Yedi Uyurlar
top of page

Yedi Uyurlar

Güncelleme tarihi: 5 Oca 2022



Bir gözlemci için en önemli sorun mantık bakımından nerede bulunduğunu bilmektir. Mantık bakımından nerede bulunduğunu kestiremeyen bir gözlemciden gözlemlerini sıraya dizebilmesi, onları gönlünce istif etmesi beklenemez.


Ben nerede bulunduğumu bilmiyor, ama hangi dalgaya, hangi rüzgara kapıldığımı sezinliyordum.


İsmail'in karısı üzerine yaptığım gözlemin iyi sonuç vermemesi beni adamakıllı şabanlaştırmıştı. Belki de, diyordum, ben gözlemlerimde yanılıyorum. Öyle ya, benim gözlem duyularımda, bal gibi bir bozukluk, bir tutukluk olabilirdi.


Bu hiç işime gelmeyen bir şeydi.


Gözlem duyularımda bir bozukluk olduğunu kabul etmek şimdiye kadar yaptığım hesapların yeniden başlaması, şimdiye kadar elde ettiğim gözlemlerin yeniden yinelenmesi, gözden geçirilmesi demekti.


Bunun için, bundan böyle gözlem yaparken daha dikkatli olmak, gözlemlerimi denetledikten sonra bellek dolaplarıma yerleştirmek kararını verdim.


Yanlış gözlem yapmak bana günah işlemişlerin korkusunu veriyor, bir şiire iyi oturmamış bir sözcük gibi ruhumu uzun uzadıya tedirgin ediyordu.


Bu yüzden, doğru gözlemlere varabilmek, gözlemlerimde yanılmamak için bütün uyanıklığımı gördüğüm ve duyduğum şeyler üzerinde toplamağa koyuldum.


Beri yandan, iyi bir gözlemci olabilmek, gözlem gücümü artırabilmek için boyuna Tanrıya yalvarıyor, Tanrı'nın dileğime kulak kabartması için de, beş vakit namazımdan kalmamaya büyük bir titizlik gösteriyordum.


Ben gözlemciliğe, ilk zamanlar, bir vakit geçirme işi olarak bakıyordum. Sonraları bunun, böcek toplama, pul biriktirme gibi yaşamın içinde büyük bir yeri olabileceğini düşündüm.


Gözlemler gözlemleri kovaladıkça, bilgimin derinleştiğini, tembellik içgüdümün ortadan silindiğini, dünya ve insanlar üzerine kesin ve açık bir görüşe vardığımı duyuyordum.


Gerçi, zaman zaman, bu gözlemler iç duruluğumu altüst ediyor, düşüncelerimi bulandırıyor, beni kızdırıyor, sinirlendiriyor, parçalara bölüyordu ama, sonradan, bu öfkeler, bu köpürmeler çok işime yarıyor, gözlem gücümün kamçılanmasına yol açıyordu.


Zamanla, çalışmalarımı iki katına çıkarmamın yerinde olacağını da düşündüm.


Bu, biraz da öfkelendiğim kişilerden hınç çıkarmama, kimini bir başka biçimde yatıştırmama yardım edecekti.


Hoş, şimdiye kadar bir dakikamı bile boş geçirmemiş, yirmi dört saatte yirmi dört saat gözlem yapmıştım. Bu durumda çalışmamı çoğaltmak, ilk bakışta olanak dışı bir olay niteliğini taşıyordu.


Gelgelelim, mantık bakımından, bir işin, iki katına, üç katına, dört katına çıkarılamayacağı düşünülemeyeceğine göre bu işe olmaz gözüyle bakmanın alemi yoktu.


Yalnız yirmi dört saatte aralıksız gözlem yapan bir adamın işini iki katına çıkarması ancak yirmi dört saatte kırk sekiz saat gözlem yapmakla sağlanabilirdi.


İlkin, bu bana saçma, temelsiz, mayışık bir şey gibi göründü. ma bir işin iki katına çıkarılması olanağının su götürmezliği ve çürütülemezliği karşısında bunu kabullenmekten başka yapacak bir şey olmadığını anladım.


Böylece günde yirmi dört saat yerine, kırk sekiz saat, ne diyorum, yetmiş iki saat, doksan altı saat gözlem yapmağa başladım. Bu arada uykularımı da azaltmanın gerekli olduğuna vardım.


Nöbetçi olmadığım geceler soğuğa bakmıyor, sabahlara kadar sokaklarda sürtüyor, evlerin içlerini gözetliyordum. Gün ağarırken de, ancak o vakit, yorgun argın odama dönüyor, iki, üç saat ya uyuyor, ya sayıklıyordum. Kendimi uyku halinde görmek de beni duygulandırıyor, meraklandırıyor, uykuda kendi kendimi gözlemlemeğe iteliyordu.


Tuhaf değil mi, insanlar, uyku yolculuklarının içinden geçerken çok başkalaşıyorlardı. Gerçi kimilerinin uyku durumları, uyanık durumlarına da benziyordu. Uykuda da gündüzleyin olduğu gibi, bir kenarda duruyormuşcasına yatıyorlar, kıpırdamıyorlar, kıvrılmıyorlar, nefes almıyorlar, titremiyorlar, terlemiyorlar, nasıl yatmışlarsa öylece kalıyorlardı.


Kimileri ise, beş dakikada bir, sağa sola dönüyor, homurdanıyor, kasılıyor, pufluyor, inliyor, bacaklarını makaslamasına karyoladan aşırıyorlardı.


Yatış biçimleri göz önünde tutulursa, erkeklerle kadınlar arasında çok büyük ayrılıklar görülürdü. Erkekler pijamalara, yorganlara sıkı sıkıya sarmalanırken kadınlar hep bol, geniş, açık seçik gecelikler giyiyorlardı.


Kimileri ise, geceliklerini, gömleklerini bile üstlerinden atıyor, uykunun o büyülü ormanına en doğal biçimde dalıyorlardı.


Kadınların yatışlarından bir şiir, bir melodi çıkarılabilirdi. Kimileri bir keman gibi ipince uzanıyor, kimileri bir ut, bir cümbüş gibi yatağın ortasına çörekleniyordu. Gerçi bunların içinde bir kontrbası, bir davulu andıranlar da eksik olmuyordu. Bereket kimseler, bir gözlemciyi böylelerini uzun uzadıya gözlemlemeğe zorlamıyordu.


Erkeklerse uykularda, çokluk kadınlardan uzaklaşmak istiyorlardı. Bir başlarına kalmak, türkülerini yalnız kendilerine saklamak hevesi onları iyice kavrıyordu.


Gelin görün ki, kadınlar erkeklere sokuluyorlar, sürtünüyorlar, tutunuyorlar, onların göğüslerine, koltukaltlarına sığınıyorlardı.


Bir şehre, bir köye, uzaktan, topluca bakıldığı vakit, insanların yüz yüze, sırt sırta yattıkları da görülüyordu. Kimi zaman da birbirlerine dikme bir durumda uyuyorlardı.


Bu, belki de görünmüyor, ama öyle olduğuna inanılıyordu. Bu durumlarıyla insanlar kavgasız, kinsiz, öfkesizdiler.


Uyku insanları boğuşmaktan, didişmekten, birbirlerinin külünü havaya uçurmaktan uzaklaştırıyor, onlara temizlik, lekesizlik, bilgelik, dostluk duygularını aşılıyordu.


Ne var ki, insanlar bu durumda çok fazla kalmıyorlar, birdenbire, hiç beklenmedik bir anda uyanıyorlar, uyanmadan önce de her günkü asık suratlılıklarını yeniden elde etmek üzere bir düşler koridorundan geçiyorlardı.


İşte o zaman, aşı bozuluyor, kadınların erkeklere sokulması suya düşüyor, kinsizlik, kavgasızlık, öfkesizlik geride, çok geride, Yedi Uyurların Mağarasında, uykuların dokusu içinde kalıyordu.



Salâh BİRSEL / Dört Köşeli Üçgen

sf. :33-36


30 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

GELECEĞİM

KARANFİLSİZ

1/3
bottom of page