Alev
top of page

Alev

Ovadaki en itibarlı aşiretin medarı iftiharı, açık ara ile başa gelmiş, aslan gibi bir milletvekili ol, ovanın onda dokuzu selâmını almak için yolunu gözlesin, sen de tut hareli bakışlarını bir olmaza kilitle.


Seçim sonucu açıklanır açıklanmaz, iki deveyi yatırıp kurban eden Baggariler, meclise hep birden girmiş gibi sevindiler. Üç gün kaldırılmayan ziyafet sofrasında, ovada yemeyen kul kalmadı.


Mazbatasını aldığı gün, kırk bir hoca, yüzlerce müridiyle birlikte, sabah ezanından yatsıya kadar kuran okudu.


Artık o, koynunda kırk dokuz köyü besleyen ovanın vekili, milletvekiliydi. Bundan böyle rakiplerinin önünde kazara öksürmesi bile yasaktı. Kim derdi ki bir kadın yüzünden, elli iki yıldır yaşadığı topraklardan göçmen kuş misali uçup gidecek. Gidecek de, hiçbir bahara da dönüşü olmayacak.


Ama Alev de alevdi. Koskoca milletvekilini, yeniyetme bir delikanlı gibi etrafında pervane edişi boşuna değildi. Güzelden öte, alımlı kadındı. Ne yapsa, ne giyse yakışıyordu.



Vekilimiz de boş değildi elbet. Mürekkep yalamış, kravatı boynunda, meclise yakışan, şerefli bir Baggari’ydi. Gözü karaydı canım. Pire için değil yorgan, koskoca aşireti çıra gibi yakmıştı.


O gece Bedrettin Bey’in oğlunun düğünündeydik. Protokol her zamanki gibi ön masalara dizilmişti. Tam ortada milletvekilimiz, bir yanında dönemin valisi, diğer yanında da belediye reisi. Sırasıyla emniyet müdürü, rektör, ilçe yazı işleri müdürü, derken kasabadaki bürokrat takımı tam tekmil yerlerini almıştı. Milletvekilinin ağa kızı karısı arka sırada, belediye reisinin karısıyla yan yana oturuyordu.


Alev Hanım, kırmızı bir elbise giymişti. Sarı saçları bukle bukle omuzlarında, dudakları narçiçeği rengine boyanmıştı.


Pembe beyaz kolları; siyah kıvırcık saçlı, zayıf, asi kılıklı bir gencin boynunda, sarmaş dolaş dans ediyordu. Gencin kolları Alev Hanım’ın ince belindeydi. Orkestra ile protokolün arasındaki sahnede, birbirlerinin gözlerine bakarak, fısır fısır konuşuyorlar, arada bir kahkahalar atıyorlardı. Meğer bu çocuk Ankara’da öğrenciymiş. Tango mu ne biliyormuş. Halaydan öte, garip bir dans işte. Şöyle erkek ile kadın gözlerini kırpmadan birbirine dikiyor, sarmaş dolaş, yuvarlanır gibi, arada bir gerinerek, dönüyorlar. Dersin ki bir yatağın üzerine uzanmış güreşiyorlar.


Milletvekilimiz buzlu rakıları ardı ardına nefessiz deviriyordu. Hemen arkasındaki sandalyede oturan karısı bir ara kulağına eğilip, “Hadi kalkalım” diye fısıldamış. Bizimkinin değil karısını kimseyi duyacak hali yoktu. Gözünü Alev Hanım ile sarmaş dolaş dans eden gence dikmiş, kıpırtısız seyrediyordu.


Yanında oturan vali eğilip kulağına, “Vekilim isterseniz dışarı çıkıp biraz hava alalım” demiş. O zamanki emniyet müdürünü valiye göz kırparken gördüm. Sanki bırak pezevenk ne hali varsa görsün der gibiydi. Belediye reisinin de yüzünde müstehzi bir ifade, rektör ile bakışıyordu.


Rektör'ün bizim âşık milletvekilini sevmediğini herkes biliyor. Bir yıl önce milletvekilinin aşiretinden iki öğrenci yurda alınmamış. Ertesi gün aşiretten üç kişi gelip, Rektör'ü makamında sıkıştırmış. Kravatından tutup, yavaş yavaş yukarı kaldırarak, “Bir daha bu aşiretin adını duydun mu, önce salâvat getireceksin, sonra da ceketini düğmeleyeceksin.” demişler.


Velhâsıl, o gece milletvekili düğünde yalnızdı. Aşiretinden kimse yoktu, olsalardı engel olurlardı elbet. Allah kimseyi şaşırtmasın!


Milletvekilimiz protokol masasından aniden kalktı. Biz düğünü terk edecek diye bekliyoruz. Dedim ya, kulakları çınlasın gözü karaydı. Terk etmedi, sendeleyerek piste doğru yürüdü. Dans eden Alev Hanım’ı kolundan tuttuğu gibi gencin boynundan çözdü.


Ben biraz gerideydim. Birilerine göre; “Yeter artık dayanamıyorum!” diye bağırmış.

Kimileri de diyor ki; “Seni öldürürüm!” demiş.

Benim gördüğüm, Alev Hanım’ın yosun yeşili gözlerinden ateş fışkırıyordu.

Milletvekilinin hışmına uğrayan delikanlı şaşkın görünüyordu. İşte ben o ara yaklaşabildim. Çocuk, “Teyze ne oluyor?” dedi.

Alev Hanım, gence hiç cevap vermeden, gözlerini sarhoş milletvekiline dikmiş, kızgın kızgın bakıyordu. Milletvekili de ona. Sanki bir odada tek başlarına kalmışlar; önce kim gözünü kırpacak oyunu oynuyorlar. Çıt yok. Herkes nefesini tutmuş, ne olacak diye bekliyordu.


Vali Muavini Feyyaz gelip, milletvekilinin koluna girerek onu dışarı çıkardı.


Ova kolay kolay içindekini atmaz. Sevabıyla günahıyla kabul eder; ama gel gör ki son seçimi kaybeden eski milletvekilinin müteahhit kardeşi de ordaydı.


Düğünü videoya çeken çocuğu çağırmış yanına, bir tomar parayı sıkıştırıp eline: “Arabaya gidiyorum, bu görüntüleri bana getir, sana benim inşaatlardan, hangisinden istersen iki odalı bir daire, anamın ak sütü gibi helâl olsun” demiş.


Eh, başına devlet kuşu konmuş, çocuk daha durur mu?

Ertesi gün hangi kanalı açtıysak bizim kasaba ve düğündeki gizli aşk! Artık gizlilik mi kalır? Sabah ovayı gazeteciler istilâ etti sandık. Biri bizim kahveye gelmişti, kulağımla duydum; “Haber değil börek, yeme de yanında yat” diyordu.


Demek bu gazeteci kısmı habere bu kadar aç.

Hükümete karşı olan gazeteler üç gün boyunca bizim kasabayı manşetlerden indirmedi.


“Bu ne rezalet!”

“Milletvekilinin cinnet geçirdiği an!”

“İşte o afet!”

“Sayın Başbakan daha ne kadar susacaksınız!”


Daha neler neler? İki gün sonra Milletvekilimiz istifasını verdi.

Videocu çocuğa zemin kattan tek odalı daireyi veren müteahhitin söylediğine göre Başbakan, kendi makamında bizim milletvekiline öyle bir tokat aşk etmiş ki, seyredenlerin bile yüreği hoplamış.


Bir söylentiye göre de âşık milletvekilimiz, kurşunkalemle yazdığı istifasını, fakülteden arkadaşı Turizm Bakanının eline tutuşturmuş. Bakan, “Yazık ediyorsun, siyasi hayatını kendi elinle bitiriyorsun.” demiş ya, bizimki arkasına bile bakmadan Meclis binasını terk etmiş.


Kasaba çalkalandı. Her köşede, her dükkânda, her evde, bütün konken partilerinde Alev ve milletvekilinin umutsuz aşkı konuşuldu. Konuşmayan ve yorum yapmayan iki kişi vardı. Biri milletvekilinin ağa kızı karısı; biri de Alev’in çocuk doktoru kocası.


Doktor bey buralı değildi zaten. Boşnak göçmeniydi. Hiçbir şey olmamış gibi işine devam etti. Kasabanın da en iyi doktoruydu. Git, çocuğunu muayene ettir, param yok de, sana çıkarır bedava ilaç da verir. Öyle efendi adam.


Aşiret ağalarından bir ikisi ziyaretine gitmiş, “Sen bizim dostumuzsun. Yerimizi biliyorsun. Geceyi gündüzü sorma, ne zaman istersen kapımız sana açık. Sana feda edecek canlarımız da var.” demişler.


Ben diyenlerin yalancısıyım. Artık aşiret ağalarına Doktor Bey ne demiş, onu bilmiyorum. Zaten çok konuşmazdı. Edebiyat Öğretmeni Şefik ile arada bir satranç oynardı.


Bir kez torunumu götürmüştüm, kahve ikram etmişti. Penceresinden, kasabanın yamacındaki dağı göstererek, “Salih amca bunun tepesindeki kar ne zaman kalkacak?” demişti.


O kar hiç kalkar mı Doktor Bey?


Alev ile Amerika’ya göçtü. Kimseye veda etmeden… Şefik arabasıyla havaalanına götürmüş.


Çok oldu. Bu sabah gözüm dağın tepesine ilişti, hepsi birden önüme üşüştü sanki. Kulakları çınlasın.

25 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

GELECEĞİM

1/3
bottom of page