Kış mı Geldi Ne
top of page

Kış mı Geldi Ne

Güncelleme tarihi: 30 Kas 2023

Nurten B. AKSOY

*

Pastırma yazıydı, yalancı bahardı, dolardı, avroydu, enflasyondu derken nihayet kış mevsimi geldi çattı. O güzelim güneşli ılık günlerin ardından havalar iyice soğudu. Kaloriferlerimiz, sobalarımız, ısıtıcılarımız (pek olmasa da) harıl harıl yanmaya başladı.


Çocuklarımız pek bilmez; ama bizim kuşak iyi hatırlar soğuk sabahlara uyanmayı, buz gibi sularla elini yüzünü yıkarken titremeyi... Geriye dönüp baktığımızda aslında ne kadar zor bir çocukluk geçirdiğimizi hepimiz hatırlarız. Bizler şanslı çocuklar mıydık, yoksa çok mu şanssızdık diye düşünürüm çoğu zaman; o günlerde sahip olduklarımız ve olmadıklarımız aklıma geldikçe.


Çocukken nasıl ısınıyorduk diye düşündüğümde, aklıma ilk olarak odanın ortasında üstünde kaynayan patates tenceresiyle maltız geliyor. Bugünün çocukları bu ismi duymamışlardır bile. İskeleti teneke ya da bakırdan yapılan üç ayaklı, iki kulplu, iç yüzü toprakla sıvalı ve içinde ızgara bulunan bir çeşit yemek pişirme mangalıydı maltız. Mardin'deki o koca taş evimizde, odanın ortasında dururdu, üstünde yemeğimiz pişerken bizler de onun başında ısınırdık. Bir de döküm ütülerimiz vardı, annem maltızın içinden çıkardığı korları ütünün içine doldurur babamın pantolonlarını ütülerdi.

Kömür sobasıyla ilk İstanbul'da tanışmıştım. O zamanlar siyasetçiler kömür filan dağıtmazdı, insanlar kendi kömürlerini alın teri dökerek kazandıkları paralarıyla kendileri alırdı. Temmuz ya da ağustos aylarında satın alınan koca koca kalıplar halindeki kok kömürleri kamyonla getirilir kapımızın önüne yığılırdı. Sokaklarda "oduncu, kömürcü geldi" diye dolaşan adamlar, belli bir ücret karşılığında kömürlerimizi kırar kömürlüğe taşıyıp yerleştirirlerdi, işleri uzun sürerse öğlen yemeği ikram ederdik o adamcağızlara. Parası azdı ama gönlü zengindi insanların o zamanlar...


Özel kömür kovalarımız vardı, onları doldurur sobanın kenarına dizerdik. Sabah olunca önce sobanın külü temizlenirdi, tozumasın diye de üstüne su serpilirdi külün, sonra odunlar tutuşturulur, iyice yanınca da üstüne kovalarla kömür boca edilirdi. Kömürler yanıp nar gibi kızardığında, bütün gün dayansın diye üstüne kömür tozu ve kül karışımından yapılmış harç kaplanırdı ki bütün gün ağır ağır yansın ve evimizi sıcacık ısıtsın diye. Sobamızın üstünde sürekli bir güğüm ya da çaydanlıkta su kaynardı; çay, çorba yapmak, elimizi yüzümüzü ılık suyla yıkamak için. Çünkü musluklardan buz gibi akardı sular; kaloriferler, kombiler yoktu ki o yıllarda.


Okuldan geldiğimizde o sobanın başında toplanır bir yandan ödevlerimizi yaparken bir yandan da sobanın üstünde kızaran ekmek, peynir ve çayla karnımızı doyururduk... O soba sabaha kadar için için yanarken hem bedenlerimizi hem de yüreklerimizi ısıtırdı.


Okullarımız da sobalıydı, kışlar İstanbul'da bile çok sert geçerdi, buz tutmuş karların üstünde yürüyerek giderdik okullarımıza, öyle şimdiki gibi kapımızın önünden bizi alan servislerimiz filan yoktu. Hem kartopu oynar, hem kayar düşerdik yol boyunca şen kahkahalar atarken. Sabah gelen hizmetliler yakardı sobaları, ellerimizi ısıtırdık o sobaların başında, bazen sobalar tüter, her yeri toz duman kaplardı. Hatta bazen bu yüzden derslerimiz bile kaynardı, bu da biz öğrencilerin pek hoşuna giderdi...

Sonraki yıllarda "vezüv" marka gaz sobaları çıktı, bir kibritle tutuşuveren ve hemencecik ortalığı ısıtıveren. Önündeki camlı kapısından mavi mavi yanan alevleri seyrederdik büyük bir merakla. Bazen içine gaz birikirdi, farkında olmadan kibriti çakıp içine atarsanız vay halinize. Alev alırdı o emaye soba, kıpkırmızı kesilir" Vezüv Yanardağına" döner, hepimizi korkuturdu...


Kömür ve gaz sobasından sonra Fatsa'da o küçücük "ördek" tabir edilen fındık sobalarıyla tanışmıştım. Kış gelmeden fındık fabrikalarından fındık kabuğu alırdık çuval çuval, eve depolardık. Havalar soğudu mu fındık kabuğuyla doldurup tutuştururduk ördek sobalarımızı. Çıtır çıtır ses çıkararak öylesine güzel yanardı ki o minicik soba, kendimizden geçer, hayallere dalar kalırdık başında. Daha sonraları kuzineye (fırınlı sobalara) terfi etmiştik ev arkadaşlarımla ve tam bir Karadenizli gibi o kuzinelerde ne hamsiler ne mısır ekmekleri pişirip yemiştik, tatlı sohbetlere eşliğinde.

Derken Antalya günleri başladı. Sıcak iklimler şehri Antalya; neredeyse yılın üç yüz gününü güneşle geçirdiğimiz o mavi Akdeniz'in güzeller güzeli şehri... Antalya'yla birlikte sobalara da veda etmiştik. Artık elektrikli sobalar ya da klimalarla ısınıyorduk. Bedenimizin bir yanı ısınırken diğer yanı üşürdü; ama olsun, parlayan güneş yüzümüzü, yüreğimizi sıcacık ısıtırdı... Beydağlarının karlı tepelerine bakarken camlardan giren güneş ışığıyla avunurduk ısınma adına.


Şimdilerde kaloriferli evlerde oturuyoruz çoğumuz. Bir düğmeyle istediğimiz zaman açıp kapadığımız, istediğimiz kadar yaktığımız kaloriferlerimiz var. Üstünde ekmek kızartamadığımız, kestane pişiremediğimiz; ama külü, isi, kokusu olmayan zahmetsiz kaloriferlerimiz.


Hüzün kokan sonbahardan sonra; fırtınalı, karlı, buzlu soğuk günleri bekliyoruz, sıcacık evlerimizde içimiz titreyerek. Bir yandan yüklü doğalgaz faturalarını hesaplarken, bir yandan da geçim sıkıntısından, siyasetten daha çok, kesilir mi diye korktuğumuz doğalgazın akıbetini düşünüyoruz "Hey gidi günler hey" diyerek. Ellerimiz, bedenlerimiz çok fazla ısınmasa da gönüllerimizin sıcacık olduğu o eski zamanlarda daha mı mutluyduk, diye de sormadan edemiyoruz kendimize...

117 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

MESUT KARA

1/3
bottom of page