top of page

İSTANBUL'DA BİR GÜN

ree

        

Niyazi UYAR

*

06.30 saatin ziliyle uyandım. Biraz sağa sola dönmek, keyif yapmak geçti içimden. Yapamadım, fırlattım attım yorganı. Yatak da sıcacık kalkmak ıstırap geldi, delik deşik olmuştu uykum, uyuyamamıştım zaten. Ama sabaha karşı biraz dalmışım. İstemeye istemeye hazırlanmaya koyuldum. Uğur'a baktım, uyuyordu daha, kıyamadım "birkaç dakika daha uyusun yavrucak." Annemiz kahvaltıyı hazırlamaya başlamıştı çoktan, yardım etmeliyim, yetişemeyiz yoksa, yaşam paylaşmaktır, demezler mi? Uğur'a döndüm tekrar, öptüm, kokladım. "Hadi çocuğum kalk okula gideceğiz haydi, acele etmezsek binemeyiz otobüse, kalk hazırlan yavrum!"


Uyur uyanık kahvaltısını yaptı çocuk. Bu arada saat yedi on beşe doğru geliyordu. "Hızlanmam gerekiyor, elimi çabuk tutmalıyım. Hava nasıl acaba, pencereyi açıp dışarıya bir bakayım? "Başımı camdan çıkardım. Sokak lambaları yanıyordu; sabaha çıkmamıştı, daha gece gibiydi. Sisli havada ışıklar, taş atınca yayılan denizin dalgası gibi yayılıyordu, tel tel. Lambaya çarpan soğuk sendeleyerek, gerisin geri dönüyordu. Bir daha geliyor, sonra ısınıp buhar olarak, yukarılara doğru filizlenip yarını daha da soğutmak için havalanıyordu.


Karşı komşu da uyanmış olmalı, onların ışıkları gözüme çarpıyor. Onlar da bizim gibi hareketlenmiş, sesleri çok cılız; lakin dinlenememişler herhalde. Canlı mı, cansız mı diye sesleri düşünürken, gecikeceğim, geldi yine aklıma, koşturmam lazım. Elim yüzüme çarpıyor. Eyvah! Tıraş olmayı unutmuşum akşamdan. Gömleğimi, kravatı dar alamet üstümden attım. Çaydanlıktan biraz sıcak su alıp tıraş kabına koydum. Fırçayı suya batırıp sabunladım yüzümü. Bir solukta, bitirdim işimi. İçeriden hanımefendinin emredici tiz sesi her zaman olduğu gibi:


"Ben çocuğu giydiriyorum, sen de acele et biraz canım! "

"Sanki ben eğleniyorum, Allah Allah! Unutma, çişi falan var mı, sor bakalım, eşeğin sıpası kocaman oldu, daha çişini söylemiyor. Sormasam, yaptırmasam, altını ıslatacak!

"Ne yapalım, bu böyle!"

Biraz sonra evden çıktık. Evle durak arası iki yüz, iki yüz elli metre ya var ya yok. Yokuş yukarı gitmek yoruyor adamı. Elinden tutuyorum: "Haydi oğlum dayan, pergelleri aç biraz!"

"Tamam baba, koşuyorum bak!"


Koşturuyor çocuk, koşturuyor da benim adımlarıma ayak uydurması mümkün mü? Yapamadım, omzuma aldım, şimdi hızımı biraz daha artırabilirim. Karşıdan bir araba geliyor; bir araba da arkadan. Durup kaldırıma çıkıyorum. Kaldırımlarda boş yer varmış gibi. Arabalar kaldırımları da işgal etmiş. Yollar arabalar için, kaldırımlar arabalar için. Her yer araba: Yeşil, sarı, mor, siyah, kırmızı, beyaz... En çok beyaz. "Arabam olursa, benimki de beyaz olsun! diye, iç çekiyorum. "Bir araba, bir ev. Allah’tan başka şey istemem."

Oğuzhan Caddesi'ne çıktım. Arabalar vızır vızır, insanlar. "Canına yandığım ne iş böyle bu, bu çocuk yatmalı daha evde, uyumalı. Havalar da soğuk gidiyor bu yıl ne hikmetse, hasta olacak çocuk. Peki evde kim kalacak, kim bekleyecek?"

Kendi kendime:

"Tut bir bakıcı canım!"

"Tuttum, tuttum ama kahrını çekemedim."


Bu ara Millet Caddesi'ne vardım... Böyle böyle konuşurken, üst geçide tırmandım. "Bu üst geçidi de çok dik yapmışlar, basamaktan basamağa adımlarım gücül ulaşıyor!" Belki de yoruldum bana öyle geliyor. Üst geçidin altından araba seli akıyor, çeşit çeşit, cins cins...

"Baba diyor Uğur, biz de araba alacak mıyız?"

"Alacağız yavrum, ama önce evimiz olsun, sen dua et, çocuklar, günahsız olduğundan, Tanrı onların dualarını kabul edermiş, öyle diyorlar." Duraktaki kalabalık da artmıştı iyice. İşine gecikenler durmadan söylenip duruyor:

"Elim kırılsın, bunlara oy verdim ben yahu, haram olsun!" diyordu biri.

"Otobüs motobüs çözüm değil arkadaş, metro, metro !"

"Tren, Demirperde ülkelerinin işi diye yapmadılar, insan azıcık düşününce yurdum insanın haline bakıp aklını kaybedecek.


Hemen yanı başımdaki fakirliğine, feleğe verip veriştiriyordu. Taksim-Topkapı otobüsü durağa yanaştı bu ara. Zor bela arka kapısından itiş kakış binebildik. Ön kapı, arka kapı. Arka kapı olmazsa; orta kapı, neresi olursa biniyorduk. Basamaktakiler bize yardımcı oldu da içeriye ayak atabildik. Uğur omzumda hiç sesini çıkarmadan olanı biteni izliyordu. Zaten. Oldum olası başkalarının yanında ağzını açmazdı. Görenler, “ne uslu, ne güzel çocuk" deyip tahmarırlardı. Kan ter içinde bunları düşünürken, dalmışım. Güzel sesli, güzel giyimli şık bir hanımefendinin gür sesi kulaklarımda patladı:


"İnsanlık ölmüş be. Ayıp ayıp, şu zavallıcığa yer verin, yaşlılar, kadınlar, çocuklular ayakta, siz oturakta! Utanmıyorsunuz hiç, yazıklar olsun!"

"Buyur ablacığım buyur, sen istedin de biz vermedik mi?"

"Otur oturduğun yerde, ben senden gencim. Siz kucağında çocuk olan beyefendiye yardımcı olun.


Uğur, ana sınıfının en sessiz, en uyumlu, en sakin çocuğudur. Uğur'un annesi babası çalıştığı için, daha üç yaşında anaokuluna gitmek zorunda kalmıştır." Ablası bizden uzakta büyüdü, ne zorluğu olursa olsun, ben katlanacağım, ne olursa olsun.” Annemizin çözümü kolaydır, hazırdır: “Gönderelim anneme!" Ben iki sene değil, üç sene de olsa omzumda taşıyacağım!”

Taksim-Topkapı otobüsü her durağa uğradıkça doldukça doldu. Balık istifi derler ya işte öyle. Sağdan sola dönmenin mümkünatı olmadığı gibi ayağının yerini değiştirmek bile imkansızdır. Şoförün borazan sesi: “Önden arkaya doğru ilerleyelim beyler, arkalar bomboş, ilerleyin lütfen! Önde duranlara şeker vermiyorlar, boşlukları doldurun lütfen!"

Bir yolcu:" İlerleyelim beyler, işe gideceğiz!"

Arkadan:" Kolaysa gel, sen ilerle!

Körüğün bulunduğu yerden bir başkası: “Yürü be kardeşim, saman çuvalı mı taşıyorsun?”

Öndeki:" Rahatsız oluyorsan taksi tut kardeşim!

"Ben ne tutacağımı bilirim, gelirsem gösteririm sana.! "

"Sıkıysa gel!

"Ayıp oluyor beyler, sabah sabah yakışmaz!"

"İstanbul'da yaşıyoruz arkadaş, başka İstanbul yok, medeni olalım!"


Otobüs Saraçhane'ye gelmişti bu ara. Trafik de dura dura ilerliyordu. İçeride oksijen iyice azalmıştı. "Ya Uğur ne yapıyor zavallım, rahatsız olduğunu bile söylemiyor başkaları duyar diye. İneceğimiz yere bir varsak yahu, Allah kahretsin...! Unkapanı, Haliç, Şişhane. Oh be.!

Şişhane'de pestilimiz çıkmış bir vaziyette indik otobüsten. Yolu ele aldık, hızlı hızlı yürüyorduk yine. Biraz yürüdükten sonra, Uğur yoruldu. Daha yolumuzun yarısındaydık. Galata Kulesi'ne doğru yürüyorduk. Neve-Şalom Sinagogu'nun önüne gelince tekrar omzuma aldım. Okulumun bulunduğu sokak az ötedeydi. Öğrencilerime rastlıyordum, okula yaklaşmıştık. “Biraz ben taşıyayım öğretmenim, siz yorulmuşsunuzdur, “dedi bir öğrencim. Teşekkür ederek kabul etmedim, benim işimdi çünkü bu. Aslında çok yorulmuştum. Ama bugüne mahsus değil ki; her gün yaşıyorduk aynı şeyleri. Kış gününde tepeden tırnağa kan ter içinde kalmıştım. Hizmetli Yusuf'la karşılaştım. Dayanamadım "Yusuf Efendi Uğur'u okuluna bırakıver". Çocuğu kucakladığı gibi doğru okuluna götürdü...

 

Saat, on yediye daha var; ama hava da iyice karardı. Kara bulutlar Haliç' in üstüne abanmış, karaya kesmişti her şeyi. Süleymaniye'nin silueti. Gökyüzünü delik deşik eden minareleri görünmez olmuştu. Ötede Ayasofya'nın, Sultanahmet'in üstünde bir kızıllık peyda oldu. Kızıllık, sonra, kapkara kararan kızıllık. Kızıl ışığın karanlığı, gizemi müthiş bir korku yaşatıyordu Şişhane esnafına. Günün akşamı bir şeyleri haber verir gibiydi adeta. Daha güneş batmamışken İstanbul'un minareli ufku görünmeze girmişti çoktan...


"Bugün ne olursa olsun erken çıkmalıyım okuldan." Toparlandım, elektrik sobasının fişini çektim önce, masanın üstündekilere bakmıyordum bile. Yusuf Efendi'yi gördüm alt koridorda: "Yusuf Efendi ben çıkıyorum, Uğur'u okuldan alıp gideceğim, haydi sen de erken çık.

"Ben Uğur'u getirdim hocam, Hulusi Bey'in odasında, Hulusi Bey kâğıt vermiş onları karalıyor!"

"Hay çok yaşayasın be Yusuf Efendi!"


Bir güzel giydirdim, durağa doğru hızlı adımlarla yürümeye başladık yine. Herkeste aynı telaş, bir an önce evine ulaşmanın tedirginliği. Kimileri eşyalarını dükkanına taşıyor, kimileri kepenklerini kapatıyor. Şişhane esnafı ayaklanmış işini toparlıyor. Bazıları kepenklerini kapatmadan kapısını kilitleyip terk etmiş çoktan. Sağımda solumda ne var ne yok merakımı gidermeye çalışırken bir taraftan da "83'e 76'ya 73'e numaralı otobüslere bineriz inşallah. Olmazsa, hiç bakmam, tutarım bir taksi, ya da otostop çekerim, "diyerek durağa geldim. Durakta duracak yer kalmamış İstanbul buraya toplanmış. "Kabahat bende, ne diye erken çıkmadım ki şimdi nasıl bineriz otobüse? Bazen böyle, düşüncesizce davranırım. Ama ne çare, sırf ben çekmiyorum cezasını; işte mesele bu, ya bu çocuğun kabahati ne?"


Taksim tarafından 76 Avcılar otobüsü geliyor. "Bu hattın arabaları genellikle körüklü olur, belki binebiliriz" diye düşündüm. O da durağa uğramadan geçti. "Eyvah gidemeyeceğiz eve!" İçimi bir korku sardı ki deme gitsin. Yanımda bulunanlar palto, kaban ve kaşkollarıyla birer karartıydılar artık. Birden kulakları sağır edercesine, Okmeydanı tarafından bir gümbürtü koptu. Arkasından buz gibi rutubetli bir rüzgâr burnumu okşadı önce. Bu ara Haliç'in üstü tanışmıştı bile yağmurla, az sonra biz de tanışacaktık. Haliç'in kara milli suyuna çarpan damlalar, onun müthiş kokusunu dağıtıyordu her yere. Yağmur yaklaşıyordu, rüzgarla beraber öfke saçıyordu, kime çarpsa, neye çarpsa, şöyle bir çeviriyordu. Yağmur teslim almıştı yaşamı. Hiç kimse kıpırdamıyor, sinecek bir yer aramıyordu. Herkes kutsal bir görevi ifa edercesine put kesilmiş, öyle duruyordu. Şemsiyesi olanlar bile kapatmışlardı şemsiyelerini, rüzgâr ters getiriyordu çünkü. Şimdi herkes durmuş, bir güzel ıslanıyordu. Karşı koymak olmazdı, olamazdı da zaten. Yaşını başını almış olanlar: “Allah’ım bu dünyanın sonu mu, dünya batacak mı yoksa?" Hava, sağduyuyu yok etmiş, içlerinden bildikleri duaları okuyorlardı muhtemelen.


Yağmur, sicim gibi yağmıyordu, daha da yoğundu...


Otobüsler, durağa yaklaşınca durur gibi yapıyor, birden hızlanıp yalvarır bakışlar arasında uzaklaşıp gidiyordu. 73 Yeşilköy, 72 numaralı Yeşilyurt otobüslerinin hiçbiri uğramadı durağa, uğrasalar bile, binmek ne mümkün, herkes saldırıyordu aynı anda.


Soğuk bir ter bastı tepeden tırnağa. “Bu küçücük yavru, bu soğuğa nasıl dayanır? Ayakları suyun içinde bak!" Korkumdan, çaresizliğimden saçlarımı yoluyorum. Sarı taksiler transit geçiyor. Özel arabaları durdurmaya çalışıyorum, boşuna. Hepsi de eylem birliği yapmışçasına devam ediyor yoluna. Baktım olmayacak, yukarı doğru yürümeye başladım. Şişhane durağı epeyce geride kalmıştı, Tepebaşı'na doğru yürürken, için için ağlıyordum. Sonra aralıklarla hıçkırıyorum, "duyan olmasın" diye bir yandan da dudaklarımı ısırıyordum. “Aman Allah'ım, dayanılır gibi değil, ya hasta olursa bu çocuk?" 

"Uğur, üşüdün mü oğlum, korkmuyorsun değil mi?"

"Az korkuyorum baba, sen varsın diye çok korkmuyorum. Baba otobüsler niye durmuyor?"

“…”

"Baba bizim taksimiz olsa durur muyduk?"

"Tabi oğlum, ama bizim de olacak bir gün, bizim de olacak...”


Yağmur yavaş yavaş akıllanmaya başlamıştı. Sicim gibi yağıyordu artık. Epeyce yol almıştık, belki burada taksileri durdurabilirdik. Benim gibi düşünenler de olmalı ki, onlar da taksileri durdurmaya çalışıyordu. Bir taksi yanımıza kadar yaklaşıp durdu.


"Binin sizi Aksaray'a kadar götüreyim "dedi, taksinin sağına oturmuş kara bıyıklı kara gözlüklü bir adam. Bizimle beraber iki kişi daha atladı arabaya. Şoförle birlikte, altı kişi olmuştuk. Uğur'u kucağıma aldım her zaman olduğu gibi. Kara bıyıklı kara gözlüklü adam: “Çocuğa sebep durdum, bilesiniz ha" dedi. "Ben bu arabama öyle herkesi bindirmem!

"Allah ne muradınız varsa versin bey abiciğim" dedi, bizimle birlikte binenlerden biri. Adamın duaya aldıracak hali yoktu, cızırtı gibi geldi söylenenler.

 "Adın ne senin bakayım ufaklık, çok üşüdün mü?" dedi Uğur'a


Uğur duyacak, cevap verecek vaziyette değildi.


"İki saattir araba bekliyoruz, yoruldu, dondu çocuk iyice," dedim. Aslında benim de konuşmaya mecalim kalmamıştı, konuşacak halde değildim, artık sıcacık evime ulaşmak istiyordum. Aksaray'a geldiğimizde saat yediye yaklaşıyordu. İliğimize kadar ıslanmıştık.

Bey, benim için değil; ama bu küçük için, üç yüz beş yüz metre daha gitmemiz mümkün mü, ben farkını veririm?"


"Ayıp ettin bilader, ne demek, insanlık öldü mü, insanlar böyle günlerde lazımdır birbirine!"


Eve ulaştık sobayı bir güzel yakmış annemiz.

Ablamız sevinçle önce kardeşini kucakladı, sonra beni...


Ev gözüme bir güzel gözüktü ki sorma.

Evim evim, güzel evim!


Yorumlar


bottom of page