top of page

Fırça Sapı

Güncelleme tarihi: 18 Nis


ree


Ferda İNANOĞLU

*

Bezleri kovadaki suya daldırıp iki eliyle sıkarak kenara attı. Pembe çiçekli tülbentinin uçlarını başının arkasında bağlayıp alnının ortasında birleştirdi. Alnında biriken ter damlalarını, pürüzsüz yüzünden şakaklarına doğru inerken elinin tersiyle sildi. Ardından elini sildiği şalvarını kıvrak bir hareketle beline katladı. Sonra da çevik bir hareketle çömeldiği yerden kalktı. Esmer, minik yüzü ortaya çıktı; cildi pürüzsüz ve parlaktı.

Onu hayranlıkla izliyordum ki, Gülseren:


“Siz başka bir odaya geçin, ben de yerleri silivereyim,” dedi.


"Bugün benimle hiç göz teması kurmadı, gereksiz yere konuşmaktan kaçındı ve gülümsemedi bile. Hızla işlerini bitirmeye çalıştığını düşündüm. Önümden şalvarını savurarak geçerken bile bana bakmadı. Nesi vardı, anlayamadım. O kadar sevdiği kahve molasını bile vermedik. Öğle yemeğinde yemeğini tabakta döndürüp durdu. Beğenmediğini düşündüm, peynir, ekmek, salam gibi şeyler çıkardım ama nafile. “İştahım yok,” dedi ve konuyu kapattı. Zaten vücudu kuş kadar kalmış, bu kadar işe nasıl dayanabiliyor diye düşündüm.


Bunun neyi var? Daha dün oynaya zıplaya işini yapıyordu, sürekli gülüp konuşuyordu. Bugün ise sessizce işine dalmış durumda. Acaba ben mi yanlış bir şey yaptım diye düşünmeden edemedim. Günlüğünü yeni artırdım, kötü bir şey de yapmadım. Sanırım bu durum benden kaynaklanmıyor. Neyse, birazdan durumu anlarız."


Mutfağa girip iki köpüklü kahve hazırladım. Gülseren abla için bol şekerli yaptım, yoksa içmez. Yanına güllü lokumları da eklemeyi unutmadan...


Mutfak masasından seslendim,

“Gel abla, kahveleri yaptım!”

“Ah kızım, iyi ettin ama işimi bitirip gitmem lazım,” dedi.

“Gel, bitmezse bir sonraki gelişinde yaparsın. Yine geleceksin nasıl olsa,” dedim.


Gülseren, sandalyenin ucuna ilişti. Bugün oturuşu bile farklıydı. Tülbentini başının arkasına atarken, uçlarıyla yüzündeki teri sildi. Pembe-beyaz iğne oyaları alnının ortasına döküldü.


Fazla düşünmeden konuşmaya başladım;

“Bugün bir derdin var,” dedim.

“İyi görünmüyorsun, yemek de yemedin doğru dürüst.”

Kahvesinden bir yudum alarak,

“Bir şeyim yok,” dedi. Kaşlarını kaldırdığında, yüzündeki kırışıklıkları ilk kez fark ettim. Yüzü, mutsuz bir insanım yüzü gibiydi.

“Var ama sen bana söylemiyorsun.”

“Anlatmak zor, insan utanıyor; kimseye söyleyecek gibi değil.”

“Abla, belki sana yardımcı olabilirim. Anlat, rahatlarsın.”


Gülseren abla, sanki birisi gelip de duyacakmış gibi etrafına bakarak masaya doğru eğildi ve kısık bir sesle,

“Bizimki dost tutmuş,” dedi.

“Sizinki kim?” diye şaşırarak sordum.

“Kocam Selin, kocam. Zampara kocam. Elli yaşını geçtik, altı çocuğumuz var, hepsi benim boyum kadar oldu. Ama o hâlâ uslanmadı. Fırsat bulduğunda hemen sağa sola dadanır. Yapmadığı şey kalmadı. Ah, bir evcağazım olsaydı, kahrını hiç çekmezdim. Bir kerede boşardım. Okumam yazmam yok ama bir işin ucundan tutardım.”


Bazıları için önemsiz bir detay olan ev hayalini “evcağazım” diyerek dile getirirken, hayal ettiği o düşe tekrar tekrar bakıyordu. Gözleri buzdolabının yanındaki boşluğa odaklanmıştı. Alnından süzülen bir damla ter, pürüzsüz teninde iz bırakarak çenesinin altına kadar inip kayboldu. Gülseren bu sefer silmedi.


Boşluğa dalarak,

“Buzdolabını da çekelim, altını sileriz,” dedi.

“Sen şu dost meselesini anlat abla. Duydukların doğru mu? Araştırdın mı?”

“Araştırmaya gerek yok ki kızanım. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz; keşke söyledikleri doğru olmasa. Daha önce de aynı şeyleri yaptı. Eltimin teyzesi anlattı. O gacı yalan söylemez. İti kopuğun gittiği çamlık var ya, orada sarı gacıynan birlikte içki içerlermiş.”

“Gülseren abla, hayatın ne kadar zor. Keşke senin için bir şeyler yapabilsem ama ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Böyle adama ne denir, gerçekten bilmiyorum.”

“Küçük yaşta tanıştım bu adamla. Bizde on sekizine basınca evde "karta kaçtın" diye alay ederler. O yüzden on dört yaşında verdiler ona. O zaman aşkı büyük bir şey sanıyorduk. Aşkın ne olduğunu bilmiyorduk aslında. Evde kalmamak için âşık olacak birini arıyorduk. Mahallede Müslüm çalarken biz aşkı şarkı zannediyorduk, bir tür eğlence gibi. Gözümüzde büyütüyorduk her şeyi. Gözüm çıksın, neyi göreceksek.”


“Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun? Kadınla bir tartışma çıkarmazsın umarım, dedim.”

Gülseren, yine gözlerini boşluğa dikip anlatmaya başladı;

“Zamanında bir bakkal işletiyorduk; öyle mahalle ortasında küçücük bir yerdi. Kulağıma bazı dedikodular geldi. Bizimki, Selma adında biriyle ilişki yaşıyormuş. Bakkaldan ne lazımsa alıp götürüyormuş bedavaya. Kafam o kadar karıştı ki, yerimde duramıyorum.”

Gülseren, kahvesinden bir yudum aldı, lokumu ağzına attı. Şalvarının paçalarını çekiştirirken gözleri, savaşa hazırlanan bir asker gibi parladı. Konuşmaya kaldığı yerden devam etti:

“Sabahtan bakkala indim. Bizimki, eski kokmuş deri koltuğuna oturmuş, sanki holding sahibi gibi yayılmış. Beni görünce yüzü düştü. Ben de kapının arkasına geçip oturdum; içeri girenler orada beni göremez. Arkada fırça sapı da var. Biraz öyle gönülsüz sohbet ettik. Sürekli 'Gitmeyecek misin?' diye soruyor. Biliyorum ki o sarı gacı yine gelecek. Neyse, uzatmayayım; gacı kapıdan içeri sırıtarak girdi. Beni görmüyor elbette. Ne cilveler, ne işveler. Aşkım, cicim... Bizimki tamamen sessiz. Koltuğa sinek gibi yapışmış. Ben daha fazla bekler miyim? Fırçanın sapını kaptığım gibi gacının kafasına ve gözüne indirdim. Kaçtı o pislik.

Neyse, uzattım biraz. Kahve de bitti zaten. Kapatayım falına bakmadan gitmeyeyim.”


Anlattıklarını hayranlıkla dinliyordum. Kahve fincanını kapatıp havada ters çevirdim. Gülseren ablaya bakarak,

“Gerçekten, senin adam o kadından nasıl vazgeçti?” diye sordum.

“Ayrılmadı ki, kuzum. Aşifteyi kaçırdı. Polislik olduk. Kadının evine iç güveysi gibi yerleşti. O zaman ben de dört çocukla birlikteydim, küçüklerdi. Çocukları giydirip evlerinin bahçesine götürdüm. Kadına dedim ki; babalarını aldın, çocukları da al, bak. Bir gün sonra bizimki çocukları toplamış, kapıya gelmiş. Kadın, bakamam demiş çocuklarına. Bir yalvarıyo göreceksin.”

“Affetmeseydin.” diye çıkıvermiş ağzımdan. Kadın ne yapacak dört çocukla, bendeki lafa bak!

“Yüzüne tükürdüm. Bütün mahalle gördü, gacılar kıkırdıyo. Eh aldım eve napayım.”

Sıra fallara gelmişti. Gülseren, şalvarını çekerek sarkmış memelerinin altında ikiye katladı. Profesör, edasıyla fincanı eline aldı. “Neyse, halcağzın çıksın, falcağzın” demeyi de ihmal etmedi.

“Balık var, kuş var, kısmet var” derken iyice derinlere daldı. Gözlerini fincandan ayırmadan,

“Kızım, sizin arabanız var mıydı?” diye sordu.

“Hayır abla, biz bir kaza geçirdik ve araba hurdaya çıktı.”

“Yeni bir araba alcanız, hem de tamamen beyaz, fiyakalı. Arabada eşinin yanında bir kadın gözüküyor. Zayıf, orta boylu, sarışın.”

“Biz araba falan alamayız, abla. Nereden çıkarıyorsun bunu? Hem kadın falan, içime kurt düşürme.” Sandalyeden kalktım. Gülseren, gözlerini fincana dikmiş, hala yol var, kısmet var diye söylenip duruyordu. Oysa benim kafamda kurtlar dolanıyordu.

“Haydi!” dedim. “Gülseren, işleri birlikte halledelim; sen de zaten acele ediyordun.” Kalan işleri tamamlarken aklımda hâlâ araba ve kadın vardı.


Gülseren'le kahve sohbetinin ardından ay geçmedi. Evde yemeğe beklediğim eşim beni aradı. Sesinde bir heyecan vardı. “Otoparka in,” dedi. “Yemeğe bekliyordum seni,” dedim. “Sana sürprizim var,” diye ısrar etti. “Tamam,” dedim. Altıncı kattan aceleyle indim ve otoparka doğru yola çıktım. Girişte eşim beni karşıladı, elimi tuttu ve beyaz bir arabanın yanına geldik. Elime anahtarı vererek, “Hadi, geç bakalım direksiyona, araba bizim,” dedi. “Yok artık,” diye düşündüm içimden.

O direksiyona nasıl geçtiğimi hatırlamıyorum. Kontağı çevirirken kendi kendime mırıldandım:

“Ah Gülseren, bunu bana yapmamalıydın.” Eşim yüzüme bakarak,

“Ne dedin?” diye sordu.

“Direksiyon çok ağır, bizi yorar,” dedim. O da,

“Ne olacak canım, sanayide ayarlatırız,” diye yanıtladı.


Araba tamam, bir de kadını bulursak papazı da bulmuş sayılırız, diye düşündüm ve gülümsedim. Bu falda bir de fırça sapı vardı, değil mi? Onu da şimdiden hazırlamakta fayda var.

Ferda İnanoğlu/2024

Yorumlar


bottom of page