top of page

Asla Yazılmayacak Bir Hikaye

ree


Mehmet ŞAMİLOF

*

Trabzon’un yağmurlu bir akşamında, Kadir Öğretmen kitaplarla çevrili masasında, bir tarih kitabındaki gözden kaçmış bir hatayı düzelten notunu kenara yazıyordu.


Parmakları eski ciltlerin tozuna bulanmıştı, ama zihni pırıl pırıldı. Üst raftaki bir kitabın, yıllar önce İstanbul’ta bir sahafla sohbet ederken aldığı kitap olduğunu hatırladı. Hafızası bir kütüphane gibiydi; her raf, her satır, her dipnot yerli yerindeydi. Ama bu kütüphanenin kapısı, ondan başkasına açılmıyordu. Bazen, ellisini aşmış bu adam, derin bir iç çekerek pencereye yönelir, yağmurun camda bıraktığı izlere bakarak düşünürdü: “Bütün bunlar benimle birlikte toza mı dönüşecek?”

O sırada Adana’da, sıcak bir gece, Suat balkonda sessizce oturuyor, karşı apartmandaki balkonda tartışan çiftin gölgelerini izliyordu. Bir sigara yakmak istedi ama yürürken içememe illeti yüzünden, kıpırdamadan oturdu. Zihninde, o gölgelerden bir öykü örmeye başlamıştı bile.

Cümleler mükemmel, atmosfer pürüzdü. Ama masasına döndüğünde, bilgisayar ekranı bomboştu. “Yaşamadım,” diye mırıldandı kendine. Bişkek’teki Cengiz Aytmatov’la çay içtiği o sohbeti, Kumkapı’daki papazın gülümsemesini, askerlik anılarını yazabilirdi. Ama ötesi? Kalemi, hayal gücünün sınırlarına değil, yalnızca yaşanmışlıklarının kıyısına vuruyordu. Kazandığı ödüller bile bu duvarı yıkamamıştı. Sanki ellerinde harikulade bir çalgı vardı, ama notalar sadece duyduğu şarkılarla sınırlıydı.

İstanbul’da, ikisinin de ortak dostu Şamilof, bu ikilemi her düşündüğünde içi sızlar gibi olurdu. Aklına bir fikir geldi. Belki de eksik olan köprüydü. Kadir’in engin denizi ile Suat’ın kıvrak sandalı bir araya gelmeliydi.

Önce Kadir’i aradı. “Kadir,” dedi, sesinde her zamanki şefkat ve teşvik vardı, “Senin o Maraş’tan dönerken, bavulunla otostop çekip Seyfi'nin cenazesine yetiştiğin hikayeni düşündüm de… Bu, sadece senin hikayen değil. Bu, dostluğun, insanlığın, bu topraklara ait bir hikaye. Bunu bir yazarın kaleminden çıksa, ne kadar çok insana ulaşır, düşünsene.”

Kadir’in sesi telefonda tedirgindi. “Şamilof, ben yazamam ki. Nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemem. Elim kalem tutar, ama o kalemle helva yapamam ben.”

“Yapmana gerek yok,” diye cevap verdi Şamilof. “Sen malzemeyi hazırla. Ben senin için bir helvacı buldum.”

Ardından Suat’ı aradı. “Suat Baba,” dedi, bilerek ihtiyar hitabını kullanarak, “Yeni bir öykü için müthiş bir malzemen var. Senin gibi gözlemci birine göre. Trabzon’da, kitapların arasında yaşayan, her okuduğunu hatırlayan, ama bir türlü yazamayan bir tarih öğretmeni tanıyorum. Onun hayatı, senin kaleminden bir karakter olsa, Cengiz Aytmatov’un eserlerindeki gibi derin, yerel ama evrensel bir bilge olmaz mı?”

Suat, her zamanki sessizliğiyle dinledi. “Yaşamadım, Şamilof,” dedi nihayet, sesi yumuşak ama inatçıydı. “O adamın iç dünyasını bilemem.”

“Peki ya onun ağzından dinlesen? Onun hikayelerini, anılarını. Sen yalnızca gözlemlemiyorsun Suat. Dinliyorsun da. İşte dinlemen gereken bir hayat var.”

Aylar süren bir iletişim dansı başladı. Şamilof, ısrarcı ama sabırlı bir koreograftı. Kadir, Suat’a uzun mektuplar, ses kayıtları yollamaya başladı. Sadece cenaze hikayesini değil; Nazım’ın şiirlerini ezberlettiği o çocukluğu, kitaplardaki hataları bulduğunda yazarlarla yaptığı tartışmaları, bir köy odasında dinlediği ninelerin anlattığı yakın tarihe dair hiçbir yerde olmayan detayları anlattı. Suat, başta çekingen davrandı. Ama Kadir’in anlattıkları, sadece olaylar değildi; içlerinde ince bir insanlık, derin bir gözlem ve dokunaklı bir samimiyet vardı. Bu, Suat’ın “yaşamak” olarak tanımladığı şeyin bir başka biçimiydi. Kadir, tarihi ve insanı, adeta kendi şahsi arşiviyle yaşıyordu.

Nihayet bir gün, Suat’tan bir e-posta geldi. Konu kısaydı: “İlk Bölüm.” Ekinde bir dosya vardı. Şamilof, titreyen elleriyle dosyayı açtı. Başlık şuydu: “Bavuldaki Bellek”.

İlk paragraf, Kadir’in Maraş yolunda, otobüste telefonundan cenaze haberini okuduğu anı anlatıyordu. Ama Suat’ın kalemiyle, bu an sadece bir haber değildi artık. Otobüsün içindeki havanın ağırlığı, camdaki buğuda kendini seyreden Kadir’in silik yansıması, çocukluk anılarının zihninde bir film şeridi gibi hızla akışı… Suat, Kadir’in anlattıklarını alıp, bir romancının duyusal dokunuşlarıyla işlemiş, adeta Kadir’in zihnindeki o muazzam kütüphanenin kapılarını okuyucuya aralamıştı. Kadir’in sahip olduğu ama dökemediği ruh, Suat’ın sahip olduğu ama sınırlandırdığı kelimelerle buluşmuştu.

Şamilof, gözleri dolarak okudu. Sonra Kadir’i aradı. Sesi heyecandan titriyordu: “Kadir, helva yapıldı. Hem de senin ununla, şekerinle, suyunla. Ama onu kıvama getiren, sana ait olan o emsalsiz lezzet.”

Kadir, Suat’tan gelen metni okurken, kendi hayatının bu kadar güzel, bu kadar dokunaklı bir dille anlatılabileceğini hiç düşünmemişti. Gözleri doldu. Kendi birikiminin, bir başkasının kaleminde bu kadar güçlü bir esere dönüşebileceğini ilk kez gördü. Suat ise, bir karakterin içine bu kadar nüfuz etmenin, onun gözlerinden dünyayı görmenin “yaşamak”tan farksız, hatta bazen daha yoğun olduğunu fark etti.

İki dost, Şamilof’un kurduğu bu görünmez köprüde buluşmuşlardı. Biri, kağıdı mürekkeple buluşturacak cesareti bulamayan engin bir okyanus; diğeri, nereye yelken açacağını bilemeyen usta bir kaptandı. Şamilof ise, ikisinin de farkında olmadığı limanları birbirine gösteren bir haritaydı.

“Bavuldaki Bellek” bir öykü değil, bir roman oldu. Kadir’in belleği kaynak, Suat’ın kalemi nehir oldu. Ve Şamilof, her bölümü okudukça, iki eski dostuna daha derinden hayran oldu. Çünkü anladı ki, bazen en büyük eserler, tek bir imzayla değil, paylaşılan bir ruhla yazılır. Kadir, artık sadece bir okur ve öğretmen değil, yaşayan bir arşivdi. Suat ise, artık sadece kendi yaşadıklarının değil, bir başkasının yaşanmışlıklarının da büyülü tercümanı.

Ve üçü de biliyordu ki, bu hikaye, asla yazılmayacak bir hikayenin hikayesi olmaktan kurtulmuş, nihayet kağıda dökülmüştü.

Mehmet Şamilof

01.aralık.2025

bottom of page