
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4409 sonuç bulundu
- SULTAN-I YEGÂH
şamdanları donanınca eski zaman sevdalarının başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın nemli yumuşaklığı tende denizden gelen âhın gizemli kanatları ruhta ölüm karanlığının başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın yansıyan yaslı gülüşmelerdir karasevdalı suda bülbüller kırılır umutsuzluktan yalnızlık korusunda eylem dağılmış gönül tenha çalgılar kış uykusunda ölümün tartışılmazlığı nihayet anlaşılsa da başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak su yasak rüzgâr yasak açık kapılar yasak belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın
- Che'i Hatırlamak
Küba Devrimi’nin öncülerinden ve Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci Che Guevara , 9 EKİM 1967 GÜNÜ Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün Büyük NUTUK’u” çıkmıştır… Che Guevara ile Hayatım * Aleida March Aleida March, Aralık 1958'de Che Guevara'nın Yıldırım Kampanyası'nda aktif bir savaşçıydı . Fidel Castro tarafından eyaletteki Cumhurbaşkanı Fulgencio Batista'nın işgalci askeri güçlerini felç etmek için 26 Temmuz Hareketi'nin 8. sütununun emredildiği Las Villas savaşında hazır bulundu . Che Guevara'ya aşık olup onunla evlenmesini ve Che Guevara'nın ölümünden sonra dört çocuğunu büyütmesini anlatan Evocation kitabının yazarıdır. Ayrıca 2012'de yayınlanan Che'yi Hatırlamak: Che Guevara ile Hayatım 'ı yazdı. Che Guevara’nın (1928-1967) karısı Aleida March’ın efsanevi devrimci ile anılarını yazdığı “Che Guevara ile Hayatım” (Remembering Che: My Life with Che Guevara) adlı kitap 17 Nisan 2012’de çıktı. * Che Guevara 9 Ekim 1967’de Bolivya’da gerilla savaşı verirken öldürüldü. Efsanevi devrimci öldüğünde 39 yaşındaydı. Che’nin ilk evliliğinden dünyaya gelen 1956 doğumlu kızı Hilda 1995’te öldü. 1936 Doğumlu olan Aleida ile Che’nin dört çocuğu, Aleida (1960), Camilo (1962), Celia (1962) ve Ernesto (1965) Küba’da yaşamaya devam ediyor. Aleida, bu kitapta devrim ateşiyle yanıp tutuştukları günlerde tanıştığı kocasına olan büyük aşkını, yoldaşlıklarını ve geleceğe dair planlarını anlatıyor. Aleida, 45 yıllık suskunluğun ardından aile albümünde yer alan 100 adet fotoğrafı ve birçok özel mektubu da ilk kez kamuoyu ile paylaşıyor. Kübalı Aleida, 20. Yüzyıl’da tüm dünyada devrim hareketlerinin ve kurtuluş savaşlarının sembolü haline gelen Arjantinli devrimci ile 1958 yılında tanışıyor. 21 yaşındaki devrimci öğretmen, o yıllarda gizli örgüt üyesi olarak faaliyet gösteriyor. 30 yaşındaki Che ise gerilla hareketinin önderi olarak çoktan meşhur olmuş, korsan radyoda sık sık adından söz ediliyor ve Batista yönetiminin arananlar listesinde başı çekiyor. Aleida’yı kurye olarak dağlara gönderiyorlar. Kentli görünümü ve ufak tefek yapısıyla Küba’nın tropikal ormanlarla kaplı dağlarına pek yakışmayan Aleida, yanındaki avukat arkadaşıyla Che’nin huzuruna çıkıyor. Gerillalara teslim etmesi gereken paraları gövdesine bantlamış olan Aleida, bantları sökemeyince Che’den yardım istiyor. Yıllar sonra karısına yazdığı bir mektupta, o bantları sökerken tahriş olmuş tenini görünce devrimci sorumlulukları ile bir erkek olarak hissettikleri arasında nasıl bocaladığını itiraf ediyor ünlü devrimci. Che ile görüştükten sonra Aleida’yı bir kenara çeken yoldaşı Marta, devrimci lideri nasıl bulduğunu soruyor. “Fena değil” diye yanıtlayan Aleida, Che’nin sorgulayıcı bakışlarından biraz tedirgin olduğunu ve onu yaşlı bulduğunu söylüyor. Che ile daha önce tanışmış olan Marta, “Elleri ne kadar güzel, görmedin mi?” diye soruyor. Genç kadın, Che’nin çok zarif elleri olduğunu ilk görüşte farketmiyor ama sonradan epey inceliyor. Kurye kızlar, gerilla kampında 3-4 gün kalıyor, gerillalarla arkadaş oluyorlar. Gerilla ortamından çok etkilenen Aleida bir an önce onlara katılmak için sabırsızlanıyor. Sonunda Che’ye danışmaya karar veriyor. Gerilla lideri, genç kadına kampta hemşirelik yapmasını öneriyor. Gerilla olmak isteyen Aleida, bu tekliften hoşnut kalmıyor. Daha sonra, Che’nin kendisini fazla radikal ve komunist bulan Las Villa hareketi tarafından gönderilmiş olabileceğinden şüphelendiği için Aleida’nın cepheye katılmasına karşı çıktığı anlaşılıyor. Aleida bir gün sırt çantası kucağında yol kenarında otururken, Che’nin jipi önünde duruyor. “Atla gel, çatışmaya gidiyoruz” diyor gerilla lideri. “Biniş o biniş, bir daha inmedim o jipten.” diyor genç kadın. Kişisel bir beklentisi olmayan, kararlı bir devrimci olarak kendini davaya adayan Aleida, baştan biraz tedirgin olduğu Che’yi yakından tanıdıkça hayranlığı artıyor. Olağanüstü taktikler ve stratejilerle en çetin çatışmaların üstesinden gelen Che, düşmanın üstün cephane ve savaş gücüne aldırmadan zafer üzerine zafer kazanıyor. Che ile Aleida birlikte cepheden cepheye koşturuyor, hep aynı ortamlarda bulunmaya özen gösteriyorlar. 28 Aralık 1958’de bir cenazeye katılan çift, yaralıları ziyaret ettikten sonra Santa Clara’ya doğru yola çıkıyor. Gün batımında arabada giderlerken Aleida’nın yanına oturan Che, beklenmedik bir şekilde ona özel hayatını anlatmaya başlıyor. Bir süredir ayrı olduğu Perulu karısı Hilda ile kızı Hildita’dan söz eden Che, genç kadına içini döküyor. Aleida, hafif boğuk ve derin bir sesi olan Che’nin geceleri kısık sesle konuştuğunu söylüyor. Bu nedenle birgün buldozer yerine İngilizce “caterpillar” (Tırtıl böceği) sözcüğünü kullanan Che’nin aynı sesi çağrıştıran İspanyolca birşeyler söylediğini zanneden Aleida, ilk aşk ilanının da bu yüzden biraz araya gittiğini anlatıyor. Che, 1 Ocak 1959’da yine arabada yanyana otururlarken Aleida’ya dönüp aşkını itiraf ediyor. Aleida o kadar yorgun ve uykusuz ki, yine fısıldar gibi konuşan Che’nin ne dediğini tam anlayamıyor. Belki de “caterpillar” olayındaki gibi yanlış anlamış olabileceğini düşünüyor. Sersem vaziyette doğru düzgün bir yanıt vermeden uykuya dalıyor. Aradan yıllar geçtiğinde “Che’ye o anda keşke beklediği gibi bir yanıt verseydim” diyen Aleida, o günü hem büyük bir mutlulukla, hem de üzüntüyle anımsıyor. Che ile Aleida, 2 Haziran 1959’da evleniyorlar. Aleida anılarında, kitaplarda çoğunlukla Amerikan bakış açısıyla yansıtılan Küba devrimini gerillaların yaklaşımıyla ele alıyor. Devrim öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri, Che’nin hayat arkadaşı ve can yoldaşı olarak samimiyetle ve sevgiyle irdeleyen Aleida March, eleştirilerinde de aynı dürüst yaklaşımı koruyor. İlk karısının yazdığı kitap da dahil bugüne dek yayınlanan biyografilerden farklı olarak Che’yi bir devrimci olarak yüceltmesinin yanısıra insan olarak zaaflarını, kaygılarını ve özlemlerini de anlatan Aleida’nın kitabı Avustralya’da her kitapçıda bulunabilir. Annesiyle aynı adı taşıyan büyük kızı Aleida da babası gibi doktor, insan hakları konusunda önemli çalışmaları olan Dr Aleida Guevara, Küba’da özürlü çocuklara hizmet veriyor. İki kardeşi avukat, diğeri ise yunus balıkları konusunda uzman bir veteriner. Che’nin 75 yaşındaki eşi Aleida, Küba’daki Che Guevara Eğitim Merkezi’nin yöneticiliğini yapıyor. DERLEME: Aycan AYTORE KAYNAK :İNTERNET
- YAKINDIR
Niyazi UYAR* Kuş gibi hafifledim, Kanatlanıp uçasım geldi. Güzel, ne güzel bir şey, Yüklerinden kurtulmak! Üzüntüden, karamsarlıktan Arınmak! Kuş gibi hafiflemiştim ya Elvina’nın umut ışığıyla… Bugün kuş gibi hafifledim, Ceren kızımın telefonuyla… Kazandık bu savaşı Ceren kızım, Kazandık bu savaşı Elvina. Ömürlü ol Ceren kızım, Ömürlü ol Elvina! Tekmil yüklerimden arındırdınız beni, Tekmil yüklerimi rüzgâra verip Sahra çöllerine yolladınız. Kuş gibi hafifledim bugün, Altı ay önce, Kavgaya girmiştik ya hani… Biz kazandık, Ceren kızım kazandı, Elvina kazandı, Kekliğim kazandı, Demirden çelik, Demir’im kazandı, Dayanmanın öteki adı Anaların anacı, Anneanne kazandı. İnsanın insanı sömürmesi adiliğin dik alasıdır ya Şerefsiz hücre bölünmesine meydan okumak da Direnmektir, Yaşam savaşı vermektir. Yaşa var ol ceren kızım, Yaşa var ol Elvina, Birlikte hayat kavgasının Yenilmez neferi olacağız. Daha ne meydan muharebeleri vereceğiz, Göreceksiniz. Daha ne kavgalar vereceğiz, Göreceksiniz, Bayraklarımızı yükseğe, En yükseklere çıkaracağız, Yurdumun kara günlerini Yerle yeksan edeceğiz, Göreceksiniz. Barışı, kardeşliği, Yeniden kuracağız, Göreceksiniz. Güzel günleri, Günlerin en güzelini, Hep birlikte kuracağız, Yakındır, Yakındır insanca yaşanılacak günlere varmak, Yakındır bezirgân saltanatını yıkmak, Yakındır, yakındır… Ağustos 2025 /Salihli
- Yusuf ATILGAN
EVDEKİ * YUSUF ATILGAN * ÖYKÜ * Bugün karşı arsaya yığılı kalasları kaldırdılar. Kocaman kamyonlar onca kalası iki saat içinde aldı gitti. Hiç ayrılmadım pencereden. Annem bir iki kere “ne oturuyorsun, ortalık süpürülecek” dedi: aldırmadım. On yıl önceki arabayı düşündüm durdum. Okul dönüşü bu pencereden top oynayan çocuklara bakardım. “Kız, koca mı arıyorsun arada?” derdi annem, utanırdım. On yıl önce annemi de severdim. Hem böyle kasabanın insanlarından korkmazdım. Ben de onlar gibiydim. Erkeklerin yanında uslu uslu oturur, kadınların dedikodusunu dinlerdim. Okulu bitirdiğim yıl karşıya kalasları yığdılar. Arsa sesini yitirdi. Pencereden hep o kalasları gördüm yıllarca. Kışın üstlerine kar yağdı, yazın güneşte esmer esmer yandılar. Bugün kaldırdılar onları. Şimdi içimde bir umut var. Top oynamaya gelecek çocukları bekliyorum. Annem aşağıdan “Yemek hazır” diye bağırdı. – Acıkmadım daha. Bekleme sen, ye dedim. Sokağa bakıyorum. Tek tük geçenler var. Çoğu kadın. Yüzleri asık, adımları sert. Bir yerden kavgadan geliyorlar, ya da bir yere kavgaya gidiyorlar sanırsın… Kös kös yürüyorlar. Hepsi de kendine güvenen kişiler, belli. Kusur bağışlayacak göz yok bunlarda. Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor. Şu tokmak gibi herif bizim sokakta oturan kasap değil mi? Öğle yemeğine geliyor olmalı. Kime bırakmış dükkânı? Yetişkin çırakları vardır. Ceketi yamalı bir adama, kemikli yerinden yarım kilo eti onlar yutturur şimdi. Bu adamlar namaz kılarlar mı acaba? Bir kadın geçiyor. Tanırım onu, evleri bize yakın. Kocası bir bankada çalışıyormuş. Kıpkırmızı boyanmış. Neler söylüyorlar onun için komşu kadınlar, ne kötü şeyler. İnanmıyorum onlara. Hep birbirini çekiştirirler. Gözleri ışıldar anlatırken. Onların yanındayken kalkıp gitmekten korkarım. Gider gitmez beni çekiştirecekler sanırım. İnanmıyorum onlara ama bu kadını da sevmiyorum. Çok konuşur. Ara sıra bize gelir. ‘Bizimki’ dediği kocasını anlatırken bir bakışı vardır bana, evlenmedim diye eğlenir gibi, acır gibi bir bakış, sinirlendirir beni. Gene de bir şey demem; anlamamış gibi dururum. O boyuna konuşur. Müdürlere gitmişler geçenlerde. “Bir kızları var kardeş, bu kadar da olur mu? Neredeyse kucağına oturacak bizimkinin…” O kıza da acırım ben, şu kadına da, kendime de. Neden bu daracık kasabadayız sanki. Yoksa bütün dünya mı böyle. Kitapların dediği yalan mı? Kapı açıldı. Baktım annem. Canım sıkıldı. Ne işi var burada? Yanımda olmadı mı serin kanlı düşünüyorum; adıyorum ona yaşlı kadın, onun dünyası da bir türlü diyorum. Yanıma geldi mi tepem atıyor. Ayıpmış, umurumda değil, sedire oturdu. -Yarın Fatma hanımlar gelecekmiş seni görmeye, dedi. -Yarın evde yokum ben. -Nereye gideceksin? -Hiç, ama yokum evde. Çıkmam. Kaç kere söyledim sana, evlenmek istemiyorum ben. -Elalem ne diyor biliyor musun? Eskisi var onun diyor. -Ne derlerse desinler. İstemiyorum. Kaçıncı bu? Üstüme varma benim. Kaçarım yoksa. Satarım babamdan kalan bağı, tarlayı; alır başımı kaçarım. Gözleri büyüdü. Kalktı kapıyı çarpıp gitti. Dışarıdan sesini duyuyordum. Rezil etmiştim onu ele güne. Herkes kendini düşünüyor. İleniyor bana, sesinden belli ağlıyor da. Ben de ağlamak istiyorum. Kiminle evleneceğim bu kasabada? Kim anlatıyordu geçende. “İçip içip gecenin bir vakti gelir eve. Ayağını önüme uzatır. Çıkar şunları der. Leş gibi kokar ayakları.” İçim bulanıyor nasıl yatılır böyle bir adamla? Sokak kapısı açılıp kapandı. Eğildim baktım annem. Kim bilir hangi kocakarıya gidiyor? Yakınacak benden, içini dökecek, rahatlayacak. Bense hep burada kalacağım, kendi kendimle. İnsan kendine acır mı? Ben acıyorum. Kalktım aşağı indim. Ayakyoluna girdim. Çıkınca mutfakta ellerimi sabunladım. Yemek dolabında taze baklayla pilav var. Bir tabakta yoğurt. Yoğurtlu pilav yedim biraz. Pilav soğumuş. Olsun, soğuğunu severim ben. Sonra gene odama çıktım. Şimdi daha iyiceyim. Dolaptan bir kitap aldım. Sedire uzandım. İlk yaprakta dayımın adı yazılı. Çoğu onun bu kitapların, bana verdi. İki yıl İngiltere’de okumuş. Bana İngilizce öğretirdi. Severdi beni.“Kız, erkek olsaydın seni oraya yollardım” derdi. Babamı hiç bilmiyorum. Dayım da liseyi bitirdiğim yıl öldü. Zaten her şey o yıl olmadı mı? Kalaslar bile o yıl geldi arsaya. Nice sonra kapı çalındı. Kitabı bırakıp kalktım. Ayaklarım uyuşmuş. Annem anahtarı mı unuttu acaba? Basamaklardan ağır ağır indim. Necati mi yoksa? Ara sıra gelir ödevlerini yaptırır. Kapıyı açtım. Oymuş. Dümdüz taramış saçlarını. Sarı yüzünde hep o ergenlikler. -Nasılsın abla? dedi. -İyiyim. Girsene. -Halam nerede?diye sordu. -Bilmem. Komşuya gitmiştir. Dayımın oğlu bu Necati. Babasından öğrendiğimi oğluna satıyorum. Yukarı çıktık. Sakal traşı da mı oluyor ne, kötü kötü kokuyor. Baktım burun kanatları oynuyor, kokluyor. Bu oda evde kalmış kıza kokar sanırım. Alışmışım ben, duymuyorum. Masanın önüne oturdum. -Otursana, dedim. Karşıma oturdu. Kitabını, defterini masaya koydu. Bu yıl sık sık geliyor bize Necati. Eskiden pek uğramazdı. Hem üstünde bir sıkılganlık. Odaya girince hem seviniyor, hem utanıyor gibi. Büyüdü artık liseye gidiyor. – Ödev mi var? dedim. -Evet dedi. Kitaba uzandı. -Biliyor musun karşıdaki arsadan kalasları taşıdılar. Eskiden çocuklar top oynardı arada, dedim. -Sahi, dedi, oyana bakarak. Söyleyeyim arkadaşlara. Biz de gelir oynarız. Kitabı, defteri açtı. Çalışmaya başladık. Ben okurken, farkındayım dinlemiyor pek. Şurama, burama bakıyor. En çoğu göğsüme. Alt dudağı ağır ağır sarkıyor. Hele gözlerindeki bulaşık bakış. Bu mu istek dedikleri? Kitabı uzattım. -Şimdi de sen oku bakalım, dedim. Toplandı, önce dudağı geldi eski yerine; ama gözlerindeki o bulaşıklık zor arındı. Okuması kötü değil. Ben gözlerine bakıyorum. Yeşil, yeşil ya, çipil bir yeşil bu. Tatsız. Nasıl denir? İşte kurbağa yeşili soğuk. Ergenlikleri de var. ince keskin dudakları. Ne çirkin çocuk. Çirkin ama bir çocuk körpeliği var onda; ya da bir genç erkek duyarlığı. Bacağımı ondan yana uzatsam diyorum. Uzattım. Kıpırdarken dizi bacağıma süründü. Bir kelimeyi yanlış okudu. – İyi bak o kelimeye, dedim. Düzeltti. Yüzüne kan çıkıyor. Şimdi kalksam, arkasına geçsem, kitaba eğilsem, göğsümü sırtına bastırsam. Kıpırdamıyorum. Ağır bir hava var odada. Oysa ilk yaz daha. Bugün, ağır, sıkıntılı bir hava bu. Necati hep okuyor. Kurbağa sesi gibi. Nasıl da benziyor kurbağaya. Bir tiksinti, bir bulantı kabarıyor içimde. Kendimden iğreniyorum. Ses kesildi. Kalktım pencereyi açtım. Şu sıkıntılı hava dağılsın. -Bugün hastayım ben Necati, dedim. Sen gelmeden yatıyordum. Okuyuşun çok iyi. Çevirisini sen kendin yaparsın. Kalktı. -Peki abla, dedi. Gözlerinde o bulaşıklık yok artık. Hava kararırken annem geldi. Aşağı indim. Mutfak masasında yemek yedik. Hiç konuşmadık. Evin içinde yalnız bulaşık çanaklarına musluktan damlayan su sesi var; şıp, şıp, şıp… Neden böyle olduk biz? Ana kız değil, sanki yabancıyız. Sebebi ne bunun? Garip töreleriyle bu kasaba mı, başkaları ne der tasası mı? Yemekten sonra radyo dinledim Geç yattım. Pancurlar kapalı. Yatakta kendi kendime yalnızım. Uyuyamıyorum. Oda karanlık. Pancurlar kapalı. Gene de bir çocuk ağlaması duyuluyor. Uzak, çok uzak bir yerden gelir gibi. Sıkıntılı. Sanki gelecek günlere ağlıyor. İçim daralıyor. Yorganın altında büzülüyorum. İyi şeyler düşünmek istiyorum. Uyusam da bari düşte çıksam bu kasabadan. Olmuyor. Biliyorum, bu gece uykumda üstüme bir kurbağa sıçrayacak, uzanıp uzanıp öpmeye çalışacak beni. Dışarıdan ayak sesleri geliyor. Bir sarhoş bağırıyor.“Uyyy, koca çarıklı Allah, uy!” diyor. Neden tam burada bağırdı bu adam? Korkuyorum. Öyle bitkin, öyle çelimsizim ki, şimdi insanlar bana ne isteseler yapabilirler. Sarhoş pencereyi açıp yanıma uzanabilir. Ama gelmiyor. Sesi uzaklaştı. Köprüye varmıştır. Ne dediği anlaşılmıyor. Yalnız sıkıntılı, adamın içini kurutan bir “Uyyy,” sesi duyuluyor. * Yusuf Atılgan (27 Haziran 1921, Manisa - 9 Ekim 1989, İstanbul), Türk yazar ve öğretmen. 1936 yılında Manisa Ortaokulu'nu, 1939 yılında ise Balıkesir Lisesi'ni ve ikinci sınıftan sonra askeri öğrenci olarak devam ettiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Nihat Tarlan'ın yönetiminde hazırladığı bitirme tezinin konusu Tokatlı Kani: Sanat, şahsiyet ve psikoloji idi. Aynı dönemde Akşehir'de Maltepe Askeri Lisesi'nde bir yıl edebiyat öğretmenliği yaptı. Üniversite öğrenciliği sırasında Türkiye Komünist Partisi'ne katılarak faaliyette bulunduğu iddiasıyla sıkıyönetim mahkemesince tutuklanarak ceza kanununun 141. maddesi uyarınca hapse mahkûm edildi. Altı ay Sansaryan Han'da, dört ay da Tophane Cezaevi'nde olmak üzere on ay hapis yattı. 26 Ocak 1946’da serbest kalmış, öğretmenliği elinden alınmıştır. 1946 yılında Manisa'nın Hacırahmanlı Köyü'ne yerleşerek çiftçilik yaptı. 1976'da İstanbul'a döndü. Danışmanlık, çevirmenlik ve redaktörlük yaptı. Yazımı devam eden Canistan adlı romanını tamamlayamadan kalp krizi nedeni ile İstanbul, Moda'da öldü. Aylak Adam ve Anayurt Oteli adlı romanlarında psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanındı ve modern Türk edebiyatının önde gelen ustaları arasında yer aldı. 1987'de Anayurt Oteli romanı, Ömer Kavur tarafından aynı adlı sinema filmi olarak çekildi. Yazarın eserlerinin telif hakları YKY'den Can Yayınları'na geçmesi sonrasında, Can Yayınları Atılgan'ın el yazısı notları, şiirleri, çevirileri ve dergilerde kalmış kısa öykülerinden örnekleri içeren ‘Siz Rahat Yaşayasınız Diye’ adlı eseri çıkardı. Eserde yazarın yok ettiği ‘Eşek Sırtındaki Saksağan’ adlı roman denemesinin giriş kısmı da yer aldı.
- Edgar Allan Poe
ÇANLAR * Zamanı say, tempo tut, Runik bir tempo olsun, Tin tin tin sesleri müzik gibi yükselsin Çanlardan, çanlardan, çanlardan, Çan...çan...çan... Çanların çınlayan sesini dinle... O cesur çanlar! Titreşimleri ne müthiş bir korku masalı anlatıyor! Ah, çanlar, çanlar! Korkuları nasıl bir masal anlatıyor... Edgar Allan Poe Edgar Allan Poe'nun dehası yalnızca sınırlarını aşmakla kalmaz, Baudelaire’den Benjamin’e kadar birçok yazar ve düşünür için birer tartışma ve esin kaynağı olur, bunun temel nedeni kuşkusuz çağının çok ötesinde bir düş gücüne sahip olmasında yatmaktadır. Edgar Allan Poe, 19 Ocak 1809 tarihinde Boston Massachusetts’te birer tiyatro oyuncusu olan Elizabeth Arnold Hopkins ve David Poe’nun oğlu olarak dünyaya geldi. Annesini ve babasını henüz üç yaşına basmadan kaybetmesi üzerine, Richmond’ta zengin bir tacir olan Frances ve John Allan tarafından büyütüldü. 7 Ekim 1849 (40 yaşında) , Baltimore , Maryland ABD'de öldü. 1815’te yeni ailesiyle İngiltere’ye giden genç Edgar, Chelsea’de okula devam etti. 1820’de Richmond’a döndü ve Virginia Üniversitesi’nde Latince ve şiir üzerine eğitim almaya başladı. Ancak, öğrenimini yarıda bırakan Poe, West-Point Askeri Okulu’na kaydoldu, ancak bir sene sonra atıldı. Kötü alışkanlıkları, okuldan çıkarılması baba John Allan’la Poe’nun arasında sorun yaratıyordu. Ama onu gerçek bir anne gibi seven Frances Allan’ın da ölümüyle babayla oğul arasındaki sorun büyüyünce Poe bir daha dönmemek üzere evi terk etti. Bir süredir şiir yazan Poe’nun ilk kitabı Tamerlane and Other Poems ( Timurlenk ve Diğer Şiirler) 1827 yılında Bir Bostonlı takma adıyla yayımlandı. Kitaba ismini veren ve başlıkta yer alan karakterinin Timur’un ölüm döşeğindeki sayıklamalarını anlatan şiir Tamerlane: Onunla beraber, aşk içinde yaşlandık, Yabanı da ormanı da dolaştık; Kış havasında göğsüm ona kalkan olur Güneş ışığı cana yakın güldüğü vakit O dilber açılmakta olan gökleri nişanlardı, Ben onun gözlerinden başka bir cennet görmedim (Çeviri: Tacettin Fidan) 1829 yılında yayımladığı ikinci kitabı Al Aaraaf, Tamerlane and Minor Poems (Al Aaraaf, Timurlenk ve Kısa Şiirler)‘i de doğunun gizemi ile yazdı. Poe, Kuran’ın yedinci suresi Araf’tan esinlenerek Al Aaraaf’ı yazar. Ve orası Ah! Belki benim bezgin ruhum orada hayat sürecek, Cennet’in Sonsuzluğu’ndan ayrı... Ve fakat Cehennem’den de ne kadar uzak! Şişedeki El Yazması adlı öyküsüyle 1933’te The Baltimore Saturday Visitor’ın açmış olduğu yarışmada birinci olduktan sonra Southern Literary Messenger’da editör yardımcılığı işine girdi. 3 yıl sonra 27 yaşındayken, 13 yaşındaki kuzeni Virginia Clemm ile evlenir. “Tahmin ettiğim gibi, gemi bir akıntıya kapılmıştı; tabii beyaz buzların yanından uğuldayıp gümbürdeyerek geçen, bir çağlayanın savrulma hızıyla, güneye doğru gürleyerek inen bir akıntıya bu isim verilebilirse. Duyduğum dehşeti hayal etmek sanırım olanaksız, yine de bu korkunç yerlerin gizlerini çözme merakı çaresizliğime ağır basıyor ve ölümün en çirkin şekline razı edecek beni. Heyecan verici bir bilgiye asla açıklanmayacak, ona ulaşmanın yok olmak anlamına geldiği bir sırra doğru koştuğumuz kesin. Belki de bu akıntı bizi güney kutbuna götürüyor. Bu kadar çılgın görünen bir varsayımda her türlü olasılığın bulunduğunu itiraf etmek gerek.” (Şişedeki El Yazması) Lynn Cullen’in yazdığı Bayan Poe adlı romana göre zeki, entelektüel bir kadın olan şair Frances Sargent Osgood, ressam Samuel Osgood ile evlidir ve iki kızları vardır. Kocası sık sık evi terk eder, borçları yüzünden Frances çeşitli sıkıntılar yaşar. Arkadaşlarının ısrarıyla katıldığı bir partide Poe ile tanışır. Poe’nun karısı Virginia, Frances’in uyarladığı çocuk kitaplarından dolayı ona hayrandır ve bu partide tanışırlar. Evlerine davet ederler; Poe, Frances’i ruh eşi olduğuna inandırır. O sırada verem olan karısı Virginia’nın öleceğini bildiği ve yalnız kalmaktan korkan Poe’nin yalnızlık yaşamaması için bu ilişkiyi öğrenmesine rağmen ses çıkarmadığı rivayet edilir. Poe, karısının ölümcül hastalığı, çalıştığı gazeteyle anlaşmazlıkları, eleştirilerinin ağır olması nedeniyle, bazı yazar ve şairler tarafından sevilmemesi, çocukluk travmaları gibi birçok problemden bu aşk sayesinde uzaklaşır. Frances hayatına girdikten sonra içki içmeyi bile bırakır bir süre. Frances’in sadece 1 yıl yaşayan 3. kızı Fanny Fay’in, Poe’nin çocuğu olduğu iddia edilir. Ancak bazı Poe uzmanları bu aşkı kabul etmez. O yıllarda yeni çıkan Broadway Journal Dergisi’nde, ikisinin şiirlerinin yan yana sayfalarda çıktığını ve şiirleriyle cilveleştiklerini, aşkın platonik düzeyde olduğunu yazarlar. Poe, karısının ölümünden iki yıl sonra vefat eder ve yaklaşık bir yıl sonra Frances de tüberkülozdan hayatını kaybeder. Frances’in iki kızı da, birkaç yıl içinde aynı hastalıktan ölürler. Edgar Allan Poe bilim-kurgu türünde de bir öncüdür. 1835 tarihli Hans Pfaall’ın Duyulmadık Serüveni adlı öyküsünde Jules Verne’den yıllar önce Ay’a yolculuğu bilimsel açıklamalarla yazmıştır. “Bu konuda en fazla, şimdiye dek indirgenemez kabul edilen azotun bileşenlerinden biri olduğunu ve yoğunluğunun hidrojeninkinden yaklaşık 37.4 kat daha az olduğunu söyleyebilirim. Tatsız, ama kokusuz değil. Saf haldeyken yeşil bir alevle yanıyor ve insanı hemen öldürüyor. Bana kalsa sırrının tamamını açıklamaktan çekinmezdim, ama patenti (daha önce de ima ettiğim gibi) Nantes’de yaşayan bir Fransız’a ait ve bana bu bilgiyi koşullu olarak verdi. Aynı kişi bana, benim niyetimin farkında olmadan, bir hayvanın zarından, gazın kaçmasını olanaksız kılacak balonlar yapmanın yöntemini de gösterdi. Ancak, bunu çok pahalı buldum ve sonuçta reçine verniğiyle kaplı ince müslinin de aynı işi görebileceğini düşündüm.” (Hans Pfaall’ın Duyulmadık Serüveni) İlk ve tek romanı olan Arthur Gordon Pym’in Öyküsü ise 1837 yılında yayımlanmıştır. Poe bu romanında, Grampus adlı gemiye kaçak olarak binen Nantucketli Pym’in başından geçen şiddet dolu, inanması zor bir deniz serüvenini anlatır. “Binlerce kişi ağzımdan çıkacak tek bir heceye ya da kolumu oynatışıma karşı tetikte bekliyor olsaydı bile, yine ne kıpırdayabilir ne de konuşabilirdim. Ben çaresizce yatarken, canavar ya da her neyse, hiçbir şiddete başvurmaya kalkışmadan öylece duruyordu ve onun altında ölüp gideceğimi düşünüyordum. Bedensel ve zihinsel güçlerimin beni terk etmekte olduğunu hissediyordum, tek kelimeyle ölüyordum; sırf korkudan ölüyordum. Başım dönüyordu, ölüm derecesinde hastaydım, görme yeteneğim zayıflamıştı, üzerimde parıldayan göz küreleri bile donuklaşmıştı. Son bir çabayla, Tanrı’ya fısıldadım ve ölüme razı oldum.” Edgar Allan Poe’nun 1839 tarihli Usher Konağı’nın Çöküşü başlı başına bir psikolojik öyküdür. Başlangıçta aklı başında olan anlatıcının, deli Roderick Usher’ın etkisiyle öykünün sonunda sanrılar görmeye başladığına tanık oluruz. Bu yönüyle de aklın iflasını ve rasyonel zihnin kaotik bir evreni anlamlandırmadaki yetersizliğini anlatan psikolojik bir öyküdür. Edgar Allan Poe hemen hemen öykülerinin tamamında kendi ruhunu, psikolojisini anlatır gibi. Usher Konağı’nın Çöküşü’nde ise sanki kendi yaşamını anlatır. Fransız yazar ve psikanalist Marie Bonaparte şöyle diyor: “Poe’nun garip, dengesiz ve saplantılarla dolu yapısının kendini cinayete ya da deliliğe sürüklemesini önlemek için elinin altında bir başka zehir vardı. Herkesin aynı rahatlıkla kullanamayacağı bir zehir: Güzel ve özenli yazısıyla, arada bir derin üzüntüsünden ayrılmasını sağlayan, ürkünç, kasvetli ama avutucu imgeleri kağıda döktüğü mürekkepten söz ediyorum.” “Bir ölünün ki gibi solgun bir cilt, iri, saydam ve hiçbir şeyle karşılaştırılmayacak derecede ışıltılı gözler, oldukça ince ve solgun, fakat çok hoş bir kıvrıma sahip dudaklar, göze çarpmak isteyen ve ruhsal bir gücün eksikliğini duyumsatan güzel yapılı bir çene, pamuklu bir dokumadan daha yumuşak ve ince saçlar, şakakların üstünde aşırı bir genişlemeye neden olan tüm bu yüz hatlarının hepsi, kolayca unutulmayacak bir çehre oluşturuyordu.” (Usher Konağı’nın Çöküşü) Yaşamının kısalığına karşın, kısa öykünün bugünkü şeklini almasında önemli bir kilometre taşı niteliği taşıyan Poe, polisiye roman türünün de kurucusu kabul edilir. Morgue Sokağı Cinayeti ilk polisiye ve modern dedektif öyküsüdür. Poe’nun muhakeme öyküleri olarak adlandırdığı üç öyküsü Morgue Sokağı Cinayeti (1841) , Çalınan Mektup (1842) ve Marie Roget’in Esrarı (1843) art arda yayımlanır. Morgue Sokağı Cinayeti, Rue Morgue’da yaşayan Madame L’Espanaye ve kızının kafaları karıştıran bir şekilde ölmelerini konu alır. C. Auguste Dupin, bu vahşice cinayetin sırrını çözer. Dupin karakteri Marie Roget’in Sırrı ve Çalınan Mektup’ta da yer alır. Polisiye türünün ilk kitabı Morgue Sokağı’nda Cinayeti, muamma romanın ilk örneği, dedektifi Dupin de kendi türünün ilkidir, hatta Sherlock Holmes karakteri bile Dupin’den etkilenilerek yazılmıştır. “İlk karşılaşmamız Montmartre Sokağı’ndaki karanlık bir kitaplıkta oldu. İkimiz de aynı kitabı arıyorduk, ender bulunan, pek önemli bir kitaptı. Bu olay bizi birbirimize yakınlaştırmaya yetti. Tekrar tekrar buluştuk. Bir Fransız’ın kendisinden söz ederken takınacağı tam bir açık yüreklilikle anlattığı aile öyküsü, beni pek ilgilendirmişti. Okuduğu kitapların çokluğuna da şaşıp şaşıp kalıyordum, ama asıl ruhumu bir ateş gibi saran yaratıcı hayallerinin sıcaklığı, canlılığı, tazeliğiydi. Paris’te o zaman aramakta olduğum şeyleri ararken, böyle bir adamın dostluğu, benim için değeri ölçülmez bir hazineydi, bu düşüncemi açıkça ona söyledim. Sonunda kentte kaldığım sürece beraber oturmaya karar verdik, ben onun kadar darlık içinde olmadığımdan, bir ev tutup ruhlarımızın karanlık havasına uyacak bir biçimde döşemeyi üzerime aldığım ev, St Germain’in dış mahallelerinde ıssız bir yerdeydi, zamanın aşındırdığı çirkin, neredeyse yıkılacak eski bir yapıydı, ne olduğunu sorup öğrenmediğimiz bazı boş insanlar yüzünden yıllarca boş kalmıştı.” (Morgue Sokağı Cinayeti) 1942 yılında yayımlanan Kızıl Ölümün Maskesi öyküsünü özetlersek Prens Prospero, kızıl ölüm hastalığından korunmak için kendini bir manastıra kapatır. Prens, birçok soyluyla birlikte, manastırın yedi farklı renkteki odasında maskeli balo düzenler. Partide gizemli biri ortaya çıkar, tüm odaları dolaşır. Prospero bu yabancıyla yüzleştiğinde düşüp ölür, bu yabancı Kızıl Ölüm’dür. “Kızıl Ölüm, çoktandır ülkeyi kırıp geçiriyordu. Hiçbir salgın bu kadar ölümcül, bu kadar korkunç olmamıştı. Avatarı ve mührü kandı, kanın kızıllığı ve dehşetiydi. Keskin sancılar, ani baş dönmeleri ve sonra gözeneklerden boşanan kanla geliyordu ölüm. Kurbanının bedeninde, özellikle de yüzünde beliren kızıl lekeler, hastalığın onu diğer insanların yardım ve sevgisinden yoksun bırakan belirtileriydi. Hastalığa yakalanma, hastalığın ilerlemesi ve sonun gelmesi topu topu yarım saatlik bir işti. Ama Prens Prospero mutluydu, yürekliydi, akıllıydı. Ülkesindeki halkın yarısı hastalıktan yok olup gidince, saraydaki şövalyelerle leydiler arasından sağlığı ve neşesi yerinde olan bin kişi çağırttı huzuruna, onlarla birlikte kale gibi bir manastıra, uzaklara çekildi.” (Kızıl Ölümün Maskesi) Poe’nin polisiyeye getirdiği yenilikleri sıralayalım: Bir entelektüel olan çözümleyici dedektif C. Auguste Dupin sayesinde neredeyse görünmez ipuçlarını yakalamasını ve onları bir araya getirerek sonuca ulaşmasını bilen bir dahidir. Öykülerinde entrikanın karmaşıklığı ve dedektifin hareket tarzı karşısında kafası karışan, gizemin ve gerilimin sürmesini sağlayan bir anlatıcı vardır. Poe öykülerindeki kurguda, okuyucunun bütün dikkatini gizem üzerine değil de dedektif öyküsü üzerine, bir gizemin çözülmesi için atılan çözümleyici adımlar üzerine odaklar. Dikkat, düğümün kendisinden çok düğümün açılması üzerine yoğunlaştırılır. Poe dedektif öyküsünü serüven öyküleri sınıfından çıkarıp, karakter portresi sınıfına sokarak onu edebi bir düzeye yükseltmiştir. 1843 yılında yayımlanan kısa öyküsü Kara Kedi anlatıcısının akıl sağlığının yerindeliğinden, yumuşak başlı, insancıl ve yufka yürekli oluşundan dem vurarak başlar, ama daha sonra şeytani yanının ortaya çıkışı ile devam eder. Bu ortaya çıkışın tetikleyicisi ise bir kara kedidir. Öykünün en belirgin yanı öykünün anlatıcısının güvenilemezliğidir. Çünkü anlatıcı kendi akıl sağlığından şüphe etmekte ve bunu tekrar tekrar dile getirmektedir. “Hayvanı görmek bile istemiyordum. Ama Pluto’ya yaptıklarımı düşününce bayağı utanıyor, bu yüzden kediye kötü davranmaktan çekiniyordum. Bir süre hayvana vurmadım, ama zamanla ona karşı büyük bir kin duymaya ve ondan vebadan kaçar gibi kaçmaya başladım. Bu kinimin nedeni, kediyi eve getirdiğimin ertesi günü, tıpkı Pluto gibi, bir gözünün oyuk olduğunu görmemdi. Gelgelelim bu durum, karımın kediye karşı daha acıyıcı, koruyucu davranmasına yol açtı. Çünkü daha önce söylediğim gibi, karımda acıma duygusu son kerte aşırıydı. Kediye olan tiksintim arttıkça, hayvan tersine, bana daha çok sokuluyordu. Evde nereye gitsem adım adım arkamdan geliyor, oturduğum iskemlenin yanına uzanıyor ya da kucağıma çıkarak yaltaklanıp duruyordu. Ayağa kalkıp yürüsem ayaklarımın arasına dolanıyor ya da tırnaklarını pantolonuma geçirerek üstüme doğru tırmanmaya çalışıyordu. Böyle anlarda kediyi bir vuruşta yok etmek istiyordum; ama biraz, daha önceki kötü anının yılgısı ve evet, buna inanın, daha çok da hayvandan korkum dolayısıyla böyle bir şey yapamıyordum. Bu korkuyu tanımlayacak sözcük bulamıyorum.” (Kara Kedi) Poe’nin 1843 yılında yayımlanan Gammaz Yürek öyküsü takıntılı ruh haliyle işlediği cinayette bir anlamda haklılığına bizi ikna etmeye çalışan, öte yandan vicdanıyla çatışmak zorunda kalan caninin anlatısıdır. “Ardından, hafif bir inilti duydum ve onun ölümcül korkunun iniltisi olduğunu biliyordum. Acı ya da keder inlemesi değildi o, ah, hayır! Korkuyla dolduğunda ruhun derinliklerinden gelen alçak, boğuk sesti. Sesi iyi tanıyordum. Pek çok gece, tam geceyarısı, bütün dünya uyurken, o ses, beni delirten korkuları şiddetlendirerek göğsümden taşardı. Söyledim ya, sesi iyi tanıyordum. Yaşlı adamın ne hissettiğini biliyordum ve içten içe gülmeme rağmen ona acıdım. Yatağında sıçradığında duyduğu ilk sesten beri uyanık olduğunu biliyordum. O andan itibaren korkuları giderek arttı. Korkularını nedensiz bularak hoş göstermeye çabaladı ama başaramadı. Kendi kendine, “Hiçbir şey değil canım olsa olsa bacadaki rüzgardır, sadece yerde yürüyen bir faredir” ya da “Sadece bir cırcırböceği cıvıltısıdır” deyip durdu. Kendini bu varsayımlarla rahatlatmaya çalışıyordu, ama hepsinin boşuna olduğunu anladı. Her şey boşunaydı, çünkü ölüm, yaklaşırken kara gölgesiyle, kurbanı sinsice çevrelemiş ve ağına düşürmüştü. Beni görmemesine ve duymamasına rağmen, kafamın odadaki varlığını hissettiren, algılayamadığı gölgenin sarsıcı etkisiydi.” (Geveze Yürek) Öykülerinde şiirsel ve dolayısıyla ahenkli bir anlatımın bulunması, şairliğini yazarlığına da yansıtmış olmasından kaynaklanır. Nitekim Poe, Kompozisyon Felsefesi adlı makalesinde, duyguları daha ziyade bir efekt olarak gördüğünden bahseder. Burada, Kuzgun adlı şiirini, seçtiği bir efekt etrafına ördüğünü belirtir. Poe’nin 1845 tarihli Kuzgun şiirinde, dizelerdeki kuş imgesi, adeta yalnızlığı ve kederi artıran bir unsur, siyah renkli ve gizemli kuzgun, hep süren yası simgeler. Kuzgun, Poe’nin dizelerinde acının evrensel simgesine dönüşür. Kalkıp haykırdım: “Getirsin ayrılışı bu sözlerin! Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan! Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın! Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan! Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan! “Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.” (Çeviri: Ülkü Tamer) 1847’de eşi Virginia’yı kaybeder, Poe’nin ölümünden sonra yayımlanan o çok bilinen şiiri Annabel Lee şiirini karısı için yazdığı düşünülüyor. Biz daha bahtiyardık meleklerden Onlar kıskandı bizi, Evet! Bu yüzden (şahidimdir herkes Ve o deniz ülkesi) Bir gece bulutun rüzgarından Üşüdü gitti Annabel Lee. Sevdadan yana, kim olursa olsun, Yaşça başça ileri Geçemezlerdi bizi; Ne yedi kat gökteki melekler, Ne deniz dibi Cinleri, Hiçbiri ayıramaz beni senden Güzelim Annabel Lee. (Çeviri: Melih Cevdet Anday) Edgar Allan Poe’nin öykü yazarlığının yanı sıra edebiyat eleştirmenliği de çok önemlidir. Antik çağların üç birlik kuralı temelinde modern edebiyat kuramı oluşturması, onun daha sonra Fransız simgeci şairleri tarafından öncü sayılmasını sağladı. Geliştirdiği edebiyat kuramını kendi öykülerinde geliştirerek kullanıyordu. Poe, yazdığı özgün metinlerle birçok yazarı, sanatçıyı derinden etkiledi. Vladimir Nabokov, Poe’nin Annabel Lee şiirini Lolitası’nda Humbert’in ilk aşkının adı olarak kullandı. Yine aynı romanda yazarın şiirlerinden bazı deyimler ödünç almayı da ihmal etmedi. Claude Debussy, Usher Konağı’nın Çöküşü’nü bir opera, Sergey Rahmaninov ise Edgar Allan’ın Çanlar şiirini koro için yazılmış bir senfoni olarak besteledi. Alan Parson’s Project grubunun 1976’taki çıkış albümü Tales of Mystery and Imagination (Gizem ve Hayalgücü Öyküleri) Poe’nin aynı adlı öykü kitabı üstüne kuruludur. Şarkıların adları öykü adlarıyla bire bir aynıdır. Joan Baez’in söylediği Annabel Lee ile Iron Maiden’ın Murders In The Rue Morgue şarkıları da bilinen Poe etkilerinden. Genç yaşta kaybettiği karısının ardından, alkolik olan ve dengesiz bir hayat süren Poe, 1849’un sonbaharında sokakta üstü başı yırtık ve kendinden geçmiş bir halde bulunduktan dört gün sonra 7 Ekim günü 40 yaşında ölür. Ölümüyle ilgili olarak birçok spekülasyon yapılır, bunlardan biri de o dönemde adam kaçırıp zorla içki içirerek sarhoş edip farklı yerlerde sahte oylar kullandırmasıyla tanınan bir çetenin eline düşerek alkolden zehirlenip öldüğü idi. Poe ile aynı yerde yaşamış, onunla şahsen de tanışmış Susan Archer Weiss, Poe’nin ölümünden bir süre sonra kaleme aldığı ve 1907 yılında yayınladığı inandırıcılık, içerik, hem de anlatım açısından zaman zaman yetersiz kalan Edgar Allan Poe’nin Ev Yaşamı kitabında şöyle diyor: “Başka bir erkeği etkilemeyecek olan içki Edgar’ı çarpardı… Başka birine birkaç bardağın yaptığı etkiyi Poe bir bardakta yaşıyordu… Aynı özellik kız kardeşinde de vardı. Alkole karşı dayanıksızlıkları genetik olarak geçmiş diyebiliriz ve herkesin bildiği aşırılıklarının sebebini alkole bağlayabiliriz.” * DERLEME, Aycan AYTORE KAYNAK: İNTERNET
- D GRUBU KURULDU
D Grubu. 1933 yılında, beş ressam (Zeki Faik İzer, Nurullah Berk, Elif Naci, Cemal Tollu, Abidin Dino) ve bir heykeltıraş (Zühtü Müridoğlu) tarafından kurulan sanatçı birliğidir. Sonradan Bedri Rahmi olmak üzere sanatçıların katılımıyla döneminin güçlü bir sanat GRUBU haline gelecektir. 1930'lu yıllar Grup; Osmanlı Ressamlar Cemiyeti, Sanâyi-i Nefîse Mektebi (Güzel Sanatlar Birliği) ve Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği'nden sonra Türkiye'de kurulan dördüncü sanatçı birliğidir. Buradan yola çıkarak Nurullah Berk'in önerisiyle Türkçe alfabenin dördüncü harfini kendilerine isim olarak seçerler. İlk sergilerini 1933 yılında, Narmanlı Yurdu'nda bulunan, Mimoza isimli şapka dükkanında açan grubun, sanatsal yönden temel çıkış noktaları; empresyonist eğilimleri reddetmek, kompozisyonu kübist ve konstrüktivist akımlarından esinlenerek sağlam bir desen temeline oturtmaktır. Grubun Türk resim sanatında önemli izler bırakmış bir diğer sanatçısı olan Bedri Rahmi Eyüboğlu da geleneksel folklorik motif ve desenleri, yaratıcı imgeleminde yeniden yorumlayarak kendine özgü bir biçim dili geliştirmiştir.
- Sennur Sezer
BAŞKALARININ ESKİLERİNİ GİYENLERİN ŞARKISI - Satın alınmış düşleri, bıkıp fırlattığınızda Ardınıza bakmayın Oradayım. Ayışığında bir öpüşme düşü, Eskitilmiş bir kadife bluz, sim işlemeli Ve yenilenen balayı, dantel askılı Yaramaz işime... ben üşüyorum. Sıcacık bir şey gereken Düşlerime. Yarım bırakılmış çorba, Geri çevrilmiş biftek ve “ihanet” yabancı bana İnce topukları yaz takunyalarınızın Bana kalın, yıkanmaya dayanıklı Akrabalar kadar tanıdık bir şey gerek Rengi de, rengi de olmalı elbet Yıpranmışlığımı örten. Dokunduğumda çocukluğumu düşündüren Gençliğim gibi sırrı açıklanmaz Kumaşlar satılmaz çarşılarınızda. Ağrılarıma göre tasarlanmadı giysilerinizin boyu. Bir korkuyu tanırsınız yalnız Yaşlanmak ve bırakılmak. Bende çeşidi var, Ama bitişmiyor sizinkilerle, Sevgiden doğuyor çoğu. Paramın yettiği bu tezgahta Satılan eskileriniz Ellerim değdikçe soluk alıyor Eskiyen siz misiniz? Sennur Sezer Sennur Sezer (d. 12 Haziran 1943, Eskişehir - ö. 7 Ekim 2015, İstanbul); Türk şair ve belgesel anlatılar yazarı. İlk şiiri 1958'de, ilk kitabı Gecekondu 1964 yılında yayımlanan Sezer, şiir, deneme, anlatı, inceleme türlerinde çok sayıda eser vermiştir. Gerçek ve müstear isimle özellikle Yeşilçam'a çok sayıda senaryo yazmıştır. Çeşitli ansiklopedi ve antolojilerin oluşturulmasında payı bulunan sanatçı[1] Emek Partisi'nin kurucuları arasında yer almıştır. Sezer, işçilerin, emekçilerin, kadınların her türlü hak arama, grev gibi eylemlerine destek vermiştir. Yazar Adnan Özyalçıner'in eşidir. Yaşamı 12 Haziran 1943'te Eskişehir'de dünyaya geldi. İlk şiiri 1958'de lise öğrencisiyken yayımlandı. 1959'da İstanbul Kız Lisesi'nin ikinci sınıfından ayrılıp Taşkızak Tersanesi'nde çalışmaya başladı. İlk şiir kitabı olan Gecekondu, 1964 yılında yayımlandı. 1965 yılında Varlık Yayınları düzelticiliğine geçtikten sonra ikinci şiir kitabı Yasak'ı (1966) yayımladı. 1967 yılında arkadaşı yazar Adnan Özyalçıner ile evlendi; iki çocukları oldu. 1977'de üçüncü şiir kitabı Direnç, 1979'da çocuklar için yazdığı Gerçeğin Masalı yayımlandı. 1982 yılına kadar çeşitli yayın evlerinde ve ansiklopedilerde düzelticilik ve metin yazarlığı yaptı. Çalışmalarını başta Günlük Evrensel ve Evrensel Kültür olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde yazarak, belgesel anlatılar hazırlayarak sürdüren Sezer, 7 Ekim 2015 Çarşamba günü hayatını kaybetti. Şiir Kitapları Gecekondu (1964) Yasak (1966) Direnç (1977) Sesimi Arıyorum (1982) Kimlik Kartı (ilk üç kitap, 1983) Bu Resimde Kimler Var (1986) Afiş (1991) Kirlenmiş Kağıtlar (1999) Bir Annenin Notları (Seçme Şiirler 2002) Dilsiz Dengbej (2001) Akşam Haberleri (2006) İzi Kalsın (2011)
- Elsa ve Louis Aragon
Nurten B. AKSOY * LOİS ARAGON * Siyasal eylemci ve komünizm yanlısı şair olarak bilinen, romancı, şair ve deneme yazarı Louis Aragon 3 Ekim 1897 de Paris de doğar. Önceleri Dadaizm akımının öncüleri arasında sayılan şair, sonradan Bréton, Soupaux ile birlikte 20. Yüzyılın en önemli şiir akımı olan Sürrealizm'in kurucularından biri olur. Edebiyatın hemen her türünde yazan ve Fransız ozanlarının en önemlilerinden biri diye bilinen Aragon’un altmış bir eseri yayımlanır. Bir burjuva ailenin oğlu olan Aragon, iyi bir öğrenim görür. Edebiyat çalışmalarına tıp fakültesinde okurken başlar ama tıp eğitimini tamamlamaz. Birinci Dünya Savaşının son yıllarında silah altına alınır. Savaştan dönen Aragon dönemin edebiyat çevresinin içinde bulur kendini ve ilk şiir kitabı olan Sevinç Ateşi’ni 1920 yılında çıkarır. Ardından yayınladığı Anicet ya da Panaroma adlı uzun hikayesi onun eşsiz hayal gücünü ve derin şiir duygusunu açıkça ortaya koyar ve edebiyat çevrelerinde büyük yankı uyandırır. ELSA KAGAN * 1896 yılında Moskova'da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Elsa Kagan'ın annesi müzik öğretmeni, babası ise avukattır. Kız kardeşiyle birlikte çok iyi bir eğitim gören Elsa mükemmel Almanca ve İngilizce konuşup piyano çalar, ayrıca Moskova Mimarlık Akademisini de bitirerek iç mimar olur. Şiiri çok seven Elsa 1915 yılında şair Vladimir Mayakovsky ile tanışır, şaire aşık olur ve ondan etkilenir ama Mayakovski Elsa’yı değil kız kardeşini seçer ne yazık ki… Elsa, 1918'de Rus İç Savaşı sırasında bir Fransız süvari subayı olan Andre Triolet ile evlenip Fransa'ya göç eder. Ancak Triolet ile yaptığı evliliğinde mutlu olamaz. Mayakovsky'nin ve diğer Rus şairlerinin şiirlerini Fransızcaya çevirerek vaktini geçiren Elsa daha sonra Triolet'den boşanır. Elsa 1920 yılında Tahiti'ye yaptığı seyahati, mektuplarıyla arkadaşı Victor Shklovsky'ye anlatır. O da mektupları Maksim Gorki'ye gösterir. Yazıları beğenen Gorki mektupların sahibinin yazarlığı düşünmesi gerektiğini söyler ve Elsa’nın böylece başlayan yazı hayatı, 1944 yılında Fransız edebiyatının en önemli ödülü olan Goncourt ödülünü kazanmasıyla devam eder. Elsa Triolet bu ödülü kazanan ilk kadın yazar olur. İlk eşinden 1920 yılında ayrılan Elsa artık Paris’te yaşamaya başlar ve 1928 yılında, tanıştıklarından sonra geri kalan yaşamı boyunca hep kendisi için şiirler yazacak olan, Louis Aragon ile tanışır. Birbirlerine aşık olurlar, özellikle Aragon Elsa’nın gözlerine vurulur. Elsa'nın Gözleri * Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm Orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde Uçsuz bir denizdir bulanır kuş gölgelerinde Sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer Yaz meleklerin eteklerinden bulutlar biçer Göklerin en mavisi buğdaylar üzerinde Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgar Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince Camın kırılan yerindeki maviliğini de Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar Ben bu radyumu bir pekbilent taşından çıkarttım Benim de yandı parmaklarım memnu ateşinde Bulup yeniden kaybettiğim cennet ülke Gözlerin Perumdur benim Golkondum, Hindistan'ım Kainat paramparça oldu bir akşam üzeri Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa'nın Gözleri, Elsa'nın gözleri, Elsa'nın gözleri. Lois ARAGON * ARAGONLAR * 1939 yılında evlenen bu iki güzel insan, Fransız yurt severlerinin Nazilere karşı İkinci Dünya Savaşı boyunca yapmış olduğu direniş hareketi sırasında, Fransa’nın güneyinde kimliklerini gizleyerek etkin bir şekilde mücadeleye katılırlar. Pek çok edebiyatçının otellerde yaşadığı 2. Dünya Savaşı yıllarında Paris’in küçük otelleri de birçok entelektüeli barındırıyordu. İşte o günlerde artık bir efsane olan Elsa Triolet ile Louis Aragon’un aşkı da çoğunlukla Montparnasse’daki Istria otelinde yaşayan bir efsaneye döner. Louis Aragon, bu süre içinde yazdığı yurtsever şiirlerle dünyaca ün kazanır. Öyle ki bu yapıtlarından dolayı, büyük şaire Komünist Partisi üyesi olmasına rağmen, resmi askeri madalya bile verilir. Aragon, büyük bir şair, iyi bir romancı, siyasi mücadelelere girmiş cesur bir adam, halkının taptığı bir kahramandır artık ve Elsa için yazdığı şiirleri herkes tarafından okunur, sevilir ve ezberlenir… 1951 yılında Aragon, eşi ve yoldaşı Elsa’ya bahçeli bir ev armağan etmek ister. Hayli varlıklı bir dostları olan fotoğrafçı Bresson’dan altı hektarlık bir ormanın içindeki eski bir su değirmenini satın alır. Değirmeni, yaşanacak bir ev olarak düzenleyen iç mimar ise Elsa olur. Ünlü ressam Picasso, Pablo Neruda, Paul Eluard, Jean Richard Bloch, bu evin sürekli konukları olurlar. Abidin Dino ve Nazım Hikmet de zaman zaman bu eve konuk olanlar arasındadır. 16 Haziran 1970 günü Elsa, Aragon’un dediği gibi, o yağmur renkli gözlerini bir daha açmamak üzere kapatır ve vasiyet ettiği gibi değirmenin bahçesine gömülür. Yalnız Bir ARAGON * Yüreği bu büyük ayrılık acısıyla yanan Aragon, eşi ve yoldaşı Elsa’sına şu dizelerle seslenir: “Nerdesin gecemin zevki / Yok oluveren kaçağım / Sultanım eğrelti saçlım / Ey gözleri yağmur rengi…” Elsa’nın 1970 yılında kalp krizi geçirerek aniden ölümünden sonra Aragon için Paris yakınlarındaki o güzel değirmenli bahçede özlem dolu, hüzünlü, zor günler başlar. Elsa’ya özlemi her geçen gün artan Aragon bir gün ona ait hatıralar bulabilmek için çekmeceleri karıştırırken bir mektup bulur. O mektupta Elsa’nın birlikte olduğu ve olmayı düşündüğü kalabalık bir sevgililer listesini görünce tüm dünyası yıkılır. Elsa’nın belki de bir nemfomani hastası olduğunu gösteren notunda şunlar yazmaktadır: “Herkes beni sevsin...Bütün erkekler bana hayran olsun istiyorum...” Aragon’un bundan sonra mutlu olması mümkün olmaz. Fakat o yine de “ölüler savunmasızdır, kitaplarımız bizi savunacak” diyerek yücelik gösterir ve bu acıya 24 Aralık 1982 tarihinde ölünceye kadar katlanır. Öldüğünde vasiyet ettiği gibi sevdiği kadın Elsa’nın yanına gömülür. Şimdi mutlu mu mutsuz mu olduklarını bilemediğimiz o iki insan, o bahçeli evde yan yana yatmaktadırlar. Ne Gelir Elimden Bak nasıl oyulmuşum unutuluşla Oyulup çizilip kırışıp delik deşik olmuşum unutuşla Yok artık bildiğim tek şey kendimden Cehennemim senin cehennemin Üstünde yara izlerinden başka damga yok Senin acı çektiğin yerde Bıçak derin iz açtı bende Çentik çentik oldum Senin acı çektiğin yerde Yalnız senin çektiğin acıyla dolu bütün belleğim Yalnız seninle kanıyor bütün belleğim İşte ezik içinde dizlerinin dibinde senin Louis Aragon (Çeviren: Sait Maden) 24.12.2019
- Annabel Lee
Edgar Alain Poe * Senelerce senelerce evveldi Bir deniz ülkesinde Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz İsmi; Annabel Lee Hiç birşey düşünmezdi sevilmekten Sevmekten başka beni O çocuk ben çocuk, memleketimiz O deniz ülkesiydi Sevdalı değil karasevdalıydık Ben ve Annabel Lee Göklerde uçan melekler Kıskanırlardı bizi Bir gün işte bu yüzden göze geldi O deniz ülkesinde Üşüdü bir rüzgarından bulutun Güzelim Annabel Lee Götürdüler el üstünde Koyup gittiler beni Mezarı oradadır şimdi O deniz ülkesinde Biz daha bahtiyardık meleklerden Onlar kıskanırdı bizi Evet! Bu yüzden 'Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi' Bir gece rüzgarından bulutun Üşüdü gitti Annabel Lee Sevdadan yana kim olursa olsun Yaşca başca ileri Geçemezlerdi bizi Ne yedi kat göklerdeki melekler Ne deniz dibi cinleri Hiç biri ayıramaz beni senden Güzelim Annabel Lee Ay gelir ışır, hayalin erişir Güzelim Annabel Lee Orda gecelerim uzanır beklerim Sevgilim sevgilim hayatım gelinim O azgın sahildeki Yattığın yerde seni... Çev. Melih Cevdet Anday Edgar Allan Poe Doğum : 19 Ocak 1809 Boston, Massachusetts ABD Ölüm 7 Ekim 1849 (40 yaşında) Baltimore, Maryland ABD Korku temalı öyküleriyle de tanınan POE'nun dünyaca ünlü Kuzgun, Annabel Lee gibi... şiirleri de vardır. Eureka adlı kitabının başlangıcında "bu kitabı, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum! " ile yaşadığı dünyanın çirkinliklerinden düşlere sığındığını belirten; yazdığı şiirlerle, hikayelerle protestosunu ilan eden yazar, şair, şiirlerinde hüzün ve isyan vardır. Aşağıda bazı şiirlerinden alıntılarla kendisini tanıyalım. "Başkaları gibi değildim çocukluktan beri, Görmedim başkalarının gördüğü gibi- Ortak bir pınardan almadım tutkularımı, Aynı kaynaktan almadım kederimi. Uyandıramadım yüreğimi sevince aynı seste Ve sevdiğim her şeyi yalnız sevdim." *** "Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının Haykırışları içinde duruyorum: Ve altın kum taneleri Tutuyorum avucumda- Ne kadar az! Ama nasıl da Süzülüyorlar parmaklarımın arasından derinlerine" *** Benim bir şiirim olmalı !’ dedi insan. Şiirden önce sevdan olmalı!’ dedi, kırlangıç… *** Siz duygularımın aşırı güçlü oluşunu, delilik zannediyorsunuz. *** “Mutluluk bilginin kendisinde değil bilginin edinilmesi sürecindedir.” *** Çoğunlukla şiir ve kısa öykü yazdı. Özellikle gizem ve makabr öyküleri ile tanınır. ABD'de ve Amerikan edebiyatında Romantizm akımının önemli figürlerinden biri olmasının yanı sıra ülkesinde kısa öykünün ilk yazarlarından sayılır. Genellikle polisiye türünün mucidi olarak kabul edilmesinin yanında ayrıca yeni ortaya çıkmakta olan bilimkurgu türüne de katkıda bulunduğu öne sürülür. Yaşamını yalnızca yazdıkları ile sürdürmeye çabalayan ilk tanınmış Amerikan yazarı olan Poe'nun yaşamı ve kariyeri ekonomik güçlükler içinde geçmiştir 1845 Ocak ayında yayımladığı Kuzgun şiiri ile büyük bir başarı kazandı. Şiirin yayımlanmasından iki yıl sonra eşi veremden öldü. Yıllar boyunca, sonradan The Stylus diye adlandırılan The Penn adını verdiği kendi dergisini yayımlamayı planlamıştı ama dergi basılamadan, Baltimore'da 7 Ekim 1849'da 40 yaşında öldü. Ölüm sebebi bilinmemekle birlikte hastalık, alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı, intihar veya diğer sebeplerden öldüğü ileri sürüldü. Edgar Allan Poe 'nun maviADA'da yayınlanan öteki yazılarını okumak isterseniz tıklayın Biyografi kaynak: Wikipedia.. 24.10.2022
- BİR ANKARA MASALI
AYTEN MUTLU 6 Ekim 1952 tarihinde Bandırma'da doğdu. Şiir kitapları var. maviADA'da yazılarıyla aralıklı olarak yer aldı, etkinliklerimizde roller üstlendi. Yalova Etkinliklerinde şiir alanındaki konuşmacılarımızdan biriydi. 2013 Nisanında Ulusal Tv'de Öner Yağcı'nın sunduğu programda Şenol Yazıcı'yla birlikte konuşmacıydı. varsın ve yoksun böyle başladı masal ve hiç bitmedi hangi ayrılıktı, bittiği yerde başlayan yeni baştan metal ve akik, demir ve tüy fırtına ve esmeyi unutan rüzgâr bütün kaçışlar bir kavuşmaydı melekler şehrinde yılanı ağzında elmayla dolaştıran Eylül çarşısı eylül kokardı elinde kırık gözlüğün, bir fotoğraf, Ahmet abi anılar, hiç okunmamış kitaplar gibi mahzun ne çok beklemiştim ve gelmemiştin kan kusuyordu hastane koridorları ve bahar nasıl da yalnızdı o 87 baharı hangi ayrılıktı, hiç bilmiyorum hangi kavuşmaydı telefondaki sesin 93 yazı yani 30 Haziran Yani Temmuz başını uzatmadan cehennem otelinden meğer veda, meğer aşk, meğer sesin son defa uçurum içimizdedir derdin hep isimsiz bir keder bir beyaz gemi alıp götürür ve getirirdi seni bir uçurum imgesiydin belki sen bir dağın doruğunda ovaları bekleyen bir “yasemin öpüş” kadar gerçektin oysa gerçektin “eylül” kadar, gerçekti temmuz, o orak ayı geri dönüşler çağı, unutulmayan şarkı ah, biliyor musun, Orhan abi de öldü, öyle sessizce bir başına, ölüverdi, şimdi dağılan toz yarım kalan bir tablo, şaha kalkıp sonsuza dek öylece kalan atlar ülkesi de öldü biliyor musun susuyorsun yayından fırlıyor ok şaşkın bir yalnızlığı delerek giriyor etimin tuğlalarına bir gül oluyor önce, sonra eski bir veda bilmiyorsun o masal devam ediyor hâlâ AYTEN MUTLU 6 Ekim 1952 tarihinde Bandırma'da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Bandırma'da tamamladı. 1975 yılında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun oldu. 1977 yılında bir kamu bankasında çalışmaya başladı, 1998 yılında emekli oldu. İlk şiir, hikâye ve denemeleri, ortaokul yıllarından itibaren yerel gazetelerde yayımlanmaya başladı. Sonraki yıllarda şiir, deneme ve çevirileri çeşitli dergilerde yer aldı. Şiir yazıları ve çevirileriyle tanındı. Tabiat, zaman, aşk ve toplum gibi terimler şiirlerinin ana konusu oldu. Feminist şair Yunan mitolojisinden faydalanarak kadının toplumdaki yerini sorgular. Bir sürede maviADA Dergisinde yazdı.
- Alfred Lord Tennyson
Terk Edilmiş Ev * Alfred Lord Tennyson * Yaşam ve düşünce yan yana uzaklaşır. Kayıtsız kiracılar kapı ve pencereyi bırakan açık, pencerelerde ışık yok kapı menteşelerinde ses. Kapat kapıyı ve panjurları pencerelerden göreceğiz terkedilmiş karanlık ev çıplak ve boş. Çık gel, yok şenlik daha ve neşe yaratan ses burda. Yeryüzüne inşa edilen ev devrilir tekrar toprağa. Çık gel, yaşam ve düşünce barınmaz artık burda. Ama, muhteşem bir şehirde - büyük ve uzak bir şehir - alınan yıkılmaz bir konak, kalır mıydı bizimle. Çeviren; Gökhan OFLAZOĞLU * Alfred Lord Tennyson Alfred Tennyson, 1. Baron Tennyson, FRS (6 Ağustos 1809, Somersby, Lincolnshire - 6 Ekim 1892, Lurgashall,, Batı Sussex), İngiliz şair. Kraliçe Victoria'nın hükümdarlığı sırasında Birleşik Krallık'ın devlet şairiydi. İngilizce dilinde en popüler şairlerden biri olmaya devam etmektedir. Hayatı Rahip bir din adamı olan George Clayton Tennyson'ın oğlu olarak dünyaya geldi. Okula gitti ise de başarısız olan Alfred, okuma yazmayı ve temel eğitimi babasından aldı. Küçük yaşlarda edebiyatla tanışan Alfred'in çok sayıda edebi eseri vardır
- EY ÖZGÜRLÜK
Niyazi UYAR* Ey özgürlük, Sen ekmek su gibi aziz, Ay’la güneş kadar lüzumlusun! Sen var ya sen, Nelere kadirsin, ah bir bilsen! Bilemezsin, Ey özgürlük, Sen yalnızca bir kavram değilsin, Sen ondan çok ötesin! Sen benim gizli sevdamsın, Sen benim, Kıvır kıvır sarı saçlım, Meşeli Tepenin mavilisi, Kara kısrak sekişlinin ürkek gözlerisin! Ey özgürlük, Sen var ya sen, Sen cismani değil, Sen benim ruhumun bam telisin. Ben var ya ben, Kimim ben Ben, özgürlüğün şairi, Ben, aşk şiirlerinin Mihenk taşı, Gizli saklı duyguların şimal yıldızıyım! Ey özgürlük, Ben kimim? Ben Necatigil’in “Gizli Sevda’sının ruhu, Kıymetlimin aydan arı, Günden duru, Geceleri rüyasından çıkmayan biriciğiyim. Kimim ben? Hayallerin, rüyaların pembelisi, Kara kısrak sekişlinin Gönül teli, Musevi Kızı Ester’ in beyefendisi… Ey özgürlük, Sen nesin, diyeyim mi? Sen soyutsun, Sen ütopyasın, Sen pembe bir hülya, Sen zincire vurulmuş, Dişi bir kaplansın! Ey sevgili, Sen var ya sen, Özgürlüğü elinden alınmış, Kıymetlimsin! Ey özgürlük sen var ya sen, Sen Vatan Şairi ’inin esri aşkısın, Ey özgürlük sana selam olsun!
- Kırılmış Dalın Hikâyesi
HALİL ERGÜN * Kara kış gibi ayrılık Gönüller har ateşe dönmüşken Sıcacık bir yuva olmuşken Kapıyı pencereyi açmayacaksın Ya sen üşürsün ya da o Biri illa çekip gidecek, Birde yalnızlık var tabi Yağmur misali yağar hüzünler Şemsiye kâr etmez illa ıslanırsın Sığınacak bir yer ararsın, bulamasın Bulsan bir dakika duramazsın, ısınamazsın İlla onun gibi bakacak, gülecek Sesi de aynı olsun Hatta aynı kişi olsun Sonra anlarsın Sen sığınacak bir yer aramıyorsun Sen onun gönlünde buz tutmak istiyorsun O olmazsa hayatı yarım sayarsın Çünkü bütün şarkıları, şiirleri Gülünecek en güzel anıları Kurulacak en güzel hayalleri Onunla kurmuşsunsun Bir bardak çayın sefasında Bir parça simidi bölüşmüşsünüzdür Kısacası artık içinize işlemiştir Bir yerde karşılaşınca Kalbiniz yerinden çıkar adeta Gözlerinden aynısı hissettiğini anlarsınız Artık bir araya gelmeniz çok zordur ama Sahte gülümsemenizi atar Evi barkı olmayanlar gibi Az önce dayak yemiş gibi Başınızı eğer ve gidersiniz * Halil ERGÜN Halil İbrahim Ergün (d. 8 Eylül 1946, Müşküle ), Türk tiyatro , sinema ve dizi oyuncusu . Hayatı 8 Eylül 1946 tarihinde Bursa 'nın İznik ilçesinin Müşküle köyünde doğdu. İlk ve ortaokulu İznik 'te okudu. İstanbul Haydarpaşa Lisesi ve Bursa Atatürk Lisesinde okuduktan sonra Pertevniyal Lisesi 'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi 'nde okudu. Halk Oyuncuları'nda Teneke adlı oyunla profesyonel oldu. Vasıf Öngören , Mustafa Alabora ve Erdoğan Akduman ile Ankara Birlik Tiyatrosu 'nu kurdu. Son olarak, 2006-2010 yılları arasında Kanal D 'de yayımlanan Yaprak Dökümü adlı dizide Emekli Kaymakam "Ali Rıza Tekin" karakterini canlandırmıştır. OYUNCUnun şiir çalışmaları da bulunmaktadır. İstanbul 'da yaşamaktadır.
- Otuz Beş Yaş
CAHİT SITKI TARANCI * Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider. Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allahım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz; Yıllar yılı dost bildiğim aynalar? Zamanla nasıl değişiyor insan! Hangi resmime baksam ben değilim. Nerde o günler, o şevk, o heyecan? Bu güler yüzlü adam ben değilim; Yalandır kaygısız olduğum yalan. Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız; Hatırası bile, yabancı gelir. Hayata beraber başladığımız Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız. Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç fark ettim taşın sert olduğunu. Su insanı boğar, ateş yakarmış! Her doğan günün bir dert olduğunu, İnsan bu yaşa gelince anlarmış. Ayva sarı nar kırmızı sonbahar! Her yıl biraz daha benimsediğim. Ne dönüp duruyor havada kuşlar? Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim? Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar? N’eylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanmadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak. Taht misali o musalla taşında. * Cahit Sıtkı Tarancı * 4 Ekim 1910’da Diyarbakır’da doğan sanatçı Galatasaray Lisesi’nden mezun olmuştur. Mülkiye Mektebi’ne (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) devam etmiş, bir süre de Ankara Yüksek Ticaret Okulu’nda öğrenim görmüştür. Sümerbank’ta memur olarak çalışan Tarancı 1939’da Paris’e gitmiş, Paris Radyosu’nda Türkçe yayınlar spikerliği yapmış ve II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla yurda dönmüştür. Dönüşünde çevirmenlik yapmış ve Çalışma Bakanlığı bünyesinde bir süre görev almıştır. Geçirdiği kısmi felç sonucu konuşma yeteneğini yitiren sanatçı, tedavi için götürüldüğü Viyana’da 12 Ekim 1956’da 46 yaşındayken yaşamını yitirmiştir. Edebi Kişiliği: * 1946 yılında Otuz Beş Yaş şiiriyle şiir yarışmasında birincilik kazanan şair, herkes tarafından ölüm şairi olarak tanınmıştır. Yolun yarısının 35 olduğunu dile getiren şair 46 yaşında ölmüştür. Cahit Sıtkı hece veznine ve kafiyeye sonuna kadar bağlı kalmış, şekle düşkün bir sanatçıdır. Hece ölçüsünde değişmeyen kalıpların duraklarını atarak heceye yeni bir bakış açısı getirmeye çalışmıştır. Garipçilerin etkisiyle yazdığı serbest şiirleri de vardır. Dili son derece canlı, saf ve temiz olan Cahit Sıtkı, uzun cümlelerden kaçmış, bol ve güzel halk deyimleri kullanmış, ahenkli bir dille şiirlerini meydana getirerek başarılı bir üslup oluşturmuştur. Şiirlerinde günlük aşklar, gençlik, insanlık tasaları, mutluluklar, kısa süreli dertler, yaşama sevinci gibi konuları işleyen sanatçı birçok şiirinde kendisini anlatmış; ölüm korkusunu açığa vuran, karamsar bir ruh hali ile yaşama sevgisi arasında gelgitler yaşadığı şiirler kaleme almıştır. Şiirlerinde derin bir düşünce, fikir ve felsefe bulunmamaktadır. Baudlaire’e özenen Cahit Sıtkı, sembolizm ve romantizmin etkisinde kalmıştır. Şiir türü kadar başarı sağlayamamış olsa da deneme, mektup, hikâye, makale gibi türlerde de yazmıştır. Şair, çocukluk arkadaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektupları “Ziya’ya Mektuplar” adıyla yayınlamıştır. Kısaca özetleyecek olursak; Sanatta insanı, bireyi ön planda tutmuştur. Ona göre: “İnsanoğlu, dünyanın en zengin madenidir.” Sanat için sanat anlayışına bağlı kalmıştır. Şiirde, sanatını toplumsal ideolojinin emrine vermeyi düşünmemiştir. Başlangıçta şiirleri, Fransız şairlerinin etkisindedir. Daha sonra halk şiirinden de yararlanarak kendine özgü şiir tarzı ortaya koymuştur. Sembolizmin; özellikle Verlaine, Baudelaire gibi şairlerin etkisinde kalmıştır. Halk edebiyatının genel öğeleri olan hece ölçüsünü, deyimleri, tekerlemeleri başarıyla kullanmıştır. “Ölüm”, şiirlerinde en çok işlediği temadır. “Yaşama sevinci” şiirlerinde ele aldığı temalardandır. Otuz Beş Yaş adlı şiiriyle bir şiir yarışmasında birinci olduktan sonra üne kavuşmuştur. Çok yalın ve ahenkli bir şiir dili kullanmış, konuşma dilini şiire yansıtmıştır. Eserleri: Şiir: Ömrümde Sükût, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel, Sonrası Mektup: Ziya’ya Mektuplar * Derleyen :Nurdan B.Aladağ
- Serseri
SERGEİ YESENİN * Islak süpürgesiyle yağmur süpürür Döküntüsünü kırlarda söğütlerin. Tükür yaprakları rüzgâr, öbek öbek tükür! Ben de senin gibi bir serseriyim. Tembel yürüyüşlü mandalar gibi Sık ve mavi ormanlarda ağaçların da Gömüp dizlerine dek gövdelerini Böğürmeğe koyulmasını isterim. ... Rusya, ormanlar ülkesi Rusya'm benim! Ben seni çığırmış olan tek ozan, Nanelerle rezedelerle besledim O hayvanî hüznü şiirlerimden taşan. ... Çoktan solup gitti başımdaki çalılık çoktan, Şarkıların zindanında işte çürümekteyim. Gönül sürgününde değirmen taşını mısraların Döndür babam döndürmeğe mahkûm edildim. Ama sen gene korkma tükür deli rüzgâr Yapraklarla ört üstünü çimenlerin. Bak bana hâlâ "şair" diyorlar Oysa ben de senin gibi bir serseriyim. / 3 Ekim 1895 -28 Aralık 1925 Rusya'nın Ryazan bölgesinde Konstantinovo (bugün Yesenino) köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak 1895'te doğdu. Dokuz yaşındayken şiir yazmaya başladı. 1912'de düzeltmen olarak çalıştığı yayınevi tarafından Moskova'ya gönderildi. Ertesi yıl Moskova Devlet Üniversitesinde dışardan öğrenci olarak katıldı ve bir buçuk yıl boyunca orada çalıştı. 1915'te Alexander Blok, Sergei Gorodetsky, Nikolai Klyuev ve Andrey Bely gibi şairlerle tanışmak için St. Petersburg'a gitti. Alexander Blok'tan şairlik kariyeri açısından büyük destek aldı. 1916-1917'de, askere çağrıldı. I. Dünya Savaşının patlak vermesinden sonra devrimin daha iyi bir yaşam sağlayacağına inandı ve Ekim Devrimini destekledi. Fakat daha sonra Bolşevizmin kurallarını kritize ederek bunları şiirlerine yansıttı. Ağustos 1917'de, daha sonra Vsevolod Meyerhold'un eşi olan aktris Zinaida Raikh ile evlendi. Eylül 1918'de kendi yayınevini kurdu. 1921'in sonuna doğru ressam Gheorghi Yakulov'i ziyaret ettiği sırada, 44 yaşında olan dansçı Isadora Duncan ile tanıştı. 1922 yılında evlendiler. Birlikte Avrupa ve Amerika seyahatleri yaptılar. Yesenin'in içki sorunu; onu otel ve lokanta gibi yerlerde taşkınlık yapmasına sebep oldu. Mayıs 1923'de Duncan'den ayrılıp Moskova'ya döndü. 1924'te Tavern Moscow ve Confessions of a Hooligan, 1925'te ise Desolate and Pale Moonlight ve The Black Man'i yayınladı. Sergei Yesenin, psikolojik bir rahatsızlık yaşadı ve bir ay akıl hastanesinde kaldı. Noel için hastaneden çıkarıldıktan birkaç gün sonra, 27 Aralık 1925'te İngiltere Oteli'ndeki odasında kendini asarak intihar etti. Cesedinin yanında, intiharından bir gün önce bileklerini kesip kendi kanıyla Mayakovski' ye yazdığı veda şiiri bulundu. Sergei Yesenin, Moskova'nın Vagankovskoye mezarlığına defnedildi. Rusya'nın en popüler şairlerinden birisi olması ve cenazesi için devlet töreni düzenlenmesine rağmen Josef Stalin ve Nikita Khrushchev'in başkanlığı esnasında, eserlerinin büyük bölümü Kremlin tarafından yasaklandı. Nikolay Bukharin'in Yesenin'i eleştirisi , önemli şekilde yasaklamaya katkıda bulundu. Eserleri yeniden ancak 1966'da yayınlandı. BUKHARİN'E ne mi oldu? Devrimden sonra önemli görevler aldı, Pravda'yı yönetti... ve STALİN'in korumasına rağmen Buharin tutuklandı,STALİN araya girince salıverildi. 1934 yılında İzvestiya'nın editörlüğüne atandı ama 1937 yılında Sovyet devletini devirmeye çalışmak suçuyla tekrar tutuklandı. Mart 1938'de yargılandı ve NKVD tarafından Moskovada kurşuna dizilerek idam edildi. YESENİN'in Eserleri The Scarlet of the Dawn (1910) The high waters have licked (1910) The Birch Tree (1913) Autumn (1914) The Bitch (1915) I'll glance in the field (1917) I left the native home (1918) Hooligan (1919) Hooligan's Confession (1920) I am the last poet of the village (1920) Prayer for the First Forty Days of the Dead (1920) I don't pity, don't call, don't cry (1921) Pugachev (1921) One joy I have left (1923) Anneden mektup - П и с ь м о о т м а т е р и (1924) Tavern Moscow (1924) Confessions of a Hooligan (1924) Lenin - Л е н и н (1924) Desolate and Pale Moonlight (1925) Kara adam - Ч ё р н ы й ч е л о в е к (1925) To Kachalov's Dog (1925) Elveda dostum benim, Elveda - Д о с в и д а н ь я , д р у г м о й , д о с в и д а н ь я (1925) * KAYNAK:ANTOLOJİ.COM
- Lois ARAGON
Mutlu Aşk Yoktur * İnsan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an Mutlu aşk yoktur Hayatı bu silahsız askerlere benzer Bir başka kader için giyinip kuşanan Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan Onlar ki akşamları aylak kararsız insan Söyle bunları Hayatım ve bunca gözyaşı yeter Mutlu aşk yoktur Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri Ve hemen can verdiler iri gözlerin için Mutlu aşk yoktur Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine Mutlu aşk yoktur Bir tek aşk yoktur acıya gark etmesin Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin Mutlu aşk yoktur ama Böyledir ikimizin aşkı da * Louis ARAGON -VİDEO'dan ZÜLFÜ LİVANELİ'nin sesinden MUTLU AŞK YOKTUR şarkısını dinleyin. - Louis ARAGON * ( 3 Ekim 1897, Paɾis - ö. 24 Aralık 1982, Paris) Siyasal eylemci ve komünist şair, romancı ve deneme yazarı. Çağdaş Fransız ozanlarının en önemlilerinden biri olarak bilinir. Türkçede Livanelli'nin de şarkısını yaptığı Mutlu Aşk Yoktur adıyla çevɾilen şiiɾiyle tanınıɾ. Önceleɾi, Dada akımının öncüleɾi aɾasında sayılıyoɾdu, sonɾadan Andɾé Bɾeton ve Philippe Soupault ile biɾlikte bu yüzyılın en önemli şiiɾ akımı olan Süɾɾealizm'in kuɾuculaɾından biɾi oldu. Şiiɾ, ɾoman, eleştiɾi, deneme, çeviɾi olaɾak 61 kitaρ yayımladı. Aragon'un ünü, II. Dünya Savaşı'nda gizli karşı koyma hareketiyle daha bir büyümüştür. Le Paysan de Paris adlı romanı, gerçeküstücülüğün en güzel örneklerinden biri olarak gösterilmektedir. Charles d'Orléans'dan, Victor Hugo'ya değin uzayan bir şiir ςizgisini sürdürür Aragon. Açık yazan ozanlardandır, birçok şiirleri bu yüzden şarkı haline getirilmiştir. Aragon romancı olarak da ün yaρmıştır, çağdaş romanında önemli bir yer tutar. Le Paysan de Paris adlı romanı, gerçeküstücülüğün en güzel örneklerinden biri olarak gösterilmektedir. Birkaç çevirisi de vardır. 24 Aralık 1982'de Paris'te ölmüştür. “Ölüler savunmasızdır, kitaplarımız bizi savunacak ,”diyen Aragon, 24 Aralık 1982' de öldüğünde vasiyeti üzerine sevdiği kadın Elsa’nın yanına gömülmüştür. ARAGON'un Hayatında ELSA''nın Rolü 1896 Moskova doğumlu bir Rus olan Elsa, ilk eşinden 1920 yılında ayrılıp Paris’te yaşamaya başlar. 1937'de yayınlanan İyi Akşamlar Thérèse adlı romanıyla kendinden söz ettirmeye başladı. Alman işgali sırasında, 1943'te yayınlanan Beyaz At, büyük beğeniyle karşılandı ve Elsa Triolet'yi yaygın bir üne kavuşturdu. 1928 yılında, tanıştıklarından sonra geri kalan yaşamı boyunca hep kendisi için şiirler yazacak olan, Louis Aragon ile tanışır. Birbirlerine aşık olurlar, özellikle Aragon Elsa’nın gözlerine vurulur. 1939 yılında evlenirler. Elsa, Aragon'u Fransız Komünist Partisi'ne girmesi konusunda etkiledi. Triolet ve Aragon Fransız anti-faşist hareketinde görev aldı. Elsa Triolet 1944 yılında Fransız edebiyatının en önemli ödülü olan Goncourt ödülünü kazandı. Bu ödülü kazanan ilk kadın oldu. İkili, Fransız yurtseverlerinin Nazilere karşı İkinci Dünya Savaşı boyunca yapmış olduğu direniş hareketi sırasında, Fransa’nın güneyinde kimliklerini gizleyerek etkin bir şekilde mücadeleye katılırlar. Elsa'nın Gözleri ... öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de bütün güneşleri orada gördüm , orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde, ............... Dünyaya ezberlettiği şiirlerde anlattığı Elsa'dır, Elsa Triolet. Evlenirler . Lois, dillere destan olan bir aşkın kahramanı yapar Elsa'yı... -Lois Aragon, Elsa Triolet, Andre Breton, Paul Eluard, Maria Benz- "Ne zaman ki bir kadını, "dişi'' değil, ''kişi'' olarak görürsek işte o zaman uygar ve medeni bir toplum oluruz," diyecek kadar aşkın bir dünya görüşüne sahip Aragon, en büyük acısını da onca değer verdiği sevgilisi Elsa eliyle yaşayacaktır. 16 Haziran 1970 günü Elsa ölünce, ondan 12 yıl sonra ölecek olan Aragon’u zor günler bekler. Bir gün karıştırdığı çekmecelerden birinde Elsa'nın bir listesini bulur. Elsa’nın birlikte olduğu ve olmayı düşündüğü kalabalık bir sevgililer listesini görünce tüm dünyası yıkılır. 24 Aralık 1982'de ölür. * DERLEME, DÜZENLEME: Şenol YAZICI
- Parça
Foto: Yusuf Erbay YUSUF ERBAY * kıyıda eriyor dalgadan kalan deniz parçası… çınara yağıyor rüzgârdan kalan bulut parçası… (dallara takılı martıdan düşen kanat parçası) -şiir oluyor unuttuğun sevda parçası-
- Bir SANATÇI Bir FİLM
BİR SANATÇI Robert Redford * Eylül 2025'te kaybettiğimiz ünlü oyuncu, yönetmen, yapımcı Robert Redford Jr. 18 Ağustos 1936 - 16 Eylül 2025 arasında yaşadı. Akademi Ödülü sahibi yönetmen, Amerikalı oyuncu , direktör, yapımcı ve iş insanıydı. Sundance Film Festivali 'nin kurucusu olan Redford, 1981 yılında yönetmenliğini yaptığı Ordinary People filmi ile En İyi Yönetmen Akademi Ödülü 'ne layık görülmüştür. Redford daha önce de Belalılar filmindeki performansıyla 1974 yılında En İyi Erkek Oyuncu Akademi Ödülü 'ne de aday olmuştur. Redford'un en bilindik rolleri Butch Cassidy ve Sundance Kid , Başkanın Bütün Adamları , Belalılar , The Natural , Bulunduğumuz Yol , Benim Afrikam , Muhteşem Gatsby filmlerindedir. Redford yönetmen olarak de Ordinary People, Quiz Show, The Legend of Bagger Vance, The Horse Whisperer, The Milagro Beanfield War ve A River Runs Through It filmlerinde çalışmıştır. Ordinary People filminin yapımcılığını da üstlenmiştir. BİR FİLM Butch Cassidy ve Sundance Kid Gerçek bir hikayeden hareket eden film bizde SONSUZ ÖLÜM adıyla gösterilmiştir. Film, Western türüne getirilen yenilikçi bir yaklaşım ile iki karakteri yalnızca suçlular olarak değil, izleyiciye sempatik gelen, stratejik ve zeki anti-kahramanlar ola rak iş ler. 1890’lar Wyoming’inde geçen hikaye, Hole-in-the-Wall Çetesi liderleri Butch Cassidy ve Sundance Kid ’in maceralarını anlatır. Cassidy, zekâ ve stratejiyle soygunları planlayan, konuşkan ve sevimli bir liderdir; Sundance ise keskin nişancı, atak ve gözü kara bir karakterdir. İkili tren soygunları yaparak para kazanır, ancak gelişen teknoloji ve etkili peşine düşen polisler nedeniyle giderek daha tehlikeli bir hal alır. Bu tehditten kaçmak için Bolivya’ya kaçarlar . Bolivya’da, Sundance’in sevgilisi Etta Place ile birlikte, yerel dil bilmedikleri halde banka soyup "Los Bandidos Yanquis" olarak bilinirler. Ancak bir süre sonra yeniden oluşturdukları hayat da tehlikeye girer ve sonunda ölümlerine yol açacak silahlı bir çatışmada, tüm Bolivya askerleri ile karşı karşıya gelirler. Filmin ikonik sahnesi, son sahnesi; ikilinin kurşun yağmurunda koştuğu anın freeze-frame yani koşan iki haydutun donmuş kare çekiminde silah sesleriyle sona eriyor. . Film ve Karakterler Hakkında İlginç Bilgiler William Goldman, film senaryosunu yazmadan önce uzun yıllar Cassidy ve Longabaugh hakkında araştırma yapmıştır. Senaryo özgün olup, karakterlerin Güney Amerika’ya kaçmasını yansıtır. Sundance rolü için Robert Redford’un seçimi, diğer aktörlerin çekinceleri üzerine gerçekleşmiştir; Paul Newman Cassidy’yi ilk önerilen isimdi. Newman ve Redford, daha sonra The Sting filminde de birlikte rol almışlardır. Efsaneleşen bisiklet sahnesinde Newman dostu Katharine Ross ile birlikte çekim yapmıştır. Film, Western türü için alışılmadık şekilde hafif ve insancıl bir üslup taşır; mizah, aksiyon ve dramatik unsurları harmanlar. Müzik açısından da alışılmışın dışına çıkar; "Raindrops Keep Fallin' on My Head" şarkısı filmin romantik ve mizahi tonuna katkıda bulunmuştur . Tarihi Bağlam ve Kültürel Etki Film, Hollywood’un efsanevi suçlu çiftlerini sempatik anti-kahramanlar olarak tanıttığı bir “buddy film” örneğidir. Amerikan Film Enstitüsü (AFI), filmi en iyi 100 Amerikan filmi arasında göstermiş, Western türündeki en iyi yedinci film olarak değerlendirmiştir. Gerçek hayattaki Butch Cassidy (Robert LeRoy Parker) ve Sundance Kid (Harry Longabaugh), 1890’lar ve 1900’lerin başında gerçek soygunlar yapmışlardır; film bunları dramatize etmekte, ancak bazı olaylar Hollywood sinemasına uygun olarak uyarlanmıştır. Bazı kaynaklara göre efsaneye göre Bolivya’da ölümleri kesinleşmişken, alternatif hikâyelerde Cassidy’nin hayatta kaldığı öne sürülmüştür. İzlenim ve Eleştiriler Başlangıçta eleştirmenler tarafından karışık yorumlar almış, ancak halk tarafından beğenilmiştir. Filmin diyalogları, karakter kimlikleri ve aksiyon sahneleri, klasik Western örnekleri içinde özgün ve unutulmaz sayılmıştır. Paul Newman ve Robert Redford’un performansları, filmin sembol dizisini oluşturmuş, karakter etkileşimleri ve yer yer mizahi diyaloglar öne çıkmıştır. Butch Cassidy ve Sundance Kid, Western türü klasiklerini modern sinemaya taşıyan, hikâye ve karakter derinliği ile dikkat çeken bir film olarak değerlendirilmektedir. Seyirciye sadece macera değil, arkadaşlık, zekâ, cesaret ve dönemin değişen Batı’sında hayatta kalma çabalarını da gösterir. FİLMİ İZLE *
- TRABZON İSYANI
-1900'lü yıllarda Trabzon. Renklendirme: MUZAFFER KABUR- Trabzon Olayları, Trabzon Vilayeti 'nde 2 Ekim 1895 günü Van eski valisi Ferik Bahri Paşa ve Trabzon Kumandanı Hamdi Paşa'ya yapılan suikast denemesi ile başlayan ve bir hafta kadar süren etnik karışıklıktır. Müslüman ve Ermeni nüfustan karşılıklı kayıplar ve yağmalanmalar olmuştur. Sebepleri Trabzon 'un en işlek liman kenti oluşu, bu kenti Ermenilerin yaptığı ve Osmanlı yetkililerince çok kez tespit edilen silah sevkiyatları için kullanışlı bir bölge haline getirmişti. Buradan, Anadolu içindeki Taşnak ve Hınçak isyancılarına silah sevkiyatı yapılıyor ve bunun için Trabzon 'da bir huzursuzluk havası oluşturmak ve olaylar çıkarmak Ermeni komitecilerinin rahatlıkla silah sevkiyatı yapmalarına yardımcı oluyordu. 2 Ekim 1895 2 Ekim Çarşamba günü, sabah saat 10 civarında, Van eski valisi Ferik Bahri Paşa ve Trabzon Komutanı Hamdi Paşa şehri dolaşırken iki Ermeni tarafından silahlı saldırı sonucu yaralanmaları üzerine başladı. Bu olay üzerine kaçan zanlıların aranılmasına başlanmış ve herhangi bir taşkınlık çıkmaması için de önlemler alınmıştı. Fakat aramalar sonucunda Ermeniler bu zanlıları himaye ettiler. Bu olaydan iki gün sonra bir akşam vakti zanlılardan biri olduğu tespit edilen Haçik isimli Ermeni onu teşhis eden Rahmi Efendi isimli bir Müslüman 'ı sokak ortasında silahıyla ateş ederek öldürünce mahalle sakinleri galeyana gelmiş olsalar da ciddi bir olay yaşanmamıştı. 8 Ekim 1895 Fakat asıl olaylar 8 Ekim günü açılmayan Ermeni dükkân sahiplerinin uyarılması esnasında, hanlardan birinin penceresinden Svarş isminde bir Ermeninin meydana ateş açması sonucu meydana gelmiştir. Bu olay sonrası Müslüman ahali ile Ermeni komiteciler çatışmaya girmişler, bunun üzerine görevli memurlar da olayları yatıştırmaya çalışmışlardır. Sonuç Olaylar sonucunda Ermenilerden şehir içinde 182, civar kaza ve köylerde 21 ölü ve 18 yaralı; Müslümanlardan 21 ölü, 25 yaralı, Rumlardan ise bir ölü vardır. Ölüm ve yaralama olaylarının yanı sıra yağmalama olayları da görülmüştür. Hadiseden sonra kurulan bir komisyon vasıtasıyla yağmalanan mallar sahiplerine iade edilmiş ve olayın suçluları tutuklanarak Divan-ı Harb-i Örfi'ye sevk olunmuştur.
- ZAMAN DURDU VİCDAN DURMADI
AKBABA ve ÇOCUK * Bu fotoğraf, bir zamanlar Kevin Carter'a Pulitzer getiren, ama aynı zamanda hayatına mal olan o sarsıcı andır. Sudan'ın kavrulmuş topraklarında, açlıktan çökmüş bir çocuk ve arkasında sabırla bekleyen bir akbaba. Bu görüntü, sadece bir insanlık dramını değil, bir etik ikilemi de dondurdu. Foto-muhabirler gibi Coşkun Aral da, o an deklanşöre basmanın arkasındaki çaresizliği anlıyor: "Bu fotoğrafın dünya kamuoyunda yaratacağı tepki ve yardım getirme ihtimali..." O anki tek görevinin o dehşeti dünyaya göstermek olduğunu hissediyordu Carter. Ancak fotoğraf yayınlandıktan sonra eleştiri okları ona yöneldi. Birçoğu, çocuğa yardım etmeden sadece fotoğrafını çekenin "asıl akbaba" olduğunu iddia etti. Bu suçlamalar, zaten sayısız dehşete tanıklık etmiş ve derin bir travma yaşayan Carter'ın ruhunu kemirdi. John Long'un dediği gibi, "Hiçbir fotoğraf bir insanın hayatından önemli değildir." Kevin Carter, bu kareyi çektikten dört ay sonra, 33 yaşında intihar etti. Arkasında bıraktığı not, "yaşam sevincinin yerini alan depresyonu" ve karşılaştığı o korkunç manzaraların dayanılmaz yükünü fısıldıyordu. Bu kare, yalnızca Sudan'daki açlığın değil, aynı zamanda bir fotoğrafçının taşıdığı vicdan yükünün de sembolü haline geldi. Kevin Carter, acıyı dünyaya göstermenin bedelini kendi hayatıyla ödedi. O, deklanşöre basarak zamanı durdurdu, ama o anın yarattığı acıyı ve pişmanlığı asla durduramadı. * YENİDEN DOĞUŞ ve ZAFER HİKAYESİ Bu iki kare fotoğraf, insanlık tarihinde yürüdüğümüz yolu özetliyor: Bir yanda gözlerimizi acıdan kaçıramadığımız ve kederden boğulduğumuz bir utanç anı (Akbaba ve Çocuk), diğer yanda ise el uzatarak acıyı yendiğimiz, fedakarlıkla beslenmiş bir yeniden doğuş ve zafer hikayesi (Anja ve Hope). Hope'un hikayesi, Kevin Carter'ın fotoğrafının yarattığı o derin boşluğa verilen cevaptır. Bu, insanlığın yıkımın eşiğinden bile olsa umudu seçme kapasitesinin güçlü ve duygusal bir kanıtıdır. * Ekleyen: Mehmet ŞAMİLOF KAYNAK: İNTERNET

Hayat ve Sanat
DERGİSİ
Emek veren herkesin ADAsı























