak donanmaya girdikten sonra da yazmayı sürdürür. Donanmayla birlikte önce Girit'e sonra da Almanya'ya gönderilir. Servetifünun şair ve yazarlarından Tevfik Fikret, Cenap Şehabettin ve Hüseyin Cahit'le tanışır. İngilizce ve Fransızca bilmesi, ona bu dillerin edebiyatlarını izleme ve tanıma olanağı vermiştir. Mekteb-i Bahriye’de öğrenci iken Halit Ziya’ya gönderdiği mektuplarla onunla tanışma fırsatı bulmuş ve bir çok yapıtını da onun sayesinde, gazete ve dergilerde yayınlatmış, sonrasında Servet-i Fünun şair ve yazarlar gurubuna katılmıştır. İlk evliliğini , 1901 de Ayşe Sermet Hanım’la yapmıştır. Ayşe hanım, Tevfik Fikret’in hala kızıdır. Ondan iki kızı olmuştur. Sonra ilk eşinden ayrılmadan Besime Hanım’la ikinci evliliğini yapmış, bundan da bir kızı olmuştur. Sonra Besime Hanım’dan ayrılarak Muazzez Hanım’la evlenmiştir. Birçok gönül serüvenleri yaşayan Mehmet Rauf’un öykü ve romanlarında kendi özel yaşamından güçlü izlere rastlamak mümkündür. Sanki yaşadıkları ve yaşamak istedikleri öykü ve roman olarak karşımıza çıkar. Romancılığı üzerinde, romantizm akımının ve Paul Bourget ile Halit Ziya Uşaklıgil’in etkileri görülen Mehmet Rauf, eserlerinin çoğunda kadın ve aşk konularını işlemiş, dilde ise anlaşılır olmaya özen göstererek oldukça yalın anlatmayı seçmiştir. Mehmet Rauf birçok romana imza atmasına karşın hiç biri Eylül kadar adından söz ettirememiştir. Mehmet Rauf ve “Eylül”… Evli bir kadın olan Suat’la kocası Süreyya’nın yakın akrabası Necip arasındaki olanaksız aşkın izdüşümü, kaleme ancak bu kadar duygulu ve içli alınabilirdi. Bir kadınla bir erkeğin; ruhsal çalkantılar içinde gidip gelen, kah karamsar, kah umutlu , kırılganlık ve melankoli iç içe girmiş platonik aşkını konu alan Mehmet Rauf, Eylül’de yaptığı ruhsal çözümlemelerle Türk edebiyatında bir ilke imza atmıştır. Sonbahar... Sarıya çalan yapraklarla beraber sararan umutlar ve heyecanlar...Yasak bir Aşk anlatılır Eylül'de, yasak olduğu kadar da temiz ve içten. Yaz mevsimiyle başlayan bir aşkın, sonbaharla birlikte solmaya başlaması ve ömür gibi bir son... Eylül… "Ey sonbahar bu... Artık bu kadar letafet ve hararet verdikten sonra! Eylül'den daha ne beklenir. Eylül malum a hüzün ve matem ayıdır. O zaman Suad'da hayatının şu devresi kendi ömrünün, kendi kadınlık hayatının eylülü gibi geldi. Eylül... Bir kaç gün hava ne kadar güzel olsa bu kadarcık fani bir güzelliğe bile minnettar olmak lazım gelen bir ay; içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, o güzel havaların, devamlı yazın artık nasıl geçmiş, sade bir mazi olmuş olduğunu hissettiren bir esef ve hasret ayı... Onun hayatı da böyle değil miydi? Son günlerin letafeti ile beraber, şimdi yine imkansızlığa, yine hüzün ve kasvete düşmemiş miydi? Tıpkı şimdi düşündüğü gibi, nasıl yaz elindeki saadetten bihaber geçip ilk kış hücumuyla teessüf ederse, o da demin anlamamış, tahassür etmemiş miydi? Tekrar hayatına başlamak arzusu, bu gün tekrar yaz olmak emeli değil miydi? Bir senedir onu harap eden endişelerin, melallerin ne olduğunu artık iyice görüyor, "İşte benim eylülüm!" diyordu." Eylül bir Aşk romanıdır. Bazen soluk soluğa bazen hüzünle okuyacağınız bir Aşk. Roman karakterleri aşkları sebebiyle bir takım toplumsal irdelemelere girerler; aşk, erdem, yaşam, evlilik ve onun gerekleri sorgulanır. Günümüzde adına Aşk adı verilen sıradan ilişkilerden çok daha saf ve derin bir Aşk anlatılıyor Eylül'de. Sırf birbirlerini düşünen, dünyayı umursamayan bencilce yaşanan bir Aşk değil Suad ve Necib'in aşkı; Suad kocası Süreyya'yı da düşünür… Necib’se kuzeni Süreyya'yı da düşünür. İki aşık Süreyya uğruna kendi aşklarından vazgeçerler… Eylül, Türk edebiyat tarihinin önemli eserlerinden biridir, hem psikolojik hem de toplumsal incelemeler vardır romanda. Natüralist-gerçekçi akımın başarılı bir örneğidir. Heyecanlar, kıskançlıklar, umutlar, umutsuzluklar hüzün, gözyaşı…Ve aşk... olağanüstü içsel yolculuklar… Rauf’un Yazın Hayatı: Rauf’u ilk etkileyen Ahmet Mithat Efendi’dir. 16 yaşında okuduğu Halit Ziya’nın Nemide adlı romanı, onu pek çok yönden hayran bırakmıştır. Nemide romanını ve Halit Ziya’ya olan hayranlığı, ona Düşmüş adlı uzun öyküsünde esin kaynağı olmuştur. Resimli Gazete’de öyküler, Mektep Dergisi’nde mensur şiirler yayınladı. Garam-ı Şebab’ı, 1896’da İkdam Gazetesi’nde tefrika edildi. Hüseyin Cahit Yalçın, Tevfik Fikret, Cenab Şahabettin gibi kişilerle tanışma imkanı buldu. Bu kişiler gerek dil, gerekse konu itibarı ile Tanzimat şair ve ediplerinden farklıydılar. Mehmet Rauf da Servet-i Fünun gurubundan fazlaca etkilendi. Servet-i Fünun’da yayımlanan ilk yazısı, Uzaktan adlı küçük bir öyküdür. Bu gibi küçük öyküler dışında, Halit Ziya Hayatı ve Hususiyeti, Hayatı Muhayyen Muharriri, Tevfik Fikret Hayatı ve Hususiyeti gibi yazıları ile çağdaş yazarları değerlendirirken, Karmen ve Filalançi, Paul Baurget ve bir Cinayet-i aşk, Emile Zola’nın son romanı gibi eleştirileri ile bazı batılı yazarları da incelemiştir. 1901’de Hüseyin Cahit Yalçın’ın Fransızcadan Türkçeye çevirdiği Edebiyat ve Hukuk adlı makalesi Fransız Devrimi’ni çağrıştırıyor gerekçesiyle dergi kapatıldı. Yazarlarına da yazım yasağı konuldu. 1908 Meşrutiyeti ile Rauf ‘da hızla gelişen basın yayın alanında yeniden çalışmaya başladı. Ancak artık amacı geçimini sağlamak olduğundan piyasaya dönük eserler vermeye başladı ve bu yüzden de eski yazım düzeyini hiç bir zaman tutturamadı. Mehmet Rauf’un tek yapıtlık bir deha olduğu da söylenebilir. Tanzimat sonrası yine kazanç kapısı olarak gördüğü tiyatro alanında da eserler verdi. Örneğin: Pençe, Cidal, İki Kuvvet, Yağmurdan Doluya...Gibi. Pek de başarılı olmadığı bu oyunlarında aşk çekişmeleri erkeklerin namus ve aşk arasında ki bocalamaları kocaların pişmanlıkları gibi temaları işledi. 1908’de Mehasin’i (güzellik) dergisini çıkardı. Bu dergide magazin konuları işlenmiş H. Ziya'nın Ferdi ve Şükara’sı uyarlandı. Eylül’de, romanda olduğu gibi bütün sanatlarda da başlıca temalardan biri olan yasak aşk teması işlenir. Eylül’de gidişat sacayağı şeklinde; karı-koca-aşık arasında geçiyor gözükse de, yazar romanında kocayı yani Süreyya’yı tamamlayıcı unsur olarak kullanmış, evli kadın Suad’la, Suad’a aşık genç olan Necib’in duygularını, düşüncelerini ön planda tutmuştur. Bu tema, başta Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’su (yasak aşk) olmak üzere bir çok Servet-i Fünun yazarlarının işlediği temadır. Eylül’de önemli olaylar, entrikalar, büyük tutkular, cinayetler yoktur. Dahası Eylül’de olay da yoktur. Roman, ( Necib, Süreyya ile evli olan Suat’a aşık olur) biçiminde özetlenebilir. Bundan dolayı da, romanda olay betimlemeleri değil ruhsal çözümlemeler yer alır. Mehmet Rauf’a bu yüzden ruhsal ayrıntıların romancısı denilebilir. Roman boyunca Necip’in ikilemi anlatılır. Bu ikilem dramatik çatışma da yaratır. Necib, aile içi cinsel aşk diye nitelendirilebilecek bir şekilde, halasının oğlu Süreyya’nın karısı Suat’ı sevmektedir. Bu sevgi, başlangıçta bir hayranlık şeklinde başlamış, daha sonra aşka dönüşmüştür. Roman baş kahramanı Necib, bağımsız, savurgan, amaçsız bir yaşam sürdürmektedir. H.Ziya’ nın Aşk-ı Memnu romanındaki Behlül, Mai ve Siyah’taki Bekir Servet gibi, evliliğe pek sıcak bakmayan bir tiptir. Kadınlara karşı soğuktur. Ancak Suad, bütün düşüncelerini değiştirir Necib’in. Suad ve Necib arasında kaçınılmaz bir gönül yakınlaşması başlamıştır. Necip, bu aşkı sonuna değin götürmeye kalkışsa en sevdiği dostu Süreyya’ya ihanet etmiş; kendisini kocasının mutluluğuna adamış, belirli bir yaşamın insanı olmuş, dünyada en kutsal varlık diye yücelttiği Suad’ı kirletmiş olacaktı. Ama bağrına taş basarak sevdiği kadından vazgeçse, bu kez yine acı çekmek zorunda kalacaktır. Aralarında ki bu aşk, her ne kadar gizli bir aşk görüntüsü verse de, hiç bir zaman, Ahmet Cemil ve yasak aşkı, Behlül ve Bihter arasındaki aşk gibi yaşama geçirilmemiş, romanda aşkın başladığı noktadan sonuna dek gönüllerinde kalmıştır. Ayrıca, Suat ve Necib’in yakınlaşmasında, kocasının Suat’a ilgisizliği, karı koca arasındaki zevk uyuşmazlığı, dünya görüşleri arasındaki farklılıklar da etkili olmuştur. Nitekim, Suat’ın ve Necip’in müzik tutkusunun yanında Süreyya’nın müziğe kayıtsız kalması, Suat’ı ihmal etmesi, bu yasak aşkın en önemli başlangıç noktasıdır. Uygulamaya dönüşemeden tıkanma noktasına gelen olaylar, uyduruk, çok basit bir kazayla bağlanmıştır. Oysa, Suat ve Necip’e büyük ıstırap yaşatan bu aşk, yaşanılmadan bir ev yangınıyla sona ermiştir. Romanın böyle bağlanması, bir çok yazar tarafından romanın zayıf yanlarından biri olarak eleştirilmiştir. Romanda Süreyya karakteri ise; geçim sıkıntısı nedeni ile yazlığa çıkmadığı için bunalan, boğazda bir yalı tutulunca da kendisini denizle uğraşmaya veren, her şeyi pek fazla dert edinmeyen, bu nedenle karısı Suad ’ı ihmal eden bir gençtir. Hiç bir kötü düşüncesi olmadığı için Necib ’i ısrarla tuttukları yazlığa çağırarak günlerce konuk eder… Yapıtları Romanları : Eylül, Ferdâ-yı Garam, Genç Kız Kalbi, Karanfil ve Yasemin Böğürtlen, Define, Son Yıldız, Ceriha, Kan Damlası, Halâs, Yara. Öyküleri : İhtizâr, Son Emel, Kadın İsterse, Pervaneler Gibi. Tiyatroları : Pençe, Cidal, Yağmurdan Doluya, Sansar. Düz yazımsı şiirleri: Siyah İnciler.

  • BALIK BAŞTAN KOKTU

    Zeki Sarıhan * Her gün bir skandal, her gün bir sahtekârlık şebekesi ortaya çıkıyor. Hangi birisini saymalı? Fethullah Cemaatinin Üniversite sorularını çaldırıp yetiştirdiği elemanlarını üniversiteye sokmasından beri çok geçmedi. Meğer bunun arkası ucu yokmuş. Sahte diploma, sahte ehliyet… Çürümüşlük ülkenin sokaklarından lağım gibi akıyor. Hiç bu kadarı görülmemişti. ZENGİNLERİN HIRSIZLIĞI, YOSULLARIN HIRSIZLIĞI Hırsızlık eskiden de vardı. İki çeşit hırsızlık vardır. Kanunlarına uydurularak veya kanunların izin verdiği biçimlerde halkın emeğini çalmak… Karaborsa yoluyla zengin olmak, emeğin değerini vermeyerek başkalarının alın terinden servetler yığmak hırsızlığın büyüğüdür. Sınıflı toplumun amentüsüdür. Bir de adi hırsızlıklar vardır. Yankesicilik, evlere girip yükte hafif, pahada ağır ne bulduysa götürmek gibi... Eskiden köylerde üreticiler, bahçelerine birer sayvan yaparak ürünlerini beklerdi. Ben çok sayvanda geceleyerek fındık bahçesi bekledim. Toplanmış fındığı bahçeden ve harmandan çalanlar olurdu. Bu tip hırsızlıkların neden yoksulluktu. Mutlak yoksulluk sona erdi. Bu gibi hırsızlıklara artık pak rastlanmıyor. Çünkü astarı yüzünden pahalı olur. ZAMANE HIRSIZLARI Şimdi teknolojinin gelişmesiyle hırsızlıklar da, sahtekârlık da modernleşti. Bir süreden beri sizi telefonla polisten savcıdan arayıp hakkınızda bir suçlama olduğunu söyleyenler, bunu örtbas etmek için yüklü para isteyenlere rastlanıyor. Önceleri PKK’yla bağlantılı olma iddiası korkutuyordu. Sonra Fetullahçılık suçlaması korkutur oldu. Son zamanlarda da İBB bağlantılı olma suçlamasıyla malı götüren çetelerin türediği anlatılıyor. Türkiye Petrollerine on bin lira yatırıp bir yıl sonra 300.000 lira alabileceğinize ilişkin pek hayır sever vatandaşların “ikna edici” duyurularının ardı arkası gelmiyor. Yapay zekâya taklit ettirmedikleri ünlü kişi kalmadı. Bu sahtekârlık böyle nasıl aylardır videolar doldurup yayımlayabiliyor? Bunları önleyecek bir makam-merci yok mu? Ya bitkisel ilaç reklamlarına ne demeli? Cep telefonlarından günde birkaç adet geliyor. “Bu ürünü alırsanız bir haftada hiçbir şeyiniz kalmayacak. Vallahi de billahi de. Yalan söylersem iki gözüm aksın. Çocuklarımın ölüsünü göreyim. Oruçlu ağzımla söylüyorum. Yalan söylersem ekmek çarpsın! İlaç şirketleri, kendi ürünlerini satabilmek için bizim ürünümüzü eczanelere aldırmıyorlar, İyileşmezseniz, paranızı on misli iade etmezsem şerefsizim!” ÇÜRÜYEN DEĞERLER SİSTEMİ Bütün bu sahtekârlıklar, yoksulluktan değil, toplumsal değerlerin çürütülmesinden kaynaklanıyor. Açıkgözler, bazı insanların siyasi ilişkileri kullanıp birkaç yılda zengin olduklarını ve hak etmedikleri mevkilere yükseldiklerini görünce “Niçin biz de yapmayalım?” diyorlar. Yoksulların elinden bu üçkâğıtçılıklar gelmiyor. Onlar emekliler, açık ve gizli işsizler, atanamayan öğretmenler olarak mitingt meydanlarında, hükümet kapılarında gösteriler yapıyorlar. Biz 86 milyon, kalabalık bir toplumuz. Bu işleri yapan çürük insanlar toplumun içinde çok küçük bir kesimi oluşturuyor ama zararları çok büyük. Sahte ehliyetin, sahte diplomanın toplumda yarattığı tehlikeye düşünelim. Ayrıca bu insanlar, başkalarına da kötü örnek oluyor. BALIK BAŞTAN KOKMUŞ Bugünkü yolsuzluk çeteleşmesinin nedeni hukukun, liyakatin ayaklar altına alınmış olmasıdır. Balık baştan kokmuştur. Devlet memuriyetine girişte mülakatla yandaş seçildiği, parti militanlarının savcı yapıldığı, yandaşların rektör atandığı hak ve hukukun kitaplarda kaldığı bir dönem yaşıyoruz. Kendi partisinin yönettiği belediyelerdeki yolsuzluklara göz yumup muhalif belediyelerin işlemlerini didik didik dedik eden ve bunlardan suçluluk üreten bir tutum bu çürümeyi önleyemez. Valileri rüşvetle atayan Osmanlı sistemi, kadıların rüşvet almasını önleyebilir miydi? Halk şairi nasıl da özlü olarak anlatmıştı: “Kaza bela ile âlem dolduğu/Kazların kadıya uçmaklığından.” Bu hal böyle devam ederse toplumsal ilişkileri ayakta tutan başkalarının hak ve hukukuna saygılı, bir makama ancak emekle, liyakate gelinebileceği inancı darmadağın olacaktır.

  • Felsefenin Yitik Ülkesi ASSOS ve ARİSTO Diye Biri ...

    / Şenol YAZICI * Önce Kabul Sonra Azil Olan Yurttaş ARİSTO... * Assos’ta yaklaşık 2 bin 400 yıl önce yaşayan, açtığı ilk felsefe okulunda dersler veren ARİSTO’nun, bugün bile elini çekmeyerek bir tür hamiliğini yaptığı antik kent girişinde turistleri karşılayan heykeli, 2015'te kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce tahrip edilmiş, heykelin sağ kolu kırılmış ve yüz kısmında da önemli tahribat oluşmuştu. Onarıp yerine koymuşlar. Ben Kültür Bakanlığı filan el atmıştır dedim ama, yok değilmiş; antik devrin hatıralarının köylerine kazandırdığının farkında olan Behramkale Muhtarlığının tasarrufuyla geri gelmiş Aristo. Öyle bir gelenek olsa; insanlar erginleşince, yani seçme ehliyetleri olunca sorsalar: Eyy Aristo, seni yeniden vatandaşlığa alıyoruz, gelir misin desek, gelir mi acaba? Aristo baldıranı keyifle içen Sokrates gibi düşünmez, uyum kabiliyeti hayli yüksektir; idealler güzeldir, ama hayat daha güzeldir, der. Hayatına bakmalı. METAFİZİK'i okuyanlar ilk cümleyi anımsar, nasıl başlıyordu? Hani Aristotoles'in şu ünlü kitabı: "Bütün insanlar doğal olarak bilmek ister," der... Suriyelilere de sorsak? , , Ama varsa kıstırılmış, kırk katır mı, kırk satır mı halinde değil, başka seçim şansı da olan insanlara... Hani birilerinin keyfi istedi diye birbirine kırdırılan, kalanı da ya kendi ordusunca ya da uluslararası güçler tarafından kırılan, onca yıldır düzen tutmayan ülkelerini terk edip bize sığınan, en katımızın gözünde bile dilenciliği meşrulaştırıp sokakları dolduran, hani AB şu kadar verdi, biz kabul etmedik, şu kadar istedik... diye üzerinde pazarlık ettiğimiz, son ana değin de yetkili ağızların istediğimiz parayı vermezseniz salarız onları üstünüze dediği ... ve nasıl olmuşsa birden vatandaşlıkları gündeme gelen ve makbulleşen Suriyeliler var ya onlar da bilmek ister mi? Hani çoğunun vatandaşımız oduğu söylenen, komşularımız olmaları söz konusu ya... Yarın külüne muhtaç olacağız. Ya da ARİSTO'YA sorsak mı? Bu ülkede yaşıyorsan önce makbul, sonra maktul İbrahim Paşa'yı, sonra da M.Ö. bir devir , hatta çok yakın zaman, 2009'da ikinci kez Anadolu yurttaşlığı makbul olan ama ilkinde kaçarak, ikincisinde de dünyanın en uygar yerlerinden sayılan Ege'de darp edilerek gönderilen ARİSTO'nun öyküsünü bilmek lazım. Hele o açık denizde boğulma talimleri yaparken, Assos'un Zeus Altarı'nın ordan el, kol, bilek ve parmak işaretleriyle "gel gel, şaka yaptık, biz felsefeyi de, Aristo'yu da severizzzz..." deme halimizi görmeden olmaz. Günümüzden 2400 yıl önce yaşayan dünyanın en büyük iki filozofundan biri, ilki hocası PLATON'dur, olarak kabul edilen ARİSTOTELES, bizdeki adıyla ARİSTO bir dönem Anadolu vatandaşı olmak onuruna erişti. EFLATUN namı diğer PLATON' okulunda birlikte eğitim aldığı köle HERMEİAS, bugünkü Balıkesir Küçükkuyu ve Çanakkale Ayvacık arasındaki volkanik tepe ve eteğindeki limana hakim kent ASSOS'un tiranını öldürüp yerine hükümdar olunca, okuldaşı ARİSTO'yu ülkesine çağırır. Herhalde başına geleceklerden yılıp kaçıp gitmesin diye de yeğenini onunla evlendirir. Kurduğu okulda verdiği derslerin yanısıra birçok kitabını burada kaleme aldı Aristo. Düşünüyorum da kitap yazmak, sakin bir kafa, dingin bir ruh ister, her şeyden önce, hele çağları aşacak kitaplar yazmak... demek ki onu bulmuş... Anadolu vatandaşlığı iyi gelmiş Aristo'ya... Öyle iyi gelmiş ki, çok göze çarpmasa da bence hocası PLATON'u aşacak ya da geliştiren düşünceler üretmiş. PLATON kim mi? "Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar. Demokrasi despotluğa dönüşür. Demokrasinin esas prensibi, halkın hakimiyetidir. Ama milletin idarecilerini iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu temin edilemezse demokrasi, otokrasiye dönüşebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Devlet işleri, devlet içinde idare edenlerle idare edilenlerin yönetime katılmasıyla gerçekleşir: , Devlet işleri içten gelen bir sevgi, edep ve kâmil akıl ile yürütülmezse onun sonu çöküş ve yok oluştur..." (Platon/Devlet) diyen adam. Hem de günümüzden 2400 yıl önce... ARİSTO PLATON Örneğin PLATON en iyi yönetimin bir filozoflar cumhuriyeti olacağını savunurken, Aristo katı değildir, birden fazla seçenek, iyi yönetim önerir. Platon sadece akılsal bilgiye önem verirken, ARİSTO duyumların da büyük önem taşıdığını kaydeder. Platon griyi yok sayarak beyaz ve siyah gibi olay ve olguları, yani dünyayı birbirinden ayrı zıt alanlara ayırırken, Aristo süreklilikten ve geçişlilikten söz eder. İşte bu adam Yunanistan'dan kalkıp gelip Assos'a yerleşir. Üç yıl da kalır. Ne var ki sonunda bir kayıkla Midilli Adasına kaçmak zorunda bırakılır... Dönem o dönem, iktidarlar çok uzun ömürlü değil, sırtını dayadığın adam gidince sana da yol görünmesi doğal, dünyanın en büyük filozoflarından biri bile olsan... İSKENDER Aristo şanssızdır; dehadır; ama güce dönüşüp muktedir olamayan bir dehanın tüm özelliklerini taşır bu yönlü. Bilirsiniz, bir dönem Büyük İskender'e bile hocalık etmiş, onun "Benim hakiki babam Filip değil Aristodur," deyişiyle onurlandırılmış, ama İskender bile hiç bir düşüncesini nedense benimseyip yaşamına uygulamamış, hocasının kent devletlerinin bağımsızlığına verdiği önemi hiç düşünmeden dünya imparatorluğu peşinde koşmuş. Görünen Makedonyalıya övünmek dışında pek bir şey aşılamayı başaramamış Aristo . Tabi kitaplara olan tutkusunu da saymalı... Aristo'da ki dehanın birkaç felsefe ilgilisi dışında kimse farkında değildir, o itibarı göstermez. Anlamak ve göstermek için sonraki yüzyılları, başta İbn-i Ruşd olmak üzere İslam Filozoflarının Aristo'yu keşfetmesini bekler dünya... Oysa "bağımsız bilimler" kavramını ortaya atan, ilk büyük bilimsel kütüphaneyi kuran, ilk harita koleksiyonunu yapan, ilk doğa tarihi müzesini oluşturan, ilk felsefe okulunu memleketimizde Assos'da kuran, Kant'ın mantık, Darvin'in biyoloji alanında çalışmalarını övdükleri, İslam dünyasının "ilk öğretmen" , İbn Rüşd'ün "yorumcu" diye adlandırdığı, günümüze elli tanesi ulaşsa da 170 yapıtı olduğu söylenen Aristo talihin garip bir cilvesi İskender'e hocalığının bedelini çok ağır ödeyecek, İskender'in ölümünden sonra yükselen Makedon düşmanlığıyla dinsizlikle suçlanacak, benzer nedenlerle yargılanan Sokrates'in idamını görünce de akıllı davranacak ülkesinden kaçacak, sürgünde ölecektir. Ne yani, tanrıları Afrodit, Zeus... diye insan değişir mi? İnsan bir inandı mı, inanmayanı ya da başka türlü göreni yok etmeyi yaşama amacı sayar oldum olası. Bu da ayrı bir hikaye... Suriyelilerin bilmesi gerekmiyor, biz konumuza dönelim. İSAdan ÖNCE 400 yıllarında kaçarak vatandaşlığımızdan feragat eden Aristo 2400 yıl sonra yeniden vatandaş olarak işe alındı... 2009'da gelmeyen turistlere bir çağrı olsun diye girişe heykelini yapıp koydular, doğum ve ölüm tarihleriyle... Güzel de duruyordu... Ne var ki bu kez de ömrü uzun olmadı... 2015'te kolu kırıldı, yüzü parçalandı, sonra da heykel yerinden kaldırıldı. Şimdi sadece kaidesi duruyor: Aristo (MÖ. 384- 7.3.322 yazan...) Ne bekleniyordu ki? 2400 yıl önce dinsizlikle suçlanan yani Zeus'a, Apollon'a, Venüs'e... gereken itibarı göstermeyen gafil Aristo'yu biz mi barındıracaktık?.. Biz bizi var eden Atatürk'e neler yapmadık da? Şimdi Aristo'nun heykelini yaptırıp yerine koyduk. Acaba gelir mi, hiç sanmam ya... Asıl önemli olan turist, o gelir mi? Şimdi Suriyeliler bir daha düşünür mü? Dedik ya ötesini kurcalamıyoruz. Yoksa memleketin ahvali ortada... AB yardımı şu bu derken, sığınmacılar bir destek görüyorlar yine de... Ne sosyal güvenlik pirimi isteniyor, faiziyle, ne bilmem ne vergisi, ne oruç tutup tutmadığı soruluyor, ne askerlik bekleniyor... Halleri malum, misafir denilip acımayla karışık genel bir hoşgörü var onlara karşı, kendi insanımıza çok göstermediğimiz. Şimdi küçük de olsa bir umutları var, ama vatandaş olurlarsa AB kapıları duvar olur onlara, TC pasaportuyla gezmeye bile zor giderler AB ülkelerine... Sonra vatandaşlık sorumluluktur, al tiranın kız kardeşini, vur enseyi yat... değildir, hele aykırı konuşmak hiç değildir, o kadar kolay mı? Duydun mu Eyyy ARİSTO! / 09/07/2016

  • Çalışmanın, Çabalamanın, Emeğin ve Zekânın Önemi Rüzgâra mı Yazılmış

    Prof. Dr. İbrahim Ortaş * İnsanın sabahın köründe bile sıcaktan kaçıp klimalara sığındığını yaşıyoruz. Çocukluğumda bu sıcakların benzerinde sabahtan akşama kadar tarlalarda başımıza bir bez parçası veya gömleğimizi sarar çalışırdık. Şimdilerde meteorolojinin öngörüsüne göre bazılarımız günler öncesinden hangi yaylaya, hangi denize gidelim diye program yapıyoruz. Anladım gelen haberler bu sıcaklarda yaylanın da, denizinde faydası yokmuş. İklimsel sıcaklar neyse Dünyanın diğer sıcak havasının yarattığı bölgesel çatışmalar, adaletsizlikler, eşitsiz koşular, gücü gücüne yeten anlayışı ayrıca insanı boğuyor. İnsanlığın içinde geçtiği bu çok yönlü sıcak bunaltıyor hem de içimizi dışımız bunaltıyor. Yaşam koşullarında zorlaştı, bir kenara çekileyim demeye de gelmiyor. Çarşı pazarım yakıcı hayat pahalılığı mecbur ediyor insanı. Her ne kadar yoksulluğu ben yaratmadıysam da yoksulluğu artık yaşıyorum. Geçmişte hem olanağımız yoktu, olsa da “bir hırka bir lokma” anlayışı ile ne yapalım birden fazla evi deyip çevre ve ekoloji anlayışına uygun davranmaya çalıştık bırakmıştık. Halen de israf ve çevre tahribatına karşıyım. Başımızı sokabildiğimiz evin iki duvar arasında arada bir elektrik parası çok gelmesin diye klimayı aralıklarla çalıştırarak serinleyerek çalışmaya devam ediyoruz. Evde bir klimayı bile çalıştırmaktan itina eder duruma gelmişiz. Ne diyelim, sabahın güzelliğini bozmadan yürürken aklıma Âşık Sümmani'nin "benim bahtımı kara yazmışlar" türkü sözleri geldi. Ervah-ı ezelde levh-i kalemde Bu benim bahtımı kara yazmışlar Gönül perişandır devr-i alemde Bir günümü yüz bin zara yazmışlar Sümmani’nin bu anlamlı şirinde; Herkes dosta verdi ifadesini Bizimkini rüzgâra yazdılar Bugünden geriye bakınca, yaşananları bütün olgular uğrunda çabaladığımız değerlerin yerle bir edildiği, sahte insanların yaptığı sahtekârlıklar, bozulan düzen, çalışmanın, emeğin, zekânın ve fedakârlığın anlamsız oluğu günümüzde acaba rüzgâra mı çalışmışız? Kötü paranın iyi parayı sevmediği, yetersizin, liyakatsizlerin hâkim olduğu iş yerinde içten ve hakkıyla çalışanın bir etkisi olur mu? Sahin’in sahilliğin önemi için çabalamadığı, hak edenin hakkının verilmediği, sahtekârlığın pirim yaptığı yerde doğru ve sağlıklı bir yaşam çıkar mı? Sahi olanın değer olduğunu topluma toptan benimsetemez isek, önlem almasak korkarım ki yarın geç olur. Eğer böyle giderse, insanın umudu gelecekteki beklentisi olmaz ise toplumu birlikte iş tutmaya teşvik edemezsek, rüzgâr her şeyi alır götürü, arkada Mahzuni Şerif belirtiği gibi “kuru hayal, fani dünya BOŞUMUŞ” türküsünü söyler dururuz. Herkes dostça selam ve esenlikler dilerim. Prof. Dr. İBRAHİM ORTAŞ Çukurova Üniversitesi/ Ziraat Fakültesi / Toprak Bilimi ve Bitki Besleme Bölümü. Adana

  • HATIRLA

    Alfred De Musset * Hatırla, çekingen Tan, Güneşe Mutlu sarayını açtığı zaman; Hatırla, geçerken dalgın gece Düş kurup gümüş tülünün altından; Göğsün küt küt atarken hazlar davet edince, Gölge seni akşamın düşlerine çekince, Ormanların dibinde Bir ses mırıldanır, dinle: Hatırla. Hatırla, gün gelip beni kader Sonsuza dek senden ayırınca, Üzüntü, sürgün ve seneler Bu çaresiz kalbi soldurunca; Düşün son elvedayı, hazin aşkımı düşün! Yokluk ve zaman hiçtir insan sevmeye görsün. Kalbim çarpıp durdukça, O hep diyecek sana: Hatırla. Hatırla, soğuk toprak altında Kırık kalbim sonsuza dek uyurken; Hatırla, yalnız çiçek mezarımda Böyle usul usul açıyorken, Seni bir daha görmeyeceğim, ama ölümsüz ruhum Sadık kız kardeş gibi dönüp gelecek sana. Gecenin içerisinde İnleyen sesi dinle: Hatırla. Alfred de Musset , Fransız edebiyatının romantik yazar ve şairlerindendir. Aşk ve gençlik şairi olarak tanınır. Musset , 11 Aralık 1810 tarihinde Paris, Fransa’da soylu bir ailenin oğlu olarak doğmuştur. Tam adı Alfred Louis Charles de Musset’dır. Babası Victor Donatien De Musset, Musset Pathay adıyla yazar olarak tanınmıştır. Abisi Paul de Musset de (d.1804-ö.1880) yazar idi. İyi bir eğitim aldı. Alfred de Musset’in 1836 yılında yazdığı La Confession d’un enfant du siècle (Bir Zamane Çocuğunun İtirafları) adlı romanı gençlik yıllarını çarpıcı bir dille anlatır. Alfred de Musset, genç yaşta Charles Nodier, Alfred de Vigny ve Victor Hugo‘nun etkisine girdi. İlk şiir kitabı Victor Hugo‘nun etkisini taşıyan şiirlerini içeren, Contesd’ Espagne et d’ ltalie (İspanya ve ltalya Öyküleri) 1830 yılında yayımlandı. Ve bu tarihten sonra Beau Brummell‘in taklitçileri arasına katılarak Paris‘te dağınık ve hızlı bir yaşam sürmeye başladı. Şiirlerini Le Temps, La Revue de Paris ve La Revue des Deux Mondes dergilerinde yayımladı. 1830 yılında La Nuit venitienne (Venedik Gecesi) adlı komedisinin uğradığı başarısızlıktan sonra, öbür oyunlarının sahneye konmasına izin vermedi. Temmuz 1833 yılında aşık olduğu yazar George Sand ile yaşamaya başladı. Aralık 1833-Mart 1834 arasında yaptıkları bir İtalya gezisinden sonra ayrıldılar. Bu sevgi tutkudan çok dostluk duygusuna dönüştüyse de 1835’den sonra düşmanlığa dönüştü. 1833 yılında yazdığı Les caprices de Marianne (Marianne’ın Kalbi) gibi trajikomediler ve romantik tiyatronun başyapıtlarından sayılan 1834 yılında yazdığı Lorenzaccio gibi tarihsel trajediler, 1836 yılında yazdığı İl ne faut jurer de rien (Büyük Söylememeli) gibi komediler yazmaya devam etti. Alfred de Musset, tutkulu trajedilerden hafif fantezilere, tarihsel oyunlardan duygulu komedilere kadar çok çeşitli türlerde ürün verdi. Zengin bir düş gücü, incelikli ve lirik bir anlatım ve psikolojik derinlik, oyunlarının başlıca özellikleridir. Oyunlarının yanı sıra şiirleriyle de ünlü olan Alfred de Musset, hafif yergili şiirlerden büyük bir teknik ustalık sergileyen şiirlere ve karmaşık duygularını tutkulu ve etkileyici bir üslupla dile getirdiği 1837 yılında yazdığı “La Nuit d’octobre” (Ekim Gecesi) gibi lirik şiirlere kadar çok çeşitli türlerde eserler vermiştir. Romantik akıma her zaman bağlı kalmakla birlikte akımın aşırılıklarıyla alay edebilmiştir. Örneğin, Lettres de Dupuis et Cotonet (1836-37; Dupuis ve Cotonet’nin Mektupları) adlı kitabı, dönemin edebi modalarıyla alay eden başarılı bir yergi içerir. En güzel lirik şiirlerinden bazılarını, romancı George Sand ile 1833’ten 1835 yılına kadar aralıklarla süren beraberliklerinden beslenerek üretmiştir. Alfred de Musset, Fransa'nın Paris şehrinde, henüz 47 yaşındayken 2 Mayıs 1857 Yılında kalp krizinden ölmüştür. ESERLERİ Roman : 1836 – La Confession d’un enfant du siècle (Bir Zamane Çocuğunun İtirafları) (Yaşar Nabi Nayır) Şiir : 1830 – Contesd’ Espagne et d’ ltalie (İspanya ve ltalya Öyküleri) 1835 – La Nuit de Mai (Mayıs Gecesi) 1836 – La Nuit d’Août (Ağustos Gecesi) 1836 – Lettre â Lamartine (L.’e Mektup) 1837 – La Nuit d’Octobre (Ekim Gecesi) Tiyatro Oyunları : 1830 – La Quittance du diable (Türkçeye çevrilmedi). 1830 – La Nuit vénitienne (Venedik Gecesi) (Türkçeye çevrilmedi). 1831 – La Coupe et les lèvres (Türkçeye çevrilmedi). 1832 – À quoi rêvent les jeunes filles (Türkçeye çevrilmedi). 1833 – Andréa del Sarto (Nurullah Ataç) 1833 – Les Caprices de Marianne (Marianne’ın Kalbi) (Sabahattin Eyüboğlu–Bedrettin Tuncel) 1833 – Lorenzaccio (Berna Günen) 1834 – Fantasio (İzzet Melih Devrim) 1834 – On ne badine pas avec l’amour (Aşkla Oynanmaz) (Türkçeye çevrilmedi). 1835 – La Quenouille de Barberine (Orhan Veli Kanık) 1835 – Le Chandelier (Şamdancı) (Sabahattin Eyüboğlu) 1836 – Il ne faut jurer de rien (Büyük Söylememeli) (İsmail Hami Danişmend) 1836 – Faire sans dire / Une Matinee de Don Juan Yap da Söyleme ve Don Juan’ın Bir Sabahı (Sabahattin Eyüboğlu) 1837 – Un Caprice (Heves) (İlhan Ertuğ) 1838 – Frederik ile Berneret (Hüseyin Rahmi Gürpınar) 1845 – Il faut qu’une porte soit ouverte ou fermée (Bir Kapı ya Açık Durmalı ya Kapalı) (Oktay Rıfat & Orhan Veli Kanık) 1849 – L’Habit vert (Eski Palto) – Bir Perdelik Komedi (Cemil Miroğlu) 1849 – Louison (Yaşar Nabi Nayır) 1849 – On ne saurait penser à tout (Ummadık Taş Baş Yarar) (Yaşar Nabi Nayır) 1850 – Carmosine (Yaşar Nabi Nayır) 1851 – Bettine (Yaşar Nabi Nayır) 1855 – L’Âne et le Ruisseau (Türkçeye çevrilmedi). * 05.09.2025

  • Lavinia'ya Nazire

    SÜRMENE KALECİK YAYLASINDAN , Lavinia Çiçeği, Yusuf ERBAY  Yusuf ERBAY "ASAF'A" Bu sabah git Lavinia, Rüzgari yanına al, En güzel vaktimi de... Sen bilmiyorsun Lavinia, Terkedilince öğrendim Yalan söylemeyi. -Utancın rızkı bu-... Bu sabah git Lavinia, Adını çayırlara fısıldarım Sen hatırlamasan da....

  • Lavinia

    ÖZDEMİR ASAF * Sana gitme demeyeceğim. Üşüyorsun ceketimi al. Günün en güzel saatleri bunlar. Yanımda kal. Sana gitme demeyeceğim. Gene de sen bilirsin. Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, İncinirsin. Sana gitme demeyeceğim, Ama gitme, Lavinia. Adını gizleyeceğim Sen de bilme, Lavinia. 1957 Özdemir Asaf

  • Kozak Yaylası

    Şenol YAZICI Kozak Yaylası Niyetim Bergama'ya gitmekti. Farklı, görmediğim bir rota arıyordum. Sonunda buldum; dev fıstık çamlarıyla ve granit kayalarıyla ünlü, Ayvalık ve Bergama'nın kavurucu yaz sıcaklarında kaçtığı mesire yerlerinden biri Kozak Yaylasından gidecektim. Yaylayı, çam fıstığı toplayıcılarını hep duyardım. Yerden beş-altı metre yüksekte 5-6 metrelik sopalarla çalışırdı bu işçiler. Ulu ağaçlarla kaplı bir orman denizi canlanırdı gözümde. Danıştıklarım, herkes, bir şey söylüyordu, birleştikleri tek nokta yoktu. Hissettiğim, güzel demek için uğraşıyorlar, ama öyle aman aman bir güzellik de yok, sonunda bir yol yapmışlar, emek vermişler, ne desinler ki? Galiba, farklı doğal güzellikleri olan bir orman alanı, deneyimlemekten keyif de alabilirim, düş kırıklığına da uğrayabilirim daha güzel bir seçeneğin yoksa düşünmeli. KOZAK YAYLASI ilginç bir yer, farklı olanakları da barındırıyor. Prof .Dr. Tankut Öktem'in bu ATATÜRK heykeli bunlardan biri... Yaz günü kıyı Ege yanarken Kozak Yaylası yolu sevimli göründü. Bergama ise bildiğimiz PERGAMON, her dem sevilir. Anısı yeter. Ayvalık'tan Gömeç'e giden yolda dağlara dönen bir kavşaktan saparak gidiliyor Kozak Yaylasına. Bergama'ya uzayan 60 kilometrelik yol, yaz sıcaklarında büyük ilgi gören ulu çamlarla kaplı dev bir mesire yeri gibi. Yol boyu köyler, adımbaşı çeşmeler, birkaç lokanta, kafe, dinlenme tesisi bulunuyor. Allah'ın Ağacı Bir ağaç düşünün ki kayalık ve susuz bir dağ başında büyüyor, gölge veriyor, odunundan dalından budağından yararlanıyorsun, yetmiyor dünyanın en değerli endüstriyel meyvelerinden birini, çam fıstığını da de sunuyor ellerine... Ne güzel diye geçiyor aklımdan; her yan fıstık yüklü çamlarla dolu... İyi de para ediyor, zorda kalırsan uzan bir dalına topla, götür sat... Ne şanslı insanlar, diye düşünüyorum. Şuradan bir yer çevirsem, içinde bir kaç kök çam olsa... Allahın ağacı işte... Hiç de öyle değilmiş; bu ağaçların her biri kişilerin tapulu malı. Dikmesi bir dert, bakması bir dert... Sonra devasa ağaçlara bakıyorum, bunların dallarına erişilir mi? Toplaması herhalde bin dert... Özel toplayıcıları var, 4-5 metrelik sopalar kullanıyorlar. Bir yerlerde okumuştum; onları bekleyen bir meslek hastalığı varmış: Çoğunun ikinci çocuğu olmuyormuş. - Gidişli gelişli tek şerit asfalt yol virajlı olsa da bakımlı... Yol kenar çizgilerini algılayan bir araç olsa, elli kilometreye sabitle... Bu orman bir derya... Dışarıdan vahşi bir hayatın bir parçası gibi duran orman sürprizleriyle şaşırtıyor. Antik devirden bu yana fıstık çamı, üzüm, ceviz gibi meyveler yetiştiriliyor. Bir insanın varolabilmesi için her şeyi barındırıyor. Orman granit bakımından da zengin ve taş kaliteli. Yol kenarındaki levhalara dikkat ederseniz daha ilginç şeyler de görmek mümkün. Etrafta bir zamanlar buralara hakim olan Bergamalıların ve Romalıların hamamları, ören yerleri de var. Hayat Bir Okuldur, Fıstıkçamı da Öğretmen Öğreniyorum. Fıstık çamı ilk meyvesini 8 yaşından sonra vermeye başlar. Dereceli olarak 20 yaşına kadar verim artışı yükselerek devam eder. Tam verimini 25 ile 50 yaşları arasında yapar hale gelirmiş. Peki sonra... Yaşlanan ağaçlar ne olur? Bunun yanıtını alamıyorum. Ortalama iyi bakılmış yerini seven 10 çam fıstığı ağacından 50 ila 75 kg arası mahsul alınabiliyormuş. Bu yazı ilk yazıldığı Temmuz 2023 fiyatlarına göre endüstriyel bir bitki olan çam fıstığının kilosu ortalama olarak 1000 L. çevresindeydi... 2025'te ise 3 - 4.000 Lira olmuş. Fıstığı alınan kozalaklarda ayrıca değerlendiriliyor. Çam fıstığı hasatı her yıl kasım ve mart ayları arasında yapılır. Hasat yapılan kozalaklar kuru ortamda bekletilerek temmuz, ağustos aylarında açık alanda güneş ile kurutulmalıdır. Kuruyup açılan kozalaklardan meyveler makine yardımı ile kolay bir şekilde hasat edilebilir. Makineden çıkan künerleri su ile yüzdürüp temizleyerek tekrar kurutularak satışa hazır hale getiriliyor. Çiftçinin Dertleri İnsanlarla konuştuğumda bazı ağaçların yeterince kozalak üretemediğini, bazen hiç vermediğini ya da tane tutturamadığını söylüyorlar. Geçmiş yılları her geçen gün arıyorlarmış. Çitçinin hayatından memnun olduğunu hiç görmedim ama bu verimsizlik hayra alamet değil. Bence ağaçları gençleştirmek gerek. Ezbere konuştuğumu düşünüyorlar, bu konu hiç açılmıyor. Oysa fındıktan bilirim. Yaşlanan dal nazlanır artık. Bir ağacı gençleştirmek en az birkaç yıl beklemek demek. Çok zaman... Bazı insanlar iyice umutsuz. "Bu dağlarda çam fıstığı biterse Bergama aç kalır ." diyorlar. Dur bakalım, Bergama'nın daha neleri var, altını, tarihi.... Aç kalmazlar belki ama fıstıkçamı olmadan bu köylülerin zorlanacağı kesin. LOKANTALAR Yayla da çok yerde , piknik yapma şansı var. Ayrıca çok sayıda lokanta, kafe çayhane de... Ünlü tatil beldelerine yakın diye o donanım da hizmet veren yerler bekliyorsanız heveslenmeyin, fiyatları biraz benzese de ilgisi yok. Bir kere Bolu dağı lokantalarını hiç andırmıyorlar. Basit, ilkel, ama umduğumuz gibi doğal değil ve pahalı dükkanlar... Gerçi, artık ne ucuz diyeceksiniz de, karşılığını alamıyorsanız çay bile pahalıdır; bu tip lokantalarda bazen yakalanan o lezzet, yöresel bir tat da yok. Yaylada herhalde kuru fasulye yenilir, diye istediğim yemeğin fasulyeleri sanırım doğru zamanda kabarsın diye suya konulmadığından tüfek saçması gibiydi. Bir gözleme dünya para... Herhalde sır otundadır diye sordum, adam meslek sırrı dedi. * DOĞA RASTLANTILARIN SANATÇISIDIR Siz hiç bir kayaya hayranlık duydunuz mu? Şu güzelliğe baksanıza... Doğa en büyük sanatçı demez misiniz? Rastgele attığı fırça darbeleriyle dünyanın en kusursuz tablolarını yaratıyor. Sanki Şeker Ahmet Paşa'nın en iddialı peyzajı... Granit bunlar, mağmatik kayalar, işlenmeye çok uygun ve harika sonuçlar alınan bir taş... Yollar ıssız ama hız yapmaya uygun değil, dikkat istiyor. Başka türlü kendinize yapacağınız, vereceğiniz zarar bir yana, bu güzelim çamlara ya da kayalara zarar verebilirsiniz. Yolun bir bölümü böyle... çam ve kaya... Ormandaki Atatürk * Bir taş atölyesini görmek için yoldan ayrıldığımızda bu heykele rastladık. Öyküsünü sonradan öğreneceğim, güven veren o temiz yüzü görmek dağları tanıdık, bildik yaptı birden. Garip bir hal yaşıyorum, daha önce aklıma bile gelmeyecek bir durum: Atatürk varsa çevrede ruhum kaygıdan azade, rahatlıyor; burda uygarlık ve çağdaşlık var diyorsunuz. Atatürk Anıtı; * Türkiye deki Atatürk anıtlarının en farklısı BERGAMA – KOZAK YAYLASI anıtıdır. Bu anıtta Atatürk, golf pantolonlu spor takım giysisi , başındaki kasketiyle bir kayanın üzerine oturmuş, elini üst üste dizilmiş beş kitaba dayanmış olarak dinlenirken görülüyor. Kitapların adları : (Milli Mücadele ) , (Cumhuriyet ), (Devrimler ), (Bilim ve Sanat), ve (Nutuk) olan bu kitapların adları uzaktan okunabilecek büyüklükte harflerle sırtlarında yer alıyor. Yaşamını Almanya'da sürdüren 30 yıllık eğitimci, doğa sever SÜHA ŞEN, Kozak Yaylasında fıstık çamları arasında yürüyüş yaparken bir heykel kaidesi görünümündeki iri bir kayayı görmüş ve köye giderek muhtara bu kayanın bulunduğu araziyi almak istediğini bildirmiş. Arazi sahibi Bağyüzü Köyünden YÜCEL KORAY, Süha Beye bu araziyi ne amaçla istediğini sormuş, Süha Şen: B u kayanın üzerine bir Atatürk Anıtı yaptırmak istiyorum , yanıtını alınca; arazi sahibi ; " Bu amaçla almak istediğin araziyi parayla satmam ! Çamlığımdan sınırını sen çiz, istediğin kadar araziyi bu amaç için benim armağanım olarak kabul et! demiş. Daha sonra Süha Bey Türkiye de 18 ilde Atatürk ve Cumhuriyet konulu heykelleri ile 90 şehitlikte bu çeşit heykelleri bulunan Prof. Dr. TANKUT ÖKTEM beyi bulmuş. Bu güzel girişime benim de katkım olsun, diyen ve anıtı hiçbir ücret almadan yapan Prof. Dr. TANKUT ÖKTEM bu eseri tamamladıktan çok kısa bir zaman sonra trafik kazasında yaşamını yitirmiştir. * Bu fotoğraf ve altBilgi ; Şafak OMAN https://www.safakomac.com/2020/09/17/18803/... adresinden alıntıdır * Güzellik Detaydadır * Fıstık çamlarının arası doğanın rastlantıda yakaladığı o estetikle gelişi güzel serpilmiş granit kayalarla dolu. Granit dayanıklı ve işlenmeye iyi yanıt veren bir magmatik oluşum. Heykel Atatürk, daha küçük bir kayanın üstünde oturuyor, elini kitaplarının üstüne koymuş dinleniyordu. En güzel yanı da Atatürk'ün heykellerinde görmeye alıştığımız militarist görünümde değil de spor kıyafetler içinde tasarlanmasıydı. Sanki bir yürüyüşten dönüyor ya da gidiyordu. Oraya şöyle bir uğramış soluklanıyordu. Her zamanki militarist giysileri ve tavrı yoktu üzerinde. O çelik bakışları da... Dikkatle yarattığı ülkeyi ve zor öğrenen yurttaşlarını kusur arayan bakışlarla izlemiyordu. Bakan kişiye "Savaş bitti, rahat ol " der gibiydi. Öyle bir şey yazmıyordu ama Atatürk, bu kez başka bir şey söylüyordu: "Benden bu kadar, artık başınızın çaresine bakın. Bildiğimi öğrettim, yapacağımı yaptım sizin için. Kazanımlarım, mirasım doğru kullanırsanız torunlarınıza da yeter. Daha iyisini siz yapın, yapın da göreyim." Çeşmenin duvarı da doğal kitabe olmuş, ATA'nın kendi sözlerinden alıntılara, hakkında söylenenlere yer verilmiş. BERGAMA Batı Giriş Orman giderek seyreliyor, ovaya iniyoruz. Solda tanıdık bir tepe görüyorum: PERGAMON. Tepedeki antik yerleşimi ve oraya Bergama çayından su taşıyan kemerleri fark ediyoruz. Kim bilir kaç bin yıldır aynı yatakta akan Bakırçay boyunca giden yolumuz ilerde ilk çağdan kalma iki tünelin başladığı yerde ayrılıyor. Burda büyük bir uygarlığın kurulmasında başat bir etken olan, toprakları bereketli bir ovaya çeviren BAKIRÇAY havzasındayız. Temmuz 2002 7 Ağustos 2025 GÜNCELLENMİŞ BERGAMA, PARGEMON YAZIMIZI OKUMAK İÇİN BURAYA ya da RESME TIKLAYIN

  • Bergama, Pergamon, Pergamum

    Şenol YAZICI PERGAMUM, PERGAMON, BERGAMA Anadolu birçok kadim uygarlığın yerleşim yeri olmuş; insanlığın bir çok İLKLERİ burada yaşanmış. Bunlardan biri var ki bugünkü uygarlık düzeyine katkısı yadsınamaz. İnsanlığın olmazsa olmazlarından... Bergama'da, o zamanki adıyla PERGAMUN'da tarihin en önemli buluşlarından biri gerçekleşmiş, parşömen icat olunmuş. Dil kültür aktarımı için vazgeçilmez bir araç. Ne var ki dil insana bağlı, insan da ölümlü, unutkan ya da bilgisi zamanla deforme olabilen... Yani noter gibi değil... Yazı olmasaydı bugünkü uygarlık olmazdı; düşünün öğrendiğini unutan, kültür yaratamayan bir insanlık; her kuşak sil baştan, her şey yeniden... BERGAMA salt parşömen nedeniyle, bu nedenle bile insanlık tarihine altın harflerle yazılacak bir kent... ...ki BERGAMA daha ötesi bir devlet de aynı zamanda... En güvenilir kaynağın yazı olduğunu herkes bilir. Kültür aktarımını da o yapar. Yazıya insanlık çok şey borçlu. Yazının da olabilmesi için kalem, kağıt gerekli, kitaba dönüşmesi için basım makineleri... Bugün çok sıradan gözüken bu araçlar için insanlık kim bilir kaç bin yıl harcamış? Yazının tarihini insanlık tarihiyle kıyaslarsak anlamak daha kolaylaşacaktır. İnsanlığın bilinen tahmini tarihi milyon yılken yazının tarihi daha net: 55oo yıl... Yani devede kulak bile değil. Çivi yazısı denilen ilk yazıyı pişmiş tuğlalara, taşlara kazıyarak yazıyorlar... Ancak papirüs icat olunca yazmak kolaylaşıyor. Bitkiden üretilen papirüsün icadı için de 1500 yıl geçiyor. Daha kolay üretimi ve üstüne yazılan yazının daha uzun ömürlü olması nedeniyle tercih edilen hayvan derisini kullanan parşömense 2ooo yıllık... Bugünkü kağıdın atasının üretimi ve yaygın kullanımının üstündense sadece bin yıl geçmiş. Parşömen , üzerine resim yapmak ve yazı yazmak amacıyla işlenmiş, hazırlanmış hayvan derisi olarak bilinir. Genel kanıya göre Mısır firavunun haseti işte. Bergama'da kurulan kütüphanenin İskenderiye’deki kütüphaneyi gölgede bırakacağı endişesiyle Anadolu’ya gidecek papirüsler engellenir. bunun üzerine Bergama Kralı olan II. Eumenes kitap yapım ı için yeni bir kâğıt çeşidi bulana ödül vereceğini belirtir. Dönemin kütüphane sorumlusu olan Krates, oğlak derisini işleyerek yazıya uygun şekle dönüştürür ve krala sunar. MÖ II. yüzyıldan itibaren Bergama’dan tüm dünyaya yayılan parşömen; uzun yıllar boyunca mevcut kültürü gelecek nesillere taşıyacaktır. Hayvan derisinden yapılan parşömen kağıtları adını Pergamum kentinden alır. İlk kez Pergamum (Bergama) kentinde kullanılan parşömen, en dayanıklı kağıt türlerinden biridir. Yaklaşık 2 bin yıldır kullanılan bu kağıtların en önemli özelliği, her iki yüzüne de yazılabiliyor olmasıdır. Parşömen sadece yazı yazmak için değil resim yapmak için de kullanılır. Yüzlerce yıl önce bu kağıdın üzerine yapılmış olan resimler, yazılan yazılar bugün birçok müzede ve sanat galerisinde sergilenmektedir. Parşömene yazılmış yazıların zamana karşı daha canlı, daha dayanıklı olduğu bilinir. İnanmayacaksınız ama, Akropolün tam altında, Bergama deresi kıyısında sanki 2000 yıldır oradaymışlar hissini veren küçük dükkanlarda harıl harıl çalışan atölyeler var ve parşömen üretiyorlar. Günümüz koşullarında P ahalı olduğu için ancak seçkin işlerde ya da hatıra olarak ve az kullanılıyor ama hala üretiliyor P arşömen İlk parşömeni üretmesiyle bilinen antik dönemin görkemli kenti kadim bir uygarlığın başkenti de olmuş Pergamum, bugünkü BERGAMA, İzmir iline bağlı bir ilçe... Kuzey Ege'de Bakırçay'ın kıyısında Madra dağlarının uzantısı en yüksek tepede konuşlanmış gerek görkemli AKROPOL'u gerekse antik dönemin Anadolu'sunda en gelişkin hastahane olan Asklepion 'u, Kızıl Avlusu ve tarihi taş evleriyle gezmeye, görmeye değer zengin bir açıkhava müzesi gibi BERGAMA. Laf aramızda, Bergama'nın tarihi taş Bergama evlerinin yanında çok da güzel lokantaları, yemekleri, lezzetleri de var. AKSEPİLİON' dan arkada tepedeki AKROPOL'a BAKIŞ- PERGAMON 2025 Manisa, İzmir, Balıkesir'den gelen hemen hepsi düzgün asfalt çok yolla Bergama'ya varılabiliyor. Biz çok bilinmeyen bir güzergâhtan, AYVALIK'tan çıkı p ülkemizin çam fıstığı deposu da olan Kozak Yaylasın dan, dağlardan, yaylalardan geçerek ulaşacağız. BERGAMA Batı Giriş Kozak yaylasından inen virajlı yol bir zamandır yanından akan ırmağı takip ediyor. Ağaçlar giderek seyreliyor, hele fıstık çamları yok oluyor, ovaya iniyoruz. Arabadaki küçük arkadaşlarım bağrışıyor. Bakınca yukarda solda tanıdık bir tepe görüyorum: PERGAMON. Tepedeki antik yerleşimi ve oraya Bergama çayından su taşıyan kemerler fark ediyoruz. Kim bilir kaç bin yıldır aynı yatakta akan Bakırçay boyunca giden yolumuz ilerde ilk çağdan kalma iki tünelin başladığı yerde ayrılıyor. Burda büyük bir uygarlığın kurulmasında basat bir etken olan, toprakları bereketli bir ovaya çeviren BAKIRÇAY havzasındayız. Eski Bergama Evleri Arkasında Tepede Akropol. Bu evlerin arkasında dik bir tepe vardır, 334 metre yüksekliğinde. Tepenin çapının ne olduğu konusunda bir fikrim yok, aradım bulamadım. Biri biliyorsa sevabına yazsın. Akropol orda... KISACA PERGAMON'un KURULUŞU Tarihi kaynaklarda ilk kez Ksenophon’nun Anabasis’inde geçen Pergamon kenti, Kaikos Vadisi’nin (Bakırçay) kuzey yamaçlarında bir tepe üzerinde kurulmuştur. Büyük İskender’in ölümünü takiben varisleri arasında başlayan savaşlarda burada payını alacak Diadokhoi’nin mücadelesinde İpsos Savaşı’ndan (MÖ 301) sonra Lysimakhos’un kontrolüne geçen kentte Philetairos’un (MÖ 281-263) denetiminde Lysimakhos’a ait olan ganimetin bir kısmı muhafaza edilmiştir. Bu ganimette 9.000 Tales değerinde bir paradır. Krallığın sonraki dönemlerinin güç ve konforunda çok etkili olacak bir hazinedir bu. Korupedion Savaşı’nda (MÖ 281) Lysimakhos’un ölmesinden, ertesi yılda Seleukos Nikator’un öldürülmesinin ardından Philetairos ve onun soyundan gelenlerin yönetiminde Pergamon Krallığı (MÖ 281-133) Hellenistik Dönem’in (MÖ 336-30) güçlü krallıklarından birisi olmuştur. PERGAMON KRALLIĞININ SONU. Bu görkemli krallığın sonu bir deprem ya da büyük bir yangın ya da barbarların istilası olmayacaktır. Son Pergamon kralı III. Attalos’un MÖ 138-133) ve atalarının deneyimleri egemen gücün Roma olduğunu göstermiştir. Varisi olmadığından MÖ 133 de öldüğünde krallığına, Batı Anadolu egemenliğine Roma’yı varis olarak atamıştır. Ancak, III. Eumenes adıyla krallığın verasetini engellemeye çalışacak olan Aristonikos bir isyan hareketine başlamış, bu isyanı bastıran Roma , Pergamon Krallığı’nın batı bölümünü Asya Eyaleti (Provincia Asia) olarak örgütlemiştir. Pergamon ve başka Batı Anadolu kentleri ise, bağımsız ve otonom olarak kalmışlardır. . AKROPOL Kaikos Vadisi’nin (Bakırçay) kuzey yamaçlarında bir tepe üzerinde kurulu, Bakırçay'dan mühendislik hesaplarıyla yükseltilen kanallarla yükseltilen su, şehrin en üksek yerinde sarnıçta toplanır ve dağıtılırdı. Şehir, dönemine göre muazzam bir stratejik üstünlüğe sahiptir. 300-400 metre yükseklikte tepenin bir düzlüğü yok. Taş ve kaya zengini dağa, tıraşlayarak, teraslama yöntemiyle kurmuşlar antik şehri. Çıkan taşlar değerlendirilmiş, tapınaklar, kral sarayları, askeri kışlalar, yönetici ve halkın evleri, dev tiyatro, Bakırçay'dan su taşıyan su kanalları ve hala kullanılan yollar o taşlarla yapılmış. Tepeyi çepeçevre surlar ve gözetleme kuleleriyle çevirmişler. Sevgili PERGAMON * 87'de ilk görmüştüm. Bu muazzam antik kent ondan sonraki süreçte kabem olmuştu. Ne zaman, kiminle yolum bu tarafa düşse mutlaka uğrardım. Hoş düşmese de bir yolunu bulup düşürürdüm. Yolarkadaşım taş görse hemen harç döküp inşaata başlayacak Laz müteahhit olsa bile benim sanki kendi hikayemmiş gibi sahiplenip hırs ve inatla anlattığım tarihsel hikayelerden etkilenip sonunda arkeolog kesilip teslim olurdu. Dağı dolanan oldukça rampa, belki antik çağdan beri kullanılan patika üstüne işlenmiş dar bir asfalt yolla çıkılırdı tepeye. Başlangıcında da girişe bakan bir kulübede görevli olurdu. 99 yazında, depremden hemen önce, nerden dönüyorsam akşama doğru ancak ulaşabilmiştim Bergama'ya. Araçla girmeme izin vermedi görevli. Ben de:" Yürümemizi istiyorsun galiba," deyince üstümüzde yükselen dağın dik yamaçlarına bakıp hınzırca gülmüştü; "Hadi çıkın da görelim." O üç yüz kusur metre dik yokuşu, ayaklarıma takılan çanak çömlek, tuğla, mermer parçalarına aldırmadan tırmanmıştım. Tepede de dilim dışarıda, iki sütun arasına susuzluktan yanmış vaziyette bir sunağın üstüne oturmuş aranırken, halime acıyan bir gezgin kadının verdiği suyu içip güneşin batışını ve ayaklarımın altında yayılan Bergama'yı izlemiştim. Şimdi bir de teleferik açılmış, tepeye ulaşan. Ertuğrul Günay yaptırmış bakan olduğu dönemde . Geldiğimiz zaman o da oradaydı, bakan değildi ama yaptırdığını görmeye gelmişti demek. KIZIL AVLU M.S 2. yy’da İmparator Hadrian döneminde inşa edilmiş ve muhtemelen Mısır tanrıları Serapis, Harpokrates ve İsis... tapım görmüştür. 270.00 x 100.00 m alanda inşa edilen, 60.00 x 20.00 m. boyutlarında olan tapınak, antik devrin Pergamon'unun en görkemli anıtsal yapılarından birisidir. Tapınağın tamamının kırmızı tuğladan yapılmış olması ve büyük ön avlusu sebebi ile halk arasında “ Kızıl Avlu” olarak adlandırılmıştır. İncil'de adı geçen 7 kiliseden mekanı bilinen tek kilise bu yapının içinde yer alır, aynı bölüm günümüzde cami olarak hizmet vermektedir. KIZIL AVLUDAN BİR DETAY Tersine Bir Kültür İstilası * Roma'nın bir kasaba dolduracak kadar kendi tanrısı varken bir de Kızıl Avlu'da Mısır tanrılarını racon keserken görürüz. Kleopatra, Sezar ve Marcus Antonius'tan çok sonra, 2. yüzyılda Roma'nın en başarılı beş imparatorundan 3.sü olan ilk kez sakallı olarak büstünü yaptırtan Hadrianus'un eseridir Kızıl Avlu. Kleopatra'ya sırılsıklam aşık Sezar'ı ve Marcus Antonius'u anlarsınız da Hadrianüs'e ne oluyor ki Mısırlı tanrıyı da taşımış Bergama'ya? Tarih hiç unutmuyor. Hadrianus de bir Mısır aşığıdır aslında, ama onunki Nil'de esrarengiz biçimde boğulan ileride antik tanrı ilan edeceği genç Antinous ' a duyulan başka bir AŞK... Sebep ne olursa olsun bir tersine istila halidir bu. İlk adımı, Kleopatra için kendi donanmasını yakarak zamanının en büyük kitaplığı olan İskenderiye kitaplığının bir bölümünün de yanmasına sebep olan Sezar'ı saymazsak İskenderiye Kitaplığını da aşarak çağının en büyük kitaplığı olan Pargemon kitaplığındaki 200.000 kitabı Kleopatra'ya bağışlayan Marcus atmıştır hem de... Bergama Üzerine Athena Tapınağı -Aslı Berlin Müzesinde- - MİLLET olarak bulunduğumuz kentte bir ören yerini, bir müzeyi ziyaret etme olasılığımız, meraklı bir konuğumuz gelmedikçe neredeyse sıfıra yakın... İyi biliyorum ki, Bergamalı olsam belki de türlü hastalığa iyi gelen bir yatır denilerek ikna edilmemişsem, bir kez tarihini okumaz, ören yerlerini gezmezdim... O zaman ne diye üzülüyorum anlamıyorum Şimdi de ZEUS SUNAĞININ Berlin'de olmasına felaket kızıyorum. Bu kızgınlığı ve isyanı hangi psikolojik yaklaşım ile açıklayabilirim bilemiyorum? Öyle ya elimizde olsaydı kimbilir hangi ahırın duvarına yama olacak taşları mermerleri elin adamı çalmış, ama korumuş, bir de ona müze yapmış. Benzeri boşandığımız, ayrıldığımız kadınlar için de var. Değerini bilmediğimiz o kadınları ayrıldıktan bilmem kaç yıl sonra başkasıyla görünce delirdiğimiz oluyor, nasıl bir ruh hali bu? Bu sefer de öyle... Carl Humann Anadolu'da demiryolu inşa işinde çalışan şimdiki adı Almanya olan Prusyalı bir mühendisti. Bergama'da denk geldiği Zeus Altarı ve Athena Tapınağı ilgisini çekmişti. Tonlarca ağırlığı olan iki antik devir yapısını yerinden söktürmüş, tepeden zarar vermeden indirtmiş, en yakın liman Dikili'ye taşıtmış, gemilerle İzmir'e, ardından Berlin'e göndermişti. Bu aylarca sürmüştür, bir dağdan sökülecek, ovaya indirilecek, limanlara, gemilere taşınacak, hiç mi kimse fark etmemiş?.. diyeniniz varsa bunun için gerekli izinler önceden alınmıştı. Bu kazı için Maarif Nezareti’nden 2 Ağustos 1878 yılında izin alınmış, denetçi olarak da Ali Rıza Efendi kazılara iştirak etmişti. Yani kazı tamamen yasaldı. Asıl sorun, çıkartılan eserlerin içeriği ve yapılan tarihi eserlerle ilgili anlaşmaya ne kadar uydukları idi. Ayrıca merkezi idarenin izin vermemesi düşünülemezdi, zira Almanya’ya olan dış borcumuz bir hayli fazlaydı. Ayrıca yapılan anlaşma gereği inşa ettikleri tüm demiryolları ve bu güzergâhların 20 kilometre yakınlarında bulunan her türlü maden ve tarihi eseri çıkarma imtiyazı Almanlara tanınmıştı. Kazı çalışmalarında buluntunun 3' te birini kazıyı yapan alır, maddesi vardı. Osmanlı Devleti'ne ise payına düşeni ödemişlerdi. Yani yasal izinli... Kendimizi avuttuğumuz gibi hırsızlık değil. Tıpkı Ulu Hakan Abdülhamit tarafından özel fermanla hediye edilen Milotos Agora Kapısı gibi... Theodor Wiegand idaresindeki Alman arkeolojik araştırma ve kazıları sonunda hemen hemen tümüyle Güney Agorası için anıt "Milet Pazar Kapısı" taş taş parçalara ayrılmış; taşlar Almanya'ya taşınmış ve yapı yeniden birleştirilmiştir. Ortaya çıkan bu şaşaalı antik eser Berlin'de Bergama Müzesi'nde özel bir odada gösterilmektedir. Günümüzde Berlin' deki Pergammon Müzesi, ziyaretçilerine İngilizce, Fransızca ve Türkçe olarak; 'Köylüler bu eserleri ufalayıp, toprağa katarak yeni ev yapıyorlardı , bunun için bu sunak burada ' şeklinde yazıldığı görenlerce söylenir.' Şimdi geri istiyoruz öyle mi? Atı alan Üsküdar'ı geçmiş , hem de iyi ki geçmiş,.. o zamanın sözü müydü? ÖLÜMÜN GİREMEDİĞİ YER Asklepion - İsmini sağlık tanrısından alan Bergama Asklepion , antik çağın hastanesi olarak tanımlanır. Asklepios, mitolojide Apollon’un oğludur ve hastalıkları tedavi etmesiyle ünlüdür. Kapısında "Ölümün Giremediği Yer" yazan hastanenin bir özelliği öleceği görülen hastaları almayışı... Yani kuruluşundan sonra sadece iyileşecek hasta kabul edilerek bu ünvan elde edilmiş. Uyku odalarında hastaların istihare uykusuna yatırılması, su sesi, çamur kürü, şifalı su, hacamat, açlık tokluk kürleri, terapi ve müzik dinletisi gibi çeşitli yöntemlerle hastalıklar tedavi edilmeye çalışılmıştır. Hipokrat’tan sonra en önemli sağlık insanı olarak bilinen Galenos burada yaşamıştır. Bergama meydanında Galenos için yapılan bir heykeli de görebilirsiniz. Asklepion’un geçmişinin M.Ö. 4. Yüzyıla kadar gittiği düşünülüyor. Kutsal çeşmeyi, Galenos'un büstünü, şimdi bile tıp biliminin kullandığı simgelerden bir sütuna sarılı iki yılanı görebilirsiniz. ZEUS ALTARI Aslı Berlin'de - Pergamon Krallığı'nı yöneten Attalos hanedanı tarafından MÖ 2. yüzyılda yaptırılmış anıtsal dinsel bir yapıdır. At nalı biçimdeki yapı Bergama Akropolü üzerinde bulunur. 35,64 m genişliğinde 33,4 m derinliğindedir. Yapının ön tarafında bulunan merdivenler 20 mt genişliğindedir. Dışında ve iç mekanlarında bulunan mermer kaplama üzerindeki freskler sanat tarihinin en önemli yapıtları arasında sayılır. Dış cephe freskleri antik Helen dünyasının Olimpos tanrıları ile devler (Gigantlar) arasındaki savaşı, iç alandaki freskler Pergamon'un kuruluş söylencesi olan Telefos söylencesini anlatır. Bu görkemli yapının kalıntıları 1870'li yıllarda Alman mühendisi Carl Humann tarafından, o zamanın Prusya'sına götürülmüştür. Bugün, Berlin'de bulunan Pergamon (Bergama) Müzesi'nde sergilenmekte ve her yıl binlerce insan tarafından ziyaret edilmektedir. BERGEMA KAĞIDI PARŞÖMEN Parşömen, üzerine yazı yazmak veya resim yapmak için kullanılan özel hazırlanmış hayvan derisidir. Parşömen ismi Bergama'dan gelmektedir ve "Bergama Kağıdı" anlamında Latince Charta Pergamena'dan türemiş ve bütün dillere de buradan geçmiştir. Pergamon, PARŞÖMENİ üreterek antik çağın en büyük kitaplığını burada kurmayı başardı. Marcus Antonyus oradan aldığı 200 bin kitabı Kleopatra'ya hediye etmeseydi, nasıl bir zenginliğimiz olacaktı düşünün. Mısır firavunu , Bergama Kütüphanesi'nin İskenderiye Kütüphanesiyle yarışır hale geldiğini görünce Anadolu'ya papirüs ihracını yasakladı. Bergama'nın Kralı II. Eumenes de yeni bir kâğıt icat edecek olana büyük ödüller vadetmiş. O zamanki kütüphane sorumlusu Krates oğlak derilerini işleyerek yazılabilecek hale getirmiş ve krala sunmuştu. Parşömen, MÖ II. Yüzyıldan başlayarak Bergama'dan bütün dünyaya yayılmıştır. IV. yüzyıla kadar papirüs ve parşömen birlikte kullanılmış, daha sonra XII. Yüzyıla kadar tek yazılı aktarım aracı olarak kültürü sonraki yüzyıllara taşımıştır. Sonraki yüzyıllarda ağırlıkla kağıt bulunmuş ve kullanılmıştır. Özenle işlendiğinde her iki yüzüne de yazılabilmesi, neredeyse yırtılamaması, yanmaması, olağanüstü dayanıklılığı, hat ve tezhip sanatına uygunluğu, üstündeki yazıların okunmasının gözü yormaması, hayvanların yaşadığı her yerde üretiliyor olması gibi birçok avantajı düşünüldüğünde, şaşırtıcı olan yanı parşömenin papirüsün yerini alması değil, bunun bulunmasının niye bu kadar geciktiğidir. En akla yakın yanıt parşömen yapımının zaman içinde birçok deneme ve yanılmanın ardından mükemmelleşmiş olduğudur. Yapımı: Parşömen yapmak için deri kirece yatırılarak kıllarından arındırılır, fazla et ve yağları alındıktan sonra gerilir ve kurutulur. Yazım için hazırlamak üzere değişik malzemelerle zımparalanır. Her işlemi tekrar etmek sonuçta elde edilecek parşömenin kalitesini arttırır. Son üründe derinin orijinal dokusu gayet açık görülebildiğinden hiçbir parşömen diğerinin aynı değildir. Bugün hâlâ parşömen yapımını bir bilimden ziyade bir zanaat olarak görmek gerekir. Mağara duvarı, kil tablet, mermer, balmumu tablet, papirüs, kâğıt, bilgisayar ekranıyla karşılaştırıldığında kaliteli bir parşömen insanlığın kullandığı en mükemmel yazı malzemesidir. Bazen 40 yıl önce yazılmış bir kâğıt üzerindeki yazı zor okunurken, 1500 yıllık parşömenler sanki dün yazılmış duygusu uyandırmaktadır. Parşömen günümüzde yüksek maliyeti nedeniyle ancak hat sanatı ve özel belgelerde kullanılmaktadır. * PARGEMON'un SONU: Aklımdaydı ama yazı çok uzayacak diye değinemedim; Bergama'nın tarihi de çok ilginç. En son geride bir velihat olmadığından kendi gönlüyle başka bir devlete katılan ilk ve belki de tek örnek olması bir yana, kuruluşu da çok farklı; o zamanın parasıyla 9000 Tales altınla işe başlayan kaç devlet vardır? Sonraki yıllardaki zenginliğinin ve gücünün de buradan geldiği söylenir. BERGAMA AKROPOL'de 2025'te İKİ KÜÇÜK GEZGİN ADA ve EGE İLE BİRLİKTE * 18 Temmuz 2022- 7 Ağustos 2025 * İLGİ GÖRENLER: -AZÇOK OKUNANLAR iLK YAYINLANIŞIN ÜZERİNDEN 2 YIL 2 AY GEÇTİKTEN SONRA 100+1 ÖLÇÜTÜNÜ AŞMAYI BAŞARDI, AYNI ZAMANDA 7 BEĞENİ ALDI. EYLÜL 2024'TE ALDIĞIMIZ KARAR GEREĞİ BÖYLESİ GEÇ KALAN YAZILARA "ÇOK OKUNANLAR DEĞİL, "İLGİ GÖRENLER " "AZÇOK OKUNANLAR" DİYORUZ. BERGAMA ROTASINA SEÇENEK ARAYANLAR İÇİN KOZAK YAYLASI RESME ya da BURAYA TIKLAYIN

  • Nardugan Gecesi

    Yusuf ERBAY * Kar tutmuş Akçamdan, -yani gönlümün tam ortasındaki hayat ağacımdan- kaldırımlara dökülen soğuk, ince damarlarına süzülüp şehrin, parlak camları buğuluyor. Kılıcını çekmiş keskin karayel, şaha kalkmış kısrağını sürüp geceye, yalnız yolcuya meydan okuyor. Bir açılıp bir kapanan dalgalar, boğazda lacivert resimler çiziyor. Mavi hanımelleri, beyaz zambaklar, art arda yıkılıyor kıyı boyunca. Kara karışıp eriyor dünyanın çilesi, denize inip kalkıyor belirsiz kanatlar. Kuytuya sığınmış martı şafak sayıyor. -Üstünde çatısı olanlar umutlu yeni doğan günden / Nardugan’dan. Gittikçe azalan iyiliğe sığınıp, kötülük menzilinden çıkıyorlar. Hasta bakışlardan koruyup nazarını, Tanrı’nın flütünü çalan müjdeci rüzgârın önüne düşüyor. Herkesi ürperten bu ses, onun ruhunu sağaltıyor- Nardugan sabahında yalnız yolcu, Açların, düşkünlerin hacet kapısı Ayaz Ata’ya sığınıp el açıyor. ‘Ey Soğukların Sultanı, Narkız’ın atası, Kutsa, karanlığı yenen Beyaz Prensi. Işığı davet et şölenimize’. Güneşi geri veren Ülgen’e şükredip, Zaferi kutlayacağız yarın, Yeniden doğacak mavi yıldız, Yeniden göverecek umutlarımız

  • Gece. Şehir Uyumuş.

    -Kafe Terasta Gece, Vincent van Gogh 'un 1888 yılında tuval üzerine yağlı boya ile yaptığı tablo. Günümüzde Otterlo 'da Kröller-Müller Müzesi 'nde sergilenmektedir.- Aleksandr Blok * Gece. Şehir uyumuş. Kocaman pencerenin ardında Can çekişen bir adam gibi Sakin, heybetli. Camın önünde kederli biri Küsmüş talihine, Göğsü bağrı açık Yıldızlarda gözleri. -Yıldızlar, yıldızlar! -Nedir kederimin sebebi? Yıldızlarda gözleri. -Yıldızlar, yıldızlar! -Nereden geliyor bu keder? Ve yıldızlar konuşuyor Anlatıyorlar her şeyi. Çeviri: Melih Cevdet ANDAY - Erol Güney *Aleksandr Blok Aleksandr Aleksandroviç Blok- 6 Kasım 1880, Petersburg - 7 Ağustos 1921, Petrograd ) - Rus şair, oyun yazarı . Hayatı Blok hukuk profesörü bir babanın oğluydu. Ancak şairin doğumundan bir süre sonra anne ve babası ayrıldı. Petersburg Üniversitesinin rektörü ve bir botanikçi olan dedesi Beketov'un evinde büyüdü. Yaz aylarını ise ailesiyle birlikte Moskova yakınlarındaki sayfiye yeri Şahmatovo 'da geçirdi. Burada edindiği doğa izlenimleri pek çok şiirinde kendisini gösterdi. 1898-1901 yılları arasında Petersburg Üniversitesinde hukuk eğitimi aldı. Daha sonra filoloji fakültesine girdi ve 1906'da mezun oldu. 1898'de ileride (1903) karısı olacak olan, ünlü kimyager Dimitri Mendeleyev 'in kızı Lyubof Mendelyeva ile tanıştı. İlk dönem şiirlerinde sık sık ondan bahsetti ( Hoş Hanıma Şiirler ). Yazarın sembolist şiirlerinin ilki 1903-1904 yıllarında yazdığı “Hoş Hanıma Şiirler” eseridir. Daha sonraki devrim öncesi derlemeleri: Beklenmedik Sevinç (1907)-(Нечаянная радость Kar Maskesi (1907)-(Снежная маска) Gece Saatleri (1911)-(Ночные часы) Rusya Şiiri (1915)-(Стихи о России) Kötü Oyun-(Балаганчик) Meçhul Kadın-( Незнакомка ) Meydandaki Kral-(Король на площади) Devrim sırasında 1918 yılında ise Blok “ İskitler” (Скифы), “On iki” (Двенадцать) şiirlerini ve “Devrim ve Aydınlar” (Революция и интеллигенция) gibi dünya görüşünü yansıtan makaleler yazdı. Ağustos 1921'de yazar kalp hastalığından dolayı öldü. Türkçede Blok Blok'un şiirleri kimi zaman tek tek, kimi zaman da bir kitapta toplanarak Türkçeye kazandırılmıştır. Öteki Yayınları, "Seçilmiş Şiirler" adı altında Azer Yaran 'ın Rusça asıllarından çevirdiği bir şiir derlemesini, 2005 yılında da Everest Yayınları, Kanşaubiy Miziev ve Ahmet Necdet 'in Rusça aslından çevirdikleri "Mavi Yağmurluk" derlemesini yayımladı. Durgun Yıllarda Gelmiş Olanlar Dünyaya şiirini Ataol Behramoğlu , On iki (Rusça: Двенадцать) adlı şiirini Elena Natalina ve Ulaş Başar Gezgin , Rusça asıllarından çevirdiler ve çeşitli yerlerde yayımladılar. Ayrıca Blok'un On iki şiiri üzerine Ulaş Başar Gezgin tarafından kaleme alınan bir inceleme Evrensel Kültür Dergisinin Ekim 2002 sayısında yayımlandı. Yapıtları Şiirler Şiirler. Birinci Kitap (1898 - 1904)(1904) Ante Lucem (1898-1900) Güzel Bir Kadın Hakkında Şiirler (1901-1902) - ( Rusça : Стихи о Прекрасной Даме) (1902-1904) - (Rusça: Распутья) Şiirler. İkinci Kitap (1904 - 1908)(1908) (1904-1905) - (Rusça: Пузыри земли) Gece Menekşesi (1906) - (Rusça: Ночная Фиалка) Çeşitli Şiirler (1904-1908) - (Rusça: Разные стихотворения) Şehir (1904-1908) - (Rusça: Город) Kar Maskesi (1907) - (Rusça: Снежная маска) Fayna (1906 - 1908) - (Rusça: Фаина) Serbest Düşünceler (1907) - (Rusça: Вольные мысли) Şiirler. Üçüncü Kitap (1907 - 1916)(1916) Korkunç Dünya (1909-1916) - (Rusça: Страшный мир) Ceza (1908-1913) - (Rusça: Возмездие) Yamblar (1907-1914) - (Rusça: Ямбы) İtalyan Şiirleri (1909) - (Rusça: Итальянские стихи) Çeşitli Şiirler (1908-1916) - (Rusça: Разные стихотворения) Harpler ve Kemanlar (1908-1916) - (Rusça: Арфы и скрипки) Karmen (1914) - (Rusça: Кармен) Bülbül Bahçesi (1915) - (Rusça: Соловьиный сад) Memleket (1907-1916) - (Rusça: Родина) Rüzgâr Ne Şarkısı Söylüyor (1913) - (Rusça:О чем поет ветер) Poemalar On iki (1918) - (Rusça: Двенадцать) Dramatik Poemaları Kader Şarkısı-(Песня судбы) Tamamlanmamış Poemi Ceza-(Возмездие) Oyunlar Fars (1906) - (Rusça: Балаганчик) Meydanda Bir Kral (1906) - (Rusça: Король на площади) Aşk, Şiir ve Devlet Görevi Üzerine (1906) - (Rusça: О любви, поэзии и государственной службе) Yabancı (1906) - (Rusça: Незнакомка) Kaderin Şarkısı (1908) - (Rusça: Песня судьбы) Gül ve Haç (1912) - (Rusça: Роза и крест) Ramses (1919) - (Rusça: Рамзес) Dionisosa (1906) - (Rusça: К Дионису Гиперборейскому) Gülünç Adam (1913) - Taslak halinde (Rusça: Нелепый человек) Hatırat Kitaplardan ve Günlüklerden Parçalar (1921)

  • Ernest Hemingway

    TOMRİS UYAR * Ernest Hemingway, 1961 yılında bir sabah vakti intihar etti. 1954’te Nobel Yazın Ödülü’nü, 1953’te de Pulitzer Ödülü’nü kazanmıştı. Çalkantılı yaşamı süresince boksörlük, futbolculuk, Birinci Dünya Savaşı sırasında İtalya Cephesi’nde, sonraları, İspanya İç Savaşı’nda, İkinci Dünya Savaşı’nda savaş muhabirliği yapmıştı. Birinci Savaş’tan sonra Paris kahvelerinde sürtmüştü, bir ara kalkıp Afrika’ya kaplan avcılığına gitmişti, dünyanın birçok ülkesini gezmişti, dünya yazınına unutulmaz yapıtlar bırakmıştı. Yaşarken ünlü olmuş, sevilmiş ender yazarlardan biriydi. Hemingway de birkaç tavırdaşı yazar gibi ya yaşayacağı bir şey kalmadığından kıymıştı canına, ya da yazacağı bir şey kalmadığından. Çanlar Kimin İçin Çalıyor’un başkişisi Robert Jordan, romanın sonunda ölürken, şöyle mırıldanmaz mı kendi kendine: “ Böylesine iyi bir yaşam sürdüğün için amma şanslısın ha! ” Böylelikle ölümü taçlandırır. Hemingway, 1898’de Oak Park, Illionis’de doğdu. İlk yazılarını savaş sonrası Paris’inde yazdı ve kısa zamanda ünlendi. Zamanımızda, (1924) ve Kadınsız Erkekler, (1927), özgeçmişsel özellikler taşıyan ilk yapıtlarıdır. Hemingway 1926 yılında ilk romanı Güneş de Doğar’da  ve Silahlara Veda, (1929) ile birdenbire büyük bir okur kitlesi buldu karşısında. İlk romanda, Birinci Dünya Savaşı’nın genç kuşak üstündeki trajik etkilerini de ele alıyordu Bu kuşak, sinirleri yıpranmış, düşleri yıkılmış, ruhsal ve cinsel açıdan kısırlaşmış iğdiş edilmiş, “yitik bir kuşak”tı. Gertrude Stein’ın deyimiyle, Paris’in kaldırım kahvelerinde, İspanya’nın arenalarında avuntu arayan, artık yemekten, içmekten, iletişimsiz yatıp kalkmalardan başka hiçbir şey düşünmeyen bir kuşak: Bir savaş sonrası kuşağı. Bu umutsuzluk fırtınası içinde, dostluğu, aşkı Hemingway kadar coşkuyla kutlayan, yücelten bir başka yazar az bulunur diyebiliriz. Kimilerine göre, “İflah olmaz bir romantik”tir o, kimilerine göre de bir “primitivisf’tir, çünkü fiziksel zevkle fiziksel acıya ilişkin ilksel ve evrensel her türlü duyumun yaşamda da sanatta da baş köşeyi tuttuğuna inanır. Amacı, “duyması gerektiği öğretilen şeyleri değil bir yazar olarak gerçekte neler duyduğunu” anlatmaktır. Uzun boylu ruhsal çözümlemelere, dil ve biçim oyunlarına yüz vermez. Kısa, vurucu tümcelerle, bir gazeteci anlatımıyla yazar. Onca, edimdir önemli olan. Kısa öyküleriyle romanlarındaki kişiler, dünyanın ve kendi toplumlarının geçirdiği değişikliği kendileri de bir değişiklikten geçerek kavrarlar çoğu kere; doğrudan, ilk elden öğrenirler, okuyarak değil. Zaman zaman çok önemsiz sayılabilecek bir deney, onları aydınlatan bir olay niteliği kazanır. Yaşanan karabasandan ussal bir olumlama, bir yarındüşü doğuverir; bireysel bir kaygı, toplumun esenliğine yönelik bir inanç doğurur. Yazar, bu değişmeyi uzaktan gözlemlemez; dahası o da okurla roman kişileriyle birlikte yaşar, paylaşır. Baba Hemingway’in To Have and Have Not (Sahip Olmak  ya da Olmamak, (1937) adlı romanla Beşinci Sütun, (1939) adlı oyunla bir çöküş dönemine girdiği söylenir. Eleştirmenler bu çöküşü, yazarın yeni devrimci dünya görüşünü yapıtlarına eski ustalığıyla yedirememesine bağlarlar. Ama Across The River and Into the Trees (Irmağın Ötesi, 1950), hele hele Türk okurunun asla unutamayacağı Çanlar Kimin İçin Çalıyor, (1940) ve The Old Man and The Sea (İhtiyar Adam ve Deniz, 1953) yazılacaktır daha. Ayrıntıları en aza indirmekten, onları “katışıksız”, “simgesel” olarak kullanarak okuru “dördüncü hatta beşinci boyuta” hazırlamaktan yana çaba gösteren Hemingway, kişinin öz benliğiyle giriştiği hesaplaşmaları, felsefi tartışmaları artık büyük bir rahatlıkla yedirecektir anlatımına. Bir Başka Ülkede’nin, yazarın bütün özelliklerini taşıdığı, çoğu romanın çekirdeği sayılabileceği ileri sürülür. Öyküde ustaca kullanılan simgesel ayrıntılar, yalnızca bu yapayalnız bırakılmış öykü kahramanlarının adım atamadığı “başka ülke”leri, “Savaşın, barışın, doğanın, ölümün ülkeleri”ni çağrıştırmakla kalmaz, onları başka ülkelerde, sözgelimi Türkiye’de başka başka koşullar altında yapayalnız kalanlara bağlar. Ölüm, sona erdiremez öyküyü, taçlandırır. Tomris Uyar; Ernest Hemingway: Kitaplar Bitince, Kaynak: Milliyet Sanat, Sayı 15, Eylül 1981 Derleme: kaynak: internet

  • Guy de Maupassant

    * OLAY ÖYKÜSÜNÜN ÖNCÜSÜ, * (5 Ağustos 1850 Mironesnil - 6 Temmuz 1893 Passy) Guy de Maupassant (tam adı Henri René Albert Guy de Maupassant) Fransız romancı ve kısa öykü yazarı . 5 Ağustos 1850 yılında Fransa'da doğmuştur. Doğum belgesinde Tourville-sur-Arques'da doğduğu yazar. 6 Temmuz 1893 yılında Paris'te vefat etmiştir. Mezarı Paris Montparnasse mezarlığındadır. ZOLA, FLAUBERT ... gibi dünya devlerinin yakın arkadaşı oldu. Natüralist ve Realist etkide yazılar yazdı... Olay kurgulu öykünün öncüsü olarak kabul edilir. BİR METİN; * Tamir Edilemez Hata * İki genç kadın, gölgesi bulvara düşen küçük bir parkın yanında karşılaştılar. Karşı karşıya gelince önce hafif bir tereddüt geçirdiler, sonra birbirlerini tanıdıkla­rıma emin olarak kollarını açtılar: —Raymond! —Matilt!.. Aynı mahallenin çocuklarıydılar. Beraber oynamışlar, aynı okula gitmişler, bir çatı altında yıllarca beraber kalmışlardı. Sonra bütün okul arkadaşları gibi bu müş­terek hayatın tatlı anılarıyla dolu olarak kaderin çizdiği ayrı ayrı yollara yürüyüp gitmişlerdi. İkisi de otuz yaşlarında idi; fakat Raymond, göz kapaklarının uçlarından burun delikleri hizasında yanaklarına doğru uzanan kırışıklarıyla, gerdanım gölgeleyen bariz çukurla ve saçlarındaki tek tuk gümüş tellerle kırk yaşından fazla gösteriyor­du. Kılık kıyafeti de sıkıntı ve güçlüğün yıprattığı insanların çetin mücadelelerini yansıtan bir solgunluk ve perişanlık içindeydi. Elinde havı dökülmüş demode astra­gan bir çanta ve bunu tutan elinin başparmağında ufak bir eldiven deliği göze çar­pıyordu. Matilt, pırıl pırıl kıyafetiyle onun tamamen zıddıydı. Boynunda ince altın bir kordon, elinde son model bir çanta ve saçları üstünde tülbentle örülmüş, küçük şık bir şapka vardı. Parmaklarını yüksek kıratta yüzükler süslüyordu. Matilt, hiç çekinmeden tatlı bir içtenlikle, — Ne oldu sana, dedi, hasta mısın? Felaket mi geçirdin? Oysa okulda iken ne parlak hayaller kurardın, ne mutlu gelecekler düşünürdün. Raymond içini çekti: — Öyleydi, evet, öyle tatlı hayaller kurardım. Ama hayat, tatlı hayallerle değil, acı gerçeklerle dolu... Bir astsubayla evlendim. Güzel bir yuva kurduk, bir de çocu­ğumuz oldu. Ama vefasız çıktı, beni yüzüstü bıraktı. Ardından çocuğum öldü. Kı­sacası şansım kötü gitti, tek başıma bir şey başaramadım. Ama görüyorum ki sen mutlu olmuşsun; kıyafetin, bakışların bunu söylüyor. Senin hesabına sevindim. — Evet, ben hayaller kurmadım, kendimi hayatın normal akışına bıraktım. Karşıma bir adam çıktı, onunla evleniverdim. Kazancı iyi, bana ve çocuklarıma ba­kıyor, hiçbir şikâyetim yok. Canım, neye ayakta çene çalıyoruz böyle, gidip bir ye­re otursak ya... —Karşıki eczaneye bir reçete vermiştim, ilaçlarımın hazırlanmasını bekliyor­dum, parka girip beklemeye niyetlenmiştim, karşıma sen çıktın. —İlaçların hazırlanadursun, bir pastacıda oturup dertleşelim biraz, hadi gel. Eczanenin tam karşısında bir pastacıya girdiler, vitrinin yanında boş bir masa­ya oturdular. Derhâl eski günlerin anılarına dalıp tatlı tatlı konuşmaya başladılar. Raymond; yoksulluğunu, hastalığını, ilaçlarını unutmuştu. Zengin arkadaşının mut­luluğunu paylaşıyor, onunla beraber gülüp söylüyordu. Bu sırada caddeden, tam vitrinin önünden kibar giyimli bir adam geçiyordu. Matilt'i görünce durdu, şapkasını çıkararak genç kadını selamladı. Matilt, —Kocamın bir arkadaşı bu, dedi, bana bir dakika müsaade eder misin? —Hay hay. Dışarıya çıktı, ayaküstü konuşmaya daldılar. Bir dakika, beş dakika, on daki­ka... Konuşmaları bitmek bilmiyordu bir türlü. İçeriye girince arkadaşından özür di­ledi: —Kocama ait bir sorundu, dedi. Kendisi avukattır. Seni yalnız bıraktığım için affet beni. Raymond, saatine baktı: —Ben de, dedi, senden beş dakika izin istesem. İlaçlarım hazır olmuştur her hâlde. Parasını vermiştim, bir solukta gider gelirim. —Tabi, tabi, beklerim güzelim. Matilt yalnız kalınca, yiyip içtikleri şeylerin parasını vermeyi düşündü. Çantası­nı açtı, hayretle durdu. Evden çıkarken kocasından bin frank istediğim, bu parayı çan­tasına koyduğunu anımsıyordu. Çantanın içini alt üst etti. Mendil, pudriyer, ayna, ufak para cüzdanı, anahtarlık, hepsi yerli yerindeydi; ama bin franklık banknot yoktu. Istırap ve düşünceyle kalakalmıştı... Hatana gelen kötü şeyi kovmak ister gibi elini terleyen alnında gezdirdi. Demin kocasının arkadaşıyla dışarıda konuşurken acaba Raymond?... Hayır, hayır, Raymond böyle bir şey yapamazdı! Onu okuldan tanıyor­du, ailesini tanıyordu, karakterini biliyordu. Raymond bu kadar alçalamazdı, bir hır­sız olamazdı, hayır, hayır!.. Ama içine kurt düşmüştü bir kez... Raymond'un çantası orada, kendi çantasının yarımda duruyordu. Titreyen elini uzattı, çantayı alıp açtı, du­daklarından bir dehşet çığlığı fırladı. Bin franklık banknot oradaydı. O an için duyduğu acıyı, çarpıldığı derin hayal kırıldığım ömrü boyunca unut­mayacaktı. Bu kadına karşı beslediği sevgi, sonsuz güven birdenbire yıkılmıştı. Onun ta­rafından bu kadar haince, bu kadar küstahça dolandırılmış olmak pek ağrına gitti. Raymond'un bu denli adiliğe düştüğünü başkasından duysa kesinlikle inanmazdı. Parayı aldı, hesap pusulasını ödedi. Garsona, —Arkadaşım karşı eczaneye gitti, dedi. Çantası şu, dönünce kendisine verirsi­niz. Beni sorarsa acele bir işim çıktığım ve gitmek zorunda kaldığımı söylersiniz. —Başüstüne hanımefendi. Artık Raymond'un yüzüne bakacak hâli kalmamıştı, acele acele çıkıp gitti. Eve geldiği zaman, kocasını kendinden önce gelmiş buldu. Adam, gazetesini okuyordu. Karısına baktı: —Hayrola, dedi, yüzün solmuş, ellerin titriyor, canını sıkan bir olay mı geçti? Kadın şapkasını çıkarırken, —Sorma, dedi, çok kötü bir olay, asabım çok bozuk, sonra anlatırım... Adam gülümsedi: —Ben bilmem. Bugün sende bir anormallik var. Evden çıkarken de sinirliy­din. Benden bin frank istedin, parayı masanın üstünde unutup gitmişsin... Matilt ürperdi, bir adım geriledi, rengi daha fazla soldu: —Neee? dedi, ne diyorsun? —Bir şey dediğim yok. İşte bin frank orada duruyor. —Ah, Allah'ım, ne yaptım ben? Ne yaptım? Ne yaptım?... Guy de MAUPASSANT  (Gi dö Mopasan) 1- Guy de Maupassant'ın Hayatı Maupassant ailesi Normandie bölgesine XVIII. yüzyılda yerleşir. Babası, Gustave Maupassant 1846 yılında bir burjuva olan Laure le Poitevin ile evlenir. Laure derin edebi kültüre sahip bir hanımdır. Klasikleri ve özellikle de Shakespeare’i çok sever. Çiftin boşanmasının ardından Guy ve ağabeyi Hervé anneleriyle yaşarlar. Kır kasabaları ve deniz kıyısında, doğa ile iç içe açık hava sporları yaparak büyür. Bu dönemde balıkçılarla ava gider, çiftçilerle sohbet eder. Annesine çok bağlıdır. Yvetot’da gittiği din okulundan atılır. Hayatı boyunca, bu ilk eğitim sürecinde dine karşı geliştirdiği olumsuz görüşlerin izlerini taşır. Ardından Rouen lisesine başlar. Bu dönemde kendini şiire adar ve birçok okul piyesine katılır. Liseyi tamamlamasının hemen ardından başlayan Fransa Prusya savaşına gönüllü olarak katılır. Savaşın sona ermesinin ardından 1871 yılında Normandie’yi terk eder ve Paris’e yerleşir. On yıl boyunca Denizcilik Bakanlığı’nda çalışır. Bu süre içinde çok sıkılır: tek eğlencesi Pazar günlerinde yapılan Seine nehri gezileri ve tatillerdir. Gustave Flaubert onun koruyucusu, akıl danışmanı ve edebiyat ve gazetecilik hayatının başlangıcında yön göstericisi olmuştur. Flaubert’ in yardımı ile rus romancı İvan Turgenyev, Emile Zola ve birçok naturalist ve realist yazar ile tanışır. Bu süre içinde çok sayıda kısa oyun ve mısra yazar. 1878 yılında, gazetelere makale hazırlamak üzere başka bir bakanlıkta görevlendirilir ve Figaro gibi önemli gazetelere makaleler yazar. Flaubert, Maupassant’ın şiirlerinin yetersiz olduğunu söyler ve onu öykü ve roman yazmaya teşvik eder. Bu dönemde boş zamanlarını roman ve hikaye yazmaya adar. 1880 yılında ilk başyapıtı Boule de Suif’i yayınlar. ( Henüz Türkçe olarak yayınlanmamıştır). Eser Zola tarafından 1880 yılında düzenlenen ve natüraliste yazarların buluştuğu toplulukta büyük ilgi toplar. Flaubert yapıtı “kalıcı bir başyapıt” olarak nitelendirir. 1880 ile 1891 yılları arasında Maupassant en verimli dönemini yaşar. İlk yapıtıyla meşhur oluşunun ardından düzenli şekilde çalışır ve yılda iki, hatta bazen dört kitap yayınlar. 1881 yılında La Maison Tellier adlı ilk hikaye serisini yayınlar. Bu kitap iki yıl içinde on iki baskı yapar. 1883 yılında ilk romanı olan Une Vie’yi tamamlar. Bu kitap bir yıldan kısa bir sürede yirmibeşbin kopya satar. Romanları hikayelerinde ayrı ayrı değindiği gözlemlerinin buluşmasıdır. İkinci romanı Bel-Ami 1885 yılında yayınlanır ve dört ayda otuzyedi adet baskı yapar. Aynı dönemde birçoklarının yazarın başyapıtı olarak değerlendirdiği Pierre ve Jean’ı yazar. Yapıtlarında biçem, gözlem, içerik ve derinlik büyük bir uyum ve doğallıkla yer alır. Cezayir, İtalya, İngiltere, Sicilya gibi bölgelere geziler yapar ve neredeyse her gezisinde yeni bir kitap yazar. Flaubert edebiyat konusunda her zaman Maupassant’ın yol göstericisi olmuştur. Ünlü Goncourt kardeşlerle arkadaşlığı çok kısa sürmüştür. Bu kardeşlerin 18.yüzyıl etkisinde yarattıkları edebiyat salonunun yapısını asla kabul etmemiştir. İlerleyen yıllarda büyük bir ölüm korkusu ve yalnız kalma isteği geliştirir. Bu değişiminde hızlı yaşadığı gençlik yıllarında yakalandığı sifilis hastalığının etkisi olduğu düşünülür. 1892 yılında hastalığın da etkisiyle aklını kaybeder ve intihar girişiminde bulunur. Bunun ardında Paris’de bulunan Dr Blanche tıp kliniğine kaldırılır ve 43.yaş gününden bir ay önce, 6 Temmuz 1893 tarihinde burada hayata gözlerini yumar. Doğum kayıtlarının tersine ölüm kayıtlarında doğum yeri Yvetot olarak belirtilir ve böylece doğum yeri üzerine bir polemik başlar. Mezarı Montparnese mezarlığındadır. 2- Guy de Maupassant'ın Edebi Kişiliği Guy de Maupassant, "Les Soirées de Médan" ve "Pierre et Jean"ın önsözlerinde yazma yöntemini anlatır. Yöntemi, kişisel olmayan nesnelliğin sürekli araştırılması üzerine kuruludur. Maupassant, öncelikle bu özelliğiyle, bütün dünyada kısa hikaye türünün belli başlı birkaç ustasından biri haline geldi. Maupassant'ın hikayelerinde her türlü ortam ve bu ortama uygun tipler görülebilir. Normandiya köylülerini, Normandiyalı ya da Parisli küçük burjuvaları, büyük mülk sahiplerini ve memurları hikayelerinde büyük bir ustalıkla anlattı. Sıradan insanları güçlü bir yalınlıkla işledi. Dünya görüşü kötümser olan Maupassant'ın hikayelerinin anlatım tekniği gittikçe gelişti. Sonunda natüralizmin aşırılıklarına karşı tepki göstermeye kadar vardı. Maupassant, hayatta güven uyandıran her şeye çatar; Tanrı'yı inkar eder. Onu "yaptıklarını bilmez" olarak görür. Aldatmaca olarak kabul ettiği dine saldırır. Ona göre, evren, "kör ve bilinmez güçlerin zincirden boşanmasıdır". İnsan, sadece "diğerlerinden üstün bir hayvandır". Gelişme, gerçekleşmeyecek bir düştür. Dostluk bile, ona "iğrenç bir aldatmaca" olarak görünecektir; çünkü Maupassant'a göre, "insanların duygu ve düşünceleri anlaşılmazdır ve onlar yalnızlığa mahkûmdurlar". Hastalığının ilerlemesine bağlı olarak Maupassant'ın yazarlık tarzı da değişime uğradı. "La Maison Tellier" ( Madame Tellier'nin Evi - 1881), "Mademoiselle Fifi" (1882), "Les Contes de la Bécasse" ( Çulluğun Hikayeleri - 1883) gibi ilk hikayelerinde, buruk ve alaylı bir konuşma gücünden kaynaklanan kuru bir anlatım görülür. Bu hikayelerde, onun kavgacı niyetleri, dine, burjuva önyargılarına ve " kadına özgü kötü niyetliliğe " saldırma isteği sezilir. Hastalığının zararlarını görmeye başladığı günden itibaren Maupassant'ın anlatım yolu daha az yergici bir görünüm aldı. Yazarlık hayatının sonuna doğru "La Peur", "Lui?", "Solitude", "Le Horla", "L'endormeuse" gibilerinin de aralarında bulunduğu otuza yakın hikayesi, intihar düşüncesi, görünmez bir varlığın musallat olan fikri ile iç sıkıntısı ve korkulardan esinlendi. Guy de Maupassant, Flaubert ekolünde, "hiç kimse tarafından görülmemiş ve söylenmemiş bir görünüm" bulup ortaya çıkarmayı öğrenmişti. hikayelerinin özgünlüğü, bunların yapısından daha çok, memurların, burjuvaların ya da köylülerin yaşantılarının geçtiği birbirinden çok farklı ortamların, tiplerin ve geleneklerin "gerçek olarak tasvir edilmesi"nden ileri gelir. Hikayeleri bir bütün olarak ele alındığında, 1870 - 1890 arası Fransız toplumunun zengin bir panoraması çıkar ortaya. Yapıtlarının kişisel yaşamından birçok iz taşıması, Maupassant'ın hikaye ve romanlarını birer " otobiyografi " ya da " günlük "müş gibi ele alınmasına yol açmıştır. Maupassant'a olan ilgi, 20. yüzyılın ikinci yarısında azalmıştır. Ama Maupassant günümüzde de, her sınıftan okura seslenen ve hem belirli bir düzeyi tutturan, hem de belirli ölçüde popüler olabilen yeni bir hikaye türünün yaratıcısı kabul edilir. 3- Guy de Maupassant'ın Eserleri Öyküleri: Boule de Suif (1880) La Maison Tellier (1881) Une partie de campagne (1881) Une vie (1883) Mademoiselle Fifi (1882) Contes de la Bécasse (1883) Au soleil (1884) Clair de Lune (1883) Les soeurs Rondoli (1884) Yvette (1884) Miss Harriet (1884) Monsieur Parent (1885) Bel-Ami (1885) Contes du jour et de la nuit (1885) La Petite Roque (1886) Toine (1886) Mont-Oriol (1887) Le Horla (1887) Sur l’eau (1888) Pierre et Jean (1888) Le Rosier de madame Husson (1888) L’héritage (1888) Fort comme la mort (1889) La Main gauche (1889) Histoire d’une fille de ferme (1889) La vie errante (1890) Notre Cœur (1890) L’Inutile beauté (1890) Le père Millon (1899) Le colporteur (1900) Les dimanches d’un bourgeois de Paris (1900) Tiyatro: Histoire du vieux temps (1879) Musotte (1890) La paix du ménage (1893) Une répétition (1910) Eleştiri: Émile Zola (1883) Étude sur Flaubert (1884)

bottom of page