BİR CUMARTESİ
top of page

BİR CUMARTESİ




Günlerden cumartesiydi, Migros’un kasap reyonuna uğradı, baktı. "O mu, şu mu, bu mu," derken akşamdan kafasına yazdığı somondan başka bir şeyin üstünde çok durmadı. Somon alacaktı, eşi somonun pişirmenin ustaydı. Somon parçalarını zeytinyağı, limon, karabiber, az da tuz ilave edip marine eder, pişirmeden evvel bir saat dolapta bekletir, sonra pişirirdi. Somondan önce patatesleri yuvarlak dilimler öyle kızartırdı.


Hava sıcaktı, ağustos sıcağı, ağustos böceklerinin sesini kesmiş, sıcağın sesinden başka doğal hiçbir ses yoktur. Yeni açılan bulvardan geçen motorlu böceklerin sesi ortalığı almaktadır. Ara ara hoyrat motosiklet sürücülerinin motorlarının sesi, vahşi bir canavarın höykürmesini andırır. Sıcakta sesi soluğu çıkmayan ağustos böcekleri, hava serinleyinceye kadar kıpırtısız ölü gibi kovuklara, yaprakların altına gizlenir, sonra birlikte orkestrayı kurardı.


Özer, somonu almış, deli sıcağın insanın beynini eritecek çılgınlığına, köy çocuğu olmanın dayanma gücüyle, bana mısın demez, Çamkıran Parkı’nın yeşilliğinde gözünü gönlünü bir güzel yıkar ve içini çeke çeke yakıcı güneşin altında eğitim enstitüsünün kumral saçlısına tarak olmuş parmaklarına baka baka evine doğru yürür. Kahvedeki okeyci, batakçı arkadaşları yolunu beklemektedir muhakkak!


“Hadi hadi batağa, dördüncüyü bekliyoruz,” derlerdi.

Batak oynamayı severdi Özer. Günün, hayatın monotonluğunu bununla atıyorum deyip teselli bulurdu.


“Hadi, hadi elindekileri bırak gel, seni bekliyoruz, Selami senin yerine bakıyor, hadi çabuk çabuk!”

Batak deyince dayanamaz, elinde ne iş olursa olsun, bırakırdı.

“Geliyorum, Selami iyi oyna, ihaleye girme, batarsan çay paralarını sen ödersin, ona göre!”

“Ayıp ettin Özer, senden ileri mi, senin için parayı köpek ederim ben!”

“Yaşa gardaş, yağmasan da gürle!”

“Ne gürlemesi, daha çok ayıp ettin şimdi!”

“Boş boş konuşup durmayın hadi, çabuk ol sende; bekliyoruz!”


Apartmanın girişine sakinler toplanmış, çocuklar bahçede top oynasın mı, oynamasın mı, yaman bir tartışmanın içine girmişler. Her kafadan bir ses çıkmakta, kimse kimsenin dediğini anlamıyor muhtemelen, haklılığını kabul ettirmek için sesini yükselmekte. Merhaba demeden, içinden söylene söylene geçti gitti yanlarından. Apartmanın giriş kapısını açmış, kendi iç muhasebesinin açmazı, çıkmazı ile asansöre binmişti bile. Eşi kapıda onu bekliyordu.


“Al, ben kahveye gidiyorum, batak oynayacağım. Batak oynayınca içim açılıyor, rahatlıyorum. Sen ne yapacağını biliyorsun; bu işin ustasısın; haydi hoşça kal!”

“Güle güle, çabuk gel; bekletme, karnım aç benim!”

"Al eline bir parça ekmek, açlığını yatıştır, her aklımı sana mı vereyim!"


Asansöre binmemiş, kapının kolundan tutmuş, tam açacakken, bina sallanmaya başladı. Önceki depremlerde yorulan bina, bakalım bu sarsıntıyı atlatabilecek miydi? Yapıldığı yılların inşaat yönetmeliği nasıl bir statik, nasıl bir inşaat mantığı ile yapılmış, kimse bilmez, muammadır. Sarsıntı devam etmektedir hala. Merdiven boşluğunda sıvalar düşmeye başlar, bina sallandıkça gacır gucur sesler, çıktıkça ölüm korkusu, insanların aklını başından alır, koca koca beton tablaların altında, can vermek çok kötüdür, fakat bağıra bağıra yardım gelmesini beklemek, bağıra çağıra, bir iş makinesinin kepçesinin karnını, beynini darmadağın etmesi, kurtarılmayı beklerken günlerce açlıktan, susuzluktan inleye inleye ölmesi… Sarsıntı devam ederken bunları düşünen insanda, akıl fikir kalır mı, bundan sonra, ondan sağlıklı bir davranış beklenir mi?


Apartmanda olanlar, merdivenlere atmış kendilerini, bağrış çağrış birbirlerinin üstüne çıka çıka, bina dışına çıkmaya çalışmaktadır. Perlit sıvalar düşmüş, kırmızı tuğla duvarlar da tek tük yıkılmaya başlamıştır. Sarsıntı devam etmektedir, kırmızı tuğlalardan sonra kirişler, kolonlar da düşmeye, yıkılmaya başlamıştır.

Sigorta emeklisi Emel Hanım,

“Bir türlü baktıramadım sözüme, gel etme satalım, yeni binalardan alalım, dedim, burnunun doğrultusuna gitti; Allah akıl fikir versin!” Durmadan söyleniyordu, sarsıntı devam ederken. Şimdi kime satacağız, elimizde kaldı, aksi şeytan!”


Özer Bey, her şeye duygusal bakan, evdeki eşyalarla bile duygusal bağ kuran, sulu gözlü biridir. Bir tarihte, balkonuna gelen muhabbet kuşunu yakalamış, ona bir kafes alıp üç yıl bakmış, dost olmuşlar, o ölünce de içini çeke çeke ağlamıştır. Özer, Türk filmlerindeki duygusal sahnelere, rol gereği olduğunu bildiği halde dayanamazdı.

Sekiz katlı, bina gacır gucur sallanırken, depreme dayanıyor, sakinlerinin kaçıp kurtulması için, zaman tanıyor gibi yavaştan almaktadır. Aşağı indiklerinde sarsıntı durmuş, sekiz katlı bina sıva dökülmeleri, bir iki duvarın yıkılmasından başka, kolon çatlağı, kiriş patlağı olmamış, ayakta kalmıştır. Çevre binalarda hafif hasarlı, orta hasarlı olanlar olmuştur. Kim bilir, Kızılay Kan Merkezine doğru kaç bina yıkılmıştır.


Sarsıntı geçmiş, acaba, soruları yanıtsız kalmış, kaç güzel insan ölmüştür, ah ah katil müteahhitler çalıp çırptıklarınız insan hayatından daha mı kıymetli? Emel Hanım’la, Özer Bey, dut ağacının yanında sımsıkı sarılmışlar, bir büyük depremden daha sağ salim çıkmanın buruk sevinci ile gözlerinden boşanan yaşları, ellerinin tersi ile silerken, sımsıkı sarılmışlar birbirlerine hayata sarılır gibi...


Günlerden cumartesiydi, fakat bu cumartesiye bir doğum günü tesadüf edince doğum gününün aşkına, cumartesinin şanına uygun olsun deyip Migros’a doğru yürüdü. Yavaş yürümeyi bir türlü beceremezdi öteden beri. Yavaş yürüyüp çevrede ne var yok, dikkat etmek, gözlem yapmanın alfabesi iken, üç beş dakika anca sürerdi bu kararı. Hızlı yürüyordu, Bornova çayı üzerine kurulmuş demir köprüden geçti, yerel yönetimin çok geniş bir alana yaptığı Çamkıran Parkının yeşilliğine daldı bir an. Parkın içine gençler, çocuklar paten, kaykay yapsın diye yapılan parkur mahalle gençliğinin, uzak semtlerin, merkez ilçelerin, hatta Manisa’nın Turgutlu’nun gençlerinin uğrak yeri haline gelmiş. Parka dikilen cins cins meyvesiz ağaçlar, mühendislik kokan bir nizam içinde yerleştirilmiş. Parkın hemen karşısındaki lacivertli, kahverengili, sarılı binalar İzmir depreminde hasar görmüş, binaların kapıları, pencereleri hurda avcıları tarafından sökülmüş, kurbanı bekleyen kurbanlıklar gibi yıkılmayı bekliyordu. Deprem öncesinin gösterişli(!) yapıları iyi kötü anıyı beraberinde kötü beton esvabını, birim alanda olması gereken yetersiz demir adedi ile maliklerine mezar olmuştu. Çamkıran Pazar yerinden, Manavkuyu'ya Mansuroğlu, Ankara asfaltı çevresine, oradan Smyna’ya kadar epeyce bina yıkılmış, yüzlercesi ağır hasarlı yıkım beklemekte, güzel insanların anıları, aç gözlü müteahhitlerin hırsına kurban olup gitmişti.




27 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page