DOLMUŞTA DOĞUM
- Niyazi UYAR

- 2 Eki
- 8 dakikada okunur

ÖYKÜ
*
Niyazi UYAR
*
Yapacak edecek bir şey yoktu evde. Yine de oturamağının üstüne oturup şöyle bir dinlenmiyordu. Odadan odaya gidip geliyordu durmadan. Kitaplığın önünde bir zaman oyalandı. Bir ikisini eline aldı, sayfalarını evirdi çevirdi; okumak içinden gelmiyordu bir türlü. Yine de birini çekti çıkardı, çalışma masasının üstüne bıraktı. Sandalyeyi altına çekerek oturur gibi yaptı. Arka kapaktaki eleştiri yazılarını “okuyayım bir,” deyip okumaya çalıştı. Bir iki eleştiriyi okudu; olmadı, anlamıyordu çünkü. Kalktı, tekrar dolaşmaya başladı evin içinde. Pat diye patlayacaktı nerdeyse. Bundan sonra yıllık iznini bu kadar uzun kullanmayacaktı, kararı karardı. Her gün yaptığı gibi, alıp başını Alsancak’a doğru gidecekti.
Sabriye’nin dengesiz, densiz davranışları koparmıştı hayattan, “huzur buluyorum, yorgunluğum diniyor,” dediği cennete çevirdiği sitesinden.
O,” çingene elek bulmaz,” sözüne inat, yaşadığı Cumhuriyet Sitesi’ni tam bir cumhuriyet yapmış. Yeşilin, temizliğin, düzenin cumhuriyeti olmuştu site. Yeşili, cins cins, her çeşitten: Açık, koyu, çok açık, çok koyu...
Tarım İl Müdürlüğünde ziraat mühendisi kadrosunda çalışan bir profesördü ya, işte o nedenle yaptıklarını bilimsel esaslara göre oldurmaya çalışmaktaydı hep. Sitenin kuruluşundan beri, sekiz on senedir, yöneticiydi.
“Aman hocam sen bu işi gerçekten iyi yapıyorsun, gerçekten çok iyi yapıyorsun!”
“Sakın söylediklerimizi yüze piyaz olarak anlamayın lütfen!”
“Doğruyu mahşerde mi söyleyeceğiz hocam?”
“Doğruya doğru hocam!”
“Ne olur devam et hocam, bizi kurda kuşa yem etme, Allah’ını seversen devam et!”
“…”
Şenol Bey, apartman görevlisini de kendine göre bir güzel eğitmiş, öyle olmasa çalışamazdı Şenol Bey’le. Öteki sitelerin, apartmanların yöneticileri onu kandırabilmek için, olmadık vaatlerde bulunmuşlar, yine de kandıramamışlar.
Kapıcı Osman:
“Ben ekmek yediğim tabağa edecek kadar aşağılık biri değilim. Beni köyümden ta buralara kadar getirip elime ekmek veren, çocuklarımın rızkını sağlayan, karımın namusunu emanet ettiğim bu insanlara hainlik edemem; isterseniz milyar dökün önüme! Paranızda pulunuzda gözüm varsa, gözüm önüme aksın vallahi billahi!”
Şenol Bey, sabah erkenden uyanır, bir iki bir şey atıştırır sonra da kimseye bir şey demeden çıkıp giderdi. O gün yine bir şey demeden, öylesine çıkmış bulundu; zaten hep öylesine çıkıp gidiyor, gece yarılarına kadar dönmüyordu. Eve gelince de kimseyi uyandırmadan, yavaşça sokuluyordu yatağına.
Bahçe kapısını yine yavaşça çekti, kararsız adımlarla karşı kaldırıma geçti. “Şu evime bir de uzaktan bakayım diyerek, geriye döndü. Sanki bir daha dönmeyecekmiş gibi. Balkon demirlerine çamaşırların serilmiş olduğunu görünce deliye döndü yine. “Yapma be hanım, bu doğru değil,” dediği halde Sabriye kadın onu kızdırmak için yapmaya devam ediyordu. Kaşları çatıldı, gözleri yalım yalım yanmaya başladı.
“Allah seni bildiği gibi etsin kadın! On sefer söyledim, şu çamaşırları balkon demirlerine serme diye! Ama anlamıyor ki, sen söyle, sen dinle. Sen böyle yaparsan, ötekiler ne yapmaz ki? Yazıklar olsun sana, onca yıl okumuşsun; boşuna okumuşsun! Hâlâ cahil cuvalasın be kadın!”
Köy mü, kasaba mı, kent mi belli değil. Belediye başkanı:
“Batılı anlamda bir şehir olduk inşallah,” diyordu demesine de yollara tükürenleri, zart zart klakson çalanları, balkon demirlerine serilmiş çamaşırları görmezden gelir. Sonra da,
“Batılı anlamda bir şehir olduk inşallah,” der.
Şenol Bey, işte bu açmaz içinde balkon demirlerine serilmiş çamaşırlardan alarak öfkesini, gökyüzünün mavisine kılıç gibi çekilmiş çok, çok, çok katlı apartmanlara çevirdi. Yalnızca, iki apartmanda yaşayanların sayısı Anadolu’daki bir kasabadan fazladır. Topraktan kazanmak için insanları üst üste oturtmuşlar, üst üste mezar varmış gibi. Üst üstte oturmuşlar oturtmasına da yine yakın olamamışlar; hepsi birbirine yabancı… Bir de o beton yığınları, özensiz çirkin çirkin yapılmışsa... Şenol Bey’in kafası aklına gelen her şeyle, karım karım karışmıştır. Karışmaz mı, Körfez depreminde on binlerce can pisi pisine yok olup gitmiştir. Düşünceler vuruşmaktadır kafasının içinde. Bir, biri, bir öteki öne geçmekte; durmadan yer değiştirmekteler, bir kayadan kayaya atlayıp durmaktalar adeta...
Yalnızlığını paylaşmak için Alsancak’a gidecekti. Arabayı almadan gitmenin daha doğru olacağını düşünmüştü. Ne önemi var ki, nasıl olsa oraya kadar dolmuş gidiyordu ya! Hem müsriflikten oldum olası nefret etmiştir. Sabriye’yle anlaşamadıkları konuların başlıcalarından biri de budur zaten. Minibüse binmek için durağa doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bu sırada karşı kaldırımda iki köpeğin atlaya zıplaya oynaştığını fark etti. Sonra karası çok kara, alaca kedinin onlardan habersiz kuyruğunu dikmiş, gururlu gururlu patilerini tören adımıyla kaldırıp attığını gördü. Sevindi. Çevrenin sessizliği mutluğunu pekiştirmekte, doğallığı yaşatmaktadır ona.
Püskül püskül olmuş karabiberlerin, ağaç mı, kenger kurusu mu bilinmez gövdelerinin eğri büğrü olmuş sevimsiz görünümüyle bir zaman eğleşen Şenol Bey, tekrar durağa doğru yürümeye başlar. Durağa vardığında kimsecikler yoktur. “Sokağa çıkma yasağı mı var acaba,” diye kendi kendine sormadan edemez. “Allah Allah… Hafta sonu mu yoksa?”
“Olur mu hafta sonu, iş günü, iş!”
“Hafta sonu mu, iş günü mü?”
“…”
Şenol Bey şaşırır bir cevap bulamaz.
Yalnız kalınca, yapıp ettiklerini sorgulayan Şenol Bey, hiçbir şey bulamazsa, adının anlamı üzerinde kafa yorar.
“Şenol, Şenol! Şen ol, şen ol, şe nol, şen, şe, şe, şen ol!
“Şen olmak kolaymış gibi! Nasıl şen olacaksın, hadi bakayım şen ol, sıkıysa, şen ol! Boş ver işime bakayım ben. Anam erkek doğurunca demek ki, babam şen olmuş, adımı öyle “Şenol” koymuş! Şenol!”
Durağa gelince” Otobüs mü, minibüs mü “diye gidip gelirken,
“Haydi abi, Alsancak, Final, Manavkuyu!”
Şenol Hoca hiç cevap vermez, ondan tarafa bakmaz bile.
“Haydi abi bineceksen, bin; eğleşip durma!”
Mavi minibüsün otomatik kapısı açıktır. “Kapım herkese açık” diyen, dergâh şeyhi gibi durmuş beklemektedir. Atkı takılacak hava değildir; ama kirden beyazı kaybolmuş lacivert atkılı, çengel bıyıkları olan şoförün bıçkın bir vaziyeti vardır… Hele kirli sakalları ...
“Haydi abi, bineceksen bin, bekletip durma!” Şenol Bey’in dolmuşa bineceği alnında yazılıdır sanki, elinde tabelası “Alsancak’a gideceğim,” demektedir. Dolmuşçu tevatür bir adama benzemektedir. Sanki zorla bindirecek, kolundan tutup çekip alacaktır dolmuşa.
Emre itaat edip biner dolmuşa Şenol Bey. Oturacağı yeri seçmeye çalışırken, içerinin ağır ter kokusu, birden içini dışına çıkarır. İnmeyi düşünür o anda. O düşünürken dolmuşçu hareket etmiştir bile.
İçerisinin acı ter kokusu azalacağına artarak devam eder. İnsanların banyo manyo yaptıkları yoktur anlaşılan. Ya haftadan haftaya ya da işten işe dökünüp çıkmaktadırlar. Beş altı kişi vardır içeride. Gider, arka koltuğun sağına oturur. Bir kişi de sol başta oturmaktadır. Önündeki koltukta da iki kadın. Birinin dudakları, burnu şişmiş, gözleri pörtlemiş; yüzüne çillik çökmüş, yer yer de karalıklar oluşmuş, Ege’nin tartışmalı adacıkları gibi aynen. Yanında oturan kadın da kaynanası veya annesi olmalı muhtemelen. Belki de doğacak bebek için, alışverişe gitmektedirler, kim bilir?
Çengel bıyıklı dolmuş şoförü: “ücretler beyler!” diyerek, ödeme yapmayan varsa, hatırlatma gereği duyar, ya da ödeyenlere, “acaba vermedim mi” diye ikircik içinde olmalarını düşündürerek, ikinci sefer ödeme yaptırır.
Şenol Bey, ücreti önündeki kadına uzatarak, “uzatabilir misin bayan,” der. Öndeki bayan öne doğru uzatmaya kalmadan, “aman Allah’ım” diyerek inlemeye başlar. Acı bir sestir bu, hem o kadar acıdır ki, yanındakileri, sağındakileri, solundakileri, çengel bıyıklı şoförü derinden etkiler. Herkes inleyen, acılar içinde kıvranan kadına çevirir bakışlarını. Sürücü, dolmuşu Dr Cavit Özyeğin İlköğretim Okulu’nun giriş kapısının önüne çekerek, “ne oldu abla, bir şey mi var?”
“..”
Kadının sesi ortalığı alır, dolmuşun açık camından çıkarak dağları deler, yıldızlara ulaşır.
“İnin aşağıya, hepiniz inin!”
Neye uğradığını şaşıran çengel bıyıklı dolmuş şoförü bıçkınlığından eser kalmamış, ağzını açmadan iner aşağıya.
Başında kırmızı yaşmaktan çelgisi, rengarenk elbiseli çakmak gözlü yaşlı kadın, doğurmak üzere olan kadına, sık dişini kızım ben halledeceğim, sen sık dişini. Hamile kadın inim inim inlerken, çektiği acıyı hafifletmek için daha çok çok bağırır.
“Anam, anam! Of! Ne olur kurtar beni güzel anam!”
“Şimdi yavrum, aha şimdi kurtaracağım seni, sık dişini biraz!”
“Olmaz ana, sen yaptıramazsın, götür hastaneye beni ne olur güzel anam benim ne olur hastaneye götür beni!”
“Olmaz öyle şey, katiyen olmaz, hastanedeki tokturların hepsi ekek, omaz, dünyada omaz! Utanmıcan mı oranı buranı göstemeye, ne dele sonra bize, hiç düşünmüyon mu gız?”
“Ana, ana a a a, ölüyom ben, ne olur hastaneye yetiştir beni, bebek ölcek!”
“Ben doğurtacağım seni. Vakti zamanında köyün gadınlanı hep ben doğuttum, kendi doğumumu bile, kimsecikler yokken kendi kendime yaptım! Hiç itiraz etme, seni buda, arabanın içinde doğutcan!”
Seslere dayanamayan Şenol Bey, kadının Osmanlılığına aldırmadan dalar içeriye.
“Kadın Hanım! Şey, Bayan Hanım ne yaptığının farkında mısın, sen ne yaptığını zannediyorsun?”
“İn aşa, in aşa diyom sana! Gömüyon mu gadın doğum yapıyo, utanmaz adam!”
“Görmesine görüyorum; lakin bebek ölecek, kadın ölecek! Götürelim hastaneye, şurası, aha şurası! Gel bu inadından vazgeç!”
“Omaz, yıkıl git, hem sana ne olup ki! Ölüse, benim torunum, ölüse benim gelinim ölüp, sana ne bundan!”
“Çıldırmışsın sen hem vallahi hem billahi çıldırmışsın sen!”
“Gonuşup duma, bebek ölüse senin yüzünden ölcek, manişar oma da doğurtem gadını!”
“Olmaz Kadın Hanım, büyük şehrin göbeğinde sorumlu bir vatandaş olarak izin vermem böyle bir şeye! Cahillik bu senin yaptığın. Şimdi cahilsin; ama biraz sonra da katil olacaksın!”
“Bundan sana ne oluyo efendi, sen kimsin de işime garışıyon? Haydi tefol git!”
“Şoför Efendi, bin arabana da götürelim bunları hastaneye. Göz göre göre bir cinayet işlenmek üzere burada. Haydi sür arabanı da şu zavallıcığı yetiştirelim hastaneye!”
“Süremem abem, bu deli kadınla uğraşamam ben! Ne olursa olsun, kim ölürse ölsün, sürmem! Sürecek varsa, aha araba, anahtarı da üstünde!”
“O zaman sen burada bekle, hastaneye götüreyim ben; istersen sen de gel!”
Şenol Bey, sözünü tamamlamadan direksiyona geçer, marşa basıp doğru üniversite hastanesine sürer. O kadar çabuk hareket etmektedir ki, otomatik kapı on beş yirmi metre sonra kapanmıştır. Şenol Bey, tanımadığı bir vasıtayı acemilik çekmeden oldukça iyi kullanmaktadır. Minibüsün içinde şu anda üç kişi vardır: Şenol Bey, kaynana ve gelin. İçerideki ses, üç kişilik değildir, beş kişiliktir, on beş kişiliktir. Gelin acıyla, kaynana intikamla, küfürle; Şenol Bey de telkinle, arada da restle bağırmaktadır.
Mavi minibüs, farlarını yakmış, acı klaksonuyla roket gibi gitmektedir. Yoldaki arabalar, sesi duyunca hemen kenara çekilip yol vermekte. Bereket versin, hastane yakın olduğundan tez çabuk ulaşırlar. Acilin kapısında bir ambulans durmaktadır. Kim bilir belki biraz önce bir hasta getirmiştir. Şenol Bey varıp hemen arkasına durur, kapıyı açmadan orada duran polise olayı anlatır. Sonra acilin kapısına yönelir. İnsana duyarlı kapılar, o gelmeden açılır. Dosdoğru sedyelerin bulunduğu yere varır. Varır varmaz, kapar birini,
“Hasta bakıcı, hasta bakıcı yardım et, haydi durma, koş!”
Hasta bakıcı denilene, itiraz etmeden uyar. Hamile kadın yırtınırcasına bağırır, ortalığı beri baktırır, sesi bayrak olmuş, tüm hastaneye, oradan hastanenin karşısındaki sitelere kadar varmakta. Zavallı gelinin acısını korkusu bastırmıştır şimdi. Bu başına buyruk, eli bayraklı kaynana delirtmiştir bir kez. O ne küfürler, el duymamış, güneş yüzü görmemiş küfürler, boncuk boncuk sıralanır…
“İmdat, imdat t t ! Adam kaçırıyorlar kadın kaçırıyorlar!”
Kimse onun dediklerine aldırış etmez. Gelini sedyeye bindirip içeriye götürürler. Çaresiz kalan kaynana bağırır bağırır; sonra bir köşeye oturup beklemeye başlar. Şenol Bey de az ötede yakmış sigarsını içeriden gelecek haberi bekler. Çok beklemezler, yarım saat olmadan acilin duyuru cihazının sesi duyulur:
“Şenol Bayram, Şenol Bayram! Lütfen hasta kabule, lütfen hasta kabule!”
Şenol Bey, sigarasını söndürür, hızlı adımlarla acilin hasta kabulüne doğru gider. Kaynana da onun içeriye çağrıldığını fark eder etmez, peşine takılıp içeriye yönelir. Onlara yardım eden, ya da gelinin kaçıran adamın adı, demek Şenol’muş!
“Müjde beyefendi, müjde! Nur topu gibi bir oğlu oldu kadının! Sağlıklı, eli ayağı da düzgün!”
“Çok sevendim, gerçekten çok sevendim hemşire hanım! Allah ne muradınız varsa versin!”
Şenol Bey, cebinden birkaç lirayı bahşiş olarak hemşireye uzatarak,” alın hemşire hanım, çay alırsınız, bende birkaç gün içinde uğrayıp çayınızı içerim, Allah sizden razı olsun! Ayrıca ne kadar masrafı varsa onları da ödemek istiyorum! Sizden istirhamım, doktor beylere söyleyin, yazıp çizsinler, olur mu hemşire hanım?”
“Tabi efendim, hemen şimdi çıkarırlar, siz az bekleyin!”
Öfkesi geçen kaynana hayrete düşmüştür. Bir adam, tanımadıkları bir adam, onları izinsiz olarak hastaneye getirmiş, şimdi de masrafları ödemek istemektedir. Şaşırır. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez, dili tutulur bir kelimecik edemez. Demin, daha demin ortalığı beri baktıran, herkese meydan okuyan kadın gitmiş, sessiz bir Anadolu kadını gelmiştir. Bir adam, kılık kıyafeti düzgün bir adam, bir şehirli adam onlara yardım etmiştir.
Yaptıklarından bin pişman olmuş kadın, şimdi gözlerini çevirmiş, utancından ne diyeceğini bilemez bir vaziyette kaskatı kesilmiştir. Tabanın karo taşları, insana dönüşmüş, aşağıdan yukarıya, yüzüne gözüne, boyuna tükürmektedir.
“Yazık sana, bin kere yazık, tuh senin eline yüzüne, adi kadın!”
Yaptıkları aklına gelen, utancı büyüyen kaynana, içini çeke çeke, katıla katıla ağlamaya başlar. Ağladıkça ağlar. Ödemeleri yapan Şenol Bey, onun af dileyen bakışlarına aldırış etmez, hiçbir şey de demez. Bir saat öncesinin “yüksekleri ben yarattım” tavırlı kadının Osmanlısı, büzüştükçe büzüşmüş kalmamıştır yerinde. Kötü bir şey yapmıştır, bir kadına yakışmayacak küfürler etmiştir. Küfür ettiği yetmiyormuş gibi tehdit de etmiştir. Bu adam, işte bu adam onu bir torun sahibi yapmıştır. Hem de erkek!
Utancını içine gömen kadın:
“Şenol abi, Şenol abi, az bekle hele!”
İşini bitiren Şenol Bey, kadının arkasından seslenişini duymazdan gelerek, acilin çıkış kapısından çıkıp gitmiştir.
“Şenol Abi, Şenol abi, ne olur az dur bekle!”
Geriye bakan Şenol Bey, kadının kendine doğru geldiğini görür; fakat beklemez, adımlarını hızlandırarak, minibüsü park ettiği yerden alarak, çengel bıyıklı, bıçkın şoförü bıraktığı yere doğru sürer…
2003 Mart / Bornova























































Yorumlar