İhanet Coğrafyası
top of page

İhanet Coğrafyası





Geçmişi hatırlayamayanlar,

onu bir kere daha yaşamak

zorunda kalırlar.


Çürük et kokusu genzimi yakıyor.

Havada bir çift güvercin soğuğa inat kanat çırpıyor…

İnsan sesinin uğultusunda kanat çırpışı duyulmuyor. Bu insanlar arasında ne işin var senin? Ak güvercin, sen kimsin?


Annemin, kardeşimin, dostlarımın çığlığı beynimin dar geçitlerinde yankılanıyor. Bu kâbustan uyanmak, kurtulup kaçmak için önümde duran kapıyı açıyorum:

Yörükselim Mahallesinin üstündeki Çamlık bölgesinde karanlık bir geçmişe dalıyorum. Gökyüzü gri siyah nefret bulutlarıyla kaplı. Yağdı yağacak kar kokusu ortalığı tedirgin bir soğuğun etkisiyle titretiyor. Ayak seslerini o zaman duyuyorum. Yaklaşıyorlar…

Böcek sürüsü gibi kısa, hızlı adımlar atarak koşturuyorlar. Ellerinde Türk Bayrağı sallanan bir sürü adam… Mahşer günü mü geldi derken, Mağaralı Mahallesinin daha ilerisinde ellerinde üç hilalli bayrak bulunan gençten çocukları görüyorum. “Neredeyim? Benim ne işim var burda?”diyorum. Sesimi duymuş olmalılar. “Gel buraya! Acele et, çabuk ol.” diyen adam kolumdan tuttuğu gibi çekiştirip yere yatırıyor beni.


Uzaklardan kuş sesi geliyor, çığlık çığlığa. Güvercin olamayacak kadar hırslı, güçlü… Yine de güvercinler olsa keşke, keşke…


Yere düşmemizle kurşunlar geçiyor başımızın üstünden. “Korkuyorum… Yeter artık, çıkarın beni burdan!” diye kendimin bile tanımadığı bir tonda bağırıyorum. “Gel benimle. Gel diyorum sana.” Adamın emir şeklindeki konuşması kendimi güvende hissetmemi sağlıyor. Gözlerimi kapatıp kendimi boşluğa bırakıyorum.


Tam da kâbusun bittiğine, gerçek hayata geri döndüğüme inanmaya başlamıştım ki, giderek yaklaşan sesler duydum. Önce ne dediklerini anlamadım. Anlaşılmayan konuşmaların arasında sürekli tekrarlanan; “Komünistlerin ve Alevilerin cenaze namazı kılınmaz… Müslüman Türkiye…" sözleriyle aynı kâbusun başka bir sahnesinde olduğumu anlayıp önüme çıkan ilk evin kapısından içeri girdim.


“Kırmızı bir çizgidir burada hayat, kapılara çizilen. Payına susmak ve ölmek düşen kişi numaranın en sonunda lekelendi. Burası neresi? Adı neydi geçmişin? Gelecek hangi kayıt numarasında saklı? Kalbinde mühür olanların yalnızlığıydı.”


Buruş buruş yüzüyle o güne kadar gördüğüm en yaşlı kadın, kapıda karşılıyor beni, ”Nere gelcem oğlum, önümü göremiyom.” Kadının kiminle konuştuğunu anlamıyorum.

“Kahvenin önüne kadar yürüdü, gözünde siyah bir bant yanında yalnızlığıyla. Tek başına beceremezdi hiçbir şeyi. Tek başına yapamazdı onca kıyımı, işkenceyi… Anti demokratik bir kapitali vardı bir elinde; siyah kurşun kusan, diğer elinde tornavidası; suçu o an onun elinde olmak olan. Aklında ise bildiğini sandığı bir ülkü, kendini Tanrının eli sanan.”

Arkamdan, “Gel nene gel, dışarıya gel.” diyen sesi duyunca irkiliyorum. Benim orada olduğumu, onları izlediğimi kimse görmüyor.

“Niye çıkıyoz oğlum? Bir şey mi var? Ben hiçbir şey göremem ki.”

“Konuşma da yürü nene…”


“Kimdi? Nereden gelip nereye gidiyordu? Adına yakışan bu muydu? Ercüment ismi için ne çok yaşlı ne de çok gençti. Babası o toprakları karış karış bilirdi. O, yıkılmaya yüz tutmuş bir bilinçsizliği babasının vatanperverliği üstüne inşa etmeye çalışıyordu.”

Kadının nereye gideceğini bilmeyen bedeni şuursuzca yalpa yapıyor. Hatta bazen söylenenleri duymuyor, duysa da anlamıyor. Yaşlı kadından daha yaşlı görünen tahta sokak kapısının üstündeki kırmızı işarete bakıyorum. Sesler, görüntüler o kadar hızlı yol alıyor ki, takip etmekte zorlanıyorum. “Çıkın dışarıya Kızılbaşlar. Pis dinsizler! Çık dışarı! Hey sen oro… gel buraya. Çabuk ol.”


“Benden olmayan düşmandır mantığını hangi biberin acılığıyla, hayatın acılığını eş tutan filozof söylemişti ki, ona. Bedenin hangi parçası göz göre bir diğerini yok eder ki? Bilinmez bir kaosun içinde dönen, arayan, bulamayan ama inat eden nedir bu öfke? Bilinçsizliğin kardeş kanı emen vampirleri. Yolunuz cehennem bile olamayacak kadar derinde.”


Kahkahalara gömülen çığlıklar. Nefretin hırslandırdığı ellerde küçücük bebeklerin ayrılmış bacakları, baltayla parçalanmış kafaları… Tecavüzle parçalanmış edep yerlerini saklamaya çalışan kadınlar. Karınları deşilip çıkartılmış, doğmamış bebeklerini kucaklayan ölü anneler… ve bunları seyretmeleri için zorlanan babalar, kardeşler…

“Kulağında çınlayan ses; ”Öldürmeliyim!” oldu. Ercüment bir adım attı. Aralık kar oldu, kan oldu. Ercüment adımını kara boşluğa attı. Ölüm, ilk defa o gün bedenleşip karşısına dikildi. Ve… Güneş doğmak için yönünü ilk defa o gün değiştirdi.”


Feryatlarla geçen cehennemin kaçıncı günü bugün? Hepsinin kapısında kırmızı işaret bazılarında üç hilal. Sesler bir yakınlaşıyor bir uzaklaşıyor. Bense olduğum yerde hiçbir şey yapmadan öylece duruyorum…”Gel diyom sana. Bu tarafa gel… Kulaklarımdaki ses yankılar halinde gözlerimde yaş oluyor. Yaşlı kadın, olmayan gücüyle bağırıyor, “Yapma evladım! Ben sana ne yaptım?“

Yüzünü göremediğim gençten biri, elindeki tornavidayı giderek artan bir hırsla yaşlı kadının gözlerine saplıyor. Yaşlı kadının, yaşadıkları, yaşayamadıkları hepsi seksen yıllık yüreğinden fırlayıp sokağa taşıyor.

“Kim bilir dökülen kanları? Sen? Ben? Ya öteki? Hâlbuki o zamanlar gazetelerin mürekkebi bile kandı. Sen o yaşlarda, gazetede çıkan devlet büyüklerinin resimlerine bıyıklar çizip, ağızlarını büyütüyordun, gülsünler diye. Çok da dikkat ediyordun, çizdiğin bıyığın babanınkinin aynısı olmasına, nedenini bilmediğin garip bir korkuyla.”


Arkadan bir yerlerden;

“Efendim Efendim Benim Efendim

Benim Bu Derdime Derman Efendim…” türküsü ağlıyor. Semah yapan on iki genç, gözleri oyulmuş yaşlı kadının çevresini sarıyor. Beyaz kıyafetlerinde kan kırmızı kuşaklar, etekleriyle kadının kanayan gözlerini siliyor…

Elinde tornavida olan çocuk hâlâ bağırmaya devam ediyor. “Pis dinsiz. Pis dinsiz, karı. Geber!”

Semah yapanlardan biri eğilip çocuğun elindeki tornavidayı alıyor ve onu aralarına alıp semaha katıyor. Dönüyorlar, dönüyorlar…

Ne işim var benim burada, diyorum. Çıkamıyorum kâbusun içinden. Yaşlı kadının kan çukuru gözleri en karasından bir yazgıyı çiziyor kırışık yüzünde. O ise aldırış etmiyor acıya. Dudağında küçük bir gülümseme…

“Sakız gibi ağzında geveleme yılların tortusunu. Zaman kendi içinde asılı durmakla doğruyu göstermiyor. Günün bir sonrası hatadır senin için. Seçimini belirledin sen. Seçmek, bir başka şeyden vazgeçiş olsa bile vazgeçtiğin şeyle yaşamayı öğrenmelisin.”


Ter içinde uyandığımda saate bakıyorum. Gece yarısı üç. Hep aynı saat, aynı rüya. Otuz iki yıldır saatim hep Cennet Nine’nin çığlığına vuruyor. Maraş’ın kapısı açık evlerinden sokaklarına yayılan çürümüş cesetlerin kokusu burnumda. Kulaklarımda durmadan yankılanan: “Yapmayın ne olur! Yapmayın! Biz ne yaptık size!” yalvarışları arasında kırmızı lekeler. İçimden hiç atamadığım bir kâbusun tam orta yerindeyim.


Pencereye bir Güvercin konuyor. Ya da ben öyle olduğunu sanıyorum. Uzakta bir yerde bebek ağlaması.


Eşim, gece yarısı korkuyla uyanmalarımın farkında değil.

”Ercüment, sen galiba yarın ki ödül töreni için heyecan yaptın, hayatım. Uyu hadi bir tanem.” gibi bir iki cümle ile beni anladığını belli etmeye çalışıyor. Bense, bunlarla rahatlayamayacak kadar içine batmışım kâbuslarımın.


Haziran 2010, İzmir

*

maviADA 2011

26 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

MESUT KARA

1/3
bottom of page