
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4409 sonuç bulundu
- İSLAMOĞLU ZEYBEĞİ
Niyazi UYAR* “Hanım hanım, hazır mı, geleyim mi?” diye seslendi ikinci katın balkonunda sağa sola, ara sıra da onlara bakan eşine. Apartmanın önünde komşusu Serpil Hanım’a rastlamış, ülke gündemine dair konuşup ederlerken, cam balkondan acaba ne konuşurlar, diye kulaklarını dört açmış çevreye göz gezdiren eşi, bir yandan da onları duymaya çalışır! “Hazır hazır, bekliyorum, hadi yemekler soğuyacak! Tam da isteğine uygun mükellef bir sofra. Hadi ama sofra beklemez, siz de buyurun Serpil Hanım, siz de buyurun, ne olacak, bir tabak çıkaracağım, hepsi bu!” Yok abla, annem bekler, onu yalnız bırakamam, gelmişle beraber, çok teşekkür ederim, başka bir zamana diyelim!” Eylül ayı çıkmış, ekim ayı yarılanmış, sonbaharın ortasına varılmış, ağaçların yaprakları, mevsimin yağışsız gitmesini geçtik, mayıs ayından beri damla yağış almayan coğrafya, buna sebep buruşuk buruşuk, pörsüyen yer yer ağaçların kuruyan yaprakları, küçük esintilerle dalından kopup oraya buraya savrula savrula oradan oraya gider, sonra da toprağa düşer. Bahçesinde üç beş çeşit ağaç, gül, çiçek olan bir zamanların zengin apartmanı sakini, su faturalarının yüksekliğine sebep susuz bırakmış nebatı. Küçük İmam Camii’nin müezzini akşam ezanını okumuş, on, on beş kişiden müteşekkil cemaatini namaza çağırmıştır. Sair günlerin kalabalık caddesi, akşamdan beri sakindir. Ha bire yapılan akaryakıt zamlarını mı protesto mu ediyor acaba sürücüler, diye düşünür… Olur mu ki? Bilinmez! Bilinmez değil, bal gibi bilinir, hepsi küçük burjuvazinin bir parçası olan kitleden akılcı, devrimci bir eylem beklenir mi? Beklenemez, çünkü onlar günlük düşünür, küçük menfaatleri her şeyden önce gelir. Çok seviyorum dedikleri evlatlarından, hatta benim geleceğim dedikleri torunlarından bile, çünkü onların yarın kaygıları yoktur. Olsa bile anında saf değiştirir, bir bakmışsınız, en sağdan, en sola fır diye dönüvermişler. Küçük burjuvaya güvenip yola çıkanlar, yapayalnız kalıverir. Siyasal arenada bu çarpıklıklara şahit olmuyor muyuz zaten? Serpil Hanım’la birlikte cümle kapısından girip katta bulunan asansörle katlarına vardılar, evlerinde bekleyenlerine teslim oldular. Kara kaşlı, kara kıvırcık saçlı, yüzü tombul Cemal Bey, eşinin günün anlam ve önemine binaen hazırladığı sofrada bir güzel karnını doyurdu. Günün anlam ve önemine binaen hazırlanan mükellef sofradaki rutine dönen sohbetlerini edip kendi odalarına geçtiler! Bugün kutsal mübarek bir gündü Cemal Bey için. Yan odaya geçen Cemal Bey, bilgisayarını açmış, çok sevdiği halk kültürünün folklorik ürünlerinden zeybekleri izlemeye, dinlemeye başlamıştır. Arama çubuğuna “İslamoğlu Zeybeği,” yazar Cemal Bey, fakat karşısına Sepetçioğlu Zeybeği çıkar. Tekrar İslamoğlu yazar, yine Sepetçioğlu çıkar. Son denemesinde Uşak Karhallı’ya bağlı bir köyün kadınlarının İslamoğlu zeybeği oynadığını görür ve tıklar üstüne. Piste dört Anadolu kadını, müzik eşliğinde yavaş yavaş dönmekte, bir taraftan da yanlarına başkalarını çağırıp gel gel etmekte. Dört Cumhuriyet kadınının kendilerine güveni tamdır. Onlara iki kadın daha katılır. Kadınlardan biri pembe bir bluz giymiş üstüne ve saçlarını da at kuyruğu yapmış, bir diğeri çağla yeşili pantolon üstüne beyaz bluz, öteki siyah pantolon üstüne beyaz bluz, ince, zarif her haliyle naif biri olduğu anlaşılan diğer kadın da siyah bir elbise içinde kişilik abidesiyle buradayım demektedir sanki. Yaşça İslamoğlu oynayan öteki kadınlardan büyük olan kadın, hayat dolu, yaşama sevgisi dolu bir insan görünümü vermekte. Müzik girizgah bölümündeydi daha. Oynayanları ısındırmaya çalışıyordu… Elektro bağlama ile düğün yerini bayram yerine çevirmeye çalışan müzisyen ara ara “haydi efem,” deyip oyuncuları aşka getirirken, izleyenleri de coşturmaktaydı bir yandan. Sepetçioğlu, Selendi, İslamoğlu oyun havaları yörenin milli oyunlarıdır. Bu havaları duyan yöre insanı yerinde duramaz kâh ayakları ile tempo tutar, kah söyleyerek iştirak eder. Anılarımda her daim harika bir yer tutan İki can arkadaşım, şu an bile durdukları yerde dönmeye başladılar bile hayalimde. Ekip tamamlanmış, seyirciler yerlerinde onlara katılıyor, bir yandan da hiçbir hareketi kaçırmamak için yoğun bir ilgiyle izlemekte. Yöre insanın hepsi bu oyunların ustası olduğundan nerede hata olursa, “şak,” diye bulur. Altı Cumhuriyet kadını, önce öne doğru sekiz adım yürüdü, sonra geri geri üç adım, sonra öne doğru sekiz adım; sonra sağ ayakları üstüne durup hafifçe çöker gibi yapmakta, sonra da kendi çevrelerinde iki dönüp böyle böyle devam ederler İslamoğlu’na. Ne de güzel oynamaktalar, öz güvenleri tavan. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Oğuz boylarının kadınlarıdır bunlar, bizim kadınlarımız. Anamız, eşitimiz, bacımız. İnsan neslini devam ettiren elleri öpülesi kadınlarımız. Hey efem değil, haydi Cumhuriyet kadını, haydi benim güzel kardeşim, haydi Emel, haydi Feride, haydi Nevin Nazik, haydi Nigar… Ey kahraman Türk kadını, sen her daim göklere yükselmeye layıksın, soframızdaki yerin öküzümüzden sonra değil; her daim baş köşesinde… Ekim 2025 /SAlihli
- UYGARLIK PİRAMİDİ
Hasan GÜLERYÜZ * Uygarlık Piramidi, aşama aşama insanlığın bilişsel, eylemsel, duyuşsal yükselişini simgeler. Yükseliş, doğayı anlama, anlamlandırma, büyük öğretmen doğadan öğrenerek öğretmen olmayı anlatır. Uygarlık, insanlığın akış enerjisinin anlatımı, çoklu orkestra kurabilmedir. Çoklu orkestrada bir çok enstrüman, birden çok insan bir arada büyük biri müziği ya da iki ya da iç içe üç ezgiyi, anlam öbekleri olan sözü seslendirme, onu büyük ritimle birleştirmedir. Uygarlıklar, orkestra gibi çoklu sınıfların, katmanların, farklı iş ve meslek bileşenlerinin eş zamanlı çalışmasıyla yol alır. Yaratım üst düzeylerde gerçekleşir. İnsana ilişkin “Bilgi, Duygu, eylem” eş zamanlı işler. Bu piramit, içten içe, birbiriyle bağlantılıdır. Eğitim hedeflerini aşamalar (taksonomisi), insanlığın gereksinim sıralamasını ve genel anlamda uygarlık piramidin enerji akışını, üretim yapısını, toplumsal mutluluğu, ekoloji yapıyı ve evrensel yapıyı dikkate alır. UYGARLIK 1. Katman: Bilgi, Duygu, eylem… Doğadan öğrenmelere dayanır. Avlanma, toplama, bir araya getirme, bu süreçte suyu, toprağı, havayı, atmosfer olaylarını keşfedilir. 2. Katman: Anlama, kavrama, nasıl, neden, öteki acaba sorularını sorar insan, yanıtlarını bulur… Tohumu, ekmeyi, çimlenmeyi, depolamayı öğrenir. 3. Katman: Severek, öğrendiği bilgilere dayalı yapma, etme, kesme, ekme, biçme, dövme, otlatma, sürü oluşturma sağma… Meslekleşme, zanaat erbabı, çiftçi, çoban olma, bir arada yaşayacak kentsel yapının kurulmasıdır. 4. Katman: İç içe enerji katmanlarından oluşan bir yapının oluşunu çözümleyerek ögelerine ayırma, ögeleri birleştirerek bütüne yeniden ulaşma, bir anlamda yapılan işleri, ortaya konan ürünü test etme çalışmalarını yapma, iç tutarlığa ulaşmadır. Bir sonrasına ilişkin bir üst zihinsel ve eylemsel noktaya büyük güdülenmeyle ulaşma, alt yapı oluşturmadır. Katman: Toplumun, insanlığın ya da küçük bir grubun ulaştığı yaşama biçimini değerlendirmeye tabi tutmasıdır. Üretimin, emeğin, üretim araçlarının yeterliliği, kalitesi, enerji gereksiniminin yeterliliği, yeni enerji kaynaklarına ulaşma, sınıfsal yapıya müdahale etme, hama madde kaynakları arayışına çıkma gibi “eylem, bilgi, isteklilik” alanlarını, süreçleri, sonuçları ele almadır. 6. Katman: Tıkanan uygarlığın tıkanıklıklarını açma, eskiyi aşarak yeni bir yapıya ulaşma, yeni ve özgün yaratımlarda bulunmadır. Buradaki üst zihinsel aktörler: düşünürler, bilim insanları, kaşifler, sorgulayıcılar, sınırlar ötesine uzanan sanatçılar, yaratıcı yöneticilerle yer alır. Bu aşamaya ulaşamayan toplumlar, kümeler yerinde sayar, çağı ıskalar, sürdürümcüsü olduğu üretim ve yaratımı (uygarlığı) sona erer, çağ dışı kalır. Yaratıcı düzeydeki insanları yok ederek kendi varlığını sürdürmek ister. Bazı politik önderler, bildiğini, eski şarkıyı tekrar etmek ister. Toplumda iç kavgalar sürerken bir kısmı bu yeni çizgiye uyum sağlamaya çalışırlar ya da onların emek kümesini oluştururlar. Bu ölçütlere dayalı olarak çok yönlü düşünceler üretebilir, söylemler geliştirebiliriz. Buraya kadar geldiyseniz, kolay gelsin diyoruz... * YAZARIN Yürütmekte olduğu “Kentler Uygarlıkların Kuruluş Sürecinde” Trabzon" çalışmasıyla ilgilidir.
- Burası Türkiye Sultanım
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN * Burası Türkiye Sultanım Rahat vermezler sevişenlere Burada kadınların koynuna Bıçak tehdidiyle girilir Burada Aşıklara kelepçe vurulur İnsanlarımız yoksun yaşarlar aşktan Ve şaşarlar sevişenlere Kadına değer verene erkek demezler Burada Sevenleri ve sevişenleri Sevmezler sultanım sevmezler Köylerde daha çok kadınlarımız çalışır bizim Sabah ezanıyla kalkarlar Doyururlar insanları ve hayvanları Sonra vururlar çocuklarını sırtlarına Tarlaya koşarlar yalın ayak Nasırlı eller ve kara toprak Savaşırlar bütün bir gün Yakıp kavuran bir güneşin altında Çocuk ağlar Kadın ağlar Toprak ağlar Bazen acır da kadınların haline Bir serinlik gönderir karlı dağlar Yeni bir çilenin başlangıcıdır İnek sağılmayı bekler Çocuk uyutulmayı Erkek doyurulmayı Oysaki yorgunluktan kadının kemikleri sızlar Fakat gizler oyalı yemenisiyle gözyaşlarını Birer birer bitirir işlerini Sonra uzanır erkeğinin yanına Serin geceyi yorgun vücuduna sarınır Ve diker gözlerini tavanda bir noktaya Oradan gökyüzü ve yıldızlar görünür Burası Türkiye Sultanım Kadın hala alınıp satılır burada Köyde başlık parasıdır bedeli Kasabada yüzgörümlüğü Şehirde bir apartman dairesi Ya da bir gecekondu Genelevlerse bir kasap dükkanına benzer Burada kadın etinin kilosu Beş on liraya gider Büyük şehirlerin Kibar semtlerinde Durum değişir Oralarda kadın Daha iyi giyinmek için Başka türlü çalışır İpek çorap, naylon külot Ve elmas taklidi kolye Pavyon, alaturka saz Sonra bilmem ne pastanesi Ve gelsin arkasından Emrazı zühreviye hastanesi Burası Türkiye Sultanım Bir ömür boyu yalnızdır kadınlarımız Genç yaşta gömerler Kalplerine arzularını Sisli ve soluk rüyalar Süsler uykularını Kimi aradığını bulmaz Kimi ne aradığını bilmez Ve gelmez bir türlü bekledikleri an Bütün umutları bir hayaldir artık Git gide uzaklaşan Unutulmak onlar içindir Terk edilmek onlar içindir Ve bir gün Karnında çocukla sokağa atılmak onlar içindir Sokağa atılmak ve her şeye rağmen yaşamak Yine onlar içindir Ömür boyunca anlaşılmamak Burası Türkiye sultanım Kadınsız erkekler diyarı Otuzuna gelince Altmışında görünen kadınlar diyarı Yalnızlar diyarı sultanım Mahzun yürekler diyarı Bir bak gözlerine insanların Dostluktan ve sevgiden eser yok Burası Türkiye Sultanım Burada sevmek yasak Sevişenlere yer yok... Ümit Yaşar Oğuzcan *** Ümit Yaşar Oğuzcan’ın 1966 yılında basılmış “Taşlamalar” kitabının sararmış yaprakları arasında bulduğumuz “Burası Türkiye Sultanım” isimli taşlaması, kitabın basılışından bugüne kadar geçen bunca yıla karşın ülkemizde kadına bakış açısının çok da değişmediğinin en acı ve en güzel kanıtı… Her ne kadar artık kadınımız daha eğitimli, daha bilinçli ve daha örgütlü görünse de örümcek ağlarıyla kararmış beyinlerin ve taş kesmiş yüreklerin hışmından koruyamıyor kendini… Ama biz umudumuzu yitirmeyelim yine de… Her şeye rağmen tüm kadınlarımızın gülebileceği mutlu yarınlara… Ekleyen: Nurten B. AKSOY
- Bir Ceylan Gibi Mahzun Bakışın
İVAN BUNİN * Senin bir ceylan gibi o mahzun bakışını Ve ne varsa, öylesine yürekten sevdiğim o bakışta Unutmadım, üst üste yığılan hüzünlü yıllarda Fakat görüntün, zihnimde gitgide dumanlandı Gün gelir, yürekte hüzün de söner artık Ne mutluluğun, ne acıların olduğu bir yerde Düşler de, anımsayışlar da silinir gitgide Kalır sadece, her şeyi bağışlatan bir uzaklık... Türkçesi: Ataol BEHRAMOĞLU İvan Bunin İvan Alekseyeviç Bunin (Rusça: Иван Алексеевич Бунин; d. 10 Ekim / 22 Ekim 1870, Voronej - ö. 8 Kasım 1953, Paris), Rus yazar ve şair. Yoksul düşmüş soylu bir aileden geliyordu. Moskova Üniversitesi'nde okuduktan sonra Orta Rusya'daki köy yönetimlerinde bir süre çalıştı. Avrupa ve Asya'ya yolculuklar yapıp Çehov ve Gorki ile tanıştı. Daha sonrasında Gorki ile birlikte çalışan demokratik yazarlar topluluğuna katıldı fakat kendilerinin demokrat fikirlerini benimsemedi. 1891'de ilk şiir kitabı yayımlandı. 19.yy'ın son yıllarında İngiliz şairlerin yapıtlarını Rusçaya çevirerek ve kırsal kesimde, taşrada yaşayan sıradan Rus insanının gündelik yaşamını yansıttığı şiirleriyle ün kazandı. 1933'te nesir yazımında klasik Rus geleneklerini taşıyan düzgün sanat becerisi nedeniyle Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan ilk Rus yazar oldu. Eserleri Öykü Gospodin iz San-Frantsisko, 1915, (San Fransisco Efendisi). Tyomnye Alley, 1943, (Karanlık Sokaklar). Roman Derevnya, 1910, (Köy). Mitina Iyubov, 1925, (Mitya'nın Sevdası). Zhızn Arsenyeva, 1930, (Arsenyev'in Yaşamı). Lika, 1939. İnceleme Osvobozhdeniye Tolstoğo, 1937, (Tolstoy'un Kurtuluşu). O Çehove, (ö.s.), 1955.
- Arif Damar
SAAT SEKİZİ GEÇ VURDU * Kime ne desem Boyuna kendimi dinliyordum eski yağmurları dinliyordum Düşünmeden biliyordum deniz ılıdı Dökülen çelik katı Yürüyenler yan yana Yüzümü güneşte dinlendirsem Dağın dağ olduğunu bilsem ovanın ova ağacın ağaç Kurtulurdum Çok köprülü sular gibi git git bitmedi Boyuna kendimi dinliyordum eski yağmurları dinliyordum Saat sekizi geç vurdu Giden gitmiş hüznü ayaklandırmak boşuna Düşünmeden biliyordum Arif Damar 23 Temmuz 1925-20 Ekim 2010 * Çanakkale'nin Gelibolu ilçesi Karainebey köyünde 23 Temmuz 1925 günü doğdu. İlkokulu Çanakkale'de, ortaokulu İstanbul'daki Yenikapı Ortaokulu'nda bitirdi. İstanbul Erkek Lisesi'ndeki öğrenimini iki yıl sonra bıraktı. Şiir yazmaya orta birinci sınıf öğrencisi iken başladı. İlk şiiri Edirne'de Akşam, 1940 yılında (şair henüz 15 yaşında iken) Yeni İnsanlık adlı dergide altında 'Harika Çocuk' diye bir notla yayımlandı. Bu şiiri ilgi görmüş, yayımlanmasından sonra dönemin ünlü şairi Hasan İzzettin Dinamo kendisini görmeye Yenikapı Ortaokulu'na gelmişti. 1944yılında taşındığı Ankara'da 1950 yılına kadar yaşadı. 1945 yılına Ant Dergisi'nde yayımladığı şiirlerle adını duyurdu. 1944-1947 yılları arasında Atatürk Orman Çiftliği'nde memurluk yaptı. Askerliğini Kayseri ve Sivas'ta sürgün alayında yaptıktan sonra 1950'de İstanbul'a döndü, Mahmutpaşa'da işportacılık yaptı. 1951 Eylül'ünden 1952 Mart'ına kadar Türkiye Komünist Partisi öncülüğünde çıkan Yeryüzü adlı kültür Dergisi'nin yönetiminde bulundu. 15 Kasım 1951’de yayımlanan 'Dayanılmaz ' *adlı şiirinin ardından gizli örgüt üyesi olduğu suçlamasıyla 5 Aralık 1951’de tutuklandı. 2 Yıl cezaevinde kaldı, delil yetersizliğinden beraat etti. Arif Damar’ın “Dayanılmaz” adlı şiiri, toplumcu gerçekçi damarının güçlü örneklerinden biridir. Şair, insanların üzerine çöken karanlığı, emeğin sömürülmesini ve gündelik hayatın en sıradan güzelliklerinin bile tehdit altında oluşunu çarpıcı imgelerle dile getirir. Şiirden kısa bir alıntı: “Gözlerini ölüm bürüdü onların korkulu rüyalarda uyanıyorlar uykularından.” Devamında Damar, ekmeğin, evin, aşkın, çocuğun, kitap sevgisinin ve hatta çiçek koklamanın bile “tehlikede” olduğunu vurgular. Bu tekrar, şiirin merkezinde yer alan yaşamın bütün alanlarının kuşatma altında olduğu duygusunu pekiştirir. ŞİİRİ TAM METİN OKUMAK İSTERSEN TIKLA Cezaevinden çıktıktan sonra çok çeşitli işlerde çalıştı. Bir müddet Arif 'Barikat' takma ismiyle toplumsal gerçekçi anlayışta şiirler yazdı. Bu dönem şiirlerini 1956'da 'Günden Güne' adlı kitabında topladı. Kitap basıldıktan 5 ay sonra toplatıldı ama beraat etti. 1958 yılında 'İstanbul Bulutu' adlı kitabıyla Yeditepe Şiir Armağanı'nı Cemal Süreyya ile birlikte aldı. Sonraları İkinci Yeni şairlerinin yanında, imgeye ağırlık veren bir şair olarak göründü. 1969'da Suadiye'de Yeryüzü Kitabevi'ni kurdu ve yönetti. Yayınevinde yasak yayın bulundurduğu gerekçesiyle 1982'de üç ay hapis cezasına çarptırıldı, Bozcaada tutukevi'nde yattı. 1984 yılında kitabevini kapatıp kendini bütünüyle yazılarına verdi. 'Arif Hüsnü', 'Ece Ovalı' takma isinlerini de kullandı. En sevilen şiirlerinden biri 'Hallaç' tır. 1985 yılında Melih Cevdet Anday ile ortak imza attığı 'Yağmurlu Sokak' adlı romanı yayımladı. Bu kitabı iki yazar 1959'da yazmışlar ve Murat Tek takma adıyla Tercüman Gazetesi'nde tefrika edilmişti. En son Cumhuriyet Gazetesi'nde 'Ayın şairi' bölümünü hazırlıyordu. Bir süre Nahit Fıratlı ile evli kalan Damar, bu evliliğin bitmesinin ardından Meriç Tülin ile evlenmiştir. İstanbul Moda'da yaşadı. Toplu şiirleri 2004 yılında Alkım Yayınevi'nden çıktı. Arif Damar, 20 Ekim 2010 tarihinde saat 03.00'da, kaldırılmış olduğu Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde kalp yetmezliği sonucu yaşamını yitirdi. Kadıköy Moda camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Çengelköy mezarlığı'nda toprağa verildi. Eserleri Günden Güne (1956) İstanbul Bulutu (1958) Kedi Aklı (1959) Saat Sekizi Geç Vurdu (1962) Seslerin Ayak Sesleri (1975) Alıcı Kuşu Kardeşliğin (1976) Ölüm Yok ki (1980) Ay Ayakta Değildi (1984) Acı Ertelenirken (1985) Yoksulduk Dünyayı Sevdik (1988) Eski Yağmurları Dinliyordum (1995)
- DAYANILMAZ
* Arif DAMAR Gözlerini ölüm bürüdü onların korkulu rüyalarda uyanıyorlar uykularından. Günden güne daha cana yakın günden güne daha yaşanacak hale gelsin diye her gün daha sağlam daha usta daha kahraman ellerle onarılan yeryüzü eskisinden dar geliyor onlara eskisinden düşman. Ne günün ilk ışığı ne balık sürülerinin ışıldaması suda ne güneşe uzanan dal ferahlık vermiyor içlerine. Çalınan insan emeği yaşatmaz oldu korkulu rüyalarla uyanarak uykularından korkunç kararlar verdiler. Karşı koymazsak eğer tehlikededir günlük ekmeğimiz bacamızın tütmesi tehlikededir evimiz, aşk ımız, çocuğumuz pencerede saksı kitap sevgisi, insan sevgisi tehlikededir. Gözlerini ölüm bürüdü onların uyumak, uyanmak tehlikededir, tehlikededir çiçek koklamak bardakta su, ateşte yemek bahçede güneş tehlikededi r. Tehlikededir gözbebeklerimiz Adana'nın pamuğunu yabancılar işliyor dokuma tezgahları tehlikededir. İzmir'in üzümü, fındığı Giresun'un Samsun'un tütünü tehlikededir. Kapanıyor fabrikalar birer birer varımız yoğumuz tehlikededir. Fakat korkunç kararlara ve tehlikelere aldırış etmeden boy atan başakların şarkısı devam eder topraktan güneşe avaz avaz. Çatlayan tohumdaki yaşamak arzusu her zaman galip, her zaman hür, dağlardan akan suyun sevinci her zaman genç, delikanlı kabına sığmaz... Dayanılmaz çocuğunu emziren ananın şefkatine -yırtıcı, derin- hilelere, ölümlere karşı gelir memedeki çocuğun iştahı, kudreti sonsuz, dayanılmaz. Ve sen gözbebeğim sen erkek sesinle "İşsiz kalmasın insanlar, öldürmeyelim birbirimizi." dersin milyonların içinden milyonlardan ve gün ışığından uzağa götürülür, işkence görür, hapis yatar, sürgün edilirsin; sevilecek şeyler değilse de bunlar DAYANILIR... Halbuki günden güne yaşanacak hale gelen yeryüzünde toprağın ve insanoğlunun ümitle yarattığı her şey çatlayan tohum, akan su, ana şefkati, çocuk iştahı, insan tahammülü, hayatı öven şiir, kardeşliği söyleyen şarkı, mücadele eden resim, ve emekçinin yüreği, elleri, hasreti harbe ve ölüme karşıdır DAYANILMAZ... * maviADA'nın Notu: *Yazarın emeğine duyduğumuz saygı nedeniyle bilinmesi gereken bir örnek olduğu halde bu edebiyat tarihine geçmiş ÜNLÜ ŞİİRİN BİRKAÇ KITASInı eksik yayınlıyoruz. Özür dileriz. YORUM: Arif Damar’ın “Dayanılmaz” adlı şiiri, toplumcu gerçekçi damarının güçlü örneklerinden biridir. Döneminde ses getirmiş, soruşturmaya uğramış, şairin iki yıl hapis yatmasına da neden olmuştur. Şair, insanların üzerine çöken karanlığı, emeğin sömürülmesini ve gündelik hayatın en sıradan güzelliklerinin bile tehdit altında oluşunu çarpıcı imgelerle dile getirir. Şiirden kısa bir alıntı: “Gözlerini ölüm bürüdü onların korkulu rüyalarda uyanıyorlar uykularından.” Şiirde Damar , ekmeğin, evin, aşkın, çocuğun, kitap sevgisinin ve hatta çiçek koklamanın bile “tehlikede” olduğunu vurgular. Bu huzur veren kavramların içine düşürüldüğü durum tekrarlarla okurun zihninde geliştirilir. Bu, şiirin merkezinde yer alan yaşamın bütün alanlarının kuşatma altında olduğu duygusunu pekiştirir. Direniş çağrısı: “Karşı koymazsak eğer…” dizeleriyle toplumsal mücadeleye davet vardır. sömürüsüne dikkat çekilir: Adana’nın pamuğu, İzmir’in üzümü, Karadeniz’in tütünü gibi imgelerle üretim ve yabancı sermaye ilişkisi eleştirilir. Etkisi “Dayanılmaz”, bireysel bir aşk ya da melankoli şiiri değil; toplumsal bir çığlık, bir uyarı şiiridir. Damar’ın dili yalın ama yoğun; tekrarlarla yükselen bir ritim kurar. Sırası gelmişken: Her dönem kendi değerlerini üretir. Kendi güzelliklerini, çirkinliklerini, fırsatlarını... Bir zamanlar, kasetçilerde moda şarkıların kopyalarını sıraya girip kaydettirmedik mi? Düne kadar devletten onaylı, vergi levhalı film kayıtçılarımız yok muydu her sokakta? Sonra çok satan kitapların korsanlarını yapıp satanlar Somali'den gelenler miydi? Yani biz öyle gizli saklı çalmayı bilmeyiz, sevmeyiz de; yaptık mı, açıktan açığa, bağırta bağırta yaparız korsanlığı... 12 Eylül öncesinden hatırlarım, bazı şairlerin, özellikle devrimci olanların, insanı kalbinden yakalayan kimi dizeleri poster yapılır, peynir ekmek gibi de satılırdı. En yaygın, en kalbe dokunanlardan biri Arif Damar, öteki de Enver Gökçe'ydi. Sonradan sonradan Yılmaz Güney'in Arkadaş filminde işaret etmesiyle ünlenen Ahmet Arif ve benzerleri de boy göstereceklerdi o alanda. Renkli baskının yaygınlaştığı bir dönemde bile en sert anlamı versin diye çoğu siyah beyaz yapılırdı. Merak ettiğim ne biliyor musunuz? Acaba o posterlerden tonla para kazanan bir kısmı saygın yayıncılar olsa da çoğu merdiven altı, ama hepsi de posbıyıklarına kadar devrimci yayıncılar sömürdükleri o şairlere birkaç kuruş da olsa telif öderler miydi? Hiç sanmam. 30 Yıldır bu dünyanın içindeyim, dergicilik, yayınevi yöneticiliği dahil yapmadığım iş, yayıncının en irisinden en küçüğüne, en ünlüsünden, en ünsüzüne tanımadığım kalmadı, yaşadıklarıma bakınca hala yazarlara doyurucu bir telif ödenmediğini, hatta çoğu hiç ödenmediğini düşünüyorum. Çalmak çırpmak serbest, ama telif arama... Daha tuhafı o dünyada mundar bir şeymiş gibi para konuşulmayan tek konudur hala... Yayınevine kitabını okunsun diye teslim ederken noterden her sayfaya onay alan yazarlar şairler gördüm ama emeğine sahip çıkanı göremedim. Yazarlar hassas insanlardır, bu nedenle onlar yönünden bakınca tamam da yayıncılara ne demeli? Şenol YAZICI
- Ahmet Taner Kışlalı
Hazırlayan ve Ekleyen * Ayşe ÇİRKOT * Ahmet Taner Kışlalı (10 Temmuz 1939, Tokat – 21 Ekim 1999, Ankara), Türk siyaset bilimci, siyasetçi, eski Kültür Bakanı, yazar ve öğretim üyesi. Hayatı Babası Ziraat Bankası veznedarı Hüseyin Hüsnü Bey, annesi Kilis Kemaliye İlkokulu öğretmeni Lütfiye Hanım'dır. Abisi Mehmet Ali Kışlalı, kuzenleri ise Hıncal Uluç ve Öcal Uluç'tur. 1951 yılında Kilis Kemaliye İlkokulu'nu bitirdikten sonra, Kilis Ortaokulu'nu ve 1957 yılında Kabataş Erkek Lisesi'ni bitirdi. Kabataş Erkek Lisesi'nden sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni kazandı. Okurken bir yandan da Yeni Gün'de spor muhabirliği yaptı. 1962-1963 yılları arasında Yenigün gazetesinde yazı işleri müdürlüğü de yaptı. Paris Üniversitesi'nde anayasa hukuku ve siyaset bilimi dalında Modern Türkiye'de Siyasi Güçler başlıklı doktorasını yaptı. 1968 yılında Fransa'da tanıştığı Bordeaux'lu (Bordo) Nicole (Nilgün Kışlalı) ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı (Altınay ve Dolunay) oldu. Hacettepe Üniversitesi'nde siyaset sosyolojisi alanında öğretim üyeliğine başladı. Askerlik dönüşü üniversiteye kabul edilmedi. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne geçti. 1972 yılında doçent oldu. Siyasi olarak demokratik sosyalizm ve sosyal demokrasi görüşlerini benimsemiş bir Kemalistti. 1971-1977 yılları arasında Yankı dergisi'nde yazdığı yazılarla CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in dikkatini çekti ve 1977 yılında CHP listesinden İzmir milletvekili seçildi. 1978 yılında Bülent Ecevit hükûmetinde Kültür Bakanı olarak görev yaptı. Kültür Bakanlığı'nca Ulusal Kültür Dergisini yayımlattı. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde siyaset bilimi dersleri vermeye başladı. 1988 yılında profesör oldu. 1991 sonunda Cumhuriyet gazetesinde Haftaya Bakış başlığıyla köşe yazıları yazmaya başladı. 1995 yılında Antalya yolunda birlikte geçirdikleri trafik kazasında eşini kaybetti. 1997 yılında ikinci evliliğini Nilüfer Kışlalı'yla yaptı. Bu evlilikten üçüncü kızı (Nilhan Nur) dünyaya gelmiştir. 21 Ekim 1999 tarihinde saat 09.40'ta Ankara'da evinin önünde uğradığı bombalı saldırıda öldürüldü. Akit gazetesi suikasttan önce hakkında bir haber yapmış ve Kışlalı'nın üzerine çarpı atılmış fotoğrafını manşetten vermişti. Faili bulunamadı. Bombalı Saldırı Öldürülmeden önce Cumhuriyet Gazetesi'ndeki makalesi nedeniyle Akit Gazetesi tarafından "Zorba Kemalist gemi azıya aldı, Halkı köpeğe benzetti" başlığıyla hedef gösterildi ve "28 Şubatçı" olarak suçlandı. Fotoğrafının üzerinde çarpı işareti konarak kapak yapıldı. Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 günü saat 09.40'ta Cumhuriyet gazetesine yazdığı son yazısını faksladıktan yaklaşık 19 dakika sonra evinden çıktı. 06 GK 377 plakalı aracına yönelen Kışlalı, arabasının üstüne silecek ile kaput arasına konulmuş poşete sarılı paketi alıp sol eliyle kapıyı açtığı sırada büyük bir patlama meydana geldi. Sol kolu kopan Kışlalı, site bekçisi Arif Emirhan Kılıç tarafından Bayındır Hastanesi'ne götürüldü. Saat 10.02'de kalp koroner atışı durmuş, nabzı hızlanmış ve bilinci kapanmış bir şekilde Tıp Fakültesi Hastanesi'ne getirildi. Operatör Dr. Hasan Karakış tarafından yapılan muayene sonrası öldüğü tespit edildi. Ölüm raporu yine Hasan Karakış tarafından hazırlandı ve Dr. Ersin Kaya tarafından basın açıklamasıyla bildirildi. Mezarı Ankara'da Karşıyaka Mezarlığı'ndadır. Ölümünden sonra 1999 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür. Kışlalı'nın başlıca yapıtları 1968: Forces politiques dans la Turquie moderne (Modern Türkiye'de Siyasi Güçler) (AÜ SBF Yayınları) 1974: Öğrenci Ayaklanmaları (Bilgi Yayınevi) 1987: Siyaset Bilimi (İmge Kitabevi yayınları (1990, 1994, 1996, 1997, 1999, 2000, 2003) 1991: Siyasal Sistemler – Siyasal Çatışma ve Uzlaşma (İmge Kitabevi Yayınları, (1993, 1995, 1998, 2000, 2003) 1993: Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği (İmge Kitabevi Yayınları) - Mustafa Kemal Atatürk'e yapılan eleştirilere karşı yazdığı yazılarını derlemiştir. 1994: Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi (İmge Kitabevi Yayınları) (Atatürkçülük, Türkiye'de laiklik ve demokrasi konuları üzerine yazmış olduğu köşe yazılarını derlediği kitap) 1995: Seçimsiz Demokrasi (Çağdaş Yayınları) 1997: Bir Türkün Ölümü (Ümit Yayıncılık) 1999: Ben Demokrat Değilim (İmge Kitabevi Yayınları) DERLEME: Hazırlayan ve Ekleyen Ayşe ÇİRKOT KAYNAK VİKİPEDİ
- Garipler
Arthur Rimbaud * GARİPLER / Gece soğuk, kar serpiyor Fırıncı ekmek yapıyor, Beş küçük çocuk Bakıyorlar somunlara, Yazık değil mi bunlara Donları delik! Ve fırıncının kolları Çeviriyor somunları Harlı fırında. Somunların çıtırtısı, Fırıncının zevzek sesi Kulaklarında. Büzülmüşler o daracık Ana göğsü gibi sıcak Delik önünde. Ekmek, iftar sofrasının Çörekleri gibi, bakın Çıkıyor işte. Delikten yaşam tütüyor Böcekler ile ötüyor Kızaran ekmek Çarpıyor, nasıl iştahla Yırtık giysiler altında Beş çocuk yürek. Toplanmış kuşluk vaktinde, Kırağı, çiyler içinde Yoksul İsalar. Küçük delikte yüzleri, Ekmeklerde aç gözleri Ne söylüyorlar? Büzülmüşler, bu alaca Tan vaktinde, budalaca Dualar kime? Yırtık donlar patlıyor Bağırmaktan. Savruluyor Gömlekleri kış yelinde. (Fransızcadan çeviren:Erdoğan Alkan) / Arthur Rimbaud 20 Ekim 1854 - 10 Kasım 1891 Yaşamı Anne ve babası çok genç yaşta ayrılır, çocukluğu bu olayın etkisiyle biçimlenir. Charleville Koleji'nde okurken geleneksel şiir yarışmasında birinci olur. İlk şiirleri bu dönemde yayınlanır. "Paris Komün Ayaklanması" başlayınca 16 yaşında evden kaçıp ayaklanmaya katılır. Sonraki zaman dilimlerinde birkaç kez daha kaçacak, uyuşturucuya alışacak, sanat tartışmalarına da katılmaya başlayacaktır. O günlerde Verlaine'le tanışır, bir süre beraber olurlar. TOPLUMDAN Dışlanan ikili seyahatlere başlar, 1875'de Verlaine onu silahla yaralayınca ayrılırlar. Rimbaud şiir yazmayı bırakır, ticaretle uğraşmaya başlar. Kıbrıs'ta, Afrika'da çalışır. Kalçasında kanser çıkar, bir bacağı kesilir. 1891'de de henüz 37 yaşındayken Marsilya'da ölür. Sanatı J ean Nicholas Arthur Rimbaud; Sembolizm'in en büyük temsilcilerinden... Modem şiiri Rimbaud kadar derinden etkilemiş ve tutkulu araştırmalara konu olmuş çok az şair vardır. R imbaud özgünlüğünün doruğuna düzyazı şiirleri Illuminations'la ulaşmış, özlü ve anlaşılması güç üslubuna en uygun biçimi de bu şiir türünde bulmuştur. Düzyazı şiiri olay, öykü ve tasvirlerden, sözcükleri de mantıksal içerikleri ve sözlük anlamlarından arındırmış, böylece şiiri, simgecilerin "etat d'âme" (ruhsal durum) adım verdikleri etkiyi uyandıracak büyülü bir içerikle donatmış, ayrıca bilinçaltının ve çocukluğun belli belirsiz anılarının şiir için zengin bir kaynak oluşturduğunu ortaya koymuştur. Yapıdan, günümüzde de çağdaş insanın başkaldırısını ve yaşamın özünden duyduğu ürküntüyü yoğun olarak yansıtmaktadır. Rimbaud'nun Türkçede yayımlanan öbür yapıtları arasında Tufandan Sonra (1962, 1996), Arthur Rimbaud'dan Şiirler (1981) ve Rimbaud'nun Mektupları (1985) yer alır. İki ünlü yapıtı 1991'de Cehennemde Bir Mevsim ve Illuminations adıyla, 1997'de de Cehennemde Bir Mevsim/Aydınlanışlar adıyla tek bir kitapta yayımlanmıştır.
- Eski Ev
* ESKİ EV İlk günden hatırlarım etrafını saçağın, Bir asma kuşatırdı körpe filizleriyle. Kokularla cezbedip küçük, çapkın kuşları, Buğulu taneleri uzardı pencereye. O baldan salkımları bize yaklaştırırdı Uzatarak annemiz bembeyaz ellerini, Biz ,onun çocukları geri verirdik tekrar Kuşlara üzümleri, emilmiş dallarını. Seneler aktı gitti, artık ne kuş, ne anne Biçare yaşlı asma sarardı ve çürüdü. Kapıyı, duvarları vahşi otlar bürüdü, Ve ben, ben ağlıyorum, o günlerin peşinde. ALPHONSE De LAMARTINE Alphonse-Marie-Louis de Prat de Lamartine 21 Ekim 1790 - 28 Şubat 1869), Fransız yazar , şair ve siyasetçi . Graziella, Göl, Şairane Düşünceler gibi yapıtlarıyla romantik edebiyatın en ünlüleri arasına girmiş, kurucularından kabul edilmiş bir edebiyatçıdır. Çeşitli tarih kitapları da yazan Lamartine'in Jirondenlerin Tarihi adlı yapıtı Fransa ’daki 1848 ihtilalinin düşünce zeminini oluşturan eserlerdendir. İhtilalden sonra ülke yönetiminde önemli görev almış; Dışişleri Bakanlığı’nı üstlenmiş bir siyasetçidir.
- GÖL
Alphonse De Lamartine * Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için Demirleyemez miyiz? Ey göl, henüz aradan bir sene geçti ancak, Seyrine doymadığı o canım su yanında Bir gün onu üstünde gördüğün şu taşa bak, Oturdum tek başıma! Altında bu kayanın yine böyle inlerdin; Yine böyle çarpardı dalgaların bu yara, Ve böyle serpilirdi rüzgarlarla köpüklerin O güzel ayaklara. Ey göl, hatırında mı? Bir gece sükut derin, Çıt yoktu su üstünde, gök altında, uzakta, Suları usul usul yaran kürekçilerin Gürültüsünden başka. Birden şu yer yüzünün bilmediği bir nefes Büyülenmiş sahilin yankısıyla inledi Sular kulak kesildi, o hayran olduğum ses Şu sözleri söyledi; ‘‘Zaman, dur artık geçme, bahtiyar saatler, siz Akmaz olunuz artık! En güzel günümüzün tadalım o süreksiz Hazlarını azıcık! Ne kadar talihsizler size yalvarır her gün, Hep onlar için akın; Günleriyle birlikte dertlerini götürün, Mesutları bırakın. Nafile isteyişim geçen saniyeleri; Akıp gidiyor zaman. Geceye: ‘‘Daha yavaş! ’’ deyişim boş; tan yeri Ağaracak birazdan. Sevişmek! Hep sevişmek! akıp giden saatin Kadrini bilmeliyiz! İnsan için liman yok, sahil yok zaman için, O geçer, biz göçeriz! ..’’ Kıskanç zaman, kabil mi sevginin kucak kucak Bize zevki sunduğu sarhoş edici anlar, Kabil mi uzaklara uçup gitsin çabucak Matem günleri kadar? Nasıl olur kalmasın bir iz avucumuzda? Nasıl yok olur her şey büsbütün silinerek? Demek vefasız zaman o demleri bir daha Geri getirmeyecek? Loş uçurumlar: mazi, boşluklar, sonrasızlık, Acaba neylersiniz yuttuğunuz günleri? Alıp götürdüğünüz derin hazları artık Vermez misiniz geri? Ey göl! dilsiz kayalar! mağaralar! kuytu orman! Siz ki zaman esirger, tazeler havasını, Ne olur, ey tabiat o günlerin saklasan Bari hatırasını! Sakin demlerde olsun, deli rüzgarda olsun, Güzel göl, etrafını süsleyen oyalarda, O kapkara çamlarda, sularına upuzun Dökülen kayalarda! İster meltemlerinde, bir ürperişle esen Seslerde, ister uzak ister yakında olsun, Yahut gümüş pullarla sular üstünde yüzen Ay ışığın olsun! Kuduran fırtınalar, sazlar bize dert yanan, Meltemini dolduran kokular, hep beraber, Ne varsa işitilen, görülen ve koklanan, Desin ki: ‘‘Seviştiler! ’’ * Alphonse-Marie-Louis de Prat de Lamartine Ekim 1790 - 28 Şubat 1869), Fransız yazar , şair ve siyasetçi . Graziella, Göl, Şairane Düşünceler gibi yapıtlarıyla romantik edebiyatın en ünlüleri arasına girmiş, kurucularından kabul edilmiş bir edebiyatçıdır. Romantizm (Fr. romantisme) veya Coşumculuk, 1800 ve 1850 yılları arasında Avrupa 'da edebiyatı , müziği, felsefeyi ve sanatı etkileyen entelektüel bir akımdı. Bir ölçüde Sanayi Devrimi'ne , Aydınlanma Çağı'na aristokratik sosyal ve siyasi düzenine, doğanın bilimsel rasyonalizasyonuna ve klasisizme tepki olarak doğan, doğaya ve duygulara verdiği önemle bilinen bir akımdır. Ortaya çıkışında ise 1789 Fransız İhtilali sonrasındaki toplumsal, siyasal ve düşünsel yapının etkileri vardır. Çeşitli tarih kitapları da yazan Lamartine'in Jirondenlerin Tarihi adlı yapıtı Fransa ’daki 1848 ihtilalinin düşünce zeminini oluşturan eserlerdendir. İhtilalden sonra ülke yönetiminde önemli görev almış; Dışişleri Bakanlığı’nı üstlenmiş bir siyasetçidir. Bir “Osmanlı dostu” olan yazar, devrin padişahından bir çiftlik de almayı başarmış ne var ki uygulamaya koyamamıştır. Osmanlı tarihi ve Osmanlı izlenimlerini Doğuya Seyahat , Doğuya Yeni Seyahat ve Osmanlı Tarihi adlı eserlerinde aktarmıştır. Krala çok sadık, Кatolik bir aristokrat ailenin çocuğu idi. Gençlik yıllarında avare bir aristokrat hayatı yaşadı. Hıristiyanlık dininde karşılaştığı tezatlıklar bu dinden uzaklaşmasına sebep oldu; kalp temizliğini esas alan transandantalizm felsefesine bağlandı. 1811-1812'deki İtalya seyahati sırasında Naρoli'de Antoniella adlı bir işçi kızla yaşadığı aşk onu çok etkiledi, 1815'te ölen bu sevgili, birçok şiirine ilham kaynağı oldu. 1814'te Naρolyon Elbe Adası'na sürgüne gidip Bourbon Hanedanı Fransa tahta oturunca Kral XIII. Louis'nin muhafız birliğine girdi ama kısa süre sonra Naρolyon'un Elbe'den kaçıp Paris'e dönüşü yüzünden İsviçre'ye kaçmak zorunda kaldı. Naρolyon'un Waterloo Muharebesi'nde yenilmesi ve Bourbonlar'ın Fransız tahtını gele geçirmesinden sonra ülkesine dönen Lamartine, askerlik mesleğini bıraktı; kendisini edebiyatla uğraşmaya verdi. 1816'da sağlık sorunları nedeniyle kaρlıca tedavisi iςin gittiği Aix-les-Bains'de Julie Charles adlı evli bir kadınla tanıştı. Bourget Gölü kıyısındaki gezintileri sırasında aşık olduğu Julie, ona ünlü 'Le lac' (Göl) adlı şiiri için ilham verdi ve 1817'de hayatını kaybetti. 1820'de ilk şiir derlemesi olan 'Méditations poétiques' (Şairce Düşünceler) adlı eserini yayımladı. Şair, bu eser ile büyük bir başarı kazanarak Fransız Edebiyatının genç romantik kuşağı arasında önemli bir yer edindi. Aynı yıl Naρoli'de Fransız elçiliğinde elçilik katibi olarak görevlendirilen Lamartine, Maria-Ann Birch adlı bir İngiliz hanımla evlendi, 1822'de kızları Julia dünyaya geldi. 1830'da Fransa tahtına Louis-Philippe'in geçmesiyle politikaya atılmak için diplomatik görevlerinden istifa eden şair, seçimleri kaybedince karısı ve kızıyla özel bir gemi yolculuğu ile Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Lübnan, Filistin, Suriye ve İstanbul turuna çıktı. Hasta olan kızı Julia bu seyahat sırasında hayatını kaybedip Beyrut'ta toprağa verilince uzun sure şehirden ayrılamadı. Kızının ölümünden duyduğu umutsuzluk, Géthsémani adlı eserinde ifade buldu. 1833'te milletvekili seçildiği haberinin gelmesi üzerine seyahatini sonlandırarak Anadolu ve Almanya üzerinden dönüş yoluna girdi. İstanbul'u ziyareti sırasında padişah Abdülmecit tarafından iyi karşılandı, kendisine refakat etmek üzere Namık Paşa ve Halil Rıfat Paşa görevlendirildi. Seyahat hatıralarını 1835 yılında dört cilt halinde bastırdı. 1833'te parlamentoya giren Lamartine, iyi bir hatip olarak ün yaρtı. Başlangıçta liberal bir mutlakiyetçi iken gittikçe daha demokratik görüşlere sahip oldu. 1842'den itibaren 'burjuva kral' Louis-Philippe'e muhalefeti gittikçe arttı ve Temmuz Monarşisi'ni sonlandıran 'akşam ziyafetleri' adlı siyasi kampanyada aktif rol aldı. 1847'de 'Histoire des Girondins' (Jirondenlerin Tarihi) adlı sekiz ciltlik eseri yayımlayan Lamartine, Jirondenler'in tarihi kadar kendi siyasi görüşlerini anlatıyordu. 1848'de aniden gelişen Şubat Devrimi'nde önemli bir figür olarak yer aldı. Bu devrimi '1848 Devriminin Tarihi' adlı 2 ciltlik eserinde anlattı. Devrim sonrası oluşturulan geçici hükümette Dışişleri Bakanlığına getirildi. 24 Şubat 1848'de başladığı bakanlık görevi, 11 Mayıs 1848'te son buldu. Bu dönemde ülke yönetiminin emanet edildiği beş kişilik komitenin bir üyesiydi ve birkaç aylık bir süre için Avrupa'nın en önde gelen siyasetçilerinden birisi olmuştu. İçinde yar aldığı geçici hükümet, soyluluk unvanlarını kaldırdı politik suçlardan idam cezasını kaldırdı; Fransa kolonilerinde köleliği kaldırdı. Lamartine Ocak 1849'da cumhurbaşkanlığına aday olduysa da sadece birkaç bin oy alabildi ve üç ay sonraki seçimlerde meclise de giremedi. Köleliğin kaldırılmasından iki yıl sonra 1850'de kaleme aldığı ve Haiti'deki köle devrimini konu alan Toussaint Louverture adlı oyunu çok popüler oldu. 1850'de ikinci kez İstanbul'a gitti, Sultan Abdülmecit ile görüştü. III. Naρolyon bir darbeyle imparatorluğunu ilan etmesi üzerine siyasetten tamamen ayrıldı. Lamartine, siyasi kariyeri sırasında birikimlerini kaybetmiş ve büyük maddi sıkıntı içine girmiş olduğundan ülkesinden ayrılıp Türkiye'ye yerleşmek istedi. Sultan Abdülmecit'e bir mektup yazarak çiftlik kurmak üzere İzmir veya Marmara yakınlarında kendisine bir arazi verilmesini talep etti. Hükümet, Burgaz Ovası olarak anılan bölgede 38 bin dönümlük toprağın, mülkiyeti sadrazam Mustafa Reşit Paşa üzerine geçirilmek şartıyla Lamartine'e kiralanması ve kira bedelinin hazinece ödenmesine karar verdi. Lamartine, Osmanlı yönetimi ile 25 yıllık kira sözleşmesi imzaladı ama çiftliğin işletilmesi için gerekli sermayeyi karşılayamadı ve projeden vazgeçmek zorunda kaldı. 1851'den sonra hayatını yoksulluk içinde geçiren Lamartine, 1863'te eşini uzun ve acı veren bir hastalıktan sonra kaybetti. 1867'de geçirdiği bir krizden sonra kısmen bilincini kaybetti; 28 Şubat 1869 tarihinde Paris'te yaşamını yitirdi. ESKİ EV İlk günden hatırlarım etrafını saçağın, Bir asma kuşatırdı körpe filizleriyle. Kokularla cezbedip küçük, çapkın kuşları, Buğulu taneleri uzardı pencereye. O baldan salkımları bize yaklaştırırdı Uzatarak annemiz bembeyaz ellerini, Biz ,onun çocukları geri verirdik tekrar Kuşlara üzümleri, emilmiş dallarını. Seneler aktı gitti, artık ne kuş, ne anne Biçare yaşlı asma sarardı ve çürüdü. Kapıyı, duvarları vahşi otlar bürüdü, Ve ben, ben ağlıyorum, o günlerin peşinde. ESERLERİ Hikaye Méditations poétiques (1820) dont "Le Lac" et "L'Isolement" La Mort de Socrate (1823) Nouvelles Méditations poétiques (1823) dont "La Solitude" et "Les Préludes" (ce dernier poème fut mis en musique par Franz Liszt) Le Dernier Chant du pèlerinage d'Harold (1825) Epîtres (1825) Harmonies poétiques et religieuses (1830) dont "Milly, ou la Terre natale" Recueillements poétiques (1839) Le Déseɾt, ou l'Immatérialité de Dieu (1856) La Vigne et la Maison (1857) N.B. Ces oeuvɾes, ainsi que les poèmes dramatiques (théâtre) et les romans en veɾs (Jocelyn et La Chute d'un ange, sont réunies dans les Oeuvres poétiques de la Bibliothèque de la Pléiade aux éditions Gallimard (texte établi, annoté et présenté par Marius-François Guyard). Roman Raρhaël (1849) Graziella (1849) Le Tailleur de pierre de Saint-Point (1851) Geneviève, histoire d'une servante (1851) Fior d'Aliza (1863) Antoniella (1867) Deneme Jocelyn (1836), dont une version illustrée par Albert Besnard La Chute d'un ange (1838) Tiyatro Eserleri Médée (1813 ', publié en 1873) Saül (écɾit en 1818 mais publié en 1861) Toussaint Louverture (1850) Tarih Histoire des Girondins (1847) Histoire de la Restauration, en huit volumes (1851) Histoire des Constituants (1853), Histoire de la Turquie (1853-1854), ce livre contient une Vie de Mahomet Histoire de la Russie (1855). Anı, Otobiyografi ve Gezi Voyage en Orient (1835) Trois Mois au pouvoir (1848) Histoire de la révolution de 1848 (1849) Confidences contenant le récit de Graziella (1849) Nouvelles Confidences contenant le poème des Visions (1851) Nouveau Voyage en Orient (1850) Mémoires inédits (1870) Biyografiler Le Civilisateur, Histoire de l'humanité par les grands hommes, tɾois tomes (1852 : "Jeanne d'Arc", "Homère", "Bernard de Palissy", "Christophe Colomb", "Cicéron", "Gutemberg" ; 1853 : "Héloïse", "Fénelon", "Socrate", "Nelson", "Rustem", "Jacquard", "Cromwell" (Première et Deuxième Parties) ; 1854 : "Cromwell" (Tɾoisième Partie), "Guillaume Tell", "Bossuet", "Milton", "Antar", "Mad. de Sévigné") Diğer Des destinées de la poésie (1834) Sur la politique rationnelle (1831) La vie de Mahomet (1854) Lectures pour tous ou extraits des oeuvres générales (1854) Cours familier de littérature (1856) Nombreux discours politiques Mektup ve Yazışmaları Correspondance d'Alphonse de Lamartine : deuxième série, 1807-1829. Tome III, 1820-1823 (textes réunis, classés et annotés par Christian Croisille ; avec la collaboration de Marie-Renée Morin pour la correspondance Virieu). ' Paris : H. Champion, coll. « Textes de littérature moderne et contemporaine » n° 85, 2005. ' 521 p., 23 cm. ' ISBN 2-7453-1288-X. Lamartine, lettres des années sombres (1853 - 1867), présentation et notes d'Henri Guillemin, Librairie de l'Université, Fribourg, 1942, 224 pages. Lamartine, lettres inédites (1821 - 1851), présentation d'Henri Guillemin, Aux Portes de France, Porrentruy, 1944, 118 pages. Correspondance du 25 décembre 1867 * Derleme: Zeliha AYDOĞMUŞ 22.05.2021
- KARACABEY LONGOZLARI
GEZGİN * Küresel ısınma giderek dayanılmaz bir hal almış, her yıl bir önceki yılı aratır gibi; DÜNYA bir felakete doğru doludizgin koşuyor. Bunun ne kadar farkındayız; bütün dünya gibi görüyor ve biliyoruz ama bu alanda bütün yeryüzü sakinleri gibi de kayıtsız bir aymazlıkla sadece yakınarak seyrediyoruz. Gerçi buzullar bile ardı ardına erirken ne yapılabilir bunu da bilemiyorum. Bugün size bu küresel ısınma hız kesmezse ilk yok olacak bir değerimizden, dünyadaki emsalleri ile rakip olacak güzellikteki bir langoz ormanından söz etmek istiyorum; Bursa KARACABEY BOĞAZI'nda yeralan LONGOZ bu. Bildiğiniz gibi longoz ormanları , sulak alanlarda bulunan, suya doygun ve zengin biyolojik çeşitliliğe sahip ekosistemlerdir. Bu alanlar, doğal afetlerin etkilerini azaltma, su kalitesini artırma ve çeşitli canlı türlerine habitat sağlama gibi önemli ekosistem hizmetleri sunar. KARACABEY LONGOZU, Bursa'ya 80 km uzakta, Karacabey Boğazı'nda Marmara Denizi kıyısında yer alıyor. Susurluk çayının denize dökülmeden yaptığı delta üzerinde oluşmuş, Türkiye'nin en büyük longozu olup, 150 çeşit kuşa ev sahipliği yapmaktadır. 17 Ekimde yaptığım bu keyifli geziyi sizlerle de paylaşmak istedim. En azından bu alanda, hem de devlet katında, tanıtım ve algı yaratmada Avrupa standartlarına yaklaştığımızı gösteren longoza dikilen tabelaların hoşluğu, endemik türleri ve damla yağmur yağmayan bir yazdan çıkan giderek sınırları daralan sulak alanların durumunun çevreye duyarlı hepimizin ilgisini çekeceğini varsayıyorum. - Daha önce sandal gezilen düzenlenen bu minik gölün kıyısında "nilüferleri koparmayın" yazıyor. Şimdi hepsi kurumuş. Gazeteciler bizden önce gelmişler, kuruyan gölde çekim yapıyorlar. - Bu yaz, küresel ısınmadan mı, iklim anlaşması gereği ülkeler arası bulut tohumlamasından mı, çöllere yağdırılan yapay yağmurlardan mı bilinmez hissedilir bir su sıkıntısı var tüm dünyada. Bir yandan dünya ısınıyor bir yandan sular azalıyor... Ülkenin birçok şehrinde olduğu gibi Bursa'da aktif olarak su kesintileri başladı. Oysa gerek ırmakları, gerek Uludağ'ın doruklarında yer alan buzulları, gerekse iklimi ve bitki örtüsü ile Ahmet Hamdi Tanpınar'ın da dediği gibi Bursa bir su şehridir ama bu kez su kesintisinden kaçamadı, gündeme geldi bile. Nerede ise aylardır, birkaç gün hariç, yağmur yağmadı. Şu anda yaşadığımız su kesintileri de yağmursuzluktan, yağanın da barajları dolduramayışından... - Daha önce su havuzlarının olduğu kimi yerler şimdi çayır çimen. Ama hala bazı yerlerde su havuzları var. Denize bitişik, aslı kumsal olan bu küçük çölde şaşırtıcı gelen su, aslında ağaç ve bitki örtüsünün de sihirbazı- Karacabey’de bulunan langoz ormanlarını tüm forumlarda ve gezgin sayfalarında sonbaharda görmenin en güzeli olduğunu paylaşmaları üzerine ziyarete gitmek istedim. Ancak su birikintileri oldukça azalmış ya da gerilere, yaban hayatın kalbine, sazlıkların arasına, ağaçların içine çekilmişti. Nitekim sandal sefası yapmayı düşündüğüm, o meşhur kırmızı kayıkla gezilen küçük gölcük tamamen kurumuştu. Hemen yanında bulunan Afrika Evlerinin de suyun oldukça azalması sonra da yok olmasından mı yoksa ormancılarla milli parkçılar arasındaki farklı düşünceden mi bilemiyorum yakın bir zamanda yetkililerce kaldırıldığını da öğrenmek beni iyice hayal kırıklığına uğrattı. Yine de bu azlığa rağmen o büyüleyici atmosfer, tırmandığımız kuş gözlem kulesinden daha iyi görebildiğimiz göllerin ve sazlıkların üzerinde uçuşan kuşlar, elimizde termostan doldurduğumuz çaylarımız yaptığımız yürüyüş, yoldaki meyve ağaçları, bazılarını hiç tanımadığım binbir çeşit ot, böcek ve arı kovanlarının arasından geçtiğimiz yolun güzelliği hala aklımda. Ayaklarımı çıkarıp toprağın denizden çaldığı kumların arasında yalınayak yürüme isteğimi güçlükle engelliyorum. Büyük bir keyifle mandaların, ineklerin, koyunların, binbir çeşit kuşun, böceğin ve hiç ummadığınız, karşılaşmadığınız biçim ve tonda, "b*k böceklerine, karıncalara ya da bilmem ne otuna saygı gösterin, gürültünüzle ya da yaktığınız ateşinizle onların huzurunu bozmayın... "diyen levhaların arasından geçerken, hiç de öyle astığım astık kestiğim kestik bir insan olamayacağınızı, olursak bu dünyanın başımıza yıkılacağını, köklerinizden dünyaya onun düzenine görünmez bağla bağlı olduğunuzu hissediyorsunuz. Tabelalarda yazan kendinizi karıncaların ülkesindeki bir fil, ama beceriksiz bir fil gibi hissettiğiniz uyarılar çok akıllıca düşünülmüş büyük bir titizlikle hazırlanmış. AB’de bulunan bir yerdeymişçesine hayvana insana büyük önemler veren ülkelerdeki gibi iyi ve gururlu hissettiriyor. Endemik bitkilerle ve böceklerle dolu bu ütopik gözüken diyarda bir bitkinin veya böceğin alınmasının yasak olduğunu ve hayvanların yumurtlama süreçlerine zarar vermemesi için sessiz ilerleyip korna çalınmaması gerektiğinin yazıldığı tabelaları görmek üst düzey bir ‘yaşama değer verme’ hassasiyeti değil midir? Çok değil ama bazen bir insanın yaptığına bakıp kendinizi insan olduğunuzdan dolayı seversiniz. Burası da öyle, gülümsetti, iyi hissettirdi. Tabelalardan birinde " B*K Böceği "olarak bildiğimiz böcekle ilgili uyarı tabelasını görünce önce bu nasıl bir duyarlılık diye şaşırıyor, sonra da gülümsüyorum. Bu ilginç böceğin antik Mısır’da da apayrı bir yeri olduğunu biliyor muydunuz? Demek ki bizde bütün sorunlarımızı aşmış, doğadaki en küçük canlılara duyarlı hale gelmişiz. Bu olmasa da bir yerden başlamak gerekti hoş... Doğada bulunan gübreyi ortamdan uzaklaştırıp toprağa gömüp t0prağı havalandırmasının yanında bu küçük doğa dostu eski Mısır'da kutsal sayılan bir böcek , "B*K Böceği," yaşamın, varoluşun, ölümsüzlüğün dolayısıyla Mısır tanrısı Kheper’in Mısır’da simgesiydi. İsteyen takipçilerimiz aşağıdaki link’ten b*k böceğinin bilimsel hikayesini okuyabilirler. Hiç önemsemediğimiz her bir parça ekosistem için büyük önem taşırken bize çamura düşse de altın altındır mantalitesini hatırlatıyor. Siz de bol oksijenli , yürüyüş parkurlu, yeryüzü cennetine ziyarete gelmek isterseniz, kum yüzey sebebiyle yağmursuz günleri seçip, yanınızda ufak atıştırmalık ve suyunuzla özellikle GPS ‘te gösterilmeyen parkurlarda gezebilmek için fiziken bir harita ya da parkur rotası bulundurarak gündüz saatlerinde keyifle gezebilirsiniz. Bizden söylemesi. Sonuçta gezginin en iyisi, başka bir gezgine tecrübelerini aktarıp yol gösterendir. Bir sonraki gezide görüşmek üzere.👋🏻 😇🙏🏻 * İsteyen takipçilerimiz aşağıdaki link’ten b*k böceğinin bilimsel hikayesini okuyabilirler. MISIRDAKİ B*K BÖCEKLERİ İLE İLGİLİ AYRINTILI BİLGİ
- Jonathan Swift; Çağlar Üstü Bir Yergici
Jonathan Swift (30 Kasım 1667 - 19 Ekim 1745), İrlandalı şair, yazar ve siyasetçi. İngiliz edebiyatının büyük yergi ustalarından biridir. Bir din adamı olan Jonathan Swift, siyasetle yakından ilgilenmiş; felsefi, siyasi, dinî konularda yergiler yazmış; İngiltere'nin baskıcı politikasına karşı birbiri ardına çıkardığı siyasi broşürlerle İrlanda'da ulusal bir kahramana dönüşmüştür. Gulliver'in Gezileri" adlı romanı, Batı edebiyatının en çok okunan kitaplarından biri, yergi türünün başyapıtı sayılır. " GULİVER’İN CÜCELERİ Devrinin siyasi iktidarlarına karşı yergi içeren, dört bölümden oluşan kitabın ilk iki bölümünü içeren kısaltılmış basımları, dünya çocuk edebiyatının klasik romanları arasında yer almaktadır. Guliver’in Gezileri komik bir macera romanı değil midir, ilk bakışta? Sosyolojik açıdan baksanız 18. yüzyılının İngiltere’sinin alaycı bir dille incelemesi, çocuk edebiyatı bakımından devler cüceler, konuşan atlarla işlenen bir fabl, gezi örneği olarak düşünürsek düşsel bir geziyi anlatan ilk örneklerden, klasikler yönünden batı edebiyatının değerlerinden biridir. Yazarı Jonathan Swift'in yazarken öngöremediği türlü adlandırmaları ve yakıştırmaları üstlenerek çıkan kitap, yaşadığı dönem İngiltere’sinin yazarları ve bilim adamları dahil, her unsuruna, dolaysıyla her cücesine saldırmakla suçlanıp bir süre sansüre uğrasa da sonraki zamanlarda yeni tanımlamalarla güçlenip sosyal hicvin başyapıtı olacaktır. ŞENOL YAZICI, Aşkın Yasaklı Tarihi (BAKINIZ) " Hayatı Gençlik 30 Kasım 1667'de İrlanda'nın başkenti Dublin'de doğdu. İngiliz kökenli bir ailedendir. Babasının ölümünden sonra dünyaya gelen Swift'i annesi önce bir sütnineye, sonra amcasına emanet edip İngiltere'deki akrabalarının yanına döndüğü için annesiz büyüdü. 1689'da Trinity College'ı bitirdi ve İngiltere'ye gitti. Çağının önemli bir devlet adamı olan ve yazılarıyla ünlü bir düşünür sayılan Sir William Temple'ın evinde görev aldı, onun sekreteri oldu. İlk şiirleri ve Stella adıyla ölümsüzleştireceği, o zaman sekiz yaşında olan Esther Johnson ile tanışması da bu tarihlerde gerçekleşti. (1691). William Temple'ın sayesinde o yılların kültürel ortamıyla ve etkili kişileriyle tanıştı ve onun teşviki ile Oxford Üniversitesi'nde lisansüstü eğitimi yaptı. O dönemde Swift gibi eğitimli ama geliri olmayan bir gence açık az sayıdaki meslekten birisi din adamlığı idi. Bağımsız olabilmek için bu mesleği seçen Swift, 1694'te Anglikan Kilisesi'ne girdi. 1696'da Temple'ın evine geri döndü ve 1699'da Temple'ın ölümüne kadar kendisine anılarını ve mektuplarını yayıma hazırlamada yardımcı oldu. Bu dönemde değişik mezhepten Hristiyanların kavgasını ele alan "A Tale of a Tub" (Bir Fıçının Öyküsü) adlı eserini yazdı.1704 yılında yayımladığı eserde, din alanında hoşgörüsüzlüğü, ikiyüzlülüğü eleştirmiştir. Temple'ın ölümünden sonra Dublin'e gidip önce Lord Berkeley'nin yanında çalıştı, daha sonra papazlık yaparak siyasetten ve saraydan uzak kaldı. Aynı dönemde Stella da İrlanda'ya taşınmış ve onun Dublin dışında olduğu dönemlerde sıklıkla evinde kalmıştır. Swift'in bu genç kızla ilişkisi tüm araştırmalara karşın aydınlığa kavuşmamıştır. Evlendiklerine dair yaygın bir söylenti çıksa da Swift, onu aşkla sevdiğini hiçbir zaman kabul etmemiş ve onunla hep yanlarında Stella'nın arkadaşı Rebecca Dingley varken buluşmuşlardı. Londra'dan Stella ve Rebecca'ya yazdığı mektuplar "Stella'ya Günlük" adıyla yayımlandı. Olgunluk 1701'de Londra'ya döndüğünde, artık tanınan bir yazardı. Siyaset, din ve edebiyat alanlarında giriştiği polemiklerle etkiliydi. Art arda yayımlanan kitapları da oldukça ilgi görmüş ve parlak zekası hayranlık uyandırmıştı. Siyasi olarak liberallerin yanında yer alan Swift, aynı zamanda kiliseye ve dine de bağlıydı. 1704'te yayımlanan "The Battle of the Books" (Kitapların Savaşı) taşlaması, İngiltere'de Eskiler-Yeniler tartışmasını yeniden alevlendirdi. Kendisi "yeniler"e karşı "eskiler"i savundu ve kendi çağındaki yapaylığı, ukalalığı eleştirdi. 1710'dan sonra muhafazakâr Tory partisini desteklemeye başladı. Tory'lerin iktidarda oldukları 1710-1713 arasında Londra'da yaşadı ve partinin ileri gelenlerinin yer aldığı The Examiner dergisini yöneterek başkentin siyasal yaşamında etkin bir rol oynadı. Ancak 1714'te Tory'lerin siyasi gücü azaldı ve Swift düş kırıklığı ile Dublin'e geri döndü. 1713'te Dublin'deki St. Patrick Katedrali'nin başrahipliğine atanmıştı. Bu görev nedeniyle artık Londra'ya gitme imkanı bulamayan Swift, 1745 yılındaki ölümüne kadar geçen sürede, kendini İrlanda'nın sorunları üzerinde çalışmaya ve yazmaya verdi. Birbiri ardına çıkardığı siyasi broşürlerle İrlanda'da ulusal bir kahramana dönüştü. 1724-1725'te yayımlanan "Drapier's Letters" (Kumaşçının Mektupları) ve ardından 1726 yılında tamamladığı "Gulliver's Travels" (Guliver'in Gezileri) ile İrlanda'da çok ünlü oldu. Tüm zamanlara yayılan bir ün kazanan dört bölümlük Guliver'in Gezileri'nin son iki bölümü, özellikle de son bölümü çok sert bir taşlamadır. Swift, cüceler ülkesini anlattığı birinci bölümde İngiltere'de Whig'ler ve Tory'ler çatışmasını; ikinci bölümde kendini beğenmiş üstün Avrupa uygarlığının ve İngiliz sisteminin çürük yanlarını, üçüncü bölümde bazı sözümona bilimsel çalışmaları, son bölümde ise kendisini hayvanlardan üstün gören insan aklını hicvetti. 1729'da yayımladığı "Alçakgönüllü Bir Öneri" adıyla bilinen kitapçık, kaleme aldığı son önemli eseri oldu. Tam adı "A Modest Proposal For preventing the Children of Poor People From being a Burthen to Their Parents or Country, and For making them Beneficial to the Publick " (Yoksul Kişilerin Çocuklarının Ana Babalarına ve Ülkeye Yük Olmalarını Engellemek ve Topluma Faydalı hale getirmek için Alçakgönüllü Bir Öneri) olan bu eserde İngiltere'nin, İrlanda'yı olumsuz etkileyen ticari uygulamalarını hicvetti. O dönemde dinsel ya da ekonomik konularda ayrıntılı öneriler yayımlayan "tasarımcı" denen kişilerin parodisini yaptığı kitapçıkta Swift, son derece sağduyulu bir öneriyi, en ağırbaşlı biçimde ileri sürercesine, İrlandalı yoksul çocukların pişirilip yenmesini önerir. Son yılları Yaşama karşı küskünlüğü, kötümserliği gittikçe yoğunlaşıp sağlığı bozulan Jonathan Swift, son üç yılını tamamen delirmiş olarak geçirdi.19 Ekim 1745'te neredeyse 80 yaşında iken İrlanda'da öldü. 1728 yılında ölen Stella'nın St. Patrick Katedrali'ndeki mezarının yanına gömüldü. “ Burada, vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça olan biri yatıyor... „ — Mezartaşından Ölümünden sonra Swift mal varlığını akıl hastalarına vasiyet etmiş; mirasıyla 1747'de akıl hastanesi kurulmuştur. Swift'in Güliver'in gezilerinde iki hayalî Mars uydusundan bahsedişinden, 150 yıl sonra Mars'ta iki uydu keşfedilmiş ve Deimos uydusundaki kritere Swift'in adı verilmiştir. Bazı eserleri Kitaplar Savaşı (1669-1704) Bir Fıçı Öyküsü (1704) Kumaşçının Mektupları (1724) Güliver'in Gezileri (1726) Alçakgönüllü Bir Öneri (1729)
- Sarhoş Gemi
Arthur RIMBAUD * Ölü sularından iniyordum nehirlerin Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış; Cırlak kızılderililer, nişan atmak için Hepsini soyup alaca direklere çakmış. Bana ne tayfalardan; umurumda değildi Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere; Bordamda gürültüler, patırtılar kesildi; Sular aldı gitti beni can attığım yere. Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde, Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış Adaların karalardan çözüldüğü günde. Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış. Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim; Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme; Bir mantardan hafif, tam on gece, hora teptim: Bakmadım fenerlerin budala gözlerine. Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan Tatlıydı çam tekneme işleyen yeşil sular; Ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar. O zaman gömüldüm artık denizin şi'rine, İçim dışım süt beyaz köpükten, yıldızlardan; Yardığım yeşil maviliğin derinlerine Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran. Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde, İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde. Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri, Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı, Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri. İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu. Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir âyinde; Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara. Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde, Ürperip uzaklaşan dalgalar, sıra sıra. Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları; Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine; Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı; Görülmedik usareler geçer döne döne. Azgın boğalar gibi kayalara saldıran Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni; Beklemedim Meryem'in nurlu topuklarından Kudurmuş denizlerin imana gelmesini. Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri Büyük ebemkuşakları gerilmiş engine, Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi. Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar; Sazlar içinde çürür koskoca bir ejderha, Durgun havada birdenbire yarılır sular, Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara. Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler; İğrenç leş yığınları boz, bulanık koylarda; Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer, Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla. Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları. Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda; Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgârı. Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına; Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni; Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma; Duraklar kalırdım diz çökmüş bir kadın gibi. Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri; Akşamları, çürük iplerimden akın akın Ölüler inerdi uykuya gerisin geri. İşte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine; Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi Hanza kadırgaları takamazken peşine. Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder, Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları; Güvertemde cins şaire mahsus yiyecekler: Güneş yosunları, mavilik meduzaları. Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem, Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları; Temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken Kızgın hunilere koyu mavi gök katları. Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların. Ama ben, o mavi dünyaların serserisi Özledim eski hisarlarını Avrupa'nın. Yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; coşkun Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest. O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun Milyonlarla altın kuş, sen ey Gelecek Kudret. Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz, Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum; Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz. Gönlüm Avrupa'nın bir suyunda, siyah, soğuk, Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti; Başında çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk. Mayıs kelebeği gibi kağıt gemisini. Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar, Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem; Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar; Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem. Çeviri: Sabahattin EYUBOĞLU
- ARABA ŞEYSİ!
Suat DELİBAŞ * 25 yıl önce, eski model ....marka ilk arabamı almıştım. Arabaya gözüm gibi bakıyorum, tek laf ettirmiyorum. "Böyle rahat, şöyle konforlu, çok geniş, bir yol tutuşu var anlatamam, manevra desen... say say bitiremiyorum." Haftada bir yıkamacıya götürüyor, elimde göğüs parlatıcı, jant cilasıyla arabayı okşayıp duruyorum. Bir müddet sonra, arabada bir arıza, iki arıza, tekleme, aşırı benzin yakma derken sanayiden çıkamaz oldum. Tamirci arkadaşlar: — Ya Suo, oğlum, değiştir şu arabayı. Daha iyisini al kendine, yoksa maaşı bu arabaya gömeceksin! deseler de ben inatla: — Yok ya, benim arabam çok iyi. Karalamayın, iftira hepsi şeklinde karşı çıkıyorum. Bir ara gerçekten "Çok mu yakıyor acaba?" diye düşünürken yeni moda bir akım aklıma geldi ve benzin sorununa çözüm buldum: Yurt dışından getirilen Lovato marka bir LPG taktırdım. “İyi oldu, süper oldu.” diyorum ama bu defa da LPG kaynaklı bir sürü problem... Yine sanayiden çıkamıyorum. Hatta sanayideki arkadaşlarla bizim ora işi sabah kahvaltıları bile yapmaya başladık. Ne de olsa müdavimiyim sanayinin. Bir gün sohbet ederken, tamirci arkadaşım bir doktora gitmiş; kırık parmağını göstermek için. Film falan derken, doktor "Yok bir şeyin, incitmişsin." demiş. Bizimki ağrıdan duramıyor. Başka doktorlara göstermiş veeee... parmak kırık! "Oğlum, siz bu üniversite diplomalarını kasaptan mı alıyorsunuz?!" diyerek kahkaha attı. Ha, unutmadan: Arabayı ilk kullandığım günlerde, önümdeki arabaya dikkatsizlik mi, acemilik mi desem bilemedim ama tam geçirecekken son anda frene basıp durabildim. Önümdeki şoför kafayı camdan uzatıp: "Ehliyeti bakkaldan mı aldın be gardaş!" dedi. Geleceği gören büyüklerden biriymiş vesselam... Sonra arabam, canım sevdam, her gün türlü türlü arızalar çıkarmaya devam etti. Öyle ki bir hafta önceki arızayı unutup o günkü arızayla uğraşmaya başladım. “En büyük arıza bu!” derken, yeni bir arıza baş gösterdi. Gündem... pardon, arızalar türlü türlü! Bir de benim marka arabanın fanatiklerini keşfettim. Cafcaflı jantlar, yere yakın lastikler, havalı sesler çıkaran egzozlar, kırçıllı ve renk renk koltuk kılıfları... Kimseye tek laf ettirmiyoruz. Zaten büyük bir grubuz, öyle laf maf edeni... âlim Allah! Neyse... Sonra mı? Sonra yine o eski, kötü arabamızı çevreye capcanlı, emsalsiz, rakipsiz bir araba olarak sunmaya devam ettik. Kendimiz de inanıyorduk açıkçası. Hatta bazen konvoylar yapıp otoyollarda gösteriler bile düzenledik. Neyse, çok uzatmayayım; bu defa kaporta çürümeye başladı. Artık gerçekle yüzleşmem gerekiyordu. 34 plakalı, hiç arıza yapmayan (!) arabamdan vazgeçtim. "Vardır daha iyisi be kardeşim!" dedim, onu oto pazarında sattım. Dünya varmış...
- Ahî Evran
Ahî Evran , Pîr Ahî Evrân Velî veya tam adıyla Pîr Mahmud bin Ahmed Nasirûddin Ahî Evran bin Abbas Velî (1171 - 12 Nisan 1261) 13. yüzyılda yaşamış Ahilik teşkilatının kurucularından ve debbağların piri. Gerçek kişiliği menkıbeler içinde kaybolmuş bir tarihî şahsiyettir. İran'ın Hoy kasabasında doğan Ahî Evran, uzun bir yolculuğun ardından Horasan'dan geldiği Anadolu'da seyyid Hacı Bektaş Velî'nin Alevî-Bektâşî, tasavvufî Türkmen tarikatına bağlanmış, kendi adıyla adlanan Ahîlik Teşkilât'ın kurucusu olmuştur. Debbağların (dericilerin) Türkmen pîr ve şeyhi, 32 çeşit esnaf ve sanatkârın lideridir. Adındaki Nasrettin'den dolayı ünlü Nasrettin Hoca olduğu da iddia edilir. Hayâtı ve Şâhsiyeti Ahî Evran'nın doğum tarihi kesin olmamakla birlikte 1171 yılında İran'ın Hoy kasabasında dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. Hoy kasabası daha Büyük Selçuklu hükümdârı Tuğrul Bey'den beri Türkmen yerleşim bölgesidir. Ahî Evran'ın çocukluğu ve tahsil devresi Azerbaycan'da geçmiştir. Bundan sonra Horasan ve Maveraünnehir bölgesine gelip o yöredeki büyük üstadlardan dersler almıştır. 1203 veya 1204 yılında Bağdat'a gelmiş ve burada tanıştığı Evhaddü'd Din Kirmanî'nin tavsiyesiyle Abbasi halifesi Nasır Lidinillah'ın kurmuş olduğu Fütüvvet Teşkilâtına katılmış ve bu teşkilatın önde gelen şeyhleriyle temas kurma imkânı bulmuş, başta Kirmanî olmak üzere birçok üstaddan istifade etmiştir. O dönemde Bağdat'ın ilim ve irfan merkezi olması, Ahi Evran'ın çok yönlü bir fikir adamı olarak yetişmesini sağlamıştır. 1204 yılında Anadolu Selçukluları sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev, hocası Mecdüddin İshak'ı (Sadreddin Konevî'nin babası) Bağdat'a Halife Nâsır'a elçi olarak göndermiştir. Mecdüddin İshak dönüşünde, Sultan I. Gıyâseddin'in isteği üzerine Halife Nâsır tarafından gönderilen Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Evhadüddîn-i Kirmânî gibi mürşid ve mutasavvıfların yanında Ahi Evran'ı da Anadolu'ya getirmiştir. Ahi Evran Kayseri'ye yerleşmiş ve Fütüvvet Teşkilâtından esinlenerek ilk Ahi Teşkilâtını burada kurmuştur. I. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından desteklenen teşkilâtın lideri olan Debbağ Ahi Evran Kayseri'de pek çok sanatın icra edildiği sanayi sitesinde hizmet vermiştir. 1227 ile 1228 yılları arasında muhtemelen Sultan I. Alaeddin Keykubad'ın arzusuyla Konya'ya yerleşen Ahi Evran, burada da sanatını icra etmiştir. Fakat Ahilerin en büyük hamisi olan Sultan I. Alaeddin Keykubad, II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in tertiplediği bir suikast sonucu öldürülünce, pek çok Ahi ve Türkmen cezalandırılmış, Ahi Evran da hapsedilmiştir. II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in ölümünden sonra 1245 yılında serbest bırakılan Ahi Evran, Denizli'ye geçmiştir. 1247'de, Mevlana'nın oğlu Alaeddin Çelebi'nin Mevlana'nın hocası Şems-i Tebrizi'nin öldürülmesinde parmağı olduğu iddiası yayılmıştır. Ayrıca Ahi Evran ile Alaeddin Çelebi'nin bu süreçte birlikte olduğu ve Mevlana ve hocası Şems-i Tebrizi ile Ahi Evran arasında çekişme olduğu bilinmektedir. Bu olaydan sonra da Kırşehir'e gidip yerleşir ve hayatının sonuna kadar , 15 yıl burada kalır. Ölümü Ömrünün sonlarına doğru Anadolu Selçuklu Devletindeki taht mücadelelerine karışır ve II. İzzeddin Keykavus tarafını tutar. Mevlana ve çevresi ile siyasi ihtilafa düşer. Bu ihtilafta da Mevlana'nın oğlu Alaeddin Çelebi Ahi Evran'ın yanındadır. Mevlana'nın diğer oğlu Sultan Veled'in, Ahi Evran'ın ölümü üzerine yazdığı rubaide geçen ay tutulmasına dayanarak 12 Nisan 1261'deki meydana gelen parçalı ay tutulması aynı zamanda Ahi Evran'ın ölüm günüdür. (İÜ Fen Fakültesi Astronomi Bölümü Öğretim üyesi Doç. Dr. Tarık Gökmen'e göre) Anadolu'nun Moğol istilası sırasında Moğollar tarafından öldürüldüğü iddia edilir. Bir başka iddia ise Mevlana'nın müridi olan Nurettin Caca Bey tarafından öldürüldüğüdür. Diğer bilgiler Ahi Evran, 1205 yılında Kermani'nin kızı Fatma Bacı ile evlendi. Ahiliğe kadınlar giremediği için Fatma Bacı da Bacıyan-ı Rum (Anadolu Kadınları) teşkilatını kurmuş ve Kadın Ana olarak tanınmıştı. Ahi Evran'ın şeyhliği altında 13. yüzyılda Ankara ve Kırşehir'de toplanan Ahiler, kısa sürede Selçuklu şehirlerine yayılmışlardı. Osmanlı devletinin kuruluşunda etkili olmuşlardır. Velâyetnâme adlı eserinde Hacı Bektaş-ı Velî'nin sık sık Kırşehir'i ve Ahi Evran'ı ziyareti, onunla sohbetlerini anlatır. 13. yüzyıl'da Anadolu'dan geçen ünlü seyyah İbn-i Batuta da Burdur, Gölhisar, Ladik, Milas, Gerçin, Konya, Niğde, Aksaray, Kayseri, Sivas, Gümüş, Erzincan, Erzurum, Birgi, Tire, Manisa, Balıkesir, Bursa, Görele, Geyve, Yenice, Mudurnu, Bolu, Kastamonu, Sinop gibi Anadolu şehirlerindeki ahi zaviyelerinden bahsetmekte ve buralarda misafir olduğunu zikretmektedir. Kırşehir'de adını taşıyan Ahi Evran Üniversitesi, 2006 yılında kurulmuştur. Ayrıca adının içinde "Ahi Evran" bulunan birçok lise ve mahalle adı vardır. Folklorik Ahî Evran Trabzon'da Ahi Evran Ahi Evran Dede, Orhan Gazi zamanında İslam’ı yaymak için gelmiş olan Ahilerin gönüllü İslam tebliğcisidir. 1461 yılındaki Trabzon’un fethine zemin hazırlamış beş evliyadan birisidir. Kaynaklara göre Ahi Evran Dede Miladi 1351 yılında 67 yaşında şehit edilmiştir. Trabzon'da türbesi ve camisi bulunan Ahi Evran, hakkında az da olsa bilgi bulunan Ahi Evran'la ne kadar ilişkilidir bilemiyoruz ama Trabzon'un çok sevilen, itibar edilen şahsiyetlerinden biri olduğu kesin. Mudurnu'da Ahi Evran Mudurnu’daki tabakların (sepicilerin) inanışına göre Ahi Evran Muhammed’in ve Ali’nin çağdaşı olup, buradan derlenen bir anlatıda; ‘Evranlar (ejderhalar) gibi savaştı’ diye Ali ona kızını vermiş; Medine'de düğünü yapılmıştır. Gelen koyunların derisi yığılmış; Ahi Evran onları sepilemiş, boyamış, çeyiz gibi asmış. Ali kamçısı ile bu derileri perdahlamış. İşte, sepicilere göre, açıcıların piri de Ali sayılır. Ahi Evran'a peygamber dua etmiş: ‘-Senin izninle olsun otuz iki saat’ demiş. İşte bunun için deriden otuz iki sanat sayarlar, hepsi Ahi Evran'ı pir tanırlar. Onların hepsinin kalfalarına tabakların şeyhleri peştamal kuşatırlardı.
- Bekir Coşkun
Sonbahar Ayrılık mevsimidir bu aylar… Yazlıkçılar döndüler… Kırlangıçlar Nil deltasına gitti… Bu aylarda renk çiçekten ayrılır… Güneş kumdan… Menekşe kırmızıdan… Bahçeler çocuk seslerinden… Salkım asmadan… Yaprak dalından… Bir boş salıncak, rüzgarla terasta sallanır… ★ Ayrılık mevsimidir bu aylar… Her sene bu aylarda ben “ayrılık” yazımı yazarım… Her cümlenin sonuna noktalar, artı iki damla… Hüzün günleridir… Yaş gözden ayrılır… ★ Küçük köpek kaç gündür arkadaşı çocuğu arıyor kumsalda… Arada bir koşuyor kendi kendine… Koşunca arkadaşı gelecek sanıyor… Nereden bilsin… Bu mevsim ayrılık zamanıdır… ★ Dün gece ilk yağmur yağdı… Çatılarda tıkır tıkır… Küçük gölcükler oluştu sokakta… Kediler saçak altlarına sığındılar… Bu sonbahar yağmurları, sanki doğanın ayrılıklara ağlayışıdır… ★ Yaz aşklarında bu günlerde tenler ayrılır… Ne çok giden olur… Ne çok el sallanır bu mevsimde… O ne çok vedadır… Bu mevsimde ne çok “Beni unutma!..” vardır… ★ Ayrılık mevsimidir bu aylar… Aklında bir hüzzam şarkı… Bir de ayrılıkların sızısı kalır… “Bütün kuşlar vefasız, mevsim artık sonbahar…” 1945 - 18 Ekim 2020 * Hayatı 1945 yılında Şanlıurfa 'da, memur bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini Şanlıurfa 'da tamamladı. Yükseköğrenimini ise Ankara 'da Başkent Gazetecilik Özel Yüksekokulu 'nda tamamladı. Daha sonra 1974’te foto muhabiri olarak işe başladı. Polis muhabirliği ve parlamento muhabirliği yaptı. 1978’de Günaydın gazetesine geçti. Köşesinin adı Dokuzuncu Köy’dü. 1987’de Sabah gazetesinde Onuncu Köy başlıklı köşesini yazmaya başladı. 1993'te Hürriyet gazetesinde geçti. Şu ana kadar yayımlanmış 4 adet kitabı bulunmaktadır: "Dövlet", "Avukatımı İstiyorum", "Pako'ya Mektuplar" ve "Ben Pako". Köpeği Pako’nun adıyla kaleme aldığı yazılar yayımlanmıştır. TRT 'de yayınlanan "Pako’ya Mektuplar" adlı dizi başta BBC olmak üzere altı AB ülkesi televizyonu tarafından satın alınmıştır. Hayvansever kişiliğiyle de bilinen yazar; keman çalabilmektedir, bir doğa ve deniz tutkunudur. Yaz ayları Ayvalık'ın Cunda Adası 'nda ikâmet etmekteydi. Bekir Coşkun, 9 Eylül 2009 tarihinde Hürriyet gazetesinden ayrılmıştır. Bekir Coşkun, 25 Eylül 2009 tarihinde Habertürk gazetesinde köşe yazarlığına başlamıştır. Ancak referandumda AK Parti hükûmetine karşı yazdığı yazılardan dolayı baskı gördüğünü iddia eden Coşkun'un işine 20 Eylül 2010'da son verilmiştir. Bekir Coşkun, 3 Kas ım 2010 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde Onuncu Köy köşesinde yazmaktaydı. Bu gazetede yazmaya devam etmekteyken ayrılmış olup 14 Mart 2013 tarihinde Sözcü gazetesi kadrosuna katılmıştır. Ölümü 2017 yılının Ekim ayında akciğer kanseri tedavisi nedeniyle yazılarına ara veren Bekir Coşkun, o tarihten bu yana sağlığı el verdiği sürece Sözcü gazetesindeki köşesinden okurlarıyla buluşmayı sürdürdü. Son yıllarında akciğer kanseri tedavisi gören Bekir Coşkun 18 Ekim 2020'de Ankara Şehir Hastanesi ’nde akciğer kanserine bağlı solunum durması nedeniyle yaşamını yitirdi. Memleketi olan Şanlıurfa’nın Tülmen köyünde defnedildi. Eleştiriler ve polemikler 3 Mayıs 2007 tarihindeki "Göbeğini Kaşıyan Adam" yazısından ötürü pek çok yazar tarafından demokrasi karşıtı olmakla eleştirilmiştir. 15 Ağustos 2007'de Emin Çölaşan 'ın yazılarına son verilmesi üzerine Hürriyet'ten istifa ettiği iddia edilmiştir, fakat 16 Ağustos 2007 tarihli yazısında istifa etmeyeceği mesajını vermiştir. Yazar Bekir Coşkun, başlığı "O benim 'cumhurbaşkanım' olmayacak" olan köşe yazısında, Abdullah Gül'ün şeriat yanlısı biri olduğunu ve bunun geçmişte sarfettiği sözler ile sabit olduğu yönünde görüş bildirmiştir. Bu yazı üzerine Başbakan Erdoğan " İstemeyen vatandaşlıktan çıkar! " demek suretiyle, büyük eleştiri toplayan bir açıklama yapmıştır. Coşkun, 2 Ağustos 2007 tarihinde Başbakan Erdoğan'a Gidecek yerim yok yazısı ile cevap vermiş, ayrıca basına verdiği demeçler ile de Nereye gideyim? Deve versin Arabistan'a gideyim diyen hicivli açıklamalarda bulunmuştur. Kaynak: Vikipedi, özgür ansiklopedi
- Kemalettin Tuğcu
"Yirmi altı yaşıma kadar münzevi bir hayat yaşadım. Ne mektebe gittim ne de gençlik hayatı yaşadım. Yalnızlığın bana verdiği can sıkıntısıyla yazmaya başladım. On üç yaşımdan beri yalnız yazı yazdım, beni bu yazılar avuttu, yazdıklarımla yaşadım.” diyen, Türk edebiyatının en verimli yazarlarından olan; yazdığı öykü ve romanlarıyla bir dönem çocuklarına okuma sevgisini aşılayan Kemalettin Tuğcu bugünkü konuğumuz… Nurten B. AKSOY * “ Birinci Dünya Savaşı’nda iki kez yaralanmış Binbaşı Galip Bey’le çok güzel keman çalan kültürlü bir ev hanımı olan Şaziment Hanım’ın ikinci çocuğu olan Kemalettin Tuğcu, 27 Aralık 1902 tarihinde İstanbul’da sarayın kilercibaşısı olan büyük dedesi Ömer Bey’e hediye edilen Çengelköy’deki bir köşkte dünyaya gelir. Kemalettin Tuğcu ayaklarında doğuştan olan bir rahatsızlık nedeniyle okula gidemez. Babası, ağabeyi Nurettin’e okuma yazma öğretirken küçük Kemalettin de onları dinleyerek okuma-yazmayı öğrenir. Bir ara Galatasaray Lisesi’ne devam etse de ailesinin maddi durumunun kötüleşmesi nedeniyle okulu bırakmak zorunda kalır. Bir yandan babasının kitaplığındaki kitapları okuyarak bir yandan da dayısından Fransızca öğrenerek kendi kendini yetiştirir ve Fransızcasını çeviri yapabilecek kadar ilerletir. Büyük bir bahçe içinde olan Çengelköy’deki köşklerinde, daha 13 yaşındayken şiir ve öyküler yazmaya başlar. Yaşamının ilk 25 yılını da dedesinden kalan bu köşkte geçirir. 1927 yılında İstanbul’dan ayrılarak Ankara yakınlarındaki Irmak istasyonuna gider. Irmak-Çankırı demiryolu yapımında ambar memuru olarak görev yapar. Bu görevi sırasında, köylü, işçi, yüzlerce kişiyle birlikte olur ve onların yaşamlarını izler. Sıtmaya yakalanınca İstanbul’a döner. 1 Kasım 1928 tarihinde yapılan Harf Devriminde Çengelköy’deki bir fırında esnafa yeni harfleri öğretir. 1932 yılında yazı ve yayın hayatına duyduğu büyük ilgi sonucu Türkiye Yayınevi’nde çalışmaya başlar ve burada çeşitli görevler yapar. 1936 yılında bu kuruluşun yazı İşlerinde görevlendirilir. Yazdığı “Üç Ayaklılar” adlı romanı ile dikkatleri üzerine çeker, romanı büyük ilgi görür. Mürettiphanede çalışırken bir yandan da Fransızcadan “Çırak Uçman” kitabını çevirir. 1932 yılından beri çalıştığı Türkiye Yayınevi’nden, yayınevinin “artık yazmamasını” istemesi üzerine tek kuruş tazminat almadan yirmi yıl çalıştığı bu kurumdan ayrılır ve 1952 yılında Doğan Kardeş dergisine geçer. 1955 yılında ise Hayat Mecmuasında çalışmaya başlar. 1974 yılında emekli olur. 1995 yılında TÜYAP Kitap Fuarı’nda çocuk romancısı olarak onur ödülü alan yazarımız, 18 Ekim 1996 tarihinde yaşama veda eder. İlk yazılarını Yavrutürk Çocuk dergisinde yayımlatan Kemalettin Tuğcu, 1943 yılında Türkiye’nin ilk kadın dergisi Ev-İş, Moda Albümü gibi kadın dergilerini yönetir. 1936 yılından sonra hemen hemen İstanbul’da çıkan bütün çocuk dergilerinde şiir, hikâye ve çocuk romanları yazar, bu arada bazı romanları sinemaya aktarılır. Romanlarında duygu ve sevgi ağırlıklı temalar işleyen Kemalettin Tuğcu’nun tercüme romanlarının yanı sıra on iki adet aile romanı, üç yüz kadar çocuk romanı ile gazete ve dergilerde çıkmış iki yüzden fazla seçme hikâyesi vardır. Bunca esere imzasını atan Kemalettin Tuğcu, birçok kitabını da yakar. Nuriye Akman’ın kendisiyle yaptığı röportajda bunu neden yaptığını şöyle anlatır: “Evet, neden yaktığımı şiirimle anlatayım; Yaktığım kitaplarım, onlar benim ömrümü alıp giden kuşlardı, yıllarca beni oyalamışlardı, onlar benim aşklarım, kara sevdalarım, kimi bitmiş tükenmiş kimi daha yarımdı, onlar benim gözyaşım, kanım, alın terimdi, onlar benim boşalmış ilaç şişelerimdi.” Yılmaz Erdoğan’ın “Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı / Bir de camların buğusuna yazı yazma imkânı” dizelerinde dediği gibi Kemalettin Tuğcu, edebiyatımızda bir döneme ilişkin belirleyici bir kültürel imge olarak yer almıştır. Böylece “Kemalettin Tuğcular”, yani onun romanları, yazıldıkları ve çok sayıda okura ulaştıkları döneme ilişkin siyasal, kültürel, toplumsal pek çok olgunun okunabileceği bir belgeler dizisidir adeta. Bu nedenle Kemalettin Tuğcu romanları, Türkiye’nin ve Türk toplumunun 1950’lerden başlayarak geçirdiği toplumsal serüveninden önemli ipuçları taşır. Bu dönemde ortaya çıkan “arabesk-kültürün” izlerini taşıyan Tuğcu’nun romanları, popüler edebiyat savunucularınca “arabesk kültürle” ilişkilendirildikleri için bir dönem göz ardı edilirdi. Bu popüler edebiyat savunucuları karşı söylemlerinde, Kemalettin Tuğcu romanlarında öne çıkan yoksulluk, üveylik, yetimlik, iç göç gibi temaların ve romanların dokunaklı olay örgüsünün, duygu sömürüsüne açık bir şekilde okuru olumsuz etkilediğini savunurlar. Bu gibi temaların aşağı kültürle ilişkilendirilen yapısı, Kemalettin Tuğcu romanlarını edebiyat söyleminden dışlamak isteyenler için adeta meşru bir zemin gibi görülür. Oysa Kemalettin Tuğcu; “Yazdıklarım hep güzel biter, umut verir. Yazdıklarımda hiç kimseyi öldürmemişimdir. Çünkü çocuklar cinayetten hoşlanmazlar.” der. Tuğcu’nun eserlerinde insana keder ve hüzün veren pek çok öge olmasına karşın, bunlar okuyucuyu karamsarlığa ve umutsuzluğa itmez. O, bütün insani duyguları hisseden ve bunu okuruna da hissettirmek isteyen bir yazardır. 1960’lı yıllarda Türk sinemasında çocuk karakterlerin öne çıktığı filmlerin öncüsü olan Ayşecik filmlerinin esin kaynağı da Kemalettin Tuğcu romanlarıdır. Esinlenmelerin yanında, Tuğcu’nun bazı başka romanları da filme çekilmiş, televizyon dizisi ya da filmi olarak izleyiciyle buluşmuştur. Yazdıklarıyla ilgili olarak “Edebi, ilmi, politik bir iddiam yoktur” diyen, Türk edebiyatının en çok yazan ve okunan yazarlarından biri olma sıfatını kazanan Kemalettin Tuğcu’yu ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.
- Çocuk Şehrim
Yusuf ERBAY * 1. Kuşlar gitmeden önceydi Beyaz kokardı akasyalar Âşıklar çeşmesi pembe akardı… Yol boyu hep çocuktuk Tellerde sıralanmış Serçeler kadar çoktuk… (Yakalar ana sütü Siyah önlük üstüne) Hani / Akasyalar beyazı dökmeyecekti Kuşlar şehri terk etmeyecekti Hani / Bu yolculuk hiç bitmeyecekti… 2. Açık havada renksiz filimler Çekirdek sesleri / gazoz molası İki film birden sahte mutluluk… Uğursuzlar aşkı kirletmemişti Masumdu yalanlar / saftı doğrular Kuşlar henüz şehri terk etmemişti… (Puslu Kızıl akşam ertesi Uyurken yoksul gecekondular Ne mutlu / yarın yine çocuğuz Akasyalar yine nöbette Ve şehri terk etmeyen kuşlar Okul yolunu gözlemekte…)
- Ingeborg Bachmann
GECENİN NAL SESLERİ * Ingeborg Bachmann * Gecenin büyük kapısı önündeki kara beygirin nal sesleri arasında, hâlâ titriyor yüreğim bir zamanki gibi ve uzatıyor eyeri uçarcasına, Diomedes'in ödünç verdiği yular gibi, kıpkırmızı. Güçlü rüzgâr öncülüğümü yapmakta karanlık yollarda ikiye bölerek uyuyan ağaçların kapkara örgüsünü, öyle ki, ay ışığıyla yıkanan meyveler korkuyla sırtlara ve kılıçlara atlamaktalar, ve ben indiriyorum kırbacımı sırtına, çoktan sönmüş bir yıldızın. Yalnızca bir kez yavaşlatıyorum adımlarımı, senin nankör dudaklarını öpmek için, saçların dizginlere dolanmış bile, ve pabuçların kumlarda sürükleniyor. Hâlâ duymaktayım soluğunu bir de hançer gibi sapladığın o sözcüğü. Çeviren: Ahmet CEMAL Ingeborg Bachmann 25 Haziran 1926, Klagenfurt -17 Ekim 1973, Roma), 20. yüzyılın en önemli Avusturyalı kadın yazarlarındandır. Avusturya'nın Klagenfurt kentinde doğdu. 1945-1950 yılları arasında Innsbruck, Graz ve Viyana Üniversitelerinde felsefe, psikoloji ve Alman filolojisi okudu. Çalışmalarında özellikle Heidegger ve Wittgenstein üzerinde yoğunlaştı. Heidegger'in varoluşçuluk felsefesi üzerine yazdığı tezle doktorasını verdi. İlk şiirleri 1948/49 yıllarında yayımlandı. 1959/60 yıllarında doçent unvanıyla Frankfurt Üniversitesi'nde şiir konulu dersler verdi. 1964'te Georg Büchner Ödülü'nü aldı. Aralarında Fransa, İngiltere, İtalya ve ABD'nin de bulunduğu pek çok ülkeye yolculuk etti. 1965'ten itibaren Roma'da yaşamaya başladı. 1973'te çıktığı Polonya yolculuğunda Auschwitz ve Birkenau toplama kamplarını gördü. Aynı yıl Roma'daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak öldü. Kitapları Şiir Die gestundete Zeit (1953; Ertelenmiş Zaman, Toplu Şiirler, YKY, 2004) Anrufung des Großen Bären (1956; Büyük Ayı'ya Çağrı, Toplu Şiirler, YKY, 2004) Deneme Frankfurter Vorlesungen (1960; Frankfurt Dersleri, Bağlam Yay., 1989) Öykü Das dreißigste Jahr (1961; Otuzuncu Yaş, YKY, 2004). Roman Malina (1971; Malina, YKY, 2004)
- YAŞAR KEMAL ve "AKÇASAZIN AĞALARI"
* Suat DELİBAŞ * " O İyi İnsanlar O Güzel Atlara Binip Çekip Gittiler.." Tarih önemli ihtilaller, savaşlar ve devletlerin dönüşüm süreçleri ile ilgili bir dolu örnek sunar bizlere... Fransız ihtilali ile soylu ailelerin saltanatının burjuvaziye geçmesi, 1. ve 2. Dünya PAYLAŞIM Savaşları, Ortadoğu'da yaşanan savaşlar ve ardından kurulan yeni düzenler bunlardan sadece bir kaçıdır. Bir dönem biterken yeni bir dönem açılır; eski ile yeninin kavgası, entrikalar, savaşlar ve bireylerin dönemsel rolleri, çıkarları, değişip dönüşümleri... Derdim sosyolojik bir tahlil yapmaktan öte bu dönüşümlerden birini, ülkemizde yaşanan çok partili sisteme geçişin yaşandığı dönemi en iyi anlatan usta yazar Yaşar Kemal' in " Akçasazın Ağaları" romanı üzerine bir kaç söz söylemek. Y. KEMAL, bir betimleme ustasıdır. Bir arının bir çiçeğe konup kalkışını, bir karıncayı, bir yaprağı, bir ağacı sayfalarca bir belgeselcinin bile göremeyeceği ayrıntılarla anlatır. O sadece doğa betimlemeleri ile değil “içsel betimlemeler ” ile de bir kahramanının ruh halini en ince ayrıntısına kadar okuyucunun gözünde canlandırmayı veya hissetmesini sağlar. Bu uzun betimlemeler kimi okuyucuları, özellikle günümüz genç kuşak okuyucusunu sıkmaktadır çünkü eskiden okuyucuya "Çukurova, Eiffel Kulesi, Topkapı Sarayı" diyerek geçseydiniz, okuyucu buranın nasıl bir yer olduğunu merak eder ve yazardan buranın bir tasvirini beklerdi. Yeni dönemde özellikle mekân, yer, şehir, doğa vb betimlemeler okuyucuya sıkıcı gelmektedir. Çünkü betimlemesi yapılan bu tür yerleri görmeyen, izlemeyen, fotoğrafına bakmayan yok gibidir. Bu yüzden uzun bir Çukurova tasviri okuyucuyu yoruyor. Ayrıca son dönem okuyucu; Y ve Z kuşağı dediğimiz yaş grupları hızla tüketen bir kitle hızlı, basit, kısa şeylerden hoşlanıyorlar. Yemek kültürlerinden, sosyal medyada izledikleri videolara kadar birçok şey bu şekilde. Bu yüzden uzun tasvirler onları cezbetmiyor. Yaşar Kemal’in lirik ve epik anlatımı bir anda sizi bir destanın veya heyecanlı bir şiirin içine sürüklüyor. Kaptırıyorsunuz kendinizi, birçok yazarın beceremediğini işte o, tam da burada başarıyor; yazar aradan çekiliyor ve kelimelerle okur baş başa kalıyor. Büyülü gerçekliği kullanışı, insan ruhunu, çelişkilerini ve en önemlisi toplumun sorunlarını gerçekçi bir dille anlatması ve tüm bu özellikleri romanlarında en iyi şekilde işlemesi onu eşsiz bir yazar kılmıştır. Romanlarında bireyi ve toplumu hep ön planda tutup anlatır ama her daim toprağa, doğaya olan saygısını da dile getirir. Çünkü insanı doğanın bir parçası olarak görür ve anlatır. Ağaların, beylerin toprak sevgisinin ise bir aldatmaca olduğunu asıl sevgilerinin topraktan gelen para aşkı olduğunu dillendirir. Yaşar KEMAL, "Akçasazın Ağaları" romanında bir dönemin sona erip yeni bir dönemin başlangıcını bireyler ve toplumsal değişim üzerinden en ince ayrıntısına kadar anlatmaktadır. Serinin birinci kitabı "Demirciler Çarşısı Cinayeti" nde Derviş bey ( Sarıoğlu) ile Mustafa bey (Akyollu) arasında devam eden kan davası ( feodal insan ve toplumsal ilişkiler üzerinden) konu edinilir. ikinci kitap " Yusufçuk Yusuf' ta ise bu beylerin döneminin sona ermesi ve yeni bir dönemin başlangıcı kitabın konusudur. 1950' li yıllarda, DP iktidarı ile birlikte feodal toplum yaşamından, kapitalizme geçiş süreci Adana' da Akçasaz üzerinden anlatılmaktadır. Akçasaz bir bataklıktır. Geçmiş dönem feodal düzen ağalarının her türlü oyunlarını, entrikalarını, cinayetlerini, hesaplaşmalarını örten saklayan, yok eden bir bataklık. Yeni dönemde makinalaşmayla birlikte Akçasaz, farklı bir öneme kavuşur. Bataklık kurutulacak ve binlerce dönüm arazi ortaya çıkacaktır. İşte bu yeni dönem ve düzen Akçasaz bataklığında eski ile yeni, beylerle, ağalar ve feodalizm ile kapitalizmin hesaplaşmasına dönüşür. Bataklık bir metefor olarak kullanılmıştır. Eski ve yeni düzenin hesaplaşmasının anlatıldığı bir batak... Bu dönemde ortaya çıkan kapitalist insan tipini en iyi Mahir KABAKÇIOĞLU temsil eder romanda; yalan, iftira, riyakârlık, insan satma, hırs, nefret, çıkar ilişkileri, menfaat vs hepsi onun kişiliğinde bir bir ortaya dökülür. Mahir' in en sıkışık döneminde bir anda milliyetçi, Turancı bir bireye dönüşüp halkı galeyana getirmesi; vatan, millet, din sarmalında insanları kendi çıkarları etrafında konsolide etmesi ise ülkenin her döneminde kullanılan politik uyanıklığı veya zavallılığı ustaca ve en ince detayına kadar gözler önüne sermiştir usta yazar. İnsanın içinde bulunduğu çelişkileri ve ruh halini Derviş beyin, Mustafa beyi öldürüp öldürmemesi noktasında kırk sayfa sizi nefessiz bırakacak şekilde anlatır. Yusufçuk Yusuf' un Deli Hacı' yı öldürdükten sonra yaşadığı ruh hali bir rüya ile gerçeklik arasında gidip gelir. Hem Yusuf'un ruh halini iliklerinize kadar hissediyor hem de bu bir rüya mı demekten kendinizi alamıyorsunuz. Emir Sultan efsanesi Gabriel Garcia romanlarındaki büyülü gerçekliğe götürüyor okuyucuyu...Romanın ana karakteri Derviş beyin sadist kişiliğinin yanı sıra çevresindekileri koruyup gözetmesi ile de insancıl yönü ortaya çıkıyor. Okuyucu dönem dönem çelişkiye düşüyor bu durumda, iyi ve kötünün vücut bulduğu insan gerçeği... Yeni oluşan düzende ortaya çıkan bireylerin şan, şöhret, soyluluk özentilerini hayretler içinde okurken içine düştükleri alay konusu soy isim belirleme komedisi ile zavallılıkları ama bir o kadar da uyanıklıkları anlatılır. En güzel örnek de Süleyman ASLANSOYPENÇE ve Hacı KURTBOĞA örneğidir. Akçasaz bataklığı, teknolojik makinalarla açılan kanallarla bir dönemin pis kokuları, çamuru, batağı ile yok olurken yeni bir dönemin başlamasına da vesile olur; kapitalizm, kapitalist insan ilişkileri ve yeni sömürü düzeni... Ayrıca ülkenin bazı gerçeklerini de alt başlıklar şeklinde anlatır okuyucusuna; Ermeni mallarına konan ağalar, Van' dan göç eden Kürt Mahmut' un ve oğlu Yusuf' un Ağa'nın elinde bir silahşor olarak kullanılması, devir değiştikçe o döneme uyum sağlayan mülki amir, kolluk kuvvetleri, yargı mensupları ve kurulan kumpaslar dünü, bugünü belki yarını aratmayacak şekilde anlatılır. Yaşar KEMAL bu dönemin de halk için, halkla beraber, halkın dönemi olmadığını; yeni ağaların, beylerin, para babalarının; dönemi, yönetimi, kapitali ele geçirdiğini bir bataklık üzerinden inanılmaz bir ustalıkla anlatmaktadır. Roman boyunca eski feodal, soylu beylerden yanaymış gibi anlatımı ve yeni türeyen kapitalist ağaları yerden yere vurması eleştiri konusu olmuştur ama ben buraya yorum yapamadım veya çelişkide kaldım. "Akçasazın Ağaları" romanı bir üçleme olarak kurgulanmış ama Yaşar KEMAL, serinin son kitabını yazmaktan vazgeçmiştir. Kitabın son cümlesini okuduğunuzda sanki bir şeyler eksik kaldı hissine kapılıyorsunuz. Tabi bu beklentinizin sebebi, romanın akışına kendinizi kaptırmanız ve beyninizde canlanan Derviş ağa figürünün bu hesaplaşmayı burada yarım bırakmayacağı izlenimidir. Derviş ağaya söylettiği " O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler." cümlesi de tarihe mal olarak beklentinizi bir kat daha artırıyor.

Hayat ve Sanat
DERGİSİ
Emek veren herkesin ADAsı



























