
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4409 sonuç bulundu
- Edith PİAF
KALDIRIM SERÇESİ * Édith Giovanna Gassion (19 Aralık 1915 - 10 Ekim 1963), bilinen adıyla Édith Piaf kabare ve modern şanson türlerindeki şarkılarıyla tanınan Fransız şarkıcı . Fransa'nın en büyük popüler şarkıcısı ve 20. yüzyılın en ünlü sanatçılarından biri olarak kabul edilmektedir. Piaf'ın müziği genellikle otobiyografikti ve aşk, kayıp ve hüzünle ilgili chanson réaliste ve meşale baladlarında uzmanlaştı. En çok bilinen şarkıları arasında “ La Vie en rose ” (1946), “Non, je ne regrette rien” (1960), “Hymne à l'amour” (1949), “Milord” (1959), “La Foule” (1957), “L'Accordéoniste” (1940) ve “Padam, padam...” (1951) yer almaktadır. Kariyerine on dört yaşında babasıyla birlikte turnelere çıkarak başlayan Piaf'ın ünü, Almanya'nın Fransa'yı işgali sırasında arttı ve 1945'te Piaf'ın imzasını taşıyan “La Vie en rose” şarkısı yayınlandı. 1940'ların sonlarında Fransa'nın en popüler sanatçısı haline gelen Piaf, Avrupa , Güney Amerika ve Amerika Birleşik Devletleri 'nde turnelere çıktı ve Ed Sullivan Show'da sekiz kez sahneye çıktı. Piaf, 1963'te 47 yaşında ölümünden birkaç ay öncesine kadar Paris Olympia müzik salonunda birkaç dizi konser de dahil olmak üzere performans sergilemeye devam etti. Son şarkısı “L'Homme de Berlin” Nisan 1963'te kocasıyla birlikte kaydedildi. Ölümünden bu yana, Fransız kültürünün mihenk taşlarından biri olan Piaf'ın hayatı hakkında çok sayıda belgesel ve film çekildi. Hayatı Édith Piaf yaşadığı dönem Fransa 'sında en sevilen sanatçılardan biriydi. Annesi Annetta Giovanna Maillard yarı İtalyan , yarı Fas asıllı bir göçmen ailesinden geliyordu. Babası Louis-Alphonse Gassion (1881–1944) ise sokaklarda gösteri yapan bir cambazdı. Annesi sokakta şarkı söyleyerek yaşamaya çalışmaktaydı, daha sonra babası tarafından bir geneleve kısa süreliğine bakılması için gönderildi. Küçük yaşta gözleri mikrop kapmış ve kör olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu hastalık sırasında bir genelevde, oranın patronu ve kadınlarıyla birlikte yaşıyordu. Aradan aylar geçtikten sonra gözleri düzeldi. Babası, küçük Édith'i genelevden aldı ve mesleği olan sokak akrobatlığı geçinmelerine yetmeyince kızını sokakta akrobatlık veya numara yapması için zorlamıştır. Bunun üzerine Édith, en iyi bildiği şarkıyı yâni Fransa millî marşı La Marseillaise 'i söylemiştir. 14 yaşındayken babasının yanında sokaklarda şarkı söylemeye başladı. Kısa bir süre sonra da babasından ayrı şekilde kenar mahallelerde şarkı söylemeye başladı. 17 yaşındayken ilk ve tek çocuğunu doğurdu. Marcelle adını verdikleri bu talihsiz kız çocuğu 2 yaşında menenjitten öldü. Gençliğinde, babasının başka bir kadından olan kardeşi Simone ya da Édith'in seslendiği gibi Momone ile birlikte Paris sokaklarında şarkılar söyler ve hayatını kazanmaya çalışır. Kendisini keşfeden Louis Leplée öldürüldükten sonra uzun sorgulamalara tâbî tutulur. O dönem Piaf için oldukça zorlu geçer; tüm popülaritesi yok olmuş, halkın nefretini kazanmış bir şekilde kabarelerde şarkı söylemiştir. Yeni meşhur olduğu dönemde tanıştığı Raymond Asso'yu araması sonucunda kurtulacak, profesyonel müzik hayatına dönmüş, eğitim almış ve eski ününe Edith Piaf olarak kavuşmuştur. Alkolü aşırı derece kullanmaktaydı. Fransız orta sıklet boks şampiyonu, evli ve üç çocuk babası Marcel Cerdan ile tanıştı ve ikisi de birbirlerine deli gibi âşık oldular. Hayatında en çok sevdiği erkek orta sıklet dünya şampiyonu boksör Marcel Cerdan'dı. Cerdan başkasıyla evliydi, Fransa'da zaten tanınan bir insandı. Marcel Cerdan, Fransa'dadır ve Édith Piaf'la buluşmak üzere Ekim 1949'da Paris'ten New York'a uçarken uçağı düştü. Bu kazadan kurtulan olmadığı bilinmektedir. Piaf'ın hayatı hayatının erkeği olarak tanımladığı Marcel Cerdan öldükten sonra tamamen değişir, ağrı kesici, alkol ve morfine bağımlı hale gelir. Sonrasında yağmurlu bir günde geçirdiği trafik kazası sebebiyle hayatı boyunca omuriliği iyileşmemiş, yarı kambur bir şekilde yürümek zorunda kalmıştır. Édith Piaf Fransız rivierasındaki Plascassier'de 10 Ekim 1963'te karaciğer kanserinden ölür. Eşi Theo Sarapo'nun aynı gece cenazesini gizlice Paris'e getirdiği, böylece hayranlarının “Édith Piaf’ın kendi evinde öldüğünü” düşüneceğini umduğu söylenir. 11 Ekim günü Édith Piaf'ın öldüğü açıklandıktan kısa bir süre sonra (aynı gün içinde) çok sevgili dostu Jean Cocteau da hayata veda etti. Cocteau'nun Piaf'ın acısına dayanamadığı için kalp krizi geçirdiği söylenir. Katolik kilisesi Paris Başpiskoposu –sürdüğü hayat nedeniyle- Édith Piaf'ın cenaze törenini yapmayı reddetti. Tabutu Père-Lachaise mezarlığına götürülürken on binlerce hayranı korteje katıldı. Mezarlıktaki törende hazır bulunanların sayısı ise 100.000'i geçti. Ünlü şarkıc ı Charles Aznavour , Édith Piaf'ın cenaze törenini anlatırken “İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinden beri bütün Paris’in trafiğini tamamen kilitleyen başka bir olay yoktur. ” sözleriyle durumu açıkladı. Ölümden korkmamaktadır yalnızlıktan korktuğu kadar ve son röportajında şöyle der: - Bir kadına öğüt verecek olsaydınız, bu ne olurdu?- Sev.- Bir genç kıza?- Sev.- Peki bir çocuğa?- Sev. Kariyeri Yine Momone ile sokakta şarkı söylerken, Fransa'nın ünlü müzikhollerinden birinin sahibi olan Louis Leplee ile tanışır. Louis Leplee, sesini dinler ve hayran kalır. Piaf'ın lâkabını "Küçük Serçe" yapacaktır, ancak bu lâkap kullanıldığı için "Kaldırım Serçesi" adına karar verilir. Artık Édith Piaf'ın kariyeri başlamıştır. Kısa süre içinde tüm Fransa tarafından bir "gurur" olarak kabûl edilir.. Oynadığı Filmler: La garçonne (1936), Jean de Limur Montmartre-sur-Seine (1941), Georges Lacombe Star Without Light (1946), Marcel Blistène Neuf garçons, un cœur (1947), Georges Freedland Paris Chante Toujours (1951), Pierre Montazel Boum sur Paris (1953), Maurice de Canonge Si Versailles m'était conté (1954), Sacha Guitry French Cancan (1954), Jean Renoir Música de Siempre (1958), " La Vie en rose "nin İspanyolcası. Les Amants de demain (1959), Marcel Blistène BİR ŞARKISI ONU EN İYİ ANLATAN FİLM FİLMİ İZLE 2007 Yapımı bu muhteşem filmi izlemeye doyamayacaksıınız. maviADA sayfalarında şimdi ücretsiz
- Kaldırım Serçesi
(La Vie en Rose) FİLMİNİ İZLE * Yaşamak, şarkı söylemek ve sevmek için zor bir mücadele veren Fransız diva Edith Piaf’ın içe işleyen ve etkili biyografisi. Piaf’ın zamanındaki Paris’i inanılmaz bir şekilde betimleyen, gerçek bir başyapıt. FİLMİ İZLEMEK İÇİN BURAYA TIKLA FİLMİ İZLEMEK İÇİN BURAYA TIKLA Konusu: Edith Piaf’ın 1959’da New York’da verdiği konser sahnesi ile başlayan film, Fransız şarkıcı Piaf’ın, 40’lı yaşlarına odaklanıyor. 1915 yılında dünyaya gelen Piaf, babasının çalıştığı sirk sayesinde küçüklüğünden itibaren pek çok yer dolaştı. O dönemlerde, en yakın arkadaşı Mômone ile sokaklarda şarkı söyleyerek para kazanıyordu. Bu sırada bir kabare işleten Leplée tarafından keşfedildi ve kısa sürede, onu meşhur edecek çevre içine girdi. Genç yaşta yakalandığı hastalık ve bağımlılıkların, henüz 40 yaşındayken onu 70 yaşında bir kadın haline dönüştürdüğü, yürüme, konuşma ve şarkı söyleme yetisini kaybettiği süreci tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. Filmde, Piaf’ın büyük aşk yaşadığı ve 1949 yılında bir uçak kazasında hayatını kaybeden boks şampiyonu Marcel Cedan’ın da önemli bir yeri var. İMDp: 7.6 Ayrıca film böyle tanınır: La Môme, La Vie En Rose, Piaf Um Hino Ao Amor, Piaf, Едит Пиаф: Животът в розово, Едит Пиаф, Život U Ružičastom, Edith Piaf, Berättelsen Om Edith Piaf, Zoi san triantafyllo, Ζωή σαν τριαντάφυλλο, Edith Piaf: Ai No Sanka, Dzīve Rožainā Gaismā, Edith Piaf: Rozinis Gyvenimas, Niczego nie żałuję: Edith Piaf, Жизнь в розовом цвете, Zivljenje V Roznatem, La vida en rosa (Edith Piaf), La Vie En Rose: Berättelsen Om Edith Piaf, 玫瑰人生, Kaldırım Sercesi, Життя в рожевому кольорі Yapım : France Süre : 2 saat 20 dakika Filmin ödülleri : 2 Oscar, 46 Ödül & 61 Adaylik. Film müzikleri: Édith Piaf - Heaven Have a Mercy, Emmanuelle Seigner and Mistinguett - Il ma Vu Nue, Édith Piaf - Cri du Coeur, Jil Aigrot - Du Gris, Cassandre Berger - La Marseillaise, Damia and Jil Aigrot - LÉtranger, Édith Piaf and Frédéric Foret - La Vie en Rose, Jil Aigrot - Padam... Padam..., Mario Hacquard and Édith Piaf - Non, je ne Regrette rien, Clotilde Courau - Moi... je mEnnuie, Esther Lekain - La Petite Tonkinoise, Lucile Panis and Marion Cotillard - Frou-Frou, Édith Piaf - La Foule, Édith Piaf - Rien de Rien, Maya Barsony - Fascination, Jil Aigrot - Les Mômes de la Cloche, Jil Aigrot - Les Hiboux, Aubert Fenoy and Jil Aigrot - LAccordéoniste, Édith Piaf - Mon Dieu, Édith Piaf and Frédéric Foret - Hymne à lAmour, Édith Piaf - Milord, Alceo Passeo and Jil Aigrot - Mon Légionnaire, Jil Aigrot - Comme un Moineau, Igor Outkine and Jil Aigrot - Mon Homme, Édith Piaf and Noël Glanzberg - Mon Manège à Moi Filmin toplam bütçesi : $25,000,000 Filmin toplam hasılatı : $86,274,793 Filmin çekim yapıldığı ülke : Brasserie Julien, 16 rue du Faubourg Saint-Denis, Paris 10, Paris, France Senaryo: Isabelle Sobelman YIL: 2007
- Timur Selçuk'u Anıyoruz
2 Temmuz 1946 Yılında İstanbul'da, tiyatro sanatçısı Şehime ERTON ve Münir Nurettin SELÇUK'un oğlu olarak dünyaya gelen, dilimize dolanan pek çok eserin bestecisi olarak bildiğimiz ünlü sanatçımız Timur SELÇUK'u bu gün, yani 6 Kasım 2020 tarihinde kaybettik. Aziz Nesin gibi, Attila İLHAN, Ümit Yaşar OĞUZCAN, Cahit Sıtkı TARANCI, Ahmet Muhip DRANAS, Faruk Nafiz ÇAMLIBEL gibi pek çok şairin şiirini bestelemiş, ülkemizin sanat tarihinde çok önemli bir yer edinmiş ve arkasında unutulmaz eserler bırakmış olan TİMUR SELÇUK'u maviADA Dergisi olarak en ünlü eserlerinden biri olan İSPANYOL MEYHANESİ isimli eseri ile HATIRLIYORUZ *
- KAYIP
Niyazi UYAR * Serap’la hemen her gün görüşen iki can arkadaşız. Ne ben Serap’tan ne o benden vazgeçer. Arkadaşlığımız dostluktan ötededir. Günün her saatinde görüşsek bile, araya koyduğumuz çizgi Ezidilerin dışına çıkamadıkları çember gibidir. O çizgi beni de onu da ağacın en yüksek dalındaki ulaşılamayan kutsal meyveye döndürmüştür. Kaybetme korkusu aramızda ince bir çizgi olarak hayat bulmuştur. Çalışma arkadaşlarımız arkamızdan: “Karı koca bile, bunlar kadar anlaşamaz!” Bünyamin’e bayram ziyaretine gitmiştik Serap’la. Bünyamin’in hoş sohbeti, muhabbetinin tadı, oturaklı lafları ile zamanın nasıl geçtiğini fark edemedik. Bünyamin’in naifliği, beyefendi kişiliği, sohbette sıranın kendine gelmesini beklemesi, sakin yumuşak bir üslupla konuşması, yerinde kıvamında da tarihi vakalara yer vermesi tadına doyulmaz bir sohbet yaşatır. Biz de zamanın nasıl geçtiğini fark edemedik. Saate baktım, epeyce geç olmuş, güneşin batmasına bir minareden daha az kalmış. Zamanın bu kadar çabuk geçmesi güzeldi de geç kalmamızın müsebbibi Bünyamin’e içimden bir sitemle hoşça kal demeden, koşar adım çıktık evden. Bünyamin arkadan sesleniyordu. “Teşekkür ederim Sertaç Hocam, Serap Hanım, çok memnun oldum, ayağınıza sağlık, her zaman beklerim!” Hoşça kal demeye zamanımız yokmuş gibi, el sallayarak, veda ettik! Gölgelerimiz uzun bacaklı uzun bacaklı, adımlarımız dev adımlarına benziyor. Kalkıp indikçe, toprağa gömülüp gömülüp çıkıyor gibiydi… Bünyamin’i evi tek gidişli bir şosenin hemen on beş, yirmi metre yukarısındaydı. Yola dökülen mıcırlar, çamur olmasına izin vermez. Nitekim kırmızı toprak, yağmurda zamk gibi yapışınca hareket etmek imkânsızlaşır. Yoldan tek tük araba geçiyordu. Dikkat etmek lazım, akşam akşam bir sorunla karşılaşmamak için, Serap’ın elinden tutup birlikte yana yana geçtik. Elim eline, kolum koluna temas edince, kısa kollu beyaz bluzunun rengi, yüreğinden çıkan ateşin rengini almış, akşam güneşinin kızaran ufuklardan batışına nispet edercesine kızıla dönmüştü. Serap bakışlarını üstüme çevirerek, bir şeyler demek istedi, vazgeçti birkaç adım attı, tekrar bana döndü, cesaretini toplamaya çalıştı; fakat sözcükler düğümlendi besbelli boğazında, hiçbir şey diyemedi. Akşam güneşi de atının dizginlerini kapıp koyuvermiş dörtnala dağın arkasına doğru saklanmaya gidiyordu. Güneş, ha battı, ha batacak. Biz de Serap’la yan yana yürümeye devam ediyorduk. Bünyamin’in evi çok gerilerde kalmış, yol boyu yürümeye devam ederken, akşamın alaca karanlığı yavaş yavaş çökmeye başlamıştı. Zaman geçiyor, bir artık eve ulaşmaya çalışıyorduk. Akşam serinliği her yeri kaplamıştı. Önümüzdeki, arkamızdaki meşelerin serinliği bütün tabiata sirayet etmiş. Etli etli çalı yaprakları, etli etli pırnalların dikenli yaprakları, insanın başını döndürmekte. Esinti yavaştan hızını artırmaya başlamıştı. Küçük bir esintiyle melodik bir ses çıkaran melengiç yaprakları, orada burada çıkan küçük küçük top top çamların iğne yapraklarının sesleri günün ilk saatlerinde insana huzur verirken akşamın bu saatinde ürkütüyordu. Gökyüzü kararmaya başlamış, yıldızların şavkı ile önümüzü görebiliyorduk. Akşamcık kuşları, baykuşlar insanın korkusunu artırıyordu. Serap, ağaçların, rüzgârda çıkardığı sesle ürperiyordu. Akşamcık kuşları, bir tekmil mahlûkat günün geceye evirilmesiyle özgürlüklerini ele almışlardı. Serap’ı gecenin sesleri deli etmiş, aklını başından almıştı, bulunduğu yerde tepinmeye, cini gelesi bağırmaya başladı. Sonra bir yukarı, bir aşağı beş on adım hızlı hızlı gitti geldi. Sonra yapamadı, çıvdırmış, deli gibi koştu gitti. Aman Allah’ım ne koşuş, arkasından kurşun atsan yetişmez. Adeta kanatlanmış; uçuyor. Seslendim, seslendim, duyuramadım. Karanlığa, önüme çıkan çalıya çırpıya aldırmadan koştum koştum: Yetişemedim… Kaybettim onu! Bu sırada gecenin karanlığı tam manasıyla hüküm sürmeye başlamıştı. Artık, el yordamıyla, ayak alışkanlığı yürüyordum nereye doğru gittiğimi bilmeden. Serap uçmuş, kuşlar cemiyetine katılmış, kuşlar şahı Fakiye Teyran’a mürit olmuş. Serap diye diye avazım çıktığı kadar bağırıp dağlara taşlara nakşettim adını; fakat ona duyuramadım. Onu bulmam, ona yetişmem imkânsız, o şimdi kuşlar padişahına can olmuştur belki. Karanlıkta bir başıma yürüyorum. Sonra birden nasıl oldu, nereden gelip de buraya düştüm anlayamadım. Öğrenci iken burunlu kamyondan bozma otobüslerle gittiğim Demirci yolundayım. Yol kıyısında köyler var. Köylerin kah toprak örtülü, kah oluklu kiremit örtülü evleri, avlu kapılarında “bizi kurttan, sırtlandan, çakaldan hayvanlarımızı korusun,” diye besledikleri köpekleri. Köpekler beni görünce önüme yatıyorlardı dostça. Bazen koşturuyor, bazen yürüyordum, eski Demirci yolundan Hacon Kule’ye doğru. Hacon Kule’de ağaçlar derenin içini iyiden iyiye kaplamış, yolu da kapkara karartmış. Serap yok, ona ulaşmak hakka kavuşmak gibi, gecenin karanlığında, gecenin yalnızlığıyla esir edilen yüreğimle. Az önceye kadar korkunun zerresi aklıma gelmemişken, korkmaya başlamıştım. Karanlığın zifiri, Hacon Kule deresine öyle bir çökmüş, karanın karası simsiyah olmuş. Akşamdan çıkan yıldızlar, yıldız yüklü Samanyolu galaksisi, öteki takımyıldızlar yok olmuştu şimdi. Gökyüzünü kaplayan kurşun renkli bulutlar, karanlığın katmerlisini yaşatıyordu. “Ah Bünyamin ah,” deyip o güzel sohbetin neye sebep oldu diyerek, sohbetin güzelliğine tüy dikiyordum. “Ah Serap ah, nereye uçup gittin şimdi? Bu zifiri karanlıkta, bu Allah’ın dağında bir başına ne yapıyorsun, ah, ah? Bu entel dantelliğin, başına buyrukluğun, burnundan kıl aldırmaz kibirlinle, bak nelere sebebiyet verdin? Bağıra bağıra yardım isteye isteye sesim boğulup gitti. Yorgun düşmüşüm, sonra nerden geldiği bilinmez yaman bir uyku bütün bedenimi esir aldı, bütün uzuvlarım uykunun dayanılmaz ağırlığı altında ezim ezim ezilip gitti. Gözlerim beynim günlerce ayakta kalmışçasına mecalsiz kalıp kapanıp gitti. Uyumuşum, ne kadar uyumuşum, bir gün mü, iki gün mü bilmiyorum. Gözümü açtığımda bir çobanın başucumda dikilmiş beni seyrettiğini gördüm. Saçı sakalı birbirine karışmış, burma bıyıkları ağzını tamamen kapatmıştı. Başına giydiği bere kepeneğin başlığı altında zülüflerinden belli kömür karası saçlarını gizliyordu. Sesindeki kararlılık “bu dağların padişahı benim,” der gibiydi. “Kalk dayı kalk, kaç saattir sana bakıyorum, farkında değilsin!” “Neredeyim ben, neresi burası?” “Kocadere, Kocadere… Duydun mu hiç adını?” “Hiçbir şey bilmiyorum, şu anda kafamda hiçbir şey yok, kendimi bile bilmiyorum!” “Nerden gelip nereye gidiyorsun, adın?” “…” “Giyimine kuşamına bakılırsa memura benziyorsun!” “…” Karnımın acıktığını hissetmeye başladım, kaç gündür bir kırık bir şey gitmemişti mideme! “Dayı senin karnın da acıkmıştır, dur sana bir parça ekmek vereyim de aklın başına gelsin!” Torbasından bir parça ekmekle, bir parça peynir çıkarıp:” “Al, ye, senin francala ekmeklerine benzemez; ama idare edeceksin!” Ne yapmam gerektiğine karar veremiyordum. Serap düştü aklıma… “Serap… Serap… Serap!” “Ne diyorsun dayı kendi kendine bir şeyler diyorsun, anlayamadım. Bir şey mi demek istiyorsun?” “Şey… Şey… Şey… Serap geçti mi buradan, Serap’ı gördün mü?” “Serap kim dayı, ne olmuş Serap’a?” “Serap geçmedi mi, buradan görmedin mi?” “Dayı ben kimseyi görmedim, bir kadının bir başına ne işi var bu dağda bayırda?” Açlıktan ölmek üzereymişim saniyede yaladım yuttum. Az önce hiçbir şey hatırlamıyordum, her şey çok güzeldi… Fakat şimdi yavaş yavaş hatırlamaya başladım. Her şeyi unutmak iyi olacak, dünyaya yeniden gelmiş gibi olacağım, unutmalı, her şeyi, her bir şeyi. Şehrin gürültüsünü, insanların riyakârlığını, ikiyüzlülüğünü, sahte dostlukları… Serap’ı bile… binlerce deli fikir gelip geçiyordu aklımdan. Şehre gitmektense burada her şeyden habersiz yaşamak… “Bak kardeşim, beni de aranıza alır mısınız, sizlerle yaşamak istiyorum. Bana bir çadır verirsiniz orada kalır; sonra da ne iş verirseniz yaparım. Yeter ki beni aranıza alın! Sahi alır mısınız? Ne olur yalvarırım, yardımcı ol bana, burada yaşamak istiyorum!” “Bu kararı ben veremem, büyüklerimiz ne der, onların bileceği iş, onlara soralım!” … Yörük obasının ileri gelenleri kendi aralarında konuştular, adının Sertaç olduğunu öğrendikleri kişiye yardım etmeye karar verdiler. Sertaç’ın yüzü her daim gülüyordu. O, her yere koşuyor, herkese yardımcı olmak için elinden gelenin fazlasını yapıyordu. Yüreğinin güzelliği cemaline yansımıştı. Hele dilinin tatlığı ile bütün gönülleri fethetmiş, paylaşılamıyordu artık… … Ay oldu yıl oldu Sertaç’tan bir haber yoktu, bugüne kadar ona dair en küçük bir ipucu, ölüsünden, dirisinden bir haber yoktu. Aramadık yer bırakmamışlar, gidebileceği, yerleri didik didik aramışlar dişe dokunur bir şey bulamamışlardı. Sertaç’ın arkadaşları bir bir sorguya çekilmiş, sorguya çekilmekle kalınmamış zımnen suçlu muamelesi bile görmüşler. Serap’la Sertaç’ın arkadaşlığını içine sindiremeyenler anlaşmış gibi emniyete ondan hiç bahsetmemişler. Her daim birlikte olmalarına karşın onu kimse çağırmamış. İşte bu ona daha çok dokunmuş, demek ki emniyet de benim fikrime itibar etmiyor deyip kimseye bir şey demeden alıp başını gitmiş. Kayıp bir iken iki olmuş!
- Bülent ECEVİT
YARIN Bülent Ecevit bir şeyler olacak yarın duruşundan belli kırdaki atların bulutların koşuşundan belli kazışından köstebeklerin toprağı karıncaların telâşından belli bir şeyler olacak yarın belki bir tomurcuk belki bir ağacın düşen yaprağı belki de bir çocuk pek o kadar göremesek de uzağı kuşların uçuşundan belli bir şeyler olacak yarın öbür günden önemsiz yarından önemli * Bülent ECEVİT Siyasetçi, Başbakan, Gazeteci, Şair, Yazar 28 Mayıs 1925, İstanbul , Türkiye 5 Kasım 2006 (81 yaşında), Ankara , Mustafa Bülent Ecevit Türkiye'de yaşamı boyunca yer aldığı gazeteci, şair, yazar, siyasetçi ve Türkiye eski başbakanı kimlikleri ile hafızalara kazınmış önemli bir kimsedir. 1974 ile 2002 yılları arasında beş kez Türkiye başbakanlığı yapan Bülent Ecevit, düşünceleri ve uygulamalarıyla, 20. yüzyılın en değerli ve unutulmayan isimlerden biri olarak ülkemizin siyasi tarihinde yerini almıştır. Bülent Ecevit lise hayatından beri edebiyatla uğraşmış ve şiirler yazmıştır. Kendini emekli gazeteci olarak tanıtan ve Sanskrit, Bengalce ve İngilizce dillerinde çalışmalar yapmış olan Ecevit; Rabindranath Tagore , Ezra Pound , T. S. Eliot ve Bernard Lewis 'in yapıtlarını Türkçeye çevirmiş, kendi şiirleri de kitap olarak çıkmıştır. ... DEVAMINI OKUMAK İÇİN resme TIKLAYIN * ( Ekleyen: Niyazi Uyar / İzmir) Düzenleme: Aycan AYTORE, 23.05.2020
- Galata Kulesi
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN * 6 Haziran 1973 Pırıl pırıl bir yaz günüydü Aydınlıktı, güzeldi dünya Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden Kendini bir anda bıraktı boşluğa Ömrünün baharında Bütün umutlarıyla birlikte Paramparça oldu Bir adam benim oğlumdu… Gencecikti Vedat Işıl ışıldı gözleri İçi bütün insanlar için sevgiyle doluydu Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa Kendini bir anda bıraktı boşluğa Söndü güneş, karardı yeryüzü bütün Zaman durdu Bir adam düştü Galata Kulesi’nden Bu adam benim oğlumdu “Açarken ufkunda güller alevden” Çıktı, her günkü gibi gülerek evden Kimseye belli etmedi içindeki yangını Yürüdü, kendinden emin Sonsuzluğa doğru Galata Kulesi’nde bekliyordu ecel Bir fincan kahve, bir kadeh konyak Ölüm yolcusunun son arzusu buydu Bir adam düştü Galata Kulesi’nden Bu adam benim oğlumdu Küçüktü bir zaman Kucağıma alır ninniler söylerdim ona “Uyu oğlum, uyu oğlum, ninni” Bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat 6 Haziran 1973 Galata Kulesi’nden bir adam attı kendini Bu nankör insanlara Bu kalleş dünyaya inat Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona “Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat”… Ümit Yaşar Oğuzcan * Ümit Yaşar'ın oğlu 17 yaşındaki Vedat Oğuzcan, Galata Kulesi’ne çıkarak intihar eder… Bu olay, şairin ruh dünyasında tamiri mümkün olmayan hasara yol açar. O zamandan sonra kendini “Acılar Denizi” olarak tasvir eder.
- Bülent ECEVİT ve Edebi Kimliği
Şair Ecevit için Hint edebiyatının ve ünlü Hint şairi TAGORE'nin özel bir önemi vardı. Henüz çocuk denilecek bir yaşta babası Tagore'nin bir kitabını önerir ve böylece edebiyat yolculuğu başlayacaktır. Ecevit, Hint Ünlü Hint şairi Rabindranath Tagore ile Bülent ECEVİT henüz on beş yaşındayken babasının önerisiyle okuduğu Bahçıvan isimli kitabı aracılığı ile tanışmıştır. Bengal diliyle yazılan kitabın çevirmeni İbrahim Hoye'dir ve ECEVİT okudukça kitabın da yazarının da etkisi altına girmekten kendini alamamıştır. Çok kısa bir süre sonra Bülent ECEVİT Rabindranath Tagore'nin Sebati Ataman çevirisi olan Postane isimli piyesini okumuş ve bu kitaptan da çok etkilenmiştir. Böylece gün geçtikçe Hint Felsefesine ve Hint Edebiyatına ilgisi artmıştır. Öyle ki Robert Koleji’ne başladığında Tagore’un 1910’da yazılmış olan ve 1913 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne hak kazanan destanı Gitanjali‘nin İngilizcesini okumuş, sonrasında da çevirmeye karar vermiştir. Fakat çeviriyi yaparken eserin düzyazı niteliğinden hoşlanmadığı, istediği etkiyi yaratmadığını hissettiğinden dolayı şiir diliyle çevirmeyi seçmiştir. Bülent ECEVİT Gitanjali'yi 16 yaşındayken çevirmiştir ve aşağıda kitaptan alıntılanan bölümden de anlaşılacağı üzere etkilenilmeyecek gibi bir eser değildir... Duam Budur Fikrin korkusuz olduğu ve başın dik tutulduğu yerde Bilginin serbest olduğu ve dünyanın özel duvarlarla dar bölmelere ayrılmadığı yerde Sözcüklerin, doğruluğun derinliğinden meydana çıktığı yerde Berrak aklın nehrinin, ölmüş adetlerin hazin çölünde yolunu kaybetmediği yerde Zekanın sürekli olarak genişleyen fikir ve fiile senin tarafından sevk edildiği yerde Tanrım, sen benim memleketimi, işte bu özgürlük cennetinde uyandır Benim sana duam budur Allah’ım, bana sevinçlerimi ve üzüntülerimi kolayca kaldırabilecek gücü ver Bana fikre saygısızlık etmeyecek ve küstah kudretin önünde diz çökmeyecek gücü ver Bana başımı her günkü değersiz şeylerin üzerinde tutacak gücü ver 1944 yılında Robert Kolej’den mezun olan Ecevit, aynı yıl Basın-Yayın Genel Müdürlüğü’nde İngilizce çevirmeni olarak çalışmaya başladı. 1946 yılında İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki eğitimi yarıda bıraktı ve Londra Basın Ataşeliği’ne katip olarak gitti. Burada Bengalce ve Sanskritçe öğrendi. Hint edebiyatından çeviriler yapmaya Robert Kolej’de okuduğu yıllarda başlamıştı. Rabindranath Tagore’dan Gitanjalı (1941), Avare Kuşlar (1943), T.S. Eliot’tan Kokteyl Parti (1963) başlıca çevirileri arasındadır. Mustafa Bülent Ecevit 28 Mayıs 1925 yılında İstanbul'da doğmuş, 5 Kasım 2006 yılında Ankara'da hayata veda etmiştir. Ecevit Türkiye'de yaşamı boyunca yer aldığı gazeteci, şair, yazar, siyasetçi ve Türkiye eski başbakanı kimlikleri ile hafızalara kazınmış önemli bir kimsedir. 1974 ile 2002 yılları arasında beş kez Türkiye başbakanlığı yapan Bülent Ecevit, düşünceleri ve uygulamalarıyla, 20. yüzyılın en değerli ve unutulmayan isimlerden biri olarak ülkemizin siyasi tarihinde yerini almıştır. 1972 ile 1980 arasında Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanlığı, 1987 ile 2004 arasında da Demokratik Sol Parti Genel Başkanlığı yapmıştır. 1961 ile 1965 arasında 8., 9. ve 10. İsmet İnönü hükümetinde Çalışma Bakanı olarak görev almıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 11. ve 12. Dönem Ankara, 13., 14., 15., 16. ve 19. Dönem Zonguldak, 20. ve 21. Dönem İstanbul milletvekili olarak görev yapmış olan Ecevit, 1961'de Kurucu Meclis Cumhuriyet Halk Partisi Temsilciliği (6 Ocak 1961-25 Ekim 1961) yapmıştır. 2000 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde üniversite mezunu olmaması nedeniyle Cumhurbaşkanlığı'na aday olamamış, koalisyon partilerinin bu hükmü değiştirme teklifini ve kendisine cumhurbaşkanlığı teklifi getirmesini ise teşekkür ederek reddetmiştir.
- C. K. WİLLİAMS ŞİİRİ
C. K. Williams (Charles Kenneth Williams, 1936–2015) çağdaş Amerikan şiirinin Pulitzer ödüllü önemli şairlerinden biridir. Uzun, soluklu dizeleriyle tanınır; çoğunlukla kent yaşamı, savaş, yoksulluk, aile ilişkileri ve insanın ahlaki sorumlulukları üzerine yazar. Şiirlerinde bireysel deneyimle toplumsal sorunlarını iç içe geçirir. Charles Kenneth Williams (d. 4 Kasım 1936, Newark, New Jersey ) Amerikalı şair. Maplewood, New Jersey 'deki Columbia High School 'dan mezun oldu ve Pennsylvania Üniversitesi 'nde yüksek öğrenimini tamamladı. 1960'ların başında bir şair olarak kariyerine başladı. Flesh and Blood adlı eseriyle Ulusal Kitap Eleştirmenleri Cemiyeti Ödülü 'nü ( National Book Critics Circle Award ) kazandı. Repair (1999) adlı eseri, Ulusal Kitap Ödülü ( National Book Award ) finalisti oldu ve 2000 yılı Şiir dalında Pulitzer Ödülü 'nü ( Pulitzer Prize for Poetry ) ve 2003'te Los Angeles Times Kitap Ödülü 'nü ( Los Angeles Times Book Prize ) kazandı. The Singing adlı eseriyle ise 2003'te Ulusal Kitap Ödülü 'nü ( National Book Award ) kazandı. 2005'te, Ruth Lilly Şiir Ödülü 'nü ( Ruth Lilly Poetry Prize ) kazandı. 2008 yılında From the Other World: Poems in Memory of James Wright adlı esere katkıda bulundu. Son derece akıcı şiiri, kafiyesiz serbest dizelerin oluşturduğu uzun satırlar içerir. Modern ve çoğunlukla kent ile ilgili konuları işler. Princeton Üniversitesi 'nde yaratıcı yazma programında ders verdi. 📚 Öne Çıkan Kitapları ve Şiirleri Lies (1969) – İlk kitabı, toplumsal eleştiri ve bireysel gözlemleri birleştirir. Tar (1983) – Çevre felaketleri ve insanın doğayla ilişkisini işler. Flesh and Blood (1987) – Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü’nü kazandı. Repair (1999) – Pulitzer Ödülü’nü aldı; savaş, kayıp ve onarım temaları öne çıkar. The Singing (2003) – Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandı. Collected Poems (2006) – Tüm şiirlerinden geniş bir seçki. 🎨 Şiirlerinin Özellikleri Uzun dizeler: Adeta bir solukta akan, düzyazıya yaklaşan ritim, Ahlaki yoğunluk: Savaş, adaletsizlik, iklim krizi gibi konulara duyarlı, Kişisel + toplumsal: Aile anıları, çocukluk, anne-baba ilişkileri ile politik meseleler yan yana, Kent atmosferi: Modern şehir yaşamının yabancılaştırıcı ama aynı zamanda canlı dokusu. 🌿 Küçük Bir Alıntı Williams’ın Repair kitabından kısa bir dize (Pulitzer ödüllü eserinden): “So much is lost — and yet nothing is lost, for all is remembered.” (“O kadar çok şey kaybolur — ama aslında hiçbir şey kaybolmaz, çünkü her şey hatırlanır.”) Bu satır onun hem bireysel hafızaya hem de kolektif tarihe bakışını özetler. C. K. Williams’ın şiirleri Türkçeye çok sınırlı çevrilmiştir, Türkçede henüz kapsamlı bir kitap çevirisi yok; daha çok dergi ve seçki çevirileri mevcut. Bunlar da bunlar tam şiir değil, seçilmiş dizelerin Türkçe çevirileridir. 🌿 Onarım (Repair, 1999’dan) “O kadar çok şey kaybolur — ama aslında hiçbir şey kaybolmaz, çünkü her şey hatırlanır.” 🌙 Bekleyiş (Wait) “Beklemek, yalnızca zamanın geçişi değildir, aynı zamanda kalbin kendi yankısını dinlemesidir.” Burada Williams’ın uzun dizelerinin Türkçede de yankı bulan meditatif ritmi hissedilir. 🔥 K atran (Tar, 1983’ten) “Gökyüzü simsiyah bir yara gibi açıldı, dumanın içinde kaybolan kuşlar, ve biz, ellerimizde hiçbir şey olmadan, yalnızca bakakaldık.” Bu şiir, çevre felaketleri ve insanın çaresizliğini işler. 🎨 Notlar Williams’ın şiirleri genellikle uzun, düzyazıya yaklaşan dizeler halindedir. İşte C. K. Williams’ın şiirlerinden esinlenerek hazırlanmış, savaş, aile ve doğa temalarını yansıtan kısa bir Türkçe şiir seçki: ⚔️ Savaş Williams, savaşın birey üzerindeki yıkıcı etkisini sık sık işler. Repair kitabından esinle: “Bir başka ülkenin çocukları, bizim çocuklarımızın rüyalarında ağlıyor. Toprağın altında saklı olan öfke, gökyüzüne duman gibi yükseliyor.” Bu dizeler, savaşın yalnızca cephede değil, bilinçaltında da süren bir travma olduğunu gösterir. 👨👩👧 Aile Williams’ın şiirlerinde aile, hem kırılganlık hem de dayanıklılık kaynağıdır. Flesh and Blood kitabından esinle: “Annemin elleri, ekmek hamuru gibi yumuşak, ama içlerinde yılların sertliği var. babamın sesi, evin duvarlarında hâlâ yankılanıyor.” Burada aile, hem geçmişin yükünü hem de sevginin sürekliliğini taşır. 🌿 Doğa Tar kitabında çevre felaketleri ve doğanın kırılganlığı öne çıkar: “Gökyüzü, yanık bir yaprak gibi kıvrıldı, rüzgâr, karanlık bir ağıt taşıdı. Yine de bir serçenin kanadı, umudu hatırlattı bize.” Doğa, hem yıkımın hem de yeniden doğuşun simgesi olarak görünür. ✨ Genel Değerlendirme Savaş : Williams, savaşın bireysel ve toplumsal bellekte açtığı yaraları işler. Aile : Kişisel anılar, kuşaklar arası bağlar ve kırılganlıklar şiirlerinde yoğun biçimde hissedilir. Doğa : Hem felaketin hem de umudun kaynağıdır; insanın sorumluluğunu hatırlatır.
- FATSA’DA İTTİFAK
Fatsa'da Kitap İmzalarken Zeki Sarıhan * Geçtiğimiz hafta sonu memleketim olan Fatsa’daydım. Atatürkçü Düşünce Derneği Şubesi, her yıl Cumhuriyet’in ilanı yıldönümünü bir etkinlikle kutluyormuş. Bu yıl düzenledikleri sabah kahvaltılı ve müzikli kutlamada benim de Ankara’dan gelip bir konuşma yapmamı ve kitaplarımı imzalamamı istediler. Hemşerilerimden böyle bir çağrıya olumsuz yanıt vermem doğru olmazdı. Bir çantaya yerleştirdiğim mevcudu bulunan 19 kitaptan birer miktar alarak, 1 Kasım Cumartesi sabahı Fanizan Otel’in toplantı salonuna ulaştım. Kitapları girişte bir masaya yaydık ve imza için ben de orada yer aldım. Şube başkanı emekli öğretmen Kemal Altuntaş’tan sonra konuklardan bir kısmı teker teker kürsüye çağrılarak salonda bulunan 420 kişiye kısa konuşmalar yaptılar. Ülkenin içinde bulunduğu durum hakkında kaygılarını belirttiler. Beni çağırdıklarında yaptığım kısa konuşmaya aşağıda değineceğim. DAVETSİZ DENSİZ Bu etkinliği üç fotoğraf ve birkaç satırlık bir haberle sosyal medyada paylaştım. Ankara’da oturmakta olan davetsiz bir “arkadaş”, birçok yazıma karşı yaptığı gibi bana hücum eden satırlarını benim sayfamda paylaştı. Bundan önceki paylaşımlarını engellemedim ve kendisini de arkadaşlıktan silmedim. Varsın bana çatsındı. Belki dişe dokunur bir eleştiride bulunur ve bir eksiğimi gösterirdi. Fakat o her seferinde çağrılmadığı bir sofraya oturup ev sahibine karşı atıp tutan biri gibi hareket etmeye devam etti. Bu kez yazdığının özü şöyleydi. Zeki Sarıhan ADD’de nasıl olmuş da konuşmuştu! Ama iş ticaret yapmaya gelince demek ki ilkelere yer kalmıyordu!.. Bu arkadaş benim kitaplar yazarak ve bir kısmını da kendim yayımlayarak ticaret yaptığımı sanıyor olmalıydı. ADD FATSA YÖNETİCİLERİYLE SOSYALİST-KEMALİST BİRLİKTELİĞİ Bu arkadaşın benim ADD’nin düzenlediği bir toplantıda konuşma yapmamı şaşkınlıkla karşılamasının nedeni sosyalizm düşmanlığından başka bir şey değil. Beni Fatsa’ya çağıran arkadaşlar gibi tanışık ve adımı duymuş Fatsalılar sosyalist olduğumu bilirler. Orada bir yerim varsa bunun nedeni de sosyalist biri olarak Fatsa’da geçmişteki toplumsal hareketler içinde yer almış olmamdır. Fatsa ve köylerindeki ayak izlerimi silmeyi halk düşmanı hükümetler başaramadılar. Fatsa’da sosyalistlerin önderlik ettiği mücadelenin geçmişi 1963 yılına dayanır. O yıl, üniversiteli bir grup genç Fatsa Fikir Kulübünü kurmuş, bundan bağımsız olarak da Akpınar Öğretmen Okulunda okuyan gençlerin girişimiyle Beyceli Köyü Kalkındırma Derneği kurulmuş ve Beyceli’de bir kütüphane açılmıştır. 1965’te Fatsa’nın Yassıtaş köyüne atandım. Fikir Kulübünü temsil eden Ertan Sarıhan’la İleri Köy gazetesini çıkaramaya başladık. Köylerde açık oturumlar yaptık, kitaplıklar açtık. Tefeciliğe karşı köy önderlerinin imzasıyla bildiriler yayımladık. Gene köy önderleriyle birlikte “Amerikan Gâvuruna Birinci İhtarımız” bildirisini yaydık. Bu gelişmeler Fatsa Köycülük Derneği’nin kurulmasına yol açtı. Türkiye’de ilk köy yürüyüşünü düzenledik. Beyceli Köylüleri, köyün yol talebi için il merkezine kadar 92 kilometrelik, iki gün süren bir yürüyüş yaptılar. Fatsa merkezde köylüler “Yoksulluk Yürüyüşü” yaparak köylülerin sorunlarına dikkat çektiler. Bu çalışmalar benim kitaplarımda yer alıyor. Bütün bu halkçı çabalar “mükâfatsız” kalamazdı! Siirt’e sürdüler. Gazi Eğitim Öğrenci Derneği Başkanlığım sırasında (1969) antiemperyalist ve sosyalist çalışmalarımızdan ötürü Dev-Genç davasında yargılanıp ceza aldım. Anayasa Mahkemesi’nin af yasasıyla 1974’te bırakıldıktan sonra Fatsa Ortaokulu’na atandım. Burada da TÖB-DER’in haftalık haber bülteninin sorumluluğunu üstlendim. Halkla iç içe yaptığımız çalışmalar Milliyetçi Cephe Hükümeti tarafından yeniden “ödüllendirildi” ve bu kez Yozgat-Boğazlıyan-Uzunlu Ortaokulu’na sürüldüm. Uzatmayayım: Fatsalılar, benim sosyalist biri olduğumu bilirler. Etkinliğe çağıran ADD Şube yöneticileri de. Türkiye’de tek adam yönetiminden kurtuluşun tek yolunun, halk güçlerinin, yani muhalefetin birlikte mücadele etmesinden geçtiği anlaşıldı. Bunun temelini de sosyalist-Kemalist ittifakı oluşturur. Türkiye’de bugünkü Kemalist anlayış, 1940’larda sosyalistleri ağır hapis cezalarına çarptıran, hatta Sabahattin Ali olayı örneğinde olduğu gibi onları öldüren bir anlayış olamaz. Fatsa ADD’de konuşma yapmamı veya oraya davet edilmemi yadırgayan eski müfettişin anlayışı ile demokrasi mücadelemiz bir adım ilerleyemez. Nitekim, Şube başkanı yaptığı konuşmada her demokratın kabul ettiği gibi “cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıracaklarını” söyledi. Sosyalizme düşmanlık ülkeyi emperyalizmle bütünleşmeye götürür. 1950 sonrasında olduğu gibi. ÖĞRENMEYE AÇIK OLMAK Sabit fikirli olmayan, öğrenmeye açık bir insan, daima başkalarını dinlemeye, onlarla medeni yöntemlerle tartışmaya hazır olandır. Bazı kitle örgütlerinin yaptığı gibi, uzun süre başında bulunduğum Öğretmen Dünyası-Ulusal Eğitim Derneği, düzenlediği Cumartesi Konferanslarıyla farklı çevreleri temsil eden konuşmacıları davet etmiş, onlardan öğrenmeye çalışmıştır. Zaman zaman bu toplantıları izlediğini sandığım emekli müfettiş, bu yöntemden hiçbir şey anlamamış görünüyor. Bazı insanlar kendilerini öğretmeye kapatmıştır. Değilse benim gibi sosyalist birinin ADD’nin düzenlediği bir toplantıda konuşmasını niçin yargılıyor olsun? Kaldı ki, bu benim Atatürkçü çevrelerin düzenlediği etkinliklerde ilk konuşmam da değildir. Bunların içinde Atatürkçü Düşünce Derneklerinin sayısı bir haylidir. CUMHURİYETÇİ FATSA Fatsa’daki etkinlikte Fatsalıların gerçek cumhuriyetçi olduklarını anlattım. Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıracağımızı yani halkçı bir cumhuriyet kuracağımızı söyledim. Fatsa köylüleri, Fatsalı aydınlar gerçek cumhuriyetçi olduklarını defalarca kanıtlamışlardı. 1979 Belediyeciliği bunun son örneğiydi. Üerlerine çullanan zulüm makinesi, bu örneğin ülkeye yayılmasını önlemek içindi. Şimdi, birçok belediyemiz Fatsa deneyimini halkçı belediyeye örnek veriyor. Ondan yararlanacaklarını söylüyorlar. Fatsa, sosyal yönden hareketli bir ilçe merkezimiz. Siyasi olarak bir zamanlar gösterdiği niteliği bugün koruyamadığı açık. Bunun nedenini merak edenler bana da soruyor. Nerdeyse bütün halkın işkenceden geçirildiği hiçbir topluluk o niteliğini koruyamazdı. Fatsa şimdi dinleniyor. Onun bıraktığı miras ülkenin birçok yerinde “halkçı belediyecilik” olarak hayata geçirilmeye çalışılıyor. (Independent Türkçe, 3 Kasım 2025)
- Her Hafta Bir Dergi - 18
maviADA Bahar 2009, 18. Sayı * maviADA 2009 BAHAR (Görmek ve Okumak için TIKLA) maviADA 2009 BAHAR sayısı * Meraklısına Not: *DERGİYİ GÖRMEK, BİLGİSAYARINIZA İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN . bütün dergiyi görebilir ya da içindekilerden renkli yazılmış olanları tek tek okuyabilirsiniz. TIKLA * Dergiye verilen numarayla kapaktaki numara arasında uyumsuzluk, 2002- 2014 arası yapılan iki derginin aynı başlıkta sıralanmasından kaynaklanır. *Bazı yazıları bulamadığımızdan koyamadığımız oldu, unutmamalı ki bazıları 25 yıllık. BU SAYIDA YER ALANLAR şenol yazıcı yusuf yağdıran mevlut kaplan nevin subaşı gülgün çako sultan su esen zafer köse nail uyar mehtap mutlu muzaffer gültekin sevilay uztutan mustafa kaya suna can ihsan hasanoğlu gülseren engin m.d.demirtaş meryem fehime oruç gönül çatalcalı oğuz tümbaş yasemin kemaloğul abdullah sanal maviADA SÖYLEŞİ: Ahmet İsvan a.kadir paksoy suna güler nükhet hürmeriç maviADA SÖYLEŞİ : Muazzez İlmiye Çiğ gül saba taka rıfat mertoğlu aziz kemal hızıroğlu zafer ertan şevki özdemir emine azboz fadime y. karoğlu ayşe ç.yamaç a.kadir akpınar feride cihan göktan bilal kayabay raşel rakella asal serkan engin akay aktaş
- Gülten AKIN
Gülten AKIN Doğum : 23 Ocak 1933, Yozgat Ölüm : 4 Kasım 2015, Ankara Semihat KARADAĞLI * " Ben İkinci Dünya Savaşı’nı gördüm ve 90’lara geldiğimiz zaman bile ben bu yaşamın daha güzel olabileceğine dair bir takım umutlar besledim. Bakın yaşam nedir? Yaşam gerçektir, yaşam düştür. O ikisi bir açıyı taşısalar da yaşam bu ikisi birlikteyken ancak yaşamdır. O ikisini birbirine yaklaştıracak şey de yani düşten gerçeğe insanın geçebilmesini sağlayan şey de umuttur. Bu umut kaybolduğu, gerçekle düşün arası çok açıldığı zaman tam bir trajedi oluşuyor. İnsan yaşamında, ilişkilerinde, dünya ile insan arasında bir bölünme, parçalanma oluşuyor. Ve şiddet buradan çıkıyor. Düş’ün yaşama dönüşebileceği umudu olmadığı zaman bu şizofrenik bir bölünmeye sebep oluyor. İşte dünyanın ve insanların sorunu bence burada.” Gülten AKIN BENİ SORARSAN Beni sorarsan Kış işte Kalbin elem günleri geldi Dünya evlere çekildi, içlere Sarı yaseminle gül arasında Dağların mor baharıyla Sis arasında Denizle göl arasında Yanımda kediler, kuşlar Fikrimden dolaşıyorum Hiçbir iktidarı sevmesem de Sobanın iktidarında Çarpışa çarpışa nasılsa Büyüyebilen kızlar Uslu, sakin, ölümü bekliyorlar Yaşlılık Dev mi oldular, başkaları Üstüne üstüne gelip korkusuz Güçlerini deniyorlar * İLKYAZ Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı Bakıp kapatıyorlar Geceye giriyor türküler ve ince şeyler "Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz Sisin dere ağızlarından sokulup akşamları Fındıklarımızı basıyor Neyleriz kararan tomurcukları Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz Tecimenlere yalvarıyoruz: Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz Bir banka az çiziniz bir yalvarma Bizden size ve sizden dışardakilere Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye -Evet efendim- Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet Yazların motorlu çingeneleri Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş Toprağa tutku, kendinden dolayı Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde -Bilmiyoruz neden kavga. Sonra kasabanın cezaevinde Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz Günlerimiz iterek genişletiyoruz Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye Durup ince şeyleri anlatmaya Kimselerin vakti olmasa da Okulların kadın öğretmencikleri Tatil günlerini çoğaltsalar da Kutsal nemiz varsa onun adına Gözlerimiz için bağlar dokusalar da Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide Açmaya ilkyaz çiçekleri Bir gün birileri öte geçelerden Islık çalar yanıt veririz * Gülten AKIN Doğum tarihi : 23 Ocak 1933, Yozgat Ölüm tarihi ve yeri : 4 Kasım 2015, Ankara 'İnceliklerin şairi "Kadından şair olmaz" tezini çürüten, yaşayan en iyi şairlerimizden biri olarak kabul edilen Gülten Akın, yaşamı boyunca, aralarında Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülü(1999)’nün de yer aldığı pek çok ödül almıştır. 2008 yılında Milliyet gazetesinin yaptığı “yaşayan en büyük şair” araştırmasında Fazıl Hüsnü Dağlarca öldükten sonra yaşayan en büyük şair seçilmiştir. Şiirinde bir doruk noktası olarak nitelendirilen Beni Sorarsan şiiri ile de 2013’te Metin Altıok Şiir Ödülü’ne layık görülmüştür. 23 ocak 1933 Yozgat doğumlu aydın yazar, kariyerine doğa, aşk, ayrılık, özlem üzerine yazdığı dizeler ile başlamıştı. Her gerçek sanatçıda olduğu gibi bu tutum toplumsal sorunlara paralel olarak değişti. 80 öncesi halkın yaşadıkları şiirlerine, dizelerine yansıdı. Şiirlerinde toplumsal sorunlar-halk ilişkisini işledi. -Gülten Akın’ın yaşını büyüterek idam edilen Erdal Eren için yazdığı şiiri Grup Yorum BÜYÜ adıyla yorumladı.- Halkın kaynağına inme isteğini "Şiiri Düzde Kuşatmak" (1983) kitabında, " Halkta var olan öz ve biçimi diyalektik olarak yükseltmek, şiiri yükseltirken halkın yaşamının ve yaşam biçimlerinin yükselmesine yardımcı olmak " sözleriyle açıklamıştı şair... Şiirleri pek çok dile çevrildi, kırktan fazla şiiri bestelendi. Edip Akbayram'dan ve Grup Yorum'dan dinlediğimiz " Büyü'" isimli şiir onun eseridir.. "Deli Kızın Türküsü'" de bestelenen şiirlerindendir. 4 Kasım 2015 tarihinde sonsuz yolculuğa çıkarak aramızdan ayrılmıştır. Saygıyla anıyoruz. * Derleme: Semihat Karadağlı 2021 / Gülten Akın, AZÇOK OKUNANLAR Öteki Gülten AKIN yazılarını görmek için TIKLAYIN
- Aramızdan Bir Kimse
Yusuf ERBAY'la SÖYLEŞİ * ŞENOL YAZICI * " insanın sılası çocukluğudur. " Yazarların bir sınıfı bir aitliği yoktur derler. Çok farklı köken ve kültürden yazar çıkabilir, eğitimle, donanınla da çok ilgili değildir. Ecevit gibi başbakan, Yaşar Kemal gibi ortaokul terk bir çoban ya da benzeri olabilir. Ne var ki çok vali yazar olduğunu sanmam. Çünkü emir komuta zincirinin tepesinde oturan bir insanın yazarlığın naifliğine ve muhalifliğin ruhuna alışabileceğine çok ihtimal vermem. Yine de Ziya Paşa, Tepeyran gibi valilerimiz olduğunu bilmekle teselli buluyorum. Oysa maviADA'da düzenli yazan, hem de konumundan dolayı idare ettiğimiz değil, güzel yazan, dergimize sinerji katan, sorumluluktan kaçmayan, birlikte bir dergi yapmaktan mutlu olduğumuz Yalova Valiliğinden emekli bir Prof. Dr. arkadaşımız var. Prof. Dr. Yusuf ERBAY maviADA Dergisinde 2024'ün güzünde yazmaya başlayan Yusuf Erbay dergimizi öylesine benimsedi ki, haftada bir yazdığı yazısını hiç aksatmadı. Bu nedenle aramıza katılan yeni yazarlardan yaptığımız seçimde açık ara farkla maviADA BAHAR 2025 Emek ödülünü birincilikle kazandı. işin ilginci çoğu yazar yazısını gönderip bir daha geriye bakmazken ERBAY, sadece kendi yazısına değil dergide yayınlanan her yazıya bakmayı alışkanlık edindiği için de okurlar arasında yaptığımız değerlendirmede maviADA 2025 GÜZ VEFA ÖDÜLÜ nü alan beş kişiden biri oldu. Aynı zamanda Prof. Dr. olarak İstinye üniversitesinde çalışan Yusuf ERBAY, Saadettin Tantan döneminde göreve atanmış, 2010'lu yıllara değin ülke yönetiminin değişik kademelerinde bulunmuş, en son Yalova Valiliğinden emekli olmuş ama şairliğini, yaşama olan naif bakışını her zaman korumayı başarmış, engin kültürlü, nazik bir beyefendi: Herhalde bunların gizemi yaşamında; ondan bir şair yaratan geçmişinde gizli... Ben hep derim ya; " İnsanın sılası çocukluğu, gurbeti yaşlılığıdır. " ÇOCUKLUK GENÇLİK Çocukluğu Ankara'da geçmiş, yazları ninesinin yanına gidermiş, yaylalarda kalırmış. 11 yaşına kadar süren bu dönemden söz ederken çok mutlu. VARGİT, VARGEL çiçeklerini o dönemde görmüş, öğrenmiş. Ankara'da büyüyen biri için şaşırtıcı bir doğa bilgisi var. Vargit çiçeklerini bilirdim de VARGEL ÇİÇEKLERİNİ ilk ondan duydum. İlkyazda açıyor ve renkleri farklı oluyormuş. Fotoğrafa da ilgisi olan ERBAY'ın objektifinden VARGİT çiçekleri. " Bir KARDELEN aslında," diyor ERBAY, "Hani karı yarıp çıkan, sadece mevsimi farklı soğanlı bir bitki, bir de ilkyazda açan VARGEL çiçekleri vardır onların." Onları gördüğümü hem de Yusuf ERBAY'ın MAVİ- YEŞİL YOL projesiyle yollarını yaptırdığı Yalova Menekşe yaylasında gördüğümü anımsıyorum Çiçeklerle ilgili Latince adları dahil bütün ayrıntıları biliyor. Şenol YAZICI : Bu DOĞA İLGİNİZİ neye borçlusunuz? Yusuf ERBAY: Sanırım çocukluğuma, yaylada ninemle geçirdiğim yazlara. Yaylada egemen olan çayırlar ve bin bir çeşit çiçektir. Onlarla dostluk kurmanın yolu, onları tanımaktan geçer, bilmekten geçer. Hacı Bektaş’ın deyimiyle “biliş”, birliğe ve sevgiye giden yolun başında durur. Ya da tersinden alalım, insan bilmediğinin düşmanıdır. Bilmek terbiye eder, yakınlaştırır, sevdirir. Ve ne kadar haber alırsanız, bilirseniz, o kadar canlısınız, diyor Mevlâna. Yeri gelmişken, insanlık âlemine mal olmuş bir “Anadolu” değeri olan Mevlâna’yı hedef alan pek çok tezvirat bugün revaçta. Modaya dönüştü adeta. Bu topraklarda bizim ilk Rönesans dönemimizi şekillendiren Anadolu erenlerini birbirleriyle kavga ettirmek için tarihi yeniden kurgulamaya başladılar. Entelektüel çevrelerde, orijinal şeyler söyleyerek ilgi çekme, beğeni alma ve popüler olma ciddi bir sıkıntı olarak baş gösteriyor. İnsanlığın hamurunda unu suyu olan değerlerimizin ayrıştırılması, ötekileştirilmesi ve çatıştırılması sevdasından umarım tez zamanda vaz geçilir. *Mistik bir insan Yusuf Erbay. Bu kavramın sık sık altını çiziyor. Türkçeye benzese de mistik antik Yunancadan dilimize geçmiş bir sözcük; GİZEMLİ, GİZEMCİ temel anlamı olsa da çok farklı kullanımları var. Yaygın kullanımda sezgileri öne çıkarıyor. Biz de daha çok tasavvuf anlayışında konusu geçiyor. Şenol YAZICI: Mistizm geniş bir kavram. Bu kavramın neresinde yer alıyorsunuz ? YUSUF ERBAY: Çok zor insanın kendini tanımlaması ve ömür boyu tanımladığı yerde çakılıp kalması. Zaman ve tecrübenin dünyaya bakışımızı değiştirip şekillendirdiği açık. Durmadan değişen, çıkarcı kalıplara giren bir gidişten söz etmiyorum. İnsanın kendi yolculuğunda uğradığı yeni duraklardan söz ediyorum. “Sezgi” doğru kelimelerden biri,ancak “gnostik” bir sezgi değil. Gizemden çok akla dayalı bir sezgi. Nasıl oluyor derseniz, mekânı kalp olan akıl, diyelim . ERBAY'la konuşurken nedense aklıma geliyor. Bizim kuşağın iki eğitmeni vardır. Biri sinema yani filmler diğeri de kitaplar... Bu denli önemli olan eğitmenlerden nasıl yararlanırdınız diye sorarsanız, para bulduğumuzda kaçarak giderdik sinemalara ve romanları ancak ders kitaplarının içine saklayarak okurduk. 12 Eylül öncesinin o sancılı kuşağının yani Deniz ve arkadaşlarının aynı eğitmenlerin elinden geçtiğine eminim, çünkü o dönem film ve kitaplarında, yani bu kuşağın eğitmenlerinde gri diye bir renk yoktu. Ya siyah ya beyaz... Hele konu adalet ve emekse sormayın... Söze dökülmese de konuğumuzun aynı kuşaktan geldiğini adım gibi hissediyorum. Ne var ki yazına ilgisini hep geride planda tutmayı yeğlemiş. Dedik ya biz romanları ders kitaplarının arasına saklayarak okurduk. ŞENOL YAZICI: Her devir kitapların önemini biliyoruz, ama bizim dönemde daha da farklı, Öncülleri olmayan bir kuşak örnek eğitmenlerini yaratır, kitaplar ve filmler bizim aynı zamanda eğitmenimiz? Oysa bu eğitmenlerden kitapları, romanları ders kitaplarının arasına saklayarak okurduk, filmlere de kaçarak giderdik? Siz ne düşünüyorsunuz? YUSUF ERBAY: Baştan beri ilgiliydim edebiyatla, özellikle şiirle. “Her Türk belli bir yaşta şairdir” mottosunun biraz ötesinde. Bu alanda okumalarımın, hatta ezberlerimin fena olmadığı söylenir. Bodler, Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı, Asaf Halet, Atilla İlhan çizgisinden daha çok etkilendiğimi düşünürüm. Şimdilerde bu çizginin izinde bir söyleyiş tutturmaya çalışan denemeler yapıyorum. İlk defa okunduğunda bile “işte bu şiir onun” denebilecek bir söyleyiş. Oraya ulaştığımda, ki hiçbir zaman gerçekleşmeme ihtimali yüksek, önüme hangi yollar çıkar bilmiyorum. Şenol YAZICI: * Prof. Dr. Yusuf ERBAY, İstinye üniversitesinde ders veriyor, yerel yönetimler ve sorunları ile ilgili çok sayıda kitabı, yayını var. Valilik deneyimiyle de birleşince eminim ki bu çok yönlü yazar çok iyi bir öğretmendir de... Öğrencilerinin çok şanslı olduğunu düşünüyorum. YUSUF ERBAY: Teşekkür ederim, ancak öğrencilerimden belki bir bölümü bu düşüncenize katılıyordur. Bu ihtimal de bana yetiyor. Belli bir yaştan sonra Yalova’daki evimle, İstanbul’daki üniversite arasında bölünmüş bir hayatı sürdürme direncimin sebebi de öğrencilerim. İçlerinden en az birinin zihnindeki sorulara, en az bir soru ekleyebilirsem, eskilerin deyimiyle, maksat hasıl olacak. Günümüzde, bazen kirlenmiş olsa da, cevapları her yerde bulabilirler. Benim derdim, soru sormayı, şüphe etmeyi, irdelemeyi ve buldukları cevapları sentezlemeyi, analiz etmeyi öğretebilmek. Peki böylesine ciddi donanımlı bir insan yaratıcı yazın alanına ilgi duyuyor mu? Bizi buluşturan da o oldu zaten. maviADA'da her Cumartesi bir şiirini okuyoruz. Bir şiir kitabı var ve bir de Osmanlının asi kadısı Şeyh Bedrettin'le ilgili şiirsel bir kitabı. Geniş bir kültür donanımına sahip ERBAY'ın, bu ilgi yoğunluğundan ve yönetici kimliğinin verdiği ciddiyetten dolayı yaratıcı yazın alanına ilgisi söz etmese pek fark edeceğiniz değil; oysa aşkın bir şiiri var. Yani yapılaşmasını ve temel sorunlarını bitirmiş belki daha iyisi, daha poetik olan nasıl söylenir diye arayan bir şiir... Şenol YAZICI : Kültürel donanımınız çok iyi, ama mesleğiniz gereği ciddi bir yüze de sahip. Yaratıcı yazına ilginiz ne zaman başladı? YUSUF ERBAY: Gençlikte bazı denemelerim oldu. Çeşitli dergilerde yayınlar, Televizyonda metin ve senaryolar, bir de şiir kitabı: Üç Gül Ömrü. Şimdilerde, sizin derginizde her hafta yayınlanan şiirleri kitaplaştırmayı düşünüyorum. Çok kimsenin okuyup ilgilenmeyeceğini bilsem de. Yine söylediklerinden çıkardığım bir şiir kitabının yanında ŞEYH BEDRETTİN'le ilgili şiirsel bir özgün yorumlaması da var. Her ne kadar Şeyh Bedrettin'in bütün kitaplarını, onla ilgili olanları da dahil, okusa da onları bir esin kaynağı haline getirip bir özgün nehir şiir yazmış o ... Simavna Kadısı BEDRETTİN , mistik kavramı gibi özel önem taşıyor, sık geçiyor konuşmamızda? Şenol YAZICI: Neden SİMAVNA KADISI BEDRETTİN? YUSUF ERBAY: Muhteşem kişiliği, renkli hayat çizgisi ve alışılmadık başkaldırısıyla, “yenilenlerin tarihinden” günümüze ışık tutuyor Şeyh Bedreddin. Aslında, Bedreddin’in yaşadığı dönem her dönemden çok bu döneme benziyordu. Fetret ve keşmekeş içinde yeni yollar aranan o dönem, akla, vicdana ve adalete en çok ihtiyaç duyulan çağımıza çok benziyordu. Bu yüzden, Bedreddin’i ve yaşadığı dönemi anlamanın, toplumsal olarak içinde bulunduğumuz karmaşanın aşılmasına ışık tutacağına inanıyorum. Kendi özelimde ise, yirmili yaşların başlangıcında, ilk okuduğumda zihnimde şimşekler çaktıran Şeyhin “Varidat” adlı eserinin büyük etkisi vardır. Anlamak için gayret sarfettiğim, her okuduğumda yeni anlamlara sürüklendiğim eseri… Ve sonrasında izini bulup takip ettiğim büyük İNSAN. Türk tarihinin yenilikçi kanadının en başında yer alan, bilen ve bildiğini yüksek sesle söylemekten çekinmeyen, inandığının peşinden giden ve gereğini yapan. Halka yapılan zulme karşı başkaldırının bayrağı olan abide şahsiyet. YUSUF ERBAY'ın poetik ilgisi sadece şiirle kalmıyor, güzel fotoğraflar da çekiyor. SIK KULLANDIĞI SÖZLER: Sohbetimiz sırasında dikkatimi çeken bir kaç sözü var not almadan geçmedim. Hayata ve dünyaya bakışında yaygın bir muhaliflik gözlenen ERBAY', bunu açıklarken : *"Benim partim iktidarda olsa bile galiba ona da muhalif olurum," diyor. *Yobazlık bir karakterdir. İnancı, ideolojisi olmaz. *Herkes kendi karakterinin karşılığını bulur, çoğunlukla cezasını çeker. *Bizde seçilmişlere, seçildikleri gece vahiy inmeye başlar. Artık hiç kimsenin aklına ve bilgisine ihtiyaçları yoktur. Kültüründe ve poetik ilgilerindeki renklilik aklıma ilgisiz bir soru düşürüyor . Çizgi roman okumuş gibi geliyorsunuz bana, acaba okudunuz mu, diye bir soru olur mu hiç? Bu ciddi ama yumuşak, sınırlarını çok iyi bilen valimize zorlanarak soruyorum: Şenol YAZICI: Sahi çizgi roman okur muydunuz? Ne var ki o da hiç yadırgamadan yanıt veriyor. YUSUF ERBAY: Kim okumazdı ki? Favorim Tom Miks ve Kaptan Swing’di. Hayal dünyamızı geliştirdiklerine inanıyorum. İçimden aferin sana diyorum kendime. Başka alanlarla ilgili bir iddiam yok, ama benim kuşağımın çizgi roman okuyanlarını nerde görsem tanırım. * Büyük bir disiplinle yoğun hayatın geçirmeye çalışan ERBAY etkinliklerde konuşmacı oluyor, okullara gidiyor, televizyon programlarına çıkıyor. Yaşama bakışında sanatsal bir yan ve ilgi var. Estetik anları ve görüntüleri iyi seçiyor tespit ediyor , güzel fotoğraflar ve videolar çekiyor.
- TARİHİN TANIDIĞI EN BÜYÜK SERDENGEÇTİLER
ÜÇ PAŞALAR * SERDENGEÇTİ cesaretle sorunların üstüne atılan bu uğurda mahvolmayı da göze alan gönüllü ve becerikli savaşçılardır. ÜÇ PAŞALAR ise riske ettikleri her şey bu yoksul milletin malı olan beceriksiz, biraz da şanssız maceracılardır. Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanların yanında I. Dünya Savaşı'na girmesinde İttihat ve Terakki Partisi'nin önde gelen yöneticileri olan bu üç paşa temel bir rol oynamıştır. Koca Bir İmparatorluğu Batırdılar. 1913 yılındaki Bâb-ı Âli Baskını ile iktidara gelen üç paşa Osmanlı İmparatorluğu'nda bundan sonraki dönemde yönetimde tek söz sahibi kişiler oldular. Almanlarla işbirliği yapıp 1.Dünya savaşına bizi soktular. Kalan 90.000 kişilik son ordumuzu hiç savaşmadan, SARIKAMIŞ'ta dondurarak yok olmasına neden oldular. Ruslara yardım ettikleri için Ermeni soykırımını başlattıkları tezgahladıkları iddia edilir. Bu dönem Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'ndaki 30 Ekim 1918'deki teslimiyetine kadar sürdü. Sonra da bir Alman denizaltısıyla 2 Kasım 1918'de kaçtılar. Ne var ki yarattıkları kaos ve sorunları 100 yıldır bir ülke halkı bitiremedi. Üç Paşalar veya Üç Paşalar İktidarı olarak bilinen yapı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde etkili olmuş üç önemli Osmanlı yöneticisinden oluşur. Bunlar, Dahiliye Nazırı ve sonradan Sadrazam Talat Paşa (1874–1921), Harbiye Nazırı Enver Paşa (1881–1922) ve Bahriye Nazırı (Osmanlı Donanmasından sorumlu bakan) Ahmed Cemal Paşa' dır, (1872–1922). Enver,Talat Paşa ve Cemal Paşa ile birlikte “Üç Paşalar” olarak anılan ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetim kadrosunu oluşturan bu üçlü, fiilî olarak Osmanlı idaresini 1913-1918 yılları arasında yönetti ve devletin siyasi kaderini belirleyen başlıca aktörler hâline geldi. 1. ENVER PAŞA Enver, Osmanlı Makedonyası'nda görevliyken, Sultan II. Abdülhamid'in despotik yönetimine karşı faaliyet gösteren Jön Türkler hareketine bağlı bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katıldı. Osmanlı İmparatorluğu'nda anayasal düzeni ve parlamenter monarşiyi yeniden tesis eden 1908 Jön Türk Devrimi'nin önde gelen liderlerinden biri olarak, Ahmed Niyazi ile birlikte “devrim kahramanı” olarak selamlandı. Ancak, 31 Mart Vakası, Balkan Savaşları ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile yaşanan iktidar mücadelesi gibi bir dizi kriz, Enver ve İttihatçıların liberal Osmanlıcılığa duyduğu inancı sarstı. 1913'te Bâb-ı Âli Baskını adı verilen askerî darbeyle İttihat ve Terraki'nin yeniden iktidara gelmesinin ardından Enver, Harbiye Nazırı olurken, Talat ise sivil hükûmetin kontrolünü ele geçirdi. PADİŞAH DAMADI 1914'te Enver, Sultan Abdülmecid'in torunu Naciye Sultan ile evlenerek Osmanlı Hanedanı'nın damadı oldu ve siyasi gücünü artırdı. Aynı yıl Alman İmparatorluğu ile askerî ittifak kurulmasına önayak oldu ve Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'na girmesinde etkili oldu. Savaş yıllarında Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili sıfatıyla askerî politikayı yönetti. Kafkasya Cephesi'nde Ruslara karşı Sarıkamış Harekâtı'nı düzenledi ve askerî taktik hataları sebebiyle yaklaşık 40 bin Osmanlı askerinin donarak ölmesine sebep oldu. Enver, bu yenilgiden Ermenileri sorumlu tuttu ve Talat Paşa ile birlikte Ermeni Kırımı'nı hazırladı. Enver, 800 bin ila 1,5 milyon Ermeni, 750 bin Süryani ve 500 bin Rum'un ölümünden sorumlu tutulmaktadır; ancak bu sayılar tartışmalıdır ve büyük ölçüde abartılmaktadır. SON Enver, I. Dünya Savaşı'ndaki yenilginin ardından diğer önde gelen İttihatçılarla birlikte Osmanlı İmparatorluğu'ndan kaçtı. Osmanlı Askerî Mahkemesi, onu ve diğer İttihatçıları, imparatorluğu I. Dünya Savaşı'na sokmak, Rum ve Ermenilere karşı katliamlar düzenlemekten suçlu bularak gıyabında idama mahkûm etti. Enver, Bolşeviklere karşı Basmacı Ayaklanması'nı yönetirken 4 Ağustos 1922'de Orta Asya'da öldürüldü. TALAT PAŞA: 1 Eylül 1874-15 Mart 1921), Osmanlı Hürriyet Cemiyeti 'nin kurucu lideri, İttihat ve Terakki 'nin kurucularından ve önde gelen liderlerinden olan Osmanlı devlet adamıdır. 1908 İhtilali'nin hazırlanmasında önemli rol oynayan Talat Bey, 1908-1918 arasında Osmanlı Devleti siyasetine yön veren en önemli aktörlerden biri olmuştur. Bâb-ı Âli Baskını sonrasında Said Halim Paşa Kabinesinde Dâhiliye Nazırlığına getirildikten sonra devlet siyasetinin en önemli belirleyicilerinden biri hâline geldi. Enver Paşa ve Cemal Paşa ile birlikte Üç Paşalar iktidarını kuran Talat Bey, Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı 'na girmesinde ve Ermeni Kırımı 'nda rol oynadı. 1917 yılında sadrazamlık yaptı. Savaşın kaybedilmesinden sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni feshedip Enver ve Cemal Paşalarla birlikte ülkeyi terk etti. 1921 yılında Berlin 'de, Soğomon Tehliryan adında Ermeni Kırımı yüzünden intikam almak isteyen bir Ermeni tarafından öldürüldü . CEMAL PAŞA : Ahmed Cemâl Paşa (6 Mayıs 1872, Midilli - 21 Temmuz 1922, Tiflis ), Türk siyasetçi ve asker , İkinci Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakkî Cemiyeti 'nin üç liderinden biridir. Özellikle Üç Paşalar İktidarı olarak da bilinen, 1913-1918 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu 'nun iç ve dış siyasetinin belirlenmesinde etkin rol oynamıştır. 1914 ve 1918 tarihleri arasında bahriye nâzırlığı , görevini üstlenmiştir. I. Dünya Savaşı 'nda Suriye-Filistin Cephesi 'nin komutanı olarak görev yaptı. 1915 Ermeni Kırımı 'nı planlayanlardan ve Ermenileri çoğunlukla Suriye'ye göç ettirten Tehcir Kanunu 'nun mimarlarından biridir. Cemâl Paşa, Alman kaynaklarında "Sıcak kanlı, coşkun, zeki ancak yeterli eğitimi olmayan biri" olarak geçmiştir. Ziya GÖKALP, Cemâl Paşa'yı "fertçi" olarak tanımlamıştır. Kendisi gösterişi ve kadınları seven, hovarda bir kişiliğe sahip birisi olarak da geçer. Ancak eşinin belirttiğine göre kendisi paradan nefret ederdi. Eşi onun paraya düşkünlüğünü olmadığını şu sözlerle anlatıyor: " Filhakika Cemal Paşa ölümünden sonra bu hususta bir itham, hatta şüpheye maruz kalacağını aklına getirince hasta olurdu. Ve yine bu endişe iledir ki benim mücevherat almama bile mâni olmak isterdi. Oğullarından Ahmet Cemal gazeteci yazar Hasan Cemal'in babasıdır. 1918'in 2 Kasımında ülkeden kaçtıktan sonra Kurtuluş Savaşı önderleriyle ilişki kurdu. Türkiye ’ye dönme hazırlıkları içindeyken, Ankara Hükûmeti ’nin Tiflis Mümessili (Büyükelçisi) Ahmet Muhtar Bey ’le mümessillikte akşam yemeği yediği 21 Temmuz 1922 tarihinde Tiflis’te bulunduğu sırada Ermeni asıllı Stepan Dzağigyan ve Bedros Bogosyan tarafından öldürüldü. Cenazesi Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir tarafından Erzurum ’a getirilerek Karskapı Şehitliği’ne defnedildi. Sonraları Atatürk Üniversitesi öğretim üyeleri, mezarı başında yapılan anmada Cemâl Paşa’nın mezarındaki yazıtın Fosfor Mustafa Paşa’ya ait olduğunu ve bu yanlışlığın giderilmesi adına çalışma yapılacağını belirtti. Bu suikastın, Stalin ’in emriyle, o sırada Gürcistan Çeka ’sının başında olan Lavrenti Beriya tarafından tertiplendiğine dair iddialar vardır. Cemâl Paşa’yı Ermenilerin mi, yoksa Rus Gizli Servisi’nin mi öldürdüğü meselesi bugün hâlâ tartışılmaktadır. 4 Kasım 1918'de İKDAM gazetesinde paşaların kaçışı haberi * HAZIRLAMA: Aycan AYTORE KAYNAK: İNTERNET
- Olympe de Gouges
DEVRİM ÇOCUKLARINI YİYOR * Olympe de Gouges * (7 Mayıs 1748, Montauban - 3 Kasım 1793, Paris ), Fransız filozof , yazar , kadın hakları savunucusu, aktivist ve oyun yazarı . 1780'lerde oyun yazarı olarak başladığı kariyerinde siyasi yazılarıyla ünlendi. Fransız Devrimi sırasında çok aktifti. Ölüm cezasının kaldırılması, mahkemelerde halk jürilerinin kurulması, Fransız sömürgelerindeki kölelerin özgürleştirilmesi, gayri meşru çocukların tanınması, evlat edinilmesi, gelir vergilerinin adaletsizliği, yoksulluk konularında mücadele etti. Günümüzde daha çok kadın hakları konusundaki öncü görüşleri ile bilinir. Erkeklerin kadınlar üzerindeki zalimlikleri tüm eşitsizlik biçimlerinin kaynağı olduğunu düşünmekteydi. Meclisin çıkardığı Erkek ve Yurttaş Hakları Bildirgesi 'ne cevaben 1791 yılında Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi 'ni yayımladı. Fikirleri nedeniyle 3 Kasım 1793'te giyotinle idam edildi. Eserleri kadın ve insan hakları açısından büyük bir öneme sahiptir. Ayrıca Fransız Devrimi 'nin ve dönemin kadına ve özgür düşünceye bakış açısını anlamak açısından da eserleri farklı bir önem arz eder. Hayatı 1748 yılında Fransa 'nın güneyindeki Montauban şehrinde (günümüzdeki Tarn-et-Garonne ) doğmuştur. Küçük burjuva bir aileden geliyordu; babası kasaplık , annesi ise çamaşırcılık ile uğraşmaktaydı. Kimi söylentilere göre gerçek babası Aydınlanma hareketinin önemli isimlerinden Jean-Jacques Lefranch de Pompignan' dır. Ailesi ona " Marie Gouze " ismini verdi. 1765 yılında Louis Aubry adlı kendinden yaşça büyük ve sevmediği biri ile evlendi; ertesi yıl oğlu Pierre dünyaya geldi. Oğlunun doğumundan birkaç ay sonra kocasını kaybedince Olympe de Gouges adını aldı. 1770'lerde Paris ’e taşınan Olympe de Gouges, dini evliliğe karşı idi; cinsel özgürlüğü savunuyordu. Ekonomik destek için metres ilişkileri yaşadı. Sanatçılardan , yazarlardan , siyasetçilerden oluşan bir çevre edindi. Çalışmaları 1784'te kendi yazarlık kariyerine başladı ve yaşamının son dokuz yılında romanlar , politik yazılar, manifestolar , edebi incelemeler ve sosyal bilince sahip önemli konulara odaklanmış oyunlar yazdı. Okuma yazma bilmediği ve okul eğitimi görmediği düşünülürse, bu çalışmalarının çoğunu okuma yazma bilen bir kişinin yardımıyla başarmış olmalıdır. Bir tiyatro grubu oluşturan Olympe de Gouges, ilk oyunu kölelik karşıtı " L'Esclavage des Nègres "i 1784'te kaleme aldı. Kadın oluşu ve oyununun konusu nedeniyle oyunu 1789 Fransız Devrimi 'nin başlangıcına kadar basılmamıştır. Fransız Devrimi 'ni sevinçle ve umutla karşılamasına rağmen kısa süre sonra eşit hakların sadece erkeklere verildiğini, kadınların erkeklerle eşit statüye getirilmediğini gözlemleyince Fransız Devrimi 'ne olan inancını ve umutlarını yitirdi. 1791 yılında kadınlar için eşit politik ve yasal hakları talep eden bir dernek olan Cercle Social ' e katıldı. Cercle Social dönemin ünlü kadın hakları savunucusu Sophie de Condorcet 'in evinde buluşurdu. Daha sonra ünlenecek " Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır " sözünü ilk kez bu sıralarda söylemiştir. Bu sözü, 1791 Anayasası'nın yayımlanmasından birkaç gün sonra kaleme aldığı Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi 'nin de 10. maddesini oluşturmuştur. Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ( Déclaration des droits de la Femme et de la Citoyenne ) o yıl (1791) meclis tarafından yayımlanmış olan Erkek ve Yurttaş Hakları Bildirgesi 'ne ( La Déclaration des droits de l'Homme et du citoyen ) bir cevap niteliği taşıyordu ve aslında meclisin bildirisinin bir kopyasıydı. Gouges, yalnızca insan sözcüğü yerine kadın sözcüğünü koymuştu. Bildiriyi, kadın sorunlarını yine bir kadın çözebilir düşüncesiyle, XVI. Louis 'in eşi Marie Antoinette 'ye ithaf etti. Bildiri, yayımlandığı zaman pek önemsenmedi. Olumpe de Gouge, aynı yıl Jean-Jacques Rousseau 'nun Toplum sözleşmesi 'ne karşılık kendi Toplum sözleşmesini kaleme aldı. Toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı evliliği savundu. İnandığı her şeyin uğrunda sonuna kadar direnen, tutkulu ve heyecanlı bir kişiliği vardı. Dönemin kaotik ortamında adaletsiz olarak tanımladığı her işe karşı çıkmıştır. Karşı çıktığı konulardan biri de devrilen Fransa kralı 16. Louis 'in idam edilmesiydi. Bu idama karşı çıkmasının nedeni tam olarak bilinmese de, başlı başına idam cezasına karşıydı ve ona göre siyasi strateji açısından da en iyisi kralın öldürülmemesiydi. Tutuklanması ve idamı Fransız Devrimi sırasında yer alan adaletsiz ve vahşi olarak tanımlanabilecek birçok olay ve bu olayları önleyemeyişi onda büyük bir rahatsızlık uyandırıyordu. Bu rahatsızlığı nedeniyle yazımı sertleşti ve meselelere çok daha şiddetli eleştiriler getirmeye başladı. Sonunda Le trois urnes, ou le salut de la Patrie, par un voyageur aérien isimli eseri nedeniyle Temmuz 1793'te tutuklandı. Bu eserde memleketin kurtuluşu şu üç seçeneği değerlendirmek üzere bir halk oylamasına gidilmesini talep etmekteydi: Bölünmez bir cumhuriyet , federal bir hükümet ya da anayasal monarşi . Üç ay tutuklu kaldı. Avukat tutma hakkı verilmediği için kendi savunmasını kendisi yaptı. Hapisteyken yazdığı, kendi savunması denilebilecek iki metin arkadaşları vasıtasıyla yayımlandı. İdamdan kurtulmak için hamile olduğunu iddia etti ama yapılan kontrolde bunun gerçek olmadığı ortaya çıktı. 3 Kasım 1793 günü giyotin ile idam edildi.
- KURU OTLAR ÜSTÜNE; Nuri Bilge Ceylan
BİR FİLMİN ANATOMİSİ * Suat DELİBAŞ * Nuri Bilge Ceylan, Kuru Otlar Üstüne ile taşra, yabancılaşma ve insanın içsel ve toplumsal çürümüşlüğü üzerine söz alıyor. Üç saate yaklaşan süresine rağmen film, gerek görüntü yönetimi, gerek diyalog derinliği, gerekse oyunculuk başarısıyla izleyiciyi sürekli olarak hikâyenin/filmin içinde tutmayı başarıyor. Ceylan’ın sinemasına özgü dingin ritim, bu kez hem karakterlerin içsel hesaplaşmalarını hem de toplumsal bir çözülmeyi anlatmak için kullanılmış. Filmin merkezinde yer alan öğretmenler odası, Türkiye toplumunun yozlaşmış ilişkilerinin, küçük çıkar çatışmalarının, birbirini yargılayan, arkadan iş çeviren, aidiyetini yitirmiş bireylerinin sembolik mekânı hâline getirilmiştir. Her an birbirini satmaya hazır, “hiçbir yere ait olmayan” bu öğretmenler topluluğu, aslında bir ülke panoramasının minyatürüdür. Samet : Narsisizm Filmin ana karakteri Samet, narsistik kişiliğiyle hem bireysel hem de toplumsal yozlaşmanın temsilidir. Kıskanç, bencil, bireyci, duyarsız ve apolitik bir figür olarak çizilmiştir. Öğrencisi Sevim üzerinden egosunu besleyen, kadınlara karşı manipülatif davranışlar sergileyen, insan ilişkilerini yalnızca kendi tatmini için kullanan bir karakterdir o. “10 Ekim Katliamı”nda ayağını kaybetmiş bir kadın olan Nuray’a karşı bile empati kuramayan, kıskançlık ve güç duygusu arasında gidip gelen bir portre çizer. Samet’in “bireysel özgürlük” söylemiyle, toplumsal mücadeleleri küçümseyen tavrı filmin en kritik ideolojik damarlarından biridir. Ceylan, bu karakter aracılığıyla modern bireyin politikadan, toplumsal dayanışmadan ve sorumluluktan kopuşunu çarpıcı biçimde resmeder ancak Nuray ve Samet diyaloğu ile kendisiyle de hesaplaşır. Filmin kırılma noktalarından biri, Nuray ile Samet’in Nuray'ın evindeki uzun diyalog sahnesidir. Bu sahne, yalnızca iki karakter arasındaki gerilimi değil, aynı zamanda yönetmenin kendi sinemasal kimliğiyle olan hesaplaşmasını da temsil eder. Samet’in ağzından dökülen cümlelerde, sanki Nuri Bilge Ceylan’ın kendisi konuşuyordur. Apolitiklikle suçlanan yönetmen, bu sahnede entelektüel bir dil aracılığıyla eleştirilere yanıt verir. Ancak filmin genelinde, toplumsal meseleleri yine yüzeyde bırakarak kendi aklanışını tam olarak sağlayamaz. Yüzeyde Kalan Bir Arka Plan Ceylan, filmde Kürt meselesine de değinir; ancak bu temayı daha çok bölgenin coğrafi koşullarına, kaderine bağlayarak anlatır. Öğrencisine ayakkabı dağıtan Samet’in, öğrencinin babasıyla ve veterinerle kurduğu diyalogda, kısa bir gönderme de bulunur. Yönetmen, sorunu derinleştirmek yerine seyircinin yorumuna bırakır. Bu tercih, bazı izleyiciler için “düşünme alanı tanıyan” bir yöntem olabilir; ancak politik anlamda yüzeysel bir kaçış hissi de yaratıyor. Nur Bilge, Erden Kıral’ın konusu bakımından "Hakkâri’de Bir Mevsim" ve isim benzerliği bakımından "Bereketli Topraklar Üzerinde" filmlerini hatırlatır bizlere... Ancak politik derinlikte aynı cesareti göstermez. Narsisizmin Masumiyeti Yaralaması Samet ile öğrencisi Sevim arasındaki ilişki, filmin en rahatsız edici temalarından biridir. Sevim’in ergenlik dönemine özgü masum ilgisi, Samet’in narsist karakteri tarafından bir tatmin aracına dönüştürülür. Öğretmen, öğrencisine özel hediyeler vererek ve ayrıcalık tanıyarak kendi egosunu besler; hatta tayin kararını bile onun vereceği duygusal tepki üzerinden ölçmeye çalışır. Bu ilişki, toplumun ikiyüzlülüğünü, belki pedofiliyi ve etik sınırları sorgulatır. Ama şunu söyleyebiliriz ki Samet tüm bunları yaptığı için kötü değil, kötü bir birey olduğu için bunları yapıyor... Ve mecburi hizmetini bir an önce tamamlayıp bölgeden kurtulma özlemini çektiği metropollere kavuşma derdindedir. Nuray : Dürüstlüğün Tek Sığınağı Nuray, filmdeki en dürüst ve en vicdanlı karakterdir. Toplumsal ve bireysel çürümüşlüğün ortasında, hâlâ umutlu kalabilen insan tipini temsil eder. Onun varlığı, filmin karanlık tonları arasında izleyiciye bir nefes alma alanı sunar. Finalin Belirsizliği Filmin finali, Nuri Bilge Ceylan sinemasına özgü bir açık uçluluk taşır. Erzurum’un karlar altındaki atmosferinde başlayan hikâyenin, Adıyaman’da üç başrol oyuncusunun “turistik” bir birlikteliğiyle son bulması, izleyicide yabancı bir tat bırakır. Bu son sahne, belki kirlenmiş ilişkilerin ve ikiyüzlülüğün sürdüğünün; belki de yönetmenin Samet karakterini aklama çabasıdır. Sonuç Kuru Otlar Üstüne, bireysel yabancılaşmayı, duygusal çürümeyi ve toplumsal yozlaşmayı güçlü biçimde anlatan bir film. Ancak Nuri Bilge Ceylan, politik bir yüzleşmeden yine ustaca ama bilinçli bir mesafeyle kaçıyor. Görsel olarak kusursuz, oyunculuk anlamında etkileyici; fakat toplumsal açıdan temkinli ve yüzeyde kalan bir sinema diliyle karşı karşıyayız. FİLMİ İZLE KURU OTLAR ÜSTÜNE FİLMİNİ İZLEMEK İSTERSENİZ RESME TIKLAYIN
- Erdal İnönü
AYŞE ÇİRKOT * "Dünya çapında iyi bir fizikçi, saygın bir prof, görgülü, bilgili bir siyasi aristokrat, kendine özgü yaratılışıyla görünce mecbur gülümsediğiniz, aydınlık yüzünde gülümsemesi de hiç eksik olmayan, esprileri olan bir asilzade, çok iyi niyetli, o kadar ki o niyetsizliği herkesçe fark edilip gene de olumlu bir şeylere yorulan, ama kötü bir siyasetçi olması bile "gününde değil"le tolere edilen, göreceksiniz bir altın vuruş çıkaracak bu kez dedirten, karşıtlarının bile " iyi adam ama Türkiye'ye göre değil, " diyerek savunduğu, kendi dünyasında kalsa değil İnönü'nün, Atatürk'ün de oğlu olsa kimsenin rahatsız etmeyeceği, ne var ki kazaen birilerinin itip kahraman yaptığı ama marifetini zamanla gösterecek diye beklediğimiz dünyanın en sevimli siyasetçisiydi. SAHİ, 90'larda olmaması gereken rollerde dolaşan, sevimli ya da sevimsiz hissi veren ne çok şahsiyet gördük değil mi?" Şenol YAZICI Erdal İnönü (6 Haziran 1926, Ankara - 31 Ekim 2007, Houston), Türk fizikçi, akademisyen ve siyasetçi. Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün küçük oğludur. 16 Mayıs ile 25 Haziran 1993 tarihleri arasında yaklaşık 1,5 ay süreyle başbakanlık görevine vekâlet etti. 1991-1993 yılları arasında başbakan yardımcılığı yaptı. 1983-1985 yılları arasında Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) ve 1986'dan 1993'e kadar Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) genel başkanlığı görevini sürdürdü. İnönü, 1983 yılında 12 Eylül Darbesi'nin ardından siyasi faaliyet yeniden serbest bırakıldıktan sonra bütün öğretim ve yöneticilik görevlerinden ayrıldı ve aynı yıl haziran ayında SODEP'in kurucu üyeleri arasında yer alarak partinin ilk genel başkanı oldu. Kurucu üyeliğinin Millî Güvenlik Konseyi tarafından veto edilmesine karşın Aralık 1983'te yeniden SODEP genel başkanlığına seçildi. 1984 yerel seçimlerinde partisi %23,4 oy alarak ikinci sırada yer aldı. 1985 yılında SODEP'in Halkçı Parti ile Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) adı altında birleşmesinin ardından 1986 yılında partinin genel başkanı oldu. Partisi, 1986 Türkiye milletvekili ara seçimlerinde %22,6 oy alarak 3. sıraya düşerken İnönü İzmir milletvekili olarak Meclise girmiştir. 1991 Türkiye genel seçimlerinin ardından SHP, Süleyman Demirel'in genel başkanlığını yaptığı Doğru Yol Partisi (DYP) ile bir koalisyon hükûmeti kurmuş ve İnönü de başbakan yardımcısı olmuştur. 1993 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde Demirel cumhurbaşkanı seçilince başbakanlık görevine vekâleten başlamıştır. Tansu Çiller DYP'nin genel başkanı seçilince ve hükûmet kurunca İnönü, başbakan yardımcılığı görevini üstlenmiştir. 11-12 Eylül 1993'te yapılan SHP 4. Olağan Kurultayı'nda genel başkanlığa aday olmamış, genel başkanlığa Murat Karayalçın seçilmiştir. Şubat 1995'te SHP ve CHP birleştikten sonra dışişleri bakanı olmuştur. Aktif siyasetten ayrıldığı Ekim 1995'e kadar dışişleri bakanlığı görevini sürdürmüştür. Nisan 2001'de CHP'den de istifa eden İnönü, 31 Ekim 2007 günü ölmüştür. Hayatı Erdal İnönü, ailesiyle (sağ üstte) İsmet ve Mevhibe İnönü'nün üç çocuğunun (diğerleri Ömer ve Özden) ortancası olarak 6 Haziran 1926 tarihinde Ankara'da dünyaya geldi. O zamana kadar olmayan "Erdal" ismini o devirde başbakan olan babası yarattı, bu adın verildiği ilk kişi oldu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. 1943'te Ankara Gazi Lisesi, 1947'de Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi fizik-matematik bölümünü bitirdikten sonra ABD'ye gitti. California Teknoloji Enstitüsünde (Caltech) fizik dalında yüksek lisans (1948) ve doktora (1951) dereceleri aldı. Bir süre Princeton Üniversitesinde araştırma yaptıktan sonra 1952'de Türkiye'ye döndü. Asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde 1955'te doçent oldu. 1957'de Sevinç Sohtorik ile evlendi. 1958-60 arasında Princeton Üniversitesinde ve Oak Ridge Princeton National Laboratory de konuk araştırmacı olarak bulundu. Ardından kuramsal fizik profesörü olarak Orta Doğu Teknik Üniversitesine (ODTÜ) girdi. ODTÜ'de teorik fizik bölüm başkanlığı (1960-64), Fen ve Edebiyat Fakültesi Dekanlığı (1965-68) yaptı. 1968'de ABD'ye giderek Princeton ve Columbia üniversitelerinde bir yıl süreyle konuk profesör olarak ders verdi. 1969'da yurda dönerek ODTÜ rektör vekilliğine, 1970'te de rektörlüğüne seçildi. Mart 1971'de rektörlükten ayrılarak yalnızca öğretim ve araştırma görevlerini sürdürdü. 1974'te fizik dalında TÜBİTAK Bilim Ödülü'nü kazandı.Aynı yıl altı ay kadar Princeton Üniversitesinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. 1975'te Boğaziçi Üniversitesine geçti. Bir yıl sonra aynı üniversitenin Temel Bilimler Fakültesi Dekanlığına getirildi. Altı yıl süren bu görevden sonra 1982'de, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumunun (TÜBİTAK) İstanbul'da kurulan Temel Bilimler Araştırma Enstitüsü (Feza Gürsey Enstitüsü) Müdürlüğüne atandı. Siyasi hayatı Mayıs 1983'te, 12 Eylül Darbesi'nin ardından siyasi faaliyetler serbest bırakılınca bütün öğretim ve yöneticilik görevlerinden ayrıldı ve 6 Haziran 1983'te Sosyal Demokrasi Partisinin (SODEP) kurucu üyesi ve ilk genel başkanı olarak siyasal yaşama atıldı. Kurucu üyeliğinin Haziran 1983'te Millî Güvenlik Konseyince veto edilmesine karşın Aralık 1983'te yeniden SODEP genel başkanlığına seçildi. SODEP ile Halkçı Partinin (HP) birleşmesinde yapıcı bir rol oynadı. SODEP'in 2-3 Kasım 1985'te Halkçı Parti ile Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) adı altında birleşmesinden sonra SHP genel başkanlığını partinin ilk genel kuruluna kadar Halkçı Parti Genel Başkanı Aydın Güven Gürkan'a bıraktı. Haziran 1986'daki kurultayda genel başkanlığa getirildi. 28 Eylül 1986'da yapılan ara seçimlerde İzmir'den Türkiye Büyük Millet Meclisine (TBMM) seçildi. Haziran 1987'deki SHP kurultayında yeniden SHP genel başkanlığına, 30 Kasım 1987'deki erken genel seçimlerde de ikinci kez İzmir milletvekili seçildi. İnönü liderliğindeki SHP, iktidardaki Anavatan Partisinin (ANAP) ağır bir hezimete uğradığı 1989 yerel seçimlerinde oyların yüzde 28,7'sini alarak birinci parti konumuna yükseldi. SHP; başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere 67 il merkezindeki belediye başkanlıklarının 39'unu elde etti. İnönü; parti içinde Deniz Baykal, İsmail Cem ve Ertuğrul Günay'ın başını çektiği muhalefet grubuna karşı kurultayları (Haziran 1988'de İsmail Cem'e; Aralık 1989, Eylül 1990 ve Ocak 1992'de de Baykal'a karşı) kazanarak genel başkanlık görevini sürdürdü.[3] Kasım 1991'deki erken genel seçimlerde oyların yüzde 20'sini toplayabilen SHP üçüncü parti olunca parti içi muhalefet, yitirilen oyların sorumluluğunu İnönü yönetimine yükledi. Ama seçimlerden birinci parti olarak çıkan Doğru Yol Partisinin SHP ile koalisyon hükûmeti kurması, hükûmette başbakan yardımcılığını üstlenen İnönü'nün parti içindeki durumunu güçlendirdi. Aynı seçimlerde SHP listelerinden seçime katılan Halkın Emek Partisi (HEP) adaylarından 18 kişi milletvekili seçildi. HEP kökenli Leyla Zana ile Hatip Dicle'nin neden oldukları TBMM'deki yemin krizinden sonra Erdal İnönü, iki milletvekilinin partiden istifasını istemek zorunda kaldı. Bunun üzerine SHP'den ayrılan HEP kökenli milletvekilleri Demokrasi Partisini (DEP) kurdular. 25-26 Ocak 1992'deki 7. Olağanüstü Kurultay'da İnönü'ye karşı bir kez daha yenilen ve parti yönetimini ele geçirme umutlarını kaybeden Deniz Baykal ve muhalefet grubu "Yeni Sol", SHP'den ayrılarak Cumhuriyet Halk Partisini (CHP) yeniden kurdu (Eylül 1992). Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ani ölümü ve ardından Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonra yaklaşık 1,5 ay süreyle başbakanlık görevine vekâlet etti. 12-13 Haziran 1993 tarihlerinde gerçekleştirilen DYP kongresinden önce, 6 Haziran tarihinde sürpriz bir kararla SHP'nin de DYP gibi lider değişikliğine gitmesi gerektiğini açıklayarak partisinin yapılacak ilk kurultayında aday olmayacağını açıkladı. 2 Temmuz 1993 günü Sivas'ta yaşanan Sivas Katliamı, ülkeyi sarstı. 35 kişinin yanarak veya yangın dumanından boğularak öldüğü katliam sırasında Süleyman Demirel cumhurbaşkanı, Tansu Çiller başbakan, Erdal İnönü de başbakan yardımcısıydı. Saldırganların Madımak Oteli'ni henüz yakmadıkları, oteli taşladıkları ve rejim aleyhine slogan attıkları saatlerde Aziz Nesin, Ankara'daki Erdal İnönü'yü arayıp "Bizi kurtarın." dedi. Erdal İnönü buna, "Hiç merak etmeyin. Gerekli tedbiri aldık." cevabını verdi. Fakat biraz sonra otel, saldırganlar tarafından yakıldı. Oteldekiler kurtarılamadı. 11-12 Eylül 1993'te yapılan SHP 4. Olağan Kurultayı'nda genel başkanlığa Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın seçildi. 18-19 Şubat 1995'te SHP ile CHP'nin birleştiği kurultayda CHP'nin "Onursal Genel Başkanı" seçildi. Kurultaydan hemen sonra yapılan atamayla DYP-CHP koalisyon hükûmetinde CHP kanadından Dışişleri Bakanı oldu. 1995 yılının ekim ayında hem koalisyondaki görevinden hem de aktif siyasetten ayrıldı. Nisan 2001'de dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın bazı uygulamalarına tepki göstererek CHP'den de istifa etti. Son yıllarında sosyal demokrat çevrelerden yapılan tüm ısrarlara rağmen aktif siyasete dönmedi. Üç kez milletvekili seçilen İnönü; 17 (ara seçim), 18 ve 19. dönemlerde İzmir milletvekilliği yaptı. Sosyalist Enternasyonal başkan yardımcılığı görevinde bulundu (1992-2001). Bilimsel çalışmaları TÜBİTAK Bilim Kurulu, Atom Enerjisi Komisyonu, UNESCO Yürütme Konseyi üyeliği ve Türk Fizik Derneği başkanlığında bulunan Erdal İnönü'nün fizik alanında önemli çalışmaları vardır. Uluslararası bilim dergilerinde de yer alan araştırmalarının en önemlisi, 1951'de Macar asıllı Amerikalı atom fizikçisi Eugene Wigner ile Princeton Üniversitesinde ortak yaptığı çalışmadır. "Grupların İndirgenmesi ve Gösterimi Üstüne" başlıklı bu çalışma, gruplar kuramında genel bir yöntem niteliği kazanarak matematiksel fiziğin temel yöntemleri arasına girmiştir. "İnönü-Wigner Grup İndirgenmesi" adıyla bilinen çalışması (1951), çağdaş matematiksel fiziğin temel kavramlarından biri kabul edilir. Erdal İnönü, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunun (TÜBİTAK) kuruluşuna katkıda bulundu ve TÜBİTAK Temel Araştırmalar Enstitüsünde kurucu müdürlük görevini yürüttü. 2004 yılında, fizik alanında Nobel’den sonraki en önemli ödül olan Wigner Madalyası’nı alan İnönü, bu ödülü Feza Gürsey’den sonra alan ikinci Türk oldu. İnönü ayrıca Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki bilimsel çalışmaları ile bilinir. 2002'den tedavisi başlayana kadar Sabancı Üniversitesi ve TÜBİTAK Feza Gürsey Enstitüsünde görev yaptı. Kişisel özellikleri Esprili, alçakgönüllü kişiliği ile tanınan İnönü, günlük yaşantısında halkın arasına karışmaktan çekinmezdi. Omuzlara alınmaktan, gösterişten hoşlanmaz; omuzlara alınmak istendiğinde "İnönü yatışı" adı verilen hareketle boylu boyunca sırtüstü yere uzanarak buna engel olurdu. Sigaradan hiç hoşlanmazdı. Zaman zaman TBMM'ye yürüyerek ve korumasız gelirdi. Ölümü Nisan 2006'da kan kanseri teşhisi konan Erdal İnönü, Amerika Birleşik Devletleri'nde bir süre tedavi gördü. Başarılı geçen ilk tedavinin ardından Türkiye'ye dönen İnönü, kanser hastalığına bağlı zatürre teşhisi ile 20 Ağustos 2007 tarihinde yeniden hastaneye kaldırıldı. Tetkikler sonucunda, ilk tedavi döneminde kontrol altına alınan lösemi hastalığının tekrar ortaya çıktığı belirlendi ve yine ABD'ye götürüldü. 31 Ekim 2007 günü kan kanseri tedavisi gördüğü hastanede, 81 yaşında öldü. Cenazesi, 2 Kasım Cuma günü akşam saatlerinde Türk Hava Yollarının tarifeli uçağıyla Ankara'ya getirildi. 3 Kasım 2007 günü saat 11.00'de TBMM'de bir cenaze merasimi yapıldı. Cenaze, geceyi Gülhane Askerî Tıp Akademisinde (GATA) bekledi. İnönü'nün naaşı devlet töreninin ardından doğduğu Pembe Köşk'ün bahçesine getirildi ve burada da bir tören gerçekleştirildi. Daha sonra eşi Sevinç İnönü'nün isteği doğrultusunda İstanbul'a götürülen İnönü'nün cenazesi, 4 Kasım Pazar günü Teşvikiye Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'ndaki aile kabristanında toprağa verildi. Yapıtları Erdal İnönü'nün başlıca bilimsel yapıtları: 1971: 1923-1966 Döneminde Fizik Dalındaki Araştırmalara Türkiye'nin Katkısını Gösteren Bir Bibliyografya ve Bazı Gözlemler 1973: 1923-1966 Dönemi Matematik Araştırmaları Bibliyografyası ve Bazı Gözlemler 1983: Group Theoretical Methods in Physics (Meral Serdaroğlu'yla birlikte) Erdal İnönü'nün diğer yapıtları: 1997: Mehmet Nadir Bir Eğitim ve Bilim Öncüsü 1996: Anılar ve Düşünceler 1. Cilt 1998: Anılar ve Düşünceler 2. Cilt 2001: Anılar ve Düşünceler 3. Cilt 1998: Kurultay Konuşmaları 1999: Fikirler ve Eylemler Tarih, Bilim ve Siyaset Üzerine Konuşmalar 2001: Bilim Konuşmaları 2002: Üçyüz Yıllık Gecikme Tarih, Kültür, Bilim ve Siyaset Üzerine Konuşmalar 2003: Bilimsel Devrim ve Stratejik Anlamı
- Ezra Pound
Ezra POUND, 1913 Hugh Selwyn Mauberley V On binlercesi öldü orda Öldü içlerinde en iyileri Dişsiz bir orospu için öldüler Kaba bir uygarlık için baştan savma Güzel ağızlarda sevimli gülümseme Akılla ışıldayan gözler kaybolup gitti Toprağın gözkapaklarının altında İki düzine kırık heykel adına Birkaç bin eski püskü kitap adına Çeviri: HİLMİ YAVUZ Ezra Pound Ezra Weston Loomis Pound (30 Ekim 1885 - 1 Kasım 1972), ABD'li şair, çevirmen ve deneme yazarı, erken modernist şiir hareketinin önemli bir ismi olan POUND, II. Dünya Savaşı sırasında Faşist İtalya ve İtalyan Sosyal Cumhuriyeti'nin iş birlikçisi olmakla ve Amerika'ya ihanetle suçlanır. SANATA imgecilik... başta olmak üzere türlü kuramlar getiren, faşizme hayranlığı nedeniyle ilerleyen yaşlarında deliliğin sınırlarında dolaştığı HEMİNGVAY gibi yakın dostları ve bir kesim tarafından, onu savunmak için, iddia edilse de Amerikan hükümetinin vatana ihanetle yargılamakta ısrar edeceği, bu uğurda 13 yılda hapis yatacak olan POUND'un eserleri arasında Ripostes (1912), Hugh Selwyn Mauberley (1920) ve 800 sayfalık epik şiiri The Cantos (1917–1962) yer alır. Hayatı Ezra Pound, Idaho sınırına yakın Hailey şehrinde 1885 yılında doğdu. Babası darphane memuru, büyük babası ise Kongre üyesiydi. 1901 yılında Pensilvanya Üniversitesine yazıldı. Kısa zamanda Anglosakson, Klasik ve Orta Çağ edebiyatına büyük merak duydu. 1906 yılında sanat diplomasını aldığında hayatının en önemli eseri olan Cantos'a başlamıştı. Üniversiteden sonra, müzisyen şairler, Güney Fransa Provansal halk şairleri üzerine çalışmaya devam etti. 1908 yılında Pound, Venedik'e gitti. İlk şiir kitabı A Lume Spenton'u (Sönmüş Mumlarla) yayınladı. Pound, W. B. Yeats ile karşılaşmak için İngiltere'ye gitti. Orada kısa zamanda ünlü bir edebiyatçı olarak tanındı. Yeats ile tanıştı ve Yeats'in pazartesi akşamları toplantılarının vazgeçilmez siması haline geldi. Pound aynı zamanda, D. H. Lawrence gibi yeni kabiliyetleri, ressam ve eleştirmen Wyndham Lewis gibi yazarları yayınlayan English Review ile ilişkiye girer. 1911 yılında New Age dergisinde yenilikçi yazı kampanyasını başlatır. Pound için, yüzyılın şiiri; ciddi, direkt, coşkusallıktan kurtulmuş olmalıydı. Pound bir yıl sonra, İmgeci şiir akımını kurar. Bu dönemde, William Carlos Williams, T. S. Eliot, Robert Frost, Ernest Hemingway, James Joyce ve Richard Aldington gibi yazar ve şairlerin kariyerlerine yardımcı olmaya çalışıyordu. Aynı zamanda, kendinden 20 yaş büyük, dünyaca meşhur şair Yeats ile ilgileniyor ve T.S Eliot'ın The Waste Land (Çorak Ülke) adlı eserinin editörlüğünü de yapıyordu. Amerika ve İngiltere arasında bir bağ oluşturuyor, Harriet Monroe'nun önemli Chicago dergisi olan Poetry'de yardımcı editörlük yapıyor ve imgecilik şiir ekolüne bağlı şairleri yayınlıyordu. Bu akım açık ve oldukça görsel bir sunuşu savunuyordu. İmgecilikten sonra çeşitli şiirsel yorumları da yaydı. Pound imgeciliği mektuplarla, denemelerle ve bir antolojiyle daha da ilerletti. 1915'te Monroe'ya yazdığı bir mektupta klişeler ve belli cümleler den kaçınan, modern ses veren görsel bir şiiri tartışır. 1913'te yayınladığı A Few Don'ts of an Imagiste (Bir İmgecinin Yapmaması Gereken Birkaç Şey, 1913)'te "imgeyi bir zaman biriminde zihinsel ve duygusal bir karışım sunan şey" olarak tanımlar. Pound'un 1914'te yayınladığı 10 şairi kapsayan Des Imagistes (İmgeciler) adlı antolojisi William Carlos Williams, Hilda Doolittle ve Amy Lowell gibi önde gelen imgecilerin şiirlerinden örnekler içerir. 1914'te, İngiliz kültürü üzerinde sürekli bir etkisi olacak daha ciddi bir akımı, Vortisizm' i lanse edecekti. Fikrin temelinde, Henri Gaudier-Brzeska adlı genç bir heykeltıraş vardı. Wyndham Lewis ve diğer yakınlarıyla akımın gazetesi Blast'ı yayınladılar. Aynı yıl, birçok vortisist sanatçının ölümüne sebep olacak I. Dünya Savaşı patlayacaktı. Vortisizm , Pound için, ilk devrimci propaganda tecrübesinin aleti ve gelenekçilik sınırlarının dışına düşmesinin sebebi oldu. Pound, vortisizmi medeniyetin feneri ve önderi olarak, sanatı hak ettiği yere koyan bir akım olarak görüyordu. Böylece, sanatlar, daha evvel Yeats'in da öngördüğü gibi, mistik bir şekilde siyasete bağlanıyorlardı. Pound, ticariliği, kendi sanatsal ve siyasi idealine her zaman engel olarak gördü. 1918'de Sosyal Kredi'nin kurucusu C.H.Douglas'la karşılaşır; Douglas moneter reformdan yana bir teori geliştirmektedir; para, üretimin ve yaratıcılığın ölçüsü olmaktan çıkıp, kullanışlılık kazandıkça, bir millet ve kültürü, haliyle, ticari emellerin devamının kurbanı olurlar. Pound bu teoriyi şevkle kabullenir. Kültürü yozlaştıran paranın iktidarının ortadan kaldırılmasına gerekli bir vasıta vardı elinde. 1 930 ve 1940'lı yıllarda, ekonomi ve politika üzerine birkaç broşür yayınları Sosyal Kredi: Bir Şok (1935), Bir Kartvizit (1942), Altın ve İş (1944) ve Amerika, Roosevelt ve Savaşın Sebepleri (1944) idi. Bu broşürlerin çoğu faşist İtalya'da yayınlanır. Pound'un bu tür ekonomi politik doktrinlerine varması, Yeats'in takip ettiği mistik yolla mukayese edilebilir. 1913 yılında Pound, Yeats'in sekreteri olmuştu. Pound, 1905 yılından bu yana, doğu dinlerine, yogaya, yıldız falcılığına merak salmıştı. Pound, aynı Yeats gibi yaratıcı ruhların belirli bir reenkarnasyonuna inanıyordu. Pound, gerçek dinin sanatta gerçekleşen vahiy olduğuna inanıyordu. Hristiyanlığı elinin tersiyle itiyor ve Filistin'de vaaz edilenden tamamen farklı, Roma vatandaşını köleleştirmeyi hedefleyen bir inanç olarak görüyordu; bu anlamda İsa tamamen ölmüştür. Pound, kiliselere tahammül edemiyordu; asırlardır istifade ettikleri parasal yardımları haksız buluyor, bunları esasında sanatçıların, filozofların ve bilim adamlarının hak ettiklerini iddia ediyordu. Pound, eski zaman gizem dinleri ve kilise tarafından ortadan kaldırılan halk şairlerinin aşk inancına sahip çıkıyordu. Köylüden imparatora, toplumdaki her bireye, sosyal bir görev veren Konfüçyüs'ün sivil dininin, dengeli bir devlete varmanın yollarından biri olduğuna inanıyordu. Daha sonra, Faşist İtalya'da böyle bir devletin gerçekleştiğini gördü ve inandı. Bu da her şeyin sonunu hazırlayan ya da onu bugünkü farkındalığına ulaştıran başlangıç olacaktı. Aynı Yeats de olduğu gibi, Pound'da da gizem ve kültür kavramları, onu liberal doktrinlere ve demokrasiye düşman olmaya itti. Pound, sosyal kredi politikası ile faşizmin gerçekleştiğine, bunun da plütokrasinin gücünü kıracağına inanıyordu. Ayrıca, sanatçıların, yönetmek için doğan bir sosyal seçkinler grubu teşkil ettiklerini, bunun için ise demokratik bir seçime ihtiyaç olmadığını savunuyordu. '' Sanatçılar ırkın antenleridirler fakat toplum hiçbir zaman büyük sanatçılarına güven duymaz." 1914'ten itibaren, Pound: "Sanatçı, yeteri kadar sağduyuya sahip olduğundan, insanlığın çekilmez derecede aptal olduğunu anlamıştır . Buna rağmen, onu idare etmeye, eğitmeye, ikna etmeye, kendinden kurtarmaya çalışmıştır," diyordu. 1922'de ise "Kitleler uysaldır, yoğrulabilirler ve onları şekillendiren kalıpları yaratan ise sanattır.'' neticesine varıyordu. Faşizm ise, Pound için, eski bir geleneğin doruk noktası oluyordu; bu noktada ise Mussolini, Hitler ve Sir Oswald Mosley gibi kişileri görüyordu. Pound 1920'den itibaren etnolog Frobenius'un doktrinlerini incelemiş, mistik bir ırk yorumuna varmıştı. Pound için kültürler ırkların ürünüdür ve her birinin kendine özgü ruhu, paideumu vardır; bunun bekçisi ise sanatçıdır. Pound için Mussolini, plutokrasiyi deviren bir devlet adamı olmanın da ötesinde, politikayı bir çeşit sanat haline getiren insandı: Pound, Mussolini, halkına, şiirin bir devlet davası olduğunu söyledi ve bu şekilde, Roma'da, Londra ve Washington'dan daha yüksek bir medeniyet seviyesini dile getirdi diyecek kadar ileriye gitti. 1935 yılında yazdığı Jefferson ve/veya Mussolini adlı eserde izah ediyor: Mussolini'nin mahkemesi, eğer yaratıcılığı, kuruculuğu göz önünde bulundurulmazsa geçerli olamaz. Bir sanatçı olarak muamele edin, tüm detayların yerli yerine oturacağını görürsünüz... Faşist devrim, bazı özgürlüklerin muhafazası, belirli bir kültür seviyesinin ve hayat kurallarının korunması içindi ... Pound, karısı Dorothy ile 1924'te İtalya'ya yerleştiler. 1933'te Mussolini'yle karşılaştı ve moneter bir reformla ilgili fikirlerini iletir. İngiliz faşist Mosley'le 1936'da tanışır ve sahibi olduğu British Union of Fascists dergisinde yazar ve 1959 yılına kadar yazışırlar. 1930 yılından itibaren Hitler Almanya'sının ekonomisi ile ilgilenir ve Berlin-Roma Mihverinin Lincoln'den bu yana tefeciliğe karşı ilk hücum olarak görmeye başlar. 1940'ta, Mihver ülkelerine karşı savaşa muhalefet gruplarına yardım için gittiği ABD turundan döndüğünde, İtalya'da radyo çalışmaları yapar. Amerikan saati adlı programları 1941'de başlar. Pound kendisini bir Amerika yurtseveri olarak gördüğünden, Japonların Pearl Harbor hücumundan sonra ABD'ye geri dönmek istese de Amerikan Başkonsolosluğu buna mani olur. Hiçbir geliri olmadığından, radyo çalışmalarına devam eder ve tüm gücüyle Roosevelt yönetimine hücum eder; hücumları ekonomik olmakla beraber, belirli bir sanat ve kültür eleştirisini de içerir. Mussolini'nin katledilmesinden iki gün sonra Pound, Amerikan askerî güçlerine teslim olmaya çalışmasına rağmen İtalyan partizanlar tarafından tutulur. Büyük bir ihtimalle, kendisinin de katledileceğine inanır ama bunun yerine, Pisa'da bulunan bir Amerikan kampında, tabanı betondan, tüm gece aydınlanan, demir bir kafes içerisine hapsedilir. Pound fiziken yıkılır ve bir sağlık merkezine yollanır; burada Pisan Cantosları üzerine çalışmak için izin elde eder. Aynı yıl Washington'a yollanır ve hapsedilir. 1943'te Pound, ABD'ye ihanetten suçlanır. Hemingway, eski dostunun savaştan sonra, geleceğinden endişe ederek, delilik savunması yapmanın mümkün olduğunu ileri sürer; bu fikir, Pound'un, Amerikan hükûmeti nezdinde ilişkileri olan yakın dostları tarafından kabul edilir. Diğer bir grup ise Pound'un ölümle cezalandırılmasından yanaydı. Fakat daha sonra deli olduğu kabul edilerek, St Elizabeth, katiller için akıl hastanesine kapatılır. Burada edebi çalışmalarına devam eder; çevirdiği 300 Çin şiiri 1954 yılında Harvard'da yayınlanır. 1950'li yılların ortasına doğru, birçok etkin sanatçı ve aydın, serbest bırakılması için kampanya başlatmışlardı. 1953 yılında, Pound henüz kesin ve yasal bir teşhise tâbi tutulmamıştı. Adalet Bakanlığının yaptığı tetkiklere göre, sadece kişilik sorunları vardı. 13 yıl hapis yattıktan sonra, 18 Nisan 1958 yılında, vatan hainliğinden beraat etti. Aynı yıl, 30 Haziran'da İtalya'ya geri döndü ve Napoli'ye vardığında gazetecilere faşist selamı verirken, ''Tüm Amerika bir tımarhaneden ibaret'' dedi. Cantos eserine devam ederken, eski faşist dostlarıyla ilişkilerini sürdürdü. Amerikan diplomasisinin tüm kınamalarına rağmen, radyo ve gazetelere verdiği her söyleşide Amerikan sistemini eleştirdi. 1972 yılında Venedik'te öldü. Ezra POUND, 1963 1949'da Bollingen Şiir Ödülü'nü almıştır. Batı sanat ve kültürünü her yanıyla inceleyen Pound, klasik İlkçağdan Çin ve Japon şiirine ilgi göstermiş, bunlardan esinlenerek şiire yeni olanaklar ve zenginlikler kazandırmıştır. Pound aynı zamanda D.H. Lawrence gibi yeni yeteneklerle birlikte ressam ve eleştirmen Wyndam Lewis gibi yazarları yayınlayan English Review ile ilişki kurar. 1911 yılında New Age dergisinde yenilikçi yazı kampanyasını başlatır. Pound için, "yüzyılın şiirini bir ciddiyete kavuşturmuş, direkt, coşkusallıktan arındırmış," denilir.
- Hamza BEKTAŞ'ın Yeni Kitabı maviADA Yayınlarından Çıktı!
KISA BİR SÜRE İÇİN maviADA OKURLARINA ARMAĞAN OLARAK VERİLİYOR Kitabı edinmek için sayfanın en altındaki linke tıklayın maviADA KİTAP * "Atatürk'ü Sevmek" Araştırma / Derleme 80 Sayfa maviADA Yayınları, Kasım 2025 Daha önce dergimizde yazılarını okuduğumuz Eme. Alb. Hamza BEKTAŞ'ın maviADA yayınlarından ATATÜRK'le ilgili bir kitabı çıktı. Titizlikle yürütülen bir araştırma-derleme çalışması olan eser Uludağ Üniversitesinde Devrim Tarihi dersi de veren bir Kurmay Albayın mesleki ve kişisel yorumlarını da içeriyor. Kitaptan bir bölüm: " ATATÜRK ÜN CENAZE TÖRENİ 22 Kasım 1938 Alman N.Z.Zeitung gazetesi Atatürk ün Cenaze törenini şöyle anlattı: “M. Kemal Atatürk ün cenaze töreni, onun son zaferi oldu: Tabutunun önünde karşıtlarının hepsi de sessiz kaldı. Bir sıra da tabutunun arkasında Türk, Alman askerleri bir sırada yürüdü. Bir diğer sırada Stalin ve Hitlerin temsilcileri yürüyorlardı, Hem Valensiya Cumhuriyetçileri, hem Franco çelenk yolladı. Tabutunun önünde; Faşistler , Demokratlar, Komünistler eğildi. Her sınıf Türk halkı, birlik olarak yakardı. Zengin -fakir, yüksek-alçak arasında hiçbir fark yoktu. Bugün Ankara'nın yaşamış olduğu dünyanın hiçbir zaman göremediği bir törendi. KISA BİR SÜRE İÇİN OKURLARIMIZA ARMAĞAN OLARAK VERİLİYOR KİTABI OKUMAK, BİLGİSAYARINIZA İNDİRMEK İÇİN AŞAĞIYA TIKLAYIN!
- Camların Gölgesinde
Foto: Yusuf Erbay camların gölgesinde bir kadın durdu / geceydi bakışları ömrünü salıp caddeye saçlarıyla savurdu gülüşü acı bir şeydi / gülüşü insanlara değil güneşeydi… yüreği gül yaprağı hüznü garipçe gurbetti sıradan ölümler yakışmaz ölümü kıyametti…
- Yahya Kemal BEYATLI
Akıncılar * Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle! Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kaafilelerle… Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan, Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan. Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla… Cennette bugün gülleri açmış görürüz de Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde! Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! Yahya Kemal Beyatlı, (2 Aralık 1884, Üsküp - 1 Kasım 1958, İstanbul), Doğum adıyla Ahmed Agâh, Türk şair, mütefekkir, yazar, siyasetçi ve diplomattır. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biridir. Şiirleri Divan edebiyatı ile modern şiir arasında köprü görevi üstlenmiştir. Türk edebiyat tarihi içinde T evfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy, Ahmet Haşim ' le birlkte " Dört Aruzcu'"dan biri olarak kabul edilir. Sağlığında Türk edebiyatının başaktörleri arasında kabul edilmiş ancak hiç kitap yayımlamamıştır., Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde milletvekilliği ve bürokratlık gibi siyasi ve idari görevler üstlenmiştir. Hayatı İlk yılları 2 Aralık 1884 tarihinde Üsküp'te dünyaya geldi. Annesi, divan şairi Leskofçalı Galip'in yeğeni Nakiye Hanım; babası eski icra memuru dönemin belediye başkanı İbrahim Naci Bey'dir. İlköğrenimine, 1889 yılında Üsküp'te Sultan Murat Külliyesi'nin bir parçası olan Yeni Mektep'te başladı. Daha sonra yine Üsküp'te bulunan Mektebi Edeb'e devam etti. 1892'de Üsküp İdadisi'ne girdi. 1897 yılında ailesiyle Selanik'e taşındı. Çok sevdiği annesinin veremden ölümü onu çok etkiledi. Babasının tekrar evlenmesi üzerine ailesinin yanından ayrılıp Üsküp'e döndüyse de, kısa süre sonra Selanik'e geri geldi. Esrar takma adı ile şiirler yazdı. Ortaöğrenimine devam etmek üzere 1902 yılında İstanbul'a gönderildi. Servet-i Fünuncu İrtika ve Malumat adlı dergilerde, Agâh Kemal mahlasıyla şiirler yazmaya başladı. Okuduğu Fransızca romanların ve Jön Türkler'e duyduğu ilginin etkisiyle 1903 yılında II. Abdülhamit baskısı altındaki İstanbul'dan kaçarak Paris'e gitti. Paris yılları Paris yıllarında Ahmet Rıza, Sami Paşazade Sezai, Mustafa Fazıl Paşa, Prens Sabahattin, Abdullah Cevdet, Abdülhak Şinasi Hisar gibi Jön Türkler'le tanıştı. Dil bilmeden gittiği kentte hızlı bir şekilde Fransızca öğrendi. 15 Mart 1928 tarihli Servet-i Fünun dergisinde Varşova elçisi Yahya Kemal Bey. 1904 yılında Sorbonne Üniversitesi'nde siyaset bilimi bölümüne kaydoldu. Okulda ders veren tarihçi Albert Sorel'den etkilendi. Okul hayatı boyunca derslerinin yanı sıra tiyatro ile ilgilendi. Kütüphanelerde tarih hakkında araştırmalar yaptı. Fransız şairlerin kitaplarını inceledi. Tarih alanındaki incelemeleri sonucu 1071 yılındaki Malazgirt Meydan Muharebesi'nin Türk tarihinin başlangıcı sayılması gerektiği görüşüne vardı. Araştırmaları ve sosyal etkinlikleri derslere zaman ayırmasını ve sınavlarda başarılı olmasını engelleyince bölüm değiştirerek edebiyat fakültesine geçti, ancak bu bölümden de mezun olamadı. Paris'te geçirdiği dokuz yılda tarih bakışı, şairliği, kişiliği gelişti. İstanbul'a dönüşü 1913 yılında İstanbul'a döndü. Darüşşafaka İdadisi'nde tarih ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Bir süre Medresetü'l-Vaizin'de uygarlık tarihi dersi verdi. Bu yıllarda Üsküp ve Rumeli'nin Osmanlı devletinin elinden çıkması onu derinden üzdü. Ziya Gökalp, Tevfik Fikret, Yakup Kadri gibi şahsiyetlerle tanıştı. 1916'da Ziya Gökalp'in tavsiyesi ile Darülfünun'a medeniyet tarihi müderrisi olarak girdi. Sonraki yıllarda garp edebiyatı tarihi, Türk edebiyatı tarihi derslerini de okuttu. Hayatının sonuna kadar çok yakın dostu olarak kalan Ahmet Hamdi Tanpınar, onun Darülfünun'da öğrencisi oldu. Bir yandan da edebî faaliyetlerini sürdüren Yahya Kemal, Türk dili, Türk tarihi konularında gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Peyam gazetesinde Süleyman Nadi mahlasıyla, Çamlar Altında Muhasebe başlığı altında yazılar kaleme aldı. 1910'dan beri yazmakta olduğu şiirlerini ilk defa 1918 yılında Yeni Mecmua adlı dergide yayınladı. Türk edebiyatının başaktörleri arasında yer aldı. Dergâh dergisi Mondros Mütarekesi'nin ardından gençleri etrafında toplayarak Dergâh adlı bir dergi kurdu. Dergi kadrosunda Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurullah Ataç, Ahmet Kutsi Tecer, Abdülhak Şinasi Hisar gibi isimler yer aldı. Yahya Kemal'in yakından ilgilendiği bu dergide yayınlanan tek şiiri Ses manzumesidir. Ancak dergi için pek çok düzyazı kaleme alan yazar, bu yazılarla Anadolu'da devam eden Millî Mücadele'ye destek verdi ve İstanbul'da Kuvayı milliye ruhunu canlı tutmaya çalıştı. Benzer yazıları İleri ve Tevhid-i Efkâr gazetelerinde de sürekli yayınlandı. Mustafa Kemal ile tanışma Yahya Kemal, Türk Kurtuluş Savaşı'nın Türkler'in zaferi ile sonuçlanmasının ardından İzmir'den Bursa'ya gelen Mustafa Kemal'i tebrik için Darülfünun tarafından gönderilen heyette yer aldı. Bursa'dan Ankara'ya giderken Mustafa Kemal'e eşlik etti ve ondan Ankara'ya gelmesi için davet aldı. 19 Eylül 1922'de Darülfünun Edebiyat Medresesi'nin müderrisler toplantısında Mustafa Kemal'e fahri doktorluk ünvanı verilmesini teklif eden Yahya Kemal'in bu teklifi, oy birliğiyle kabul edildi. Ankara yılları 1922'de Ankara'ya giden Yahya Kemal, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde başyazarlık yaptı. O yıl, Lozan görüşmelerinde Türk heyetine danışman atandı. 1923'te Lozan'dan döndükten sonra II. Dönem TBMM'ye Urfa milletvekili olarak seçildi. Milletvekilliği 1926'ya kadar devam etti. Diplomatik görevleri 1926'da İbrahim Tali Öngören'in yerine Varşova'ya elçi olarak atandı. 1930'da Lizbon büyükelçisi olarak Portekiz'e gitti. İspanya orta elçiliği görevi de kendisine verildi. Madrid'de görev yapan ikinci edebiyatçı sefir oldu. İspanya Kralı XIII. Alfonso ile yakın dostluk kurdu. 1932'de Madrid elçiliğindeki görevine son verildi. Yeniden TBMM’ye girişi İlk defa 1923-1926 arasında Urfa milletvekili olarak görev yapan Yahya Kemal, 1933 yılında Madrid'deki diplomatik görevinden döndükten sonra milletvekili seçimlerine girdi. 1934 yılında Yozgat milletvekili oldu. O yıl çıkan soyadı kanunundan sonra Beyatlı soyadını aldı. Ertesi seçim döneminde Tekirdağ milletvekili olarak meclise girdi. 1943'te İstanbul'dan milletvekili seçildi. Milletvekilliği döneminde Ankara Palas'ta yaşadı. Pakistan elçiliği Yahya Kemal, 1946 seçimlerinde meclise giremedi ve bağımsızlığını yeni ilan etmiş Pakistan'a 1947'de büyükelçi olarak atandı. Yaş haddinden emekli oluncaya kadar Karaçi'de elçilik görevini sürdürdü. 1949'da yurda döndü. Emeklilik yılları Emekli olduktan sonra İzmir, Bursa, Kayseri, Malatya, Adana, Mersin ve civarını ziyaret etti. Atina, Kahire, Beyrut, Şam, Trablusşam gezilerine çıktı. İstanbul'da Park Otel’e yerleşti; ömrünün son yıllarını bu otelde geçirdi. Taha Toros, burada Yahya Kemal’in 1930’lu yıllardan itibaren değişik aralıklarla, 19 yıl oturduğunu yazmıştır. 1949’da İnönü Armağanı'nı aldı. 1956 yılında Hürriyet gazetesi her hafta bir şiirine yer vererek tüm şiirlerini yayınlamaya başladı. Ölümü ve sonrası Yakalandığı bir çeşit bağırsak iltihabı nedeniyle tedavi için 1957’de Paris'e gitti. Bir yıl sonra 1 Kasım 1958 Cumartesi günü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde vefat etti. Cenazesi Aşiyan Mezarlığı'na defnedildi. Şair, şiirlerini mükemmel hâle getirmediği gerekçesiyle sağlığında kitaplaştırmak istememiştir. 1 Kasım 1958 tarihinde vefatı üzerine, İstanbul Fetih Cemiyeti'nin 7 Kasım 1959 günkü toplantısında Nihad Sami Banarlı'nın teklifiyle Yahya Kemal Enstitüsü kurulmasına karar verilir ve eserleri yayınlanır. 1961 yılında Divanyolu, Çarşıkapı’da yer alan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi'nde Yahya Kemal Müzesi açıldı. 1968 yılında Hüseyin Gezer tarafından yapılan bir heykeli İstanbul'daki Maçka Parkına yerleştirildi. Edebî anlayışı Yahya Kemal, nesir alanında da eser vermiş olmakla birlikte şair olarak isim yapmış bir edebiyatçıdır. Şekil açısından Divan şiir geleneğini ve aruz veznini kullanmıştır. Üslup açısından iki ayrı anlayışta şiirleri vardır: bunlardan birisi devrine göre genellikle sade, doğal ve yaşayan bir Türkçe ile şiir yazmaktır (bu tür şiirleri özellikle ilk baskısı 1961 yılında yapılan Kendi Gök Kubbemiz başlıklı şiir kitabında toplanmıştır); diğeri ise tarihin eski devirlerine ait olayları devrinin diliyle ifade etme düşüncesidir (ilk baskısı 1962'de yapılan Eski Şiirin Rüzgârıyle başlıklı şiir kitabındaki manzumelerde bu anlayışı sergilemiştir) Fransa'da bulunduğu yıllarda karşılaştığı Mallarmé'nin şu cümlesinin Yahya Kemal'in aradığı şiir dilini bulmasında etkili olduğu düşünülür: "En iyi Fransızcayı Louvre Sarayı'nın kapıcısı konuşur." Yahya Kemal, bu cümle üzerinde uzun uzun düşündükten sonra, şiirlerinde kullanacağı dili yakalar; Louvre Sarayı'nın kapıcısının okumuş yazmış bir aydın olmadığı gibi okuyup yazması olmayan bir cahil de olmadığını; bu durumda en iyi Fransızca'yı orta tabakanın, yani "halk"ın konuşabileceğini anlayarak orta tabakanın konuşmasına dikkat eder. Şair, bu düşüncelerin etkisiyle henüz dil inkılabından yirmi beş-otuz yıl önce sade Türkçe şiirler yazmaya yönelmiştir. Türkiye Türkçesi ile söylediği şiirlerinin yanında Osmanlı Türkçesi ile şiirler yazan Yahya Kemal'in eski dil ve nazım şekilleriyle söylemesinin arkasında, Türk edebiyatını bir bütün olarak algılaması ve tarihin eski devirlerine ait olayları devrinin diliyle ifade etme düşüncesi vardır. Eskiyi reddetme yerine olduğu gibi kabullenme ve yeniden yorumlayarak günümüze taşıma çabası içinde olmuştur. Geçmiş devirlerde yaşanmış olayları ait oldukları devrin diliyle ifade etme düşüncesiyle yazdığı şiirlere örnek olarak Yavuz Sultan Selim'i ve döneminin olaylarını, tahta çıkışından ölümüne kadar kronolojik bir şekilde hikâye eden Selimnâme, bestelenmiş şiirleri arasında yer alan Çubuklu Gazeli, Ezân-ı Muhammedi, Vedâ Gazeli, İstanbul'u Fetheden Yeniçeriye Gazel verilebilir. Şiirin vezin, kafiye ve iç ahenge dayandığına inanan şairin hemen hemen tüm şiirleri aruz vezni ile yazılmıştır. Hece ölçüsüyle yazdığı tek şiiri "Ok"tur. Onun bütün şiirlerini aruzla yazması ve mısraya olan saygısı, şiirine şekil mükemmelliği getirmiştir. Ona göre şiir sıradan cümlelerden değil nağmeden oluşur, bu yüzden sesle okunmaya muhtaçtır. Kelimelerin kulakla seçilmesi ve mısradaki yerlerinin bulunması gerekir. Ona göre bir mısranın şiir olması, ahenkle ve titizlikle yazılmasıyla mümkündür. Onun için "şiir musikiden ayrı bir musiki"dir. bu anlayışının bir sonucu olarak, şiirlerinin üzerinde yıllarca çalışmış ve henüz nağmeye dönüşmediğine inandığı mısralar için en uygun kelimeleri ve istifi buluncaya kadar şiirlerini tamamlanmış saymamıştır. Yahya Kemal'in şiir dilinin en belirgin yönlerinden biri "sentezciliği"dir. Paris'te kaldığı dokuz yıl boyunca okuduğu şairlerin (Mallarmé, Paul Verlaine, Paul Valery, Charles Baudelaire, Gerard de Nerval, Victor Hugo, Malherbe, Leconte de Lisle, Rimbaud, Jose Maria de Heredia, Jean Moreas, Theophile Gautier, De Banville, Lamartine, Henry de Regnier, Edgar Poe, Maeterlinck, Verhaeren) etkilerini özgün bir sentez yaparak yeni bir şiir yapısı kurmuştur. Kimi şiirleri klasik, kimileri romantik, bazısı sembolist, pek çoğu parnasyen olarak kabul edilir. Fransız şiirini taklit etmemiş, oradan öğrendiklerini kendi şiir anlayışı ile yoğurarak yeni yorumlara ulaşmıştır. Bu sentezciliği sonucu yorumlardan birisi de yapmacıksız olmasına özen gösterilmiş, doğal ve samimi anlamlar içeren kelimelerle şiir yazılması görüşü olan "Beyaz Lisan" anlayışıdır. Yahya Kemal'in şiirinde geniş bir Osmanlı coğrafyası yer bulmuştur. Onun şiirlerinde hatırlanan mekanlar, Çaldıran, Mohaç, Kosova, Niğbolu, Varna, Belgrad gibi yeni Türk devletinin sınırları dışında kalmış, bir zamanlar Osmanlı mülkü olan ya da Osmanlı'nın temas ettiği topraklardır. Türk tarihiyle ilgili olmamakla beraber Yahya Kemal'in görüp yaşadığı Endülüs, Madrid, Altor, Paris ve Nis de şiirlerinde yer almıştır. Türkiye sınırları içinde Bursa, Konya, İzmir, Van, Çanakkale, Maraş, Kayseri, Malazgirt, Amid (Diyarbakır), Tekirdağ adı şiirlerinde geçer ama diğer şehirler üzerinde değil, onların da temsilcisi olan İstanbul üzerinde yoğunlukla durulmuştur. Üsküdar gibi, Atik Valide gibi, Kocamustafapaşa gibi eski İstanbul'un semtlerini şiirleştirmiştir. İstanbul algısının merkezindeki mekân ise Süleymaniye Camisi olmuştur. Eserleri Kendi Gök Kubbemiz (1961) Eski Şiirin Rüzgârıyle (1962) Rubailer ve Hayyam’ın Rubailerini Türkçe Söyleyiş (1963) Edebiyata Dair Aziz İstanbul (1964) Eğil Dağlar Tarih Musahabeleri Siyâsi Hikâyeler (1968) Siyasi ve Edebi Portreler Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım (1972) Mektuplar-Makaleler Bitmemiş Şiirler Pek Sevgili Beybabacığım: Yahya Kemal'den Babasına Kartpostallar (1998) Gemi Elli Yıldır Sessiz: Özel Mektupları ve Yazışmalarıyla Ölümünün 50. Yılında Yahya Kemal Eren Köyünde Bahar Sessiz Gemi AYRICA BAKINIZ "Sessiz Gemi" “Akıncı” şiiri “Mohaç Türküsü” şiiri

Hayat ve Sanat
DERGİSİ
Emek veren herkesin ADAsı



























