BAŞ GÖZ ÜSTÜNE
top of page

BAŞ GÖZ ÜSTÜNE

Güncelleme tarihi: 26 Nis



Niyazi UYAR

*

Edebiyatta herkesin bildiği aşk da vardır, gizli kapaklı buluşmalar da. Aşk olmasa ne üretim olur ne de güzellik. Hayatı güzelleştiren, aşktır. Aşk sevginin gözesidir, yani onun filizlenip boy verdiği yerdir. Aşkın tutkulusu platoniktir. Platonik aşık, aşkının duyulmasından korktuğundan, yüreğinin ateşiyle yandıkça yanar, yandıkça kül olup gider.


Edebi eserlerde mesela yazar, odanın içine girmez, dışarıdan görüleni, hayal edileni anlatır geçer. Okur anlayacağını anlar, yaşanılanı hayalinde canlandırır, hatta öyle bir canlandırır, öyle bir canlandırır; yazarın önüne geçerek, ne sahnelere imza atar bir bilseniz! Evin içinde mutlu mutsuz bir aile yaşar değil mi, yani bir kadınla bir erkek, üremeye karşı değillerse bir de meyveleri. O meyveler, o erkekle, o kadının bir üründür, o meyveler neslin devamıdır. Bir erkekle bir kadının anlaşarak kurduğu aileyi bir müesseseye benzetebiliriz. Bir müessese iyi yönetilirse, başarılı olur, güzelliklere imza atar. Aile de aynen öyledir. Ailenin üyeleri birbirlerini birey olarak görürse ve gündelik yaşamlarında paylaşımcılık hakimse, harika güzelliklere vesile olurlar, hele onların meyveleri… Tadından yenmez...


“İşte orada dur, fazla ileriye gitme derler.


-Peki kim der?

-Kim derse desin, belli mi olur, biri der işte, bak işine, yürü git der!

-Başka ne derler mesela?

-Derler ki, olur olmaz her şeye burnunu sokup durma. Yoksa burnun murnun kısar kapıya da çığrım çığrım çığırırsın sonra derler…”  

Derler mi, derler!


Yazmak insanın zihnini canlı tuttuğu gibi durmadan da yeni bir şeyler ürettirir, ürettirmekle kalmaz; kayadan kayaya, taştan taşa atlatır. İnsan beyni saniyeler içinde yüzlerce, akla hayale gelmeyecek şeyler üretir, sadece üretse iyi, bir bakmışsın, eskiye dönmüş onları yaşamaya bile başlamış!

 

Bundan beş ay önceydi galiba, bir can, “sen şiir yazmalısın kıymatlım, dedi, senin cümlelerin, bir şiirin imgeleri gibi, çağrışım yüklü!”


İlk gençlik yıllarında yazdığım şiirlere aşkla sarılarak gözden geçirmeye başladım. Bu sırada kimden kimseden uzak, bir köşede, kâh kendi kendimle konuşarak, kâh içimden sesli sesli okuyarak titizlikle çalışıyordum. Kıymetliye yürekten bir selam olsun deyip ilk şiirimi sundum okurun beğenisine. O şiirden küçük bir kesit:


"Sen dedi dost,

Kıymetlisin, candan ötesin,

Bozkırın yedivereni,

Umudun, arzunun şairisin!


Sen kıymetlisin dost!

Sen, sevdayı, Kırkoluklu Çeşme’nin

Kırk oluğuna, uğur ola deyip

Adını fısıldıyorsun!

Sonra Bozdağ’ın kekik kokulu, çam kokulu yamaçlarına,

Boyuna haykırıyorsun!"

 ...

 Sonra bir gün bir başka can, “sen şiir değil de hikâye yazmalısın abim,” demez mi?

Ben şiir mi, öykü mü diye oradan oraya savrulup dururken, bir başka can:


“Öykülerde kadınla erkeği yan yana getirmemek lazım. İlk insandan beri, doğal yaşamın birer halkası olan karşı cinslerin teveccühleri, ateşle barut misalidir. Sonra, yüreğimi okşarcasına, onca birikimin var, gündemi takip edip duruyorsun. Önerim, deneme yaz, güncel konularda yaz!”


Kaldım mı meyallahta, ne edeyim, nasıl yapayım, diye sanıp banarken, içimdeki “ben,” dile geldi:

“Özü sözü ve kendi güzel olanla, devam dedi. Sen, yazıp ürettikçe, yazdıklarını paylaştıkça seni sevenler, müspet menfi bir şeyler demesinden daha doğal ne ola ki, sen ürünlerini paylaştıktan sonra, onlar senden çıkmış olmuyor mu, buna sebep herkesin bir şeyler deme hakkı olmuyor mu? Mesela Nazım Hikmet, Bursa Cezaevi’nde Orhan Kemal’e ne demişti?”


“Orhan, sen şiir değil, roman yazmalısın,” buna sebep Orhan Kemal roman yazmaya başlamış ve edebiyatımızın en büyük romancılarından biri olmuştur?


Buraya nereden geldim, anlatayım. Ben düşünce yazılarını, söz oyunlarını severim, edebi metinlerde yazarken, baştan kurguladığım konuya çok fazla müdahalede bulunmam, oysa düşünce yazılarımda… Çünkü düşünce yazılarım ben oluyor, onlarla beni anlatıyorum, onlar benim ürünüm oluyor! Ben, beni anlatmayı sevmiyorum. Çünkü okur, her yazılanı ben yaşamışım zannediyor. YANDIK GİTTİ. Yarattığım kamramanlarla sanki aşk yaşamışım. Ve böyle olabileceğine eline kalem alıp yazanlar olunca canım sıkılıyor. Ben bir şeyler yazarken bir taraftan da YouTub’dan müzik dinlerim. Müzik dinlerken sıklıkla bildirimler düşer, önüme!

Birden, "Pat," diye bir bildirim düştü.

Tıkladım:

“Dam üstünde un eler,

Tombul tombul …

… baş kaldırmış,

Kavuşmuyor düğmeler.”


Tependen tırnağa, şey… ne tepeden tırnağa, bu üç nokta olan yerlere ne yazılıyor diye sorma! Şey işte ya neyse ne boş ver geç, yazıyor işte bir şeyler! Ben o türküyü yakan kadar özgür değilim. Durdum, düşündüm, hadi dedim bir araştırma yapayım bakalım buna benzer başka türküler, şarkılar var mı?

Arama motoruna türkülerimizdeki ŞEYLER yazıp arattım: Ohoooo…

“Sıra sıra karpuzlar,

Karpuz … kızlar,

… ısırdım,

Altın dişlerim sızılar!”

Başka,

“Kabak pişti tuz ister,

Ana benim gönlüm … ister!”

Daha neler neler, insan yazmaya cesaret edemiyor.

“İki gönül bir olunca samanlık seyran olur!”


Nasıl bir görüntüye seyran olur samanlık? Boş ver dinle geç, düşünme, hiçbir şey de sorma, ben bir şey bilmiyorum; bakma sen yazdıklarıma. Yazan insanın başına ne geldiğini, bu ülkede en iyi yazarlar bilir. Boş ver canım, hiçbir şey sorma dedik ya bir şey bilmiyorum ben, dedik ya!

Başka,

“Ar gelir Osman Aga ar gelir,

Safiye’me de … dar gelir!”

Sonra,

“Karacaoğlan der ki, işin doğrusu,

Gökte melek, yerde Hüma yavrusu,

Söyleyeyim ben sana sözün doğrusu,

… koynuna girmeye geldim!”

“Eminem Eminem,

Çakır Eminem,

… altı bilem ne yani…”

Başka,

“Kiremitte buz musun,

Gelin misin kız mısın!”


Diye devam edip gider, kim bilir buraya yazmaya yüreğimin yetmediği onlarca, belki yüzlercesini buluruz.


Türkülerimizdeki bu ayıp(!) ögeler, hatta pornografik ögeler müziğin ritmi ile kaybolup gitmekte. Belki de dizeler müziğin volümü ile hiç duyulmaz, anlaşılmaz...


Türküler, hayatın kendisidir, yani hayat hakikatidir, belki de yaşanmışlıkların bir aşığın sazında, sözünde vücut bulmasıdır, onlar ağızdan ağza yayılıp giderken, kimse ne var acaba ne demek istiyor, manası nedir diye açıklamaya çalışmaz; çalışmadığı gibi gerek de duymaz zaten. Tekrar ediyorum, “aman ha, aman ha!” Sonra siyasal İslamcılar mal bulmuş mağribi gibi ortalığı beri baktırır, yasak getirir türkülerimize. Biz bu yasaklardan çok çektik. Geçmiş zaman içinde BİZİM RADYO diye kısa dalga üzerinden yayın yapan bu radyoyu dinlemeyi yasaklamıştı siyasal iktidar. Yasaklamakla kalmamış, o radyonun yayın yaptığı yeri aramaya başlamış. Bir aklı evvel o radyonun Bursa’nın Ulu çınar ağaçlarının birinin içinden yayın yaptığını söylenince, Bursa’daki onlarca tarihi çınar ağacına kıymışlar. Bu bir şehir efsanesi midir, doğru mudur, eğri midir bilmem, anlatılır işte.


Yasaklar gelişimin, değişimin önünde yıllardan beri çelikten bir duvar gibi durmaya devam etmekte. O yasak, bu yasak diyerek, toplumun önüne barikat kuran orta çağ zihniyeti “Zeki, Metin’in Devekuşu Kabare’sine “Yasaklar” adı altında bir oyunun konusu olmuştur.


Yani buna sebep Niyazi Uyar olarak ben, türkülerdeki cinsellik” ihtiva edenlerden ne bahsetmiş olayım ne de siz duymuş olun. Bakın bir Muhafazakâr Kalem’in geçmiş yıllarda dile getirdiği “Türkülerdeki erotizmin, kadını aşağıladığını bu türkülerin yasaklanması gerektiğini yazmış- güya- bu kalem kadın haklarını savunurmuş gibi.  Bu kalemin yazdığı bir algı mıdır diye siz düşünekoyun, aslında o, büyük bir projenin, içindedir belki de. Bereket ki o Muhafazakâr Kalem’in yazdıkları güme gitti, çünkü o tarihlerde koalisyon ortakları birbirlerine düşmeye başlamıştı. Bu aydın’ın(!) söyledikleri dikkate alınsaydı belki yüzlerce türkümüz, şarkımız yasaklanmış olacaktı.

 

Türkülerimiz neyi çağrıştırırsa çağrıştırsın, her daim çalınıp söylensin, ozanlarımız aşka gelerek türküler yakmaya devam etsin, hem nasıl yakarlarsa yaksınlar! Ben aşığın yüreğinde mayalanan dizelerin ne ayıbında ne günahındayım. İnsanların yaşları kemale erse de ermese de öküz altında buzağı aramasının maddi bir temeli olduğuna inanmışımdır öteden beri! Ne demiş şair?


 “Onlar dilimin tuzu biberi / hilesiz hurdasız / çırılçıplak! / Dişisi dişi/ Erkeği erkek! Başka ne demiş Şair,

“Altlarında imza yok; ama içlerinde yürek var / Cennet misali sevişen, / Cehennemler gibi dövüşen!”


“Sen şiir yaz,” diyen kıymetliye bir bahar günü selam gönderirken Bozdağ’ın eteklerinden, “sen öykü yazmalısın,” diyen dosta da bu bahar gününde “baş göz üstüne dost,” diyerek selamlıyorum. Sonra “birikimlerini, tecrübelerini denemelerle, günlükler ve söyleşilerle yaz,” diyen ustaya da “baş göz üstüne can, tamamdır,” diyerek devam ediyorum yoluma yordamıma ve uyarına geldiği gibi de yazmaya. Bunlar güzel olanlar, ya bir de,


“Boş ver canım, emekliğini yaşa, sana ne sen ne karışırsın insanların hayatına, açlığına tokluğuna, ezilmişliğine… gününü gün et, gir oyna, çık oyna; bak işine gücüne,” diyenler.

Onların dediklerine mi?


Hiç ehemmiyet vermiyorum…

 

Baş göz üstüne hayat, baş göz üstüne gelecek, baş göz üstüne insanlık; karınca kaderince üretmeye devam!

84 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

GELECEĞİM

KARANFİLSİZ

1/3
bottom of page