HİÇ KOLAY OLMADI
top of page

HİÇ KOLAY OLMADI



Anlatsam insanların ilgisini çeker mi, bilmem. Anlatılanı dinletmek iyi bir anlatıcı olmak ile doğru orantılıdır. Derler ya “söz uçar yazı kalır,” bu yazılanlar yarınlarda birilerinin motivasyonunun artmasına vesile olur, neden olmasın?


İki evladım var, dünya bir yana, onlar bir yana. Kim bilir belki onların motivasyonuna da katkısı olur. Olur olmaz bilemem konuya dair kimse ile tartışacak, fikri münasebete girecek değilim. Büyüklerin hayat hikâyelerinden alınacak hisseler vardır, en azından ben böyle düşünüyorum.


On bir yaşımın çok kısa bir döneminden birkaç istisna anlatayım.


14 Eylül 1970 okulların açılış günüydü. Genellikle hep aynı tarihlerde açılır kapanırdı okullar. Mesela Yarıyıl tatili: 1 Şubat – 15 Şubat arasında olduğu için adına, Şubat tatili veya on beş tatil denirdi.


Günlerden cumartesiydi, Kara Mehmet’in Austin marka kamyonunun kasasına binmiş Demirci’ye okumaya gidiyordum. O yıllarda köylerde ortaokul olmadığı için okumaya şehre gidilirdi. Henüz on bir yaşındayım. On bir yaşında bir çocuk, abartmış olmayalım belki doğru dürüst kendi başına yıkanmayı bilmez. Kamyonun kasasında oynuyor, zıplıyor o kadar sevinçliyim ki tarifi imkansız, ilk kez köyden çıkıp şehre gidiyorum. On bir yaşında bir çocuk teşbihte hata olmaz “bacak kadar,” babam kucaklayıp kamyonun üstünde duran birine “iyi tut” deyip bindirmişti Kara Mehmet'in kamyonuna.


Duygusal bir insanımdır, ayrılıklara, acılara hiç dayanamam; hemen iki gözüm iki çeşme! Anama sarılıp ağlaya ağlaya gözüm şişmişti. Allah tekmil sevdiklerimin acısını göstermesin! Eşimin metanetini her daim hep takdir ederim, öyle olmak güzel bir şey! Kamyonun üstünde benimle birlikte başkaları da vardı. Çataloluk’u geçmiş, Kılavuzlar’a doğru gidiyorduk. Çocukluk bu, ayrılığı unutmuştum bile. İlk defa köyden şehre gidiyorum, kamyonun üstünde çocukça yaramazlıklar yapıyorum. Amcalardan biri, köydeki en samimi arkadaşlarımdan-oğlunu okula göndermeyen- birinin babası:


“Baban seni boşuna okula gönderiyor, sen okursan tavuklar da okur, yazık babanın paracıklarına. Adam yokluk, yoksulluk içinde bulup edecek seni okutacak; yol yakınken geri dön!”


Bu yargı on bir yaşında herhangi bir çocuğu belki üzer, beni darmadağın etti. Hala aklıma geldi mi, bir hoş olur, dağılır giderim.


14 Eylül’de açıldı okulum. 1 / D Sınıfına 409 numara ile kaydım yapılmış. Sınıfın hemen hemen hepsi birbirini tanıdığı için okula gitmek onlar için oyun gibi. Benimle birlikte başka köyden gelen bir iki arkadaş daha var, onlar da sınıfın arkasındaki sıralara oturmuş. Öğretmenlerimiz, arka sıradakilerle değil de öndekilerle ilgileniyor, bizi fark etmiyordu. Allah bilir yıl sonuna kadar adımı bilen bir iki öğretmen var yoktur. Arkadaşlarımız birbirleri şakalaşıyor, gülüp eğleniyor, ben sınıfın arkasında mahzunluğu, yalnızlığı doruklarda yaşıyorum.


Evde benden büyük öğretmen okulu 5. sınıfta okuyan Muzaffer abim, 6. sınıfta okuyan halaoğlu Hasan abim vardı. Onlar yardımcı olmaya çalışıyor, fakat kendi yükleri ağırdı, öğretmen okulunda okumak çok zor olduğunu görüyordum...


Yemek yapmak, bulaşık yıkamak, evi silip süpürmek, kirlenen çamaşırları yıkamak, zaman kalırsa da ders çalışmak...


Ben şehre okumaya geldim. Evde nazımı çekecek, başımı dizine, göğsüne koyacak anam, babam yok. Onlara özlemim, kardeşlerim Ayper’e, Ali’ye özlemim, her gün katmerleşerek artıyordu. Tuvalete girip içimi çeke çeke doyasıya ağlıyordum. Günler de bir türlü geçmek bilmiyordu. On beş tatilde görebilecektim ancak onları, ona da daha çok zaman vardı. On bir yaşındayım anamın, babamın kolu kanadı altında olacakken, onlardan ayrı şehre okumaya gelmiştim.


Evde yalnızlık, okulda yalnızlık, yolda yalnızlık... Bu şartlarda sınıftaki arkadaşlarımla yarışmak; onlarla aynı sınavlara tabi olmak, sonra da olabilirsen bir baltaya sap olmak. Öyle demiş ya atalarımız, altını çize çize:


“Bir baltaya sap olmak!”



Hiç değilse okulda öğretmenlerim biraz sahiplenseydi, derler ya annelik babalık gibi davranışlar içinde olsalardı, daha kolay olurdu. Bir iki sefer adımla seslenip, “aferin, çok güzel oldu…” deyiverselerdi…


Nerede, hele bir seferinde hiç unutmam o zamandan beri, Mehmet öğretmenin tokadı yüzümde şaklayıp durur.


İngilizce dersimize adı Mehmet olan bir ilkokul öğretmeni giriyordu. İngilizce sınavı olacaktık. Öğretmenim sınav sorularını saman kâğıda teksir yapıp vermişti. Sınav kâğıdını aldım, mis gibi alkol kokuyordu. Sorulara şöyle bir baktım: Duyulur duyulmaz gayrı ihtiyarı “off çok zor,” demişim. Öğretmenim.


“Kim o?” dedi.

Öğrenciler kopya çekmesin, yardımlaşmasınlar diye herkesin yerini değiştirmiş, beni arka sıradan orta öbeğin önden ikinci sırasına oturtmuştu. Yüzüm kıpkırmızı kızarmış bir vaziyette,


“Benim,” dedim.

“Gel,” dedi.


Sınıfın orta yerine çıkardı, gitti ceketini sandalyeye astı, saatini masaya koydu, gömleğinin kollarını sıvadı; sonra sağlı sollu girişti. Ben on bir yaşındayım, o yirmi yaşın üstünde. Şimdi bu anıyı yazarken bile yüzüm kıpkırmızı kızardı, yine tepeden tırnağa tere battım bu havada. Şimdi bu öğretmen “eğitimciyim,” diyordur, Allah bilir kendine.


Anamı, babamı, kardeşlerimi özlüyordum, bir sefercik seslerini duyuversem; dünyalar benim olacaktı! Onlara kavuşmama daha çok zaman var. Birinci sınavlar yeni bitmişti. Ali, küçük kardeşim daha altı yaşında. Anam laf arasında, “bu çocuk inşallah "çöplem" altında kalmaz, ona yardımcı olun, biz yaşlanıyoruz,” derdi.


Cumartesi Demirci’nin pazarıdır. Haftada bir, eğer kamyon gelirse anam ekmek yapıp yollardı, taze taze yesinler diye düşünerek. Köyden yolcu çıkmayınca gelmediği çok olmuştur kamyonun. Fırında satılan sıcak "bazar ekmeklerinden" canımız çok çekerdi; fakat ona ayıracak kadar paramız pek olmazdı, “bazar ekmeği” alışımız sayılıdır. Köyde yaşayanlar şehirde satılan ekmeklere “bazar ekmeği der.” Gönderilen harçlıklardan hem evin kirasını, hem elektrik su paralarını öderdik. Bereket o yıllarda elektrik, su bedelleri şimdi olduğu gibi ateşten gömlek değildi. Demek ki devlet daha halkçıymış!


Zaman bulursak, bir de yemekliğimiz varsa, yemek yapardık. Yoksa kuru ekmekle övün savardık. Hafta sonları banyo günümüzdü. Banyo sobasını yakıp sıra ile yıkanırdık. Öyle ben terledim, bir banyo yapayım, yıkanayım... Neredeee?


Evet, yemeyi yap, bulaşığı yıka, ortalığı sil süpür, sonra dersine çalış. Genellikle çalışmaya başladım mı uykum gelir, elimde kitap uyur kalırdım. “Ders böyle çalışılır,” diyecek rehberlik edecek biri yoktu başımızda, hepimiz çocuktuk.


İlk sınavlarda çok kötü notlar aldım. Bu böyle olmayacaktı, ya adam gibi çalışacak, ya da okulu bırakıp köye dönecektim. “Okuyamamış da geri gelmiş,” derlerse…


“Eyvah eyvah!”


Köye dönersem, omzuma torbayı takacaklar yürü bakalım hayvanların arkasına geç, çobanlığa yani. Köy hayatı zordu benim için, sevmiyordum, köylü olmak istemiyordum; okuyup adam olacağım demiştim beşinci sınıfta okurken arkadaşlarıma. Onlar da “senin kafan iyi, sen okursun,” demişlerdi. Şimdi hem onları, hem kendimi yalan çıkaracaktım…


Evimizle okul arası beş on dakikalık bir yoldu. Eve doğru yürürken Fen Bilgisi Öğretmenim Birsen Gür’ün sıcak, sımsıcak gülüşü arada hal hatır sorması, hele, “oğlum yakacağınız yoksa Hilmi’ye söyleyeyim size odun versin,” demesi… Ha dedim beni seven, bilen öğretmenim varmış dedim. Ondan sonra arkası geldi. Çalıştım, çalıştım, çalıştım; “hiç kolay olmadı,” okul hayatım!


Hep imkansızlıklarla boğuşa boğuşa geçti yıllarım, yine de kayıpsız bitirdim.


İmkânsızlıkları olur yapmak, insanın kendi elinde olan bir şeydir. Azmin, sabrın önünde hiçbir şey duramaz.


On bir yaşında bir köy çocuğunun bir başına şehirde okuması zamane çocukları için hayalden öte, ütopyadır…

Etiketler:

177 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

MESUT KARA

1/3
bottom of page