İZZETTİN
top of page

İZZETTİN



Ahmet Çetinkaya’ın oğlunun düğünü vesilesiyle otuz yıl sonra bir araya gelmişlerdi. Aslında yirmi dokuzdu, her sene uygun tarihlerde bir araya gelelim, bunu bir görev bilelim, içimizden biri organizasyonu düzenlesin, ilk buluşma da benim yazlıkta olsun, deyip çağırmıştı Erciş Dostlarını. Birkan’ın İstanbul’da önemli bir programı olduğu için Seferihisar buluşmasına gelememişti.

Seferihisar buluşmasında harika bir gece geçirmişlerdi. Kadeh demeyelim, laf küf olmasın deyip bardakları başları hizasında aynı anda erenler cemi misali masanın üstünde buluşturmuşlar, “şerefe,” demişler, Nuyar, “sağlığa diyelim, sağlık kıymetlidir, sağlığa diyelim!” deyince, İzzettin,


“Haydi, bir de sağlığa kaldıralım,” doğru demiş, sağlığa kaldırmışlardı kadehleri.


Ahmet Çetinkaya’nın oğlunun düğününde, Kaz Dağları’nın eteklerinde zeytin şehri Edremit’te, saatinde bir araya gelmişlerdi. Musluktan akan suyu avuç avuç içtiğin sahil kasabası Akçay’da Ahmet’in yazlığında konaklayacaklardı. Düğün saatine daha zaman vardı, Kaz Dağları’nda doğanın mavisi, yeşiliyle kucaklaşmak, yıllanmış platonik sevgiliyle kucaklaşmak gibidir. Mavi ve yeşil, renklerin en büyülüleridir, baharın ilki ile yazın haziranı, temmuzunda da büyülüdür doğa.


Kaz Dağları’nın etekleri Ege’nin serin mavi suları ile yıkanırken, şahikası göğün mavisiyle serenat verir yüreği yanık sevdalılara… Kaz Dağları, Yaşar Kemal’in bin pınarlı dağı, havasıyla aşk iksiridir, bu dağlar ne kaçamak buluşmalara ev sahipliği yapmıştır, kim bilir. Zeus’un kaçamaklarına, Afrodit’in güzelliği ile başı dönen âşıklara, Poseidon’a, denizinde çimen mavi kotlu yıllanmış sevgiliye, tahtacı Türkmenlerin semahlarına, onun, bunun, şunun ilk sevdalarına…


Erken çıkalım da Kaz Dağları’nı dolaşalım biraz diye sözleşmişler, buna sebep saat on birde Edremit’te olmuşlardı. Kaz Dağları’nı katleden katillerin katlettiği coğrafyayı görüp bedduaların en ağırını yapacaklardır. Diyeceklerdir ki,


“Kör olun, yediverenler olmasın, elinize ayağınıza inmeler insin, kapımı kim açacak, diye bekleyin; inim inim inleyin!”


İzzettin:

“Şöyle bir dolaşalım, katillerin kestiği ağaçları, yakından görelim!”

“Ben de öyle düşünüyorum, bir gram altın için suyu, toprağı zehirleyen altıncıların katlettiği ağaçları yerinde görelim,” dedi Birkan.

“Sen büyüğümüzsün önden yürü İzzettin, biz seni takip edelim,” dedi Nuyar.

“Yok yok, dedi İzzettin, Birkan önden yürüsün, daha iyi olur!”

“Fark etmez, ben yürürüm.”


“Fark etmez,” söz öbeğini çok kullanırdı, Bigalı. Diline pelesenk etmiş, uyumlu, vakur kişiliğinin aynası, sakin sakin konuşması, uyumun, “fark etmez’in” tamamlayanıdır.


“Durmayalım, zamanı iyi kullanmak lazım," dedi Nuyar. “Vakit, nakittir!” der atalarımız. Deyim, atasözü kullanmayı severdi. Bazen kendi deyimler üretir, bazen de anasının ağzından söylerdi. O zaman, “Anam derdi ki,” diye başlardı söze.


Nuyar, Nuyar… Nedir bu Nuyar, ad mıdır, kısaltma mıdır? Burhan arkadaşı takmıştı bu lakabı ona. Hakiki adı unutulmuş, herkes “Nuyar,” demiş, o günden sonra. Öte Nuyar, beri Nuyar!


Kaz Dağları’nın mitolojik tarihine yolculuğa çıkmıştı üç arkadaş eşleriyle birlikte. Her yere eşleriyle birlikte giderlerdi. Onların hayatlarında kadın erkek eşittir. Ne bir adım önde, ne bir adım geride, aynen Bektaşi cemlerinin canları gibi kadınlı erkekli.

Ne demekte Bektaş Veli?


“Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde,

Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde.

Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok,

Noksanlık eksiklik senin görüşlerinde!”


Ahmet Çetinkaya düğün için gelen konuklarını karşıladığından eşlik edememişti onlara. Bir de Rıfat yoktu, on gündür burunun kanı durdurulamamış, bir haftaya yakın hastanede yatmış, doktorlar bazı tedaviler uyguluyormuş.

Kaz Dağları’nın başı Marangoz Nurullah Amca’nın kullanmaktan aşınan testeresinin ağzına benzemektedir. Tepelere ulaşamayan katillerin ağzının suyunu akıtmaktadır dorukların yeşili. Bunlar yeşil gördü mü, Arenada matadorun muletasını görmüş boğa gibi saldırmakta yeşile, doğaya…


Kaz Dağları, eski Yunan tanrılarının otağı, tarihte ilk güzellik yarışmasının yapıldığı yerdir. Yarışmacılar: Eris, Hera, Athena ve Afrodit’tir. Seçimi yapacak olan Paris’tir. Çoban Paris elindeki elmayı en güzeline deyip Afrodit’e verince, on yıl süren Truva Savaş’ına sebep olmuştur. Kaz Dağları, ilk güzellik yarışmasının yer olduğu gibi baharda yazda yeşilin, hazan mevsiminde sarının en has renklerine bürünen köknarlara, karaçamlara, kızılçamlara, ara ara uygun bir yer bulup fışkırıp çıkan mazı çalılarına, yaban armutlarına, ardıçlara, ağaçların ulularına sarmaş dolaş sarılan sarmaşıklara da ev sahipliği yapar.


Kaz Dağlarına, antik dönemlerde İda da derler, ona dair anlatılan efsanelere yer vermeye kalksak asıl hikâyeden uzaklaşır, coğrafya öğretmenlerini kıskandıracak bilgiler vermiş oluruz ki, sonra eleştirmen Hülya Soyşekerci, “olmadı sayın yazar,” der. Biz ilahi anlatıcı olarak asıl konuya dönelim. "Hasanboğuldu, Sarıkız hikâyesi, mikayesi, sonra Tahtakuşlar… Bir de bunlardan bahsedersek, Edebiyatçı Nurten Aksoy, Aysun Çetin ne der o zaman?


İzzettin, Birkan, Nuyar eşleriyle Kaz Dağları’nda oksijen çarpmasına uğramadan Ahmet Çetinkaya’nın oğlunun düğünün yapılacağı otele geldiklerinde, en az üç bin metrekarelik alanın otel için yok edildiğini görürler ki… buna sebep içlerinden dile getirirler sevgilerini(!)


Düğün başlamak üzeredir, Ahmet-Süheyla Çetinkaya dünürleriyle kapıda tek tek konuklarının ellerini sıkar teşekkür ederler. Ahmet Çetinkaya, Erciş dostlarını aynı masada buluşturmuş, böyle olunca hem tanımadıklarıyla yan yana oturup yabancılık çekmelerini önlemiş, hem de arkadaşlarım hasret gidersinler diye düşünmüş.

Güneş çoktan batmıştır, akşam serinliği çamların esintisi ile okşamaktadır bedenleri.


Otel görevlileri, içecek tercihlerini almış, şaşırmadan konukların önlerine koyup buyurun afiyet olsun diyerek kenara çekilmişler, bir ihtiyaçları olur diye de gözü her daim üstlerinde ellerini önünde kavuşturmuş bir vaziyette saygılı bir şekilde beklemeye başlamışlar. Bir görevli “arzu ederseniz kadehlerinizi doldururum,” deyince, Nuyar, “teşekkür ederim biz hallederiz,” deyip üç bardağı yan yana dizmiş, hak geçmesin diye eşit bir şekilde doldurmuştur.


“Buyurun arkadaşlar, dostluğumuza, gençlerin mutluluğuna olsun, deyip yavaştan kaldırırlar kadehleri. Kadehlerden birer yudum alıp iksirin tadını daha iyi almak için dudaklarını emerler bir süre.


Hayat iksirleri soğuk cam kadehleri terletmiş, beyaz kristaller ak sıvının üstünde aheste aheste salınmaya başlamıştır. Konuklar Kaz Dağları’nın oksijenini ciğerlerine doldururken orkestra Rodrigo’nun gitar konçertosu ile Denizleri selamlarken, Erciş dostlarına hoş geldiniz demekte.

“Lütfen kusura bakmayın ilahi anlatıcı olarak duygularıma hakim olamam Denizlerin adını duyunca. Bu üç gülün dara çekildiğinde, ortaokul ikinci sınıfta okuyordum. Çocuk yaşımda ne kadar çok üzüldüğümü anlatacak sözcük bulamam bu yaşta bile. Onların asılmasına sebep olanlar, sizler iki cihanda da yüzünüz gülmesin, mezarınıza yılanlar çıyanlar dolsun!”


İzzettin durmadan anlatıyordu bir Nuyar’a, bir Birkan’a.

Erciş Dostları bir araya gelmiş, o, yılların özlemiyle müthiş bir konuşma isteğiyle yüreğini, beynini kilitlemiş, ha bire anlatmaktadır. Anlatırken yılların özlemi orkestranın gürültüsüne kurban gitmekte, sesini duyurmak için daha bir gayret etmekte, sesi orkestranın rüzgârla dansından ötürü alçalıp yükselirken, sesi Edremit körfezine doğru savrulup gider. Anlattıkça sesi kırçıllanır, kırçıllanan ses öksürtür, öksürük, öksürüğü tetikler, öksürdükçe canı sıkılır, canı sıkıldıkça öksürüğü bastırmaya çalışır, elinin tersi ile ağzını, kınalanmış gibi duran bıyıklarını kapatır. Anlatmak bir şeyleri paylaşmak isterken, sanki yüz yıllık bir özlemle yanıp kül olmuş gibi anlattıkça anlatır...

İzzettin öksürdükçe Ayşe Hanım pistte oynayanları takip etmekten vazgeçmiş:

“Ben Yılmazcığım, bir doktora git diyorum, o, benim bir şeyim yok diyor başka bir şey demiyor!”

“Bir şeyim yok benim Ayşeciğim, ağaçları sularken terliyorum, ter üstümde kalıyor, ona sebep öksürüyorum işte!”

“Hep böyle öksürüyor musun İzzettin?” dedi Nuyar

“Yok be ya dedi Trakya ağzı ile Malkaralı İzzettin!”

“Ayşeciğim abartıyor, yok bir şeyim!”

“Aşk olsun Yılmazcığım abartıyorum mu ben?” O, Ayşeciğim, der, o da Yılmaz derdi İzzettin’e. Ailede İzzettin'in adı Yılmaz’dı, ilk kez, Burdur’a askere giderken İzzettinlere uğramışlar, o zaman duymuşlardı, İzzettin’e Yılmaz denildiğini. “Bizim gençler Yılmaz Yılmaz,” diyen bir türküyü hatırlatırcasına.

“Düğüne geldik be ya, eğlenmek lazım, Ahmetçimin mutluluğunu çoğaltmak lazım!”

“Haklısın İzzettin dedi Birkan, Ayşe Hanım’ın dediğine de kulak vermek lazım, ama!”

“Tamam, söz buradan dönüşte, ilk işim doktora gitmek olacak, Özlem’e kızım sana emanetim bak bakalım neyim var diyeceğim, söz veriyorum!”


Özlem kızıydı, kendi gibi, sayısal zekâlı olduğu için tıp okumuş, Aziz Atatürk’ün beni Türk hekimlerine emanet ediniz, dediği hekimlerden biri olmuştu. Üstelik İzzettin’in rahatsızlığı onun uzmanlık alanıydı!


Nuyar’la İzzettin yeni yıl karşılamalarını Erciş’te birlikte yapan arkadaş grubunun evlilerindendi. Nuymar, hindiyi alırdı Erciş pazarından, sonra onu keser, eşi tüyünü müyünü bir güzel yolar, temizlerdi. İzzettin’in renkli televizyonu olduğu için yılbaşlarında onlarda olurlardı.

Düğün merasimi bitmiş, İzzettin siyah doblosuna Ayşeciği ile binmiş, arkasında Birkan’la eşi, Nuyar ve eşi onları takip eder. Ahmet Çetinkaya’nın yazlığına geldiklerinde saat gece yarısını çoktan geçmiş, birkaç saat sohbet ettikten sonra, kadınlar uyumaya gitmiş, İzzettin, Birkan Nuymar, İzzettin’in İzmir’den getirdiği hayat iksirinden devam etmişler güzelliği paylaşmaya. İkide bir de "Rıfat sen de olmalıydın" diyerek geceyi tüketmişler sabahı etmişler.


“Ben hasta mıyım bilmiyorum, öksürdüğüm an Ayşeciğim, bir doktora gitmedin Yılmaz deyip duruyor. Aklıma gelmiyor da değil, belli mi olur, bu melun hastalık sevmediğin ot misali burnumun dibinde bitmesin, biter mi, biter! Çabuk yoruluyorum, ona sebep midir, bilmiyorum. Özlem, baba gel bir kontrol edelim, sıra mıra için uğraşmayacaksın, işlemleri ben takip edeceğim diyor, diyor demesine de hastaneyi sevmiyorum be ya, ne yapayım?”

İzzettin, düğün dönüşünün sabahında Seferihisar Devlet Hastanesi Göğüs bölümünde Doktor Özlem’e teslim eder kendini. Sonbaharın ikinci ayıdır, yaprakların dallardaki misafirlikleri bitmiş, yavaş yavaş dallardan koparken, hafiften esen bir rüzgârla da oradan oraya savrulup gider. Doğanın özgür çiçekleri çoktan kurumuş, rençperlerin tarlada kırıp bitirdiği tütünler, serinlikte iki üç yaprak daha çıkarmış, tütün kırmaktan usanan parmaklar, artık sıcaklar yetersiz, kurumaz deyip kırmazlar. Evlerdeki saksı çiçekleri, güz serinliği ile yeniden filizlenmeye boy vermeye başlamıştır.


Ayrılık mevsimi sonbahar, seni hiç sevmem, sen var ya sen, ağaçları yapraksız koyarken, bizi de atasız koydun. Kurucu liderimiz, bir kasım sabahı, kırklara karışıp gitti.


Doktor özlem, babasının tahlillerini yaptırmış, görüntüleme aygıtlarıyla görüntüleri çektirmiş, sonuçlara bir daha, bir daha bakmış; inanamayıp doktor arkadaşları ile bir kez daha bir kez daha değerlendirmiş, sonuç: Maalesef, hastalık çok ilerlemiştir.


Seferihisar’da yapılacak bir şey yoktur. Ege Üniversitesindeki Göğüs Hastalıklarında yetkin bir isim olan Trakya Üniversitesinden hocası Profesör Osmanoğlu’ndan randevu alır.


Bayan Osmanoğlu, tetkikleri yaptırır yaptırmaz, hemen tedaviye başlar, hastalığın seyri olumlu yönde değişmeye başlayınca, Yılmaz ailesinin umutları büyür, Doktor Özlem çok mutlu olur, babası iyileşecektir, onu iyileştirecek, yine birlikte, mangal yapacaklar, yine birlikte gülüp oynayacaklar, oğlunu okula getirip götürecektir. Hele babasının yemek yiyişine dair, “baba biraz yavaş ye, sindire sindire ye,” diyecektir. O da alışmışım kızım, ne yapayım diyecek. Onun için yemek masasında geçen zaman boşunadır, çok hızlı yemek yılların alışkanlığıdır, kaşığın gidiş gelişini takip edemezsiniz.


Biyoloji öğretmeni İzzettin, Ege Üniversitesi Fen Fakültesi mezunudur. O, bir fizik öğretmeni kadar fizik, kimya öğretmeni kadar kimya, matematik öğretmeni kadar matematik bilen nitelikli öğretmendi. Devlet yazık ki, böyle değerlerinin hiçbir zaman kıymetini bilmediği gibi onun da kıymetini bilemedi, en verimli çağında küstürüp öğretmenlikten istifa etmesine sebep oldu.

İzzettin bu ciddi hastalığı, Erciş dostları ile paylaşmamış, üzülmelerine kıyamadığı için, yükü kendisi yüklenmiş. Dostları, Erciş Dostları ile paylaşsaydı, ömrüne ömür katacak değildi, fakat moral motivasyon için, derler ya en kuvvetli ilaçtan daha kuvvetli bir ilaçtır...


Bu ara yer küreyi kasıp kavuran Covit 19 belası, dünya insanını evlerine hapsetmiş, insanlar ne sevdiklerine sarılabilmekte ne de sevdiklerinin cenazesine gidebilmektedir. İzzettin’in bu kadar ciddi hastalığını bilse Ahmet Çetinkaya, Covit’i movit dinler miydi?


Her şeyin iyiye gittiği bir anda Doktor Özlem, babasının gün geçtikçe eriyen bedenini görünce, vaziyetin hiç de iyi olmadığını düşünmeye başlar; fakat bunu annesiyle paylaşamaz, “neden, neden,” deyip isyanın büyüğünü yaşar içinde. Annesine bir şey diyemeyince, acı içinde büyüdükçe büyür, uykusuz geceler geçirir. Ege Üniversitesi göğüs Profesörü Bayan Osmanoğlu’nu arar. Durumun iyi olmadığını söyler. O da durma kızım, hemen getir, hastanede olacağım, yatışını yapar, tahlillere göre bir tedavi uygularız, umutsuz olma. Unutma, biz umutlu olmak mecburiyetindeyiz, bu babamız da olsa…



Akciğerleri iyice yiyip bitiren melun hastalık, durduğu yerde durmamış, pankreasa, lenflere sıçramış. Artık İzzettin için günler sayılıdır, hiçbir umut kalmamıştır.


O, hastanede yatarken bile memleket meselelerini yakından takip etmiş, odasındaki televizyonda haber kanallarını izlemeye, gazetesini okumaya, bulmacasını çözmeye devam etmiştir.

İzzettin başını pencereye çevirir, yaşaran gözlerini Ayşe’sinin görmesini istemediğinden duyulur duyulmaz bir sesle,


“Zeytinlere bakamadık Ayşe’m, ağaçlara su veremedik, onlar kurursa çok üzülürüm, inşallah bir şey olmaz ağaçlarıma!”

“Olmaz, olmaz merak etme sen, ben adam tutup her bi şeyi yaptırcam, sen yüreğini ferah tut!”


Bayramı hastanede karşılayan İzzettin, 2020 Kurban Bayramının ikinci günü, yıldızlara yoldaş olup kırklara karışmıştır.

“Mekânın cennettir,” der, Ahmet Çetinkaya,

“Yıldızlar yoldaşındır,” der, Birkan,

“Nurlarda uyu,” der Rıfat,

“Ruhun şad olsun,” der Nuyar!

Etiketler:

78 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page