top of page

Taşrada Aydın Olmak


Selma ERDAL

*

Hrant DİNK’in ardından 19 Ocak 2009 günü ulusal basının televizyon ekranlarından; “20 Aydının korunacağı”na ilişkin bir duyuru vardı.

Kimdi bu aydınlar?

Türklük’e, Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne haka[1]ret edenler/aşağılayanlar, ayrılıkçılık/bölücülük yapanlar; özetle 301’den yargılananlar…


O günlerde şöyle bir düşündüm; kendimi sorguladım, yargıladım, özüme baktım, sözüme baktım… Sonuç; bu koşullar[1]da örneğin ben aydın sayılmazdım… Ne akademik kariyer, ne ulusuna hizmet ne de ulusal değerlere hakaret çabaları, 301’lik girişimler de olmayınca bir insanın aydın sayılması mümkünsüz görünüyor

.

11 Eylül 2012 sabahı ecnebinin Golden Horn dediği Haliç boyunca yaptığım yürüyüşten dönüyorum. Haliç İskelesi’nin karşısında, Osmanlı Türk mimarîsinin günümüze kalan örneklerinden üç, beş ev var. Onarılmış, kültür mirasımız, bizden öncekilerden. O evlerden birinin önünde yetmiş yaşlarında, sakallı bir zat-ı muhterem; karşısında da siyah pardesülü, türbanlı on yedi yaşlarında iki genç kız... Sakallı kendinden geçmişçesine anlatıyor, türbanlılar dinliyor sessizce. Birkaç adım sonra yanlarından geçiyorum ve duyuyorum; sağlam çekirdek ve sağlam meyveler üzerine yaşlı adamın öğütleri. Diyor ki sağlam çekirdekten, sağlam meyveler ürer; belli ki konu kadınlar ve aile içindeki önemi… Ve adama göre sağlam çekirdek olarak gördüğü/algıladığı bu kızları uyarıyor şevkle…


Çok önemli değil ama kızlar; toprak… Tohum ya da sağlam çekirdek; erkek olmaz mı asıl?

Ebetteki bu söyleşide; doğru tanımlamalar, yerli yerinde kullanılmış kavramlar değil önemli olan… Önemli olan; kendi dünya görüşlerine, değerlerine ilişkin bilgi birikimlerini gençlere aktarmak, onlara öğütler vermek, onları uyarmak için çırpınan, çaba gösteren bu insanlar… Rahatsız olsanız da takdir etmemek elimde değil. Kendi düşüncelerini empoze etmek, karşı devrimi yapılandırmak için hiç boş durmuyorlar. Bu arada bizim entelektüellerimiz, aydınlarımız, kafayı bulandırmış, içki masalarında ülkeyi; rakısına, viskisine meze yapmış çakır keyif… Batı’ya, Batılı’ya öykünmekte, halkından yakınmakta, ama bildiğini halkından sakınmakta…


Siz hiç aydınlıkçı, Cumhuriyetçi, çağdaş uygarlık düzeyine erişme savında bulunan birini; gençleri karşısına alıp da, onlara saygı duyup, öğütler verdiğini, gelecek için yönlendirdiğini, birikimlerini onlarla paylaştığını gördünüz mü, hiç böylesi bir söyleşiye tanık oldunuz mu? Özellikle de taşrada…


Benim izlenimlerim iyi değil, bu konuda. İlk gençlik yıllarımda tanıdığım ilk aydın, sanatçı ; Nazım Usta’nın Bursa Hapishanesinde öğrencisi olan Ressam İbrahim BALABAN’dı…


BALABAN ailesiyle; Bursa İpekçilik’den komşuyduk çocukluktan, ergenliğe geçtiğim yıllarda… Onunla ilgili anımsadığım pek de güzel anılarım yok yaşadıklarım arasında… Balaban konuşup bizleri aydınlatmak bir yana; selam bile vermezdi kimseye ve kapkara gözleri, uzunca kıvırcık saçlarıyla ürkütürdü mahallenin çocuklarını… Oyun oynadığımız arsaya evini yaparken, elinde kürek bizleri kovalardı… Oysa insanlarla ilişkilileri vardı ki , evi dolar, taşardı her gün; konukları olurdu tiyatrocu, sanatçı, yazar, çizer takımından. Öte yandan bizlere korku salardı kız, oğlan her birimize…Öyle ki on yedi yaşımda, liseyi bitirdiğim günlere değin; yolda gördüğümde bile ürkerdim ondan…Değil ki bizlere sokulacak, sanatını anlatacak ya da Nazım Baba’dan söz edecek; olanaklı mı?...

Eşi bile annelerimizi konuk etmeye, onlarla komşuculuk oynamaya çekinirdi; o günlerde a-sosyal kavramını bilmediğimiz için, hapisten de çıkmasına bakıp bir cani gibi görürdük onu… Ne zaman ki evlilik nedeniyle İstanbul’a taşındım, onu da Bursa’da bıraktım, bir gün eşimin getirdiği bir kitabı okuyuncaya değin hiç anımsamadım…

İZDÜŞÜMLER adlı bu kitabın yazarı; Bursa’nın SEÇ köyü’nden İbrahim BALABAN… Ressam… ve kitapta da anlatılan Bursa damında yattığı mahpusluk günleri, Nazım’la yaşadıkla[1]rı…

Kız kaçırma nedeniyle adam yaralamaktan sabıkalı bir suçlunun, Nazım’ın yontmasıyla bir aydına dönüşünün/dönüşümünün serüvenini anlatıyordu Bursa’dan komşumuz olan ve biz mahalle çocuklarına ancak korkutucu yüzünü gösteren bu adam… Ne var ki görmek de gerekir, ondan bir sanatçı yaratan da Nazım Hikmet, işte asıl aydın.


İşte toplumsal yaşamdan karşılaştığım iki ayrı örnek, insan ilişkileri bağlamında… Birisi; yeterli ya da yetersiz olduğuna aldırmadan gençlere öğütler veriyor, özveriyle… Diğeriyse çok özel bir insanın, Nazım Hikmet bu, dile kolay, yetiştirdiği bir adam; ama mum dibine ışık vermez atalar sözüyle birebir örtüşen tutum ve davranışlarıyla uzak bir adam konumunda…

Kuşkusuz BALABAN tek örnek değil; pek çok örnek verilebilir aydın kavramıyla örtüşen bireyler arasından… Ne yazık ki gerçek aydınlar kopuk, uzak olunca halktan; vasatın egemenliğine geçti bu ülke, aydınların değil onların sözüne duyarlı oldu bu halk… Aydınlar ulusuna, halkına kuşbakışı, teğet geçmekten bile uzak… Ve böylece kuruldu tuzak; aydınlığa…

Bilgileri, becerileri kendinden menkul adamlar ve kadınlar türedi; onların sözleriyle karardı ortalık… Ve karşımıza çıktı pek çok sayıda; ilim, irfan sahibi görüntüsünde, ulema oldukları savında pek çok ucube yaratık… Başı sarıklı, sırtında cüppe ya da Araplar’a özgü beyaz entari… Saç, sakal birbirine karışmış… Elinde, kolunda, boynunda; otuz üçlük, doksan dokuzluk ya da dokuz yüz doksan dokuzluk tespih ve ahkam kesmek[1]te…

Ve yazar olmak…

İstanbul’da dükkan kiracımız; yanında gençler çalışıyor… Kızlar telefon başında, bağlantılar kurup; siparişler alıyor… Ardından dükkânda bulunan bir takım kitaplar paketlenip, Anadolu’nun değişik illerine gönderiliyor.

Sordum bir gün; siz ne iş yapıyorsunuz burada diye. Yanıtladı: -Ben yazarım, kitap yazıyorum. Yazdığım kitaplar da Anadolu’ya dağılıyor…

Ne güzel dedim; ben de yazma uğraşı içindeyim ama siz kitaplı bir yazar bile olmuşsunuz, benden öndesiniz. Ne tür kitaplar yazıyorsunuz diye sorduğumda da “dini” kitaplar, yanıtını aldım.

-Öyle mi? İlahiyatçı mısınız? Akademik kariyeriniz İlahiyat Fakültesi’nden mi ?...

Yanıtladı:

-Yooo…Yalnızca İmam Hatipliyim…Yazdığım kitaplar da bizlerden önce yazılmış olan din ulemalarının kitaplarından, ilmihallerden, yorumlardan yararlanarak yazdığım kitaplar…

-Bir bakıma araştırma, inceleme kitapları yazıyorsunuz demek ki, tez yazar gibi, değil mi ?...Alıntıların kaynağını gösterip, yazarların adlarına da kitabın sonunda yer veriyorsunuzdur sanırım…

-Yooo…Yalnızca anladığımı ve okuyucunun anlayacağı şeyler yazıyorum, sonra da kendi adımla yayınlıyorum…

-Bu durumda yaptığınız; intihal olmaz mı? Aşırma, çalma, hırsızlık olmaz mı? Üstelik de gerçek bilgi de değil; sizin anladığınız, algıladığınız ki bu da Nasreddin Hoca’nın tavuk suyu çorbasının suyunun, suyunu içmek gibi bir şey ya da ilkokul birinci sınıf öğrencilerinin yazı yazma, harfleri öğrenme sürecinde; kitaplarında bulunan okuma parçalarını birebir olarak defterlerine geçirmeleri gibi bir şey… Orada yapılan eylem; sanal sosyal medyadaki kopyala-yapıştır uygulamasının bir bakıma ilk örneği… Ama bir de işin içine sizin anladığınız, algıladığınız kadarıyla kitap yazılmasının bir çeşit suyunun, suyunun aktarılması/aşırılması durumunda neyi, ne kadar öğrenebilir, yazdığınızı ileri sürdüğünüz kitabı oku[1]yan/okurunuz? Üstelik de din gibi; her an saptırılmaya, sömürülmeye açık bir alanda böylesi bir yanlışlığın yapılması, toplumsal yaşamda çığ gibi büyüyen yanlışlıklara, yanılgılara, çarpıklıklara neden olmaz mı?

Bağnazlık virüs gibi yayılırken; oldu mu şimdi sizin bu yazarlığınız/yazar kimliğini kullanarak, toplumun yumuşak karnı din konusunda yaydığınız olumsuz dışsallıklar?... Üstelik de amacınız para kazanmak; halkın bilinci/bilinçaltı karışmış, kirlenmiş, yozlaşmış umurunuzda değil… Ne bir sorumlu olarak sizin, ne de bir denetçi olarak yetkililerin umurunda değil görünüyor. Böylece Anadolu, ozanlarının aydınlığından ve özellikle de hoşgörüsünden her geçen gün daha çok uzaklaşı[1]yor…

Günümüzde Anadolu’da ya da diğer bir deyişle taşrada aydın olmak, bilge olmak, yazar olmak; artık kimlerin elinde?...

Kuşkusuz karanlık kalemlerin… Üstelik bu karanlığın yayılmaya başladığı mekan da aydınlığın mekanı olan İstanbul; çünkü artık İstanbul olmuş taşra…Ve giderek taşralaşan İstanbul’a, başkaldıran taşradan atılan taşlarla, kim bilir ve de umalım ki değişir bir şeyler, yeniden koşarız aydınlığa büyük bir aşkla

?...▲

İstanbul, 13 Eylül 2012

*


*


Dergiyi Okumak için TIKLA



Etiketler:

11 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/4

mavi

ADA

2002

Hayat ve Sanat

Emek veren herkesin ADAsı

  • LinkedIn - Beyaz Çember
bottom of page