İnsanlığın tarihi, insanın insanla mücadelesidir ve acılarla, trajedilerle doludur. İnsanlar dünyaya yayılmış birbirinden pek farklı ırklar ve çeşitli kültürel farklılıkların yanında birbirlerinden ayırt edilemez bir biçimde de birbirlerine benzerler. Vücut hatları ve fiziksel kimi özellikler dışında insanlar birbirlerinin tıpkısıdır. Dünyaya yayılmış bir çiçek bahçesi gibi düşünebiliriz pekala, farklı renklerde, renklerin farklı tonlarında kokulu, insanı bir düşünceden ötekisine ışık hızından dahi hızlı bir biçimde geçirecek kokuların sahibi çiçekler, mayhoş kokulu çiçekler gibi değil elbette.
Penceremden gördüğüm betonların arasında kalakalmış elma ağacını görüyor ve yakınına gidiyorum. Güzelim çiçeklerini daha yakından görebilmek için. Betonların arasında kalakalmış bir başına, küçücük bir toprak parçasına sapladığı kökleri ve güçlü gövdesi ile daha buralarda olacağını hissettiriyor. Diri, sağlıklı ve çok güzel görünüyor.
Aklımdan insanlara dair olan düşünceleri bir anlığına uzaklaştırmak istediğim için ağacın yanına geldim. Ama ne çare, aklımda yine dönüp dolanıyor aynı düşünceler.
Evet insanları böylece çiçekler gibi ele alabiliriz ancak tam tersi bir şekilde, insanlar çiçeklerin aksine dışardan güzel görünmedikleri gibi pekala güzel bir kokuları da yoktur diyor zihnimin odalarında çınlayan sesiyle çok bilmiş ben. Sizi tesiri altına alacak güzel görünümleri ve kokuları olmadığı için insanlar sizi kuşatmak, yok etmek isterler. Sizin olanı sizden almak için içleri içlerini yerken bir yandan da ellerini ovuştururlar. Sizi yok edemediklerinde ise, sizi esir almak isterler en azından. Köleniz olmanızı isterler, iyiliğin ve güzelliğin timsali çiçeklerin tam karşısında, kötülüğün ve irinin vücut bulmuş hali insanlar diye devam ederken çok bilmiş ben bir ses duyuyorum. Delirdiğimi sanıyorum, çok bilmiş bene soruyorum bir de ağaç mı konuşmuştu demin diye?
Elma ağacına bakıyorum şimdi aklımdan demin geçen düşünceler hala peşi sıra geçerken, elma ağacının İsa’nın çarmıha gerilerek vahşice öldürülmesinden utançla bahsediyor. Ben ve ailem, ve hatta bir bütün olarak ağaçlar o gün orada rol aldığımız için asla huzura eremeyeceğiz. Çarmıha gerilen İsa mıydı sadece sanıyorsun, bende gerildim orada, beni de yüzyıllar boyunca unutamayacağım acıların eşiğine koydu çarmıha gerilme. Yaprakları rüzgarın da etkisiyle hafifçe sallanırken, çiçekleri de dökülmek üzere elma ağacının.
Elma ağacının canının ne kadar sıkıldığını görebiliyorum, baharın ona bahşettiği çiçeklerin arkasında kedere boğulduğunu görmek, insanlığın bir acısından bile kendisini suçlayarak, aslında hiçbir suçu olmamasına rağmen. Çiçekleriyle ne kadar güzel göründüğünü söylüyorum. Onu öylece görmenin beni ne denli mutlu ettiğini ve bütün yıl boyunca o çiçekleri üzerinde taşımasının mümkün olmasını istediğimi söylüyorum.
O ise konuşmasını yeniden çarmıha gerilen insanın huzurunda, ondan af dilercesine, kaldığı yerden devam ettiriyor. O anı hafızasından silemediğinden emin olabiliyorsunuz, hava o kadar sıcaktı ki insanların terleri yere düşmeden buharlaşıyordu. Ter içinde kalmış insanların hunharca gösteriyi seyredebilmek için her şeye rağmen olayın gerçekleşeceği tepeye çıkıyor olmaları inanılır gibi değildi diyordu. Gösteri de aslında bitmek tükenmek bilmez heyecanla, şartların ne kadar zorlayıcı olmasına rağmen giden insanların şerefine verildiğini nasıl anlamıyorlardı. Çarmıha geren kadar, benim kadar, izlemeye gelen insanların da huzur bulmadıklarından eminim. Bir daha ne onlar için nede biz ağaçlar için dünya sıradan bir biçimde dönmedi.
Hiç alakasının olmadığı bir durumdan kendine pay çıkararak, kendini suçlayan bu elma ağacı karşısında ne diyeceğini bilemiyor insan. Dışardan baktığımızda kendisini çepeçevre çevreleyen çiçekler içerisindeki elma ağacının kusurlarını örtmek için çiçeklendiğini düşünüyorsunuz. Belki de kendince sebep olduğu kötülüklerin bir kefareti olarak gördüğü bir eylemdir çiçeklenmek. Çiçeklerini neden sonsuza dek üzerinde tutmadığını, tutamadığını soruyorum elma ağacına.
Çiçek vermek, soğuk kış aylarında kuru bir ağaçtan, bir odun parçasından nasıl da kısa sürede dikkat çekici bir güzelliğe dönüşebileceğimizi göstermekten başka bir şey olmadığını söylüyor. Aslında hiçbir durumda ümitsiz olmamak gerektiğini, en kötü durumdan bile çıkılarak çok iyi noktalara gelebileceğini insanlara göstermek. Bu döngünün sürekli devam edebilmesi için de çiçekleri dökmeliyiz diyor elma ağacı.
Elma ağacının döngüden hiç de mutsuz olmadığını görebiliyorum, görevini her zaman mutlaka yerine getirebileceğini düşünüyor ve gülümsüyor. Yine de bizi mutlu eden bu rengarenk çiçeklenme halinin sürekli olmasının bizi mutlu ettiğini ve bize kalsa çiçeklerinin bütün bir yıl boyunca üzerlerinde kalmasını isteyeceğimizi söylüyorum. Hayat döngüsünden hiçbir şikayeti olmadığını bilmeme rağmen diğer anlar için ne düşündüğünü merak ettiğimi söylüyorum.
Çiçeklerimin beni bir gün terk edeceğinden çok eminim, onları her zaman daha güzel, daha rengarenk olarak hayal ederek giriyorum bahara ve aslında ilk yaprağımın tekrardan çıkması ile birlikte insanların ruhlarında meydana gelen değişim beni çok mutlu ediyor. İlk yaprağımı gören insanların gülümsemesi ve birbirlerine göstermesi paha biçilemez benim için. Öyle ki bütün bir kış boyunca önüne bakmaktan, dertleri ile boğuşmaktan yorgun düşmüş bir insan bile ilk yaprağımı gördüğünde mutlu olabiliyor. Bir anlığına o bile dertlerinden sıyrılıyor, yaşamın ona verdiği zorlukları bir anlığına unutabiliyor ve gülümsüyor.
Ve sonra çiçeğe durma vakti geliyor benim için, kıştan çıkmış yorgun insanları daha fazla mutlu etmek için rengarenk çiçeklerle süslüyorum kendimi. Çiçeklerim bazen o kadar güzel ki onları görmek beni çok mutlu ediyor, bazen yakındaki bir evin camından yansıyan halimi görüyorum, bazen de yağmurun oluşturduğu su birikintilerinde ki halimi. Bir toplu iğne ucu kadarken kocaman bir çiçeğe durdukları zamana ve oradan da onları döküp meyve vermeyi beklememe kadar geçen zaman beni karışık duygulara itiyor.
Her sene tekrarlanan bir işkence ve en zor anı da meyvelerin büyümesini bekleyemeyen insanların attıkları taşlar. İşte geçmişteki suçlarımızdan dolayı bizim cezalandırılmaya başladığımız bölüm başlıyor diye düşünmüştüm ilk taşı yediğimde. Aslında meyvelerimiz yeterince olgunlaştıklarında biz onları yere bırakıyoruz insanların yiyebilmeleri için, ancak sabırsız insanlar onlara daha erken ulaşmak için taşlarla bizi hedef alıyor ve dallarımızı kırıyorlar. En acı yanı da bahar tekrar geldiğinde kırılan dalların tekrar yaprak açamaması ve çiçeklenememesi karşısında üzgün bir biçimde beni seyretmeleri oluyor. Aslında beni üzen onları mutlu etme şansımı da ellerimden alıyorlar. Sesi titreyerek sağ yanında olan küçük kuru bir dalını gösteriyor ve geçen sene olduğunu söylüyor ve neyse ki küçük diyordu.
Çok güzel çiçekler vermen seni çok mutlu edebilir, meyvelerinse acı ve yenilmez bir biçimde olursa insanlar seni taşlamaktan vazgeçecektir. Seneye daha az dalının kırılması demek bu ve güzel çiçekler vermeye devam edebilirsin böylece dedim akıl vermek isteyerek.
Evet dedi, kötü meyveler, yenilemeyecek kadar kötü meyveler verebilirim ve insanlar beni taşlamaktan vazgeçebilir. Ancak benim gibi genç bir ağacın bunu yapması onursuzca olur ve insanları mutlu etmek ve mutlu görmek isteyen benle çelişmekten başka bir anlam ifade etmez. Yanımda görebileceğin daha yaşlı ağaçları görebiliyorsundur, kimileri birçok kuru dala sahip ve hala en güzel meyvelerini insanlara sunmaktan geri durmuyorlar. Biz gençler onlara büyük saygı duyuyor ve onlar gibi olmayı çok istiyoruz. Bütün aldıkları yaralar aslında, bir muharebenin eseri, insanların mutlu olabilecekleri bir an yarattıklarının ve çektikleri bunca acıya rağmen bunu devam ettirebilmelerinin timsali olarak taşıyorlar.
Ben yutkunarak insana dair bir duygunun yüceliğini bir elma ağacından dinlerken, ondan duyduğuma şaşırmış bir halde, her an biraz daha sersemlerken o her an daha bir bilge biçimde karşımda yeniden şekilleniyordu. Söyleyecek bir şeyim var mı diye bir süre daha beni bekledikten sonra bir şeyler söylememem üzerine tekrardan devam etti konuşmasına.
Öte yandan senin de aklından geçmiştir belki, kötü meyveler veren ağaçlar da çok fazla diye düşünmüşsündür. Öyle değil mi, aklından geçti değil mi diye sordu bana. Evet dedim, bir an aklımdan geçmedi değil ancak seni yargılamak istemediğim, sana inanmadığımı düşünmemen için aslında sormak istemedim.
Bunun aramızda bir konuşma, bir şekilde dertleşme olduğunu bilmeni isterim. Beni taşlayan insanları sana söylerken aslında ben insanları yargılamıyorum. Onların doğasında bunun olduğunu biliyorum ve birbirlerini taşlamayarak sadece beni taşlamalarını dilerdim açıkçası. Seni yargılamıyorum asla ve senin de beni yargılamadığından eminim. Burada iki düşman, birbirinin açığını arayan iki canlı değiliz sonuçta sadece iki suç ortağı ve tarihte yaşanmış acıların sebebi olan iki canlı türünün basit birer temsilcileriyiz diyerek konuşmamı bile beklemeden, belki de beni konuşmak zorunda da bırakmamak için hemencecik sözlerine kaldığı yerden yeniden başladı.
Elbette senin düşündüğün gibi kötü meyveler veren ağaçlar da yok değil. Ama bunların bazıları ve büyük kısmı yaşlı, aldıkları yaralarla güçsüz düşmüş ve ellerinden geleni daima yapmaya çalışan ağaçlar. Sadece yeterince güçleri olmadığı için daha az lezzetli meyveler verebiliyorlar. Ama emin olmalısın ki kocaman taşlar ile taşlanmayı yerlerde çürüyen meyveleri görmeyi yeğlerler. Yere düşen meyvelerin yerde çürüdüğünü gören bir ağaç zaten bir sonraki kışı atlatamaz ve kendisine küstüğü için de baharda yaprak açmaz ve sessizce kesilmeyi bekler bir köşede sabırsızlıkla ve bir an önce kesilebilmek ve yerini yeni bir ağaca bırakmak için dua ederler içlerinden.
Onur’dan sonra insana dair bir başka duyguyu da yine bir ağaçtan duymak ne kadar acı verici diye içimden geçirirken, ağaçlara olan bakışımın derinliği git gide artıyordu. Onurlarını yitirmiş bencil insanların yanında, fedakarca bütün güçlüklere göğüs geren ağaçların hikayesini dinlediğime inanamıyordum.
Bir şeyler söylemek istiyordum, bir türlü söze giremiyordum. Bunu fark eden ağaç ise sabırla beni bekliyordu. Sonradan uzun süren sessizliği peki o ağaç için yapacak hiçbir şey yok mu diye sorarak sessizliğe son verdim ve devamında yıllarca insanları mutlu eden bu ağacın, bu fedakar canlının en azından son anlarında saygılı bir biçimde hayatının sona ermesi gerekmez mi diye sordum.
Elbette bir ağacın en son anında bile insanlara faydalı olabileceğini görmesi, örneğin bir kitaplık veya bir masa olarak insanlara faydalı olduğunu bilmek onu çok mutlu eder ve sonunun öyle gelmesini ister. Bunu yanında bir suça karışacak bir sopa olmak da vardır ki bir sopa olmaktansa yanarak kül olmayı ya da düştüğü yerde yıllarca çürümeyi beklemeyi seçer dedi.
Ancak insanlar işleri bittiğinde en kolay biçimde bizden kurtulmak istiyorlar, bizleri kullanacakları bir nesneye dönüştürmeleri çok küçük bir ihtimaldir ki muhtemelen bir sonraki kışta yakılmak üzere istifleniyor olacağızdır. Bizim yaşlı ağaçlarımıza saygı duymadıkları gibi kendi yaşlılarına da saygı duymadıklarını söylemeye bile gerek yok. Bunu o kadar olağan karşılarlar ki atasözleri bile vardır değil mi İnsanoğlu çiğ süt emmiştir diyerek geçiştirirler. Sözlerinin bitiminde bana bakıyordu soran bakışlarla. Başımla onu onaylarken, bir ağaçla konuşuyor olmamın absürtlüğü mü ağaçtan aldığım nasihatlerin absürtlüğü mü diye kendime soruyordum. Ağaca ise söyleyebilecek bir sözüm yoktu. Sadece haklı olduğunu söyledim.
Öte yandan dedi, genç oldukları halde iyi meyve veremeyen ağaçlar vardır. Bu ağaçlar yeterli ortam koşulları oluşmadığı için iyi meyve veremezler, zor şartlarda insanları mutlu etmek için çiçek açabilir ve pek de iyi olmayan meyveleri verirler. Şartlarından dolayı kimse onları suçlayamaz ve ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarından da eminizdir. Ancak bir de iyi şartlar altında çok lezzetli meyveler verebilecek olmalarına rağmen sadece taşlanmamak ve zarar görmemek için lezzetsiz meyveler veren ve hatta meyve vermemeyi seçen ağaçlar vardır. Hiçbir ağaç onları görmek istemez ve onlar ile konuşmak istemezler. Sadece onların olmamasını yeğleriz ve nasıl bu kadar bencil olduklarını anlayamayız.
Bir an sessiz kaldıktan sonra demin seni yaşlılarınızın bir köşede kendi başlarına hayatlarını sürdürmeleri, yalnızlıklarında onlara iyi davranmadığınız için eleştirdiğimi sanma. Seni kırdığım için özür dilerim. Özür dilemesini gerektirecek bir şey olmadığını meyve vermeyen ağacı taşlamadığımızı ve meyve vermeyi çoktan bırakmış bir ağacı ise hiç taşlamadığımızı söyledim. Pekala çok haklıydın söylediğinde dedim.
Sessizlik bir an için uzadı, ağaç kendi aleminde düşlerdeydi sanırım. Bense söyleyecek bir şey bulamıyor ve söze giremiyordum. Ağacın çehresinin karardığını ve mutsuzlaştığını görebiliyordum. Acaba aklından neler geçiyordu, yıllar sonra çürümeyi bekleyen bir ağaç olarak mı hayal ediyordu kendisini. Yoksa yine insan ile birlikte suç ortağı olduğu zamanlar mı geçiyordu aklından. Anlamak çok zordu, bakışım bir anlığına ağaçtan alarak ardındaki beton yığınlarına takıldı ve bir süre ağacın bulunduğu yeri düşünmeye başladım. Düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal almaya başlıyor ve aklımda biriken sorular yüzüme yansıyordu muhtemelen, sormak için ağzımı açtığımda ve tekrar ağaca döndüğümde aslında onun da bana baktığını fark ettim.
Bana bakarak gülümsedi ve ne soracağını biliyorum, ancak sen sormadan önce yapraklarımı nasıl döktüğümü de anlatmam gerekiyor. Sonra sen sorunu sorar ben de soruna cevap vermeye çalışırım. Başımla onu onayladım ve pekala dedim, bir ağacın sadece hareket edemediğinden çok emindim. Sadece hareket edemiyordu, hareket edemeyen yeşil insanlar diye geçirdim içimden.
Hafiften esen rüzgar yapraklarını okşuyordu, genç ağaç söze girmek için aniden esen bu hafif rüzgarın dinmesini bekliyordu ve rüzgarda kıpırdaşan yaprakları ile rüzgarın ıslığına eşlik ediyordu. Rüzgar ile uyumlu bir şekilde ettiği dansı bile yaşamayı bu kadar seven bir ağacın nasıl olur da insanlık tarihindeki bunca acı ile kendisini özdeşleştirebildiğini anlamak mümkün değildi.
Rüzgarın dinmesi ile birlikte sözüne başladı, yapraklandık, çiçeklendik ve çiçeklerimiz meyveye durdu. Meyvelerimiz toprağa düştü, kendimiz de düşürmüş olabiliriz veya insanlar taşla da yapmış olabilir. Ancak artık meyvelerimiz yok ve sonbaharda gelmek üzere, insanlar kış hazırlıklarına başlamış ve kışın gelecek olmasıyla ve havaların soğumasıyla beraber mutsuzlaşmaya başlıyorlar yeniden. Bir koca kış sürecek mutsuzluğun başlangıcı olacak bu ve ne inanabiliyor musun bunda en çok da bizim parmağımız var. Yapraklarımız öncelikle yeşilden sarıya ve bazen kırmızıya dönüyor. Öyle ki bazı yerlerde hala yeşil yapraklarla beraber sarıdan kırmızıya kadar yaprak renklerinin olduğu yerler var ve insanlar bu görüntü karşısında büyüleniyorlar adeta.
İçini çekerek bir süre bekliyor, aklında düşüncelerini toplamaya çalıştığını sanıyorum ve bekliyorum. Süre uzadıkça sabırsızlanıyorum ve devam etmesini bekliyorum kıpırdanarak. O kadar sessiz ki olduğumuz yer, kımıldayan yapraklarını duyabiliyorum. Kimisi arkasına aldığı rüzgarla kıpırdaşırken, kimisi üzerinden kalkan böceğin ağırlığından kurtulurken derin bir nefes alarak eski konumunu alıyor yavaş yavaş.
Ağaç ise sessizliğini koruyor, üzerinde biriken kara bulutların da artmasıyla yüzüne oturmuş kasvetli hava biraz daha artıyor. Söylemekten hep kaçındığı bir durumdan bahsetmek zorunda kaldığı için söze girmek istemiyor. Ağaç söyleyeceklerini söylemeden önce içinde tekrarlıyor. İçinden bu düşünceyi her defasında geçirdiğinde ne kadar mutsuz olduğunu biliyor ve kimseye bahsetmediği bu düşüncesini dillendirecek olması onu korkutuyordu.
Söze başlayacakmış gibi doğruluyor, yapraklarını oynatıyor ve kesik kesik bir sesle konuşmaya başlıyor. Bir sahilde kumdan kaleler yapan bir çocuğun neşesiyle giriyorum her sene bahara dedikten sonra sesinden memnun olmadığından olacak duruyor boğazını temizlemek ve soluk alış verişini kontrol altına almak için. Sonrasında kaldığı yerden devam ediyor, daha kendinden emin bir şekilde ve diyor ki her bahara sahilde kumdan kaleler yapan çocuğun enerjisi ile çiçek açıyorum. Ve çocuğun kumdan kalesinin dalga tarafından yıkılacağını bilerek ama bundan dolayı umudunu kaybetmeden nasıl tekrar tekrar yapıyorsa kumdan kalesini bende o şekilde en az o çocuk kadar enerjik bir biçimde başlıyorum bahara. Çiçekleniyor ve meyveye duruyorum. Sararmaya yüz tutan yapraklarımı ve dökülmelerini izleyen insanların mutsuzluğunu gördükçe kahroluyorum.
Burada durarak bir süre yutkunuyor ve tekrardan nasıl başlayacağını düşünüyor. Bana dönerek anlıyor musun diye soruyor. Kısmen anladığımı söylüyorum bakışlarımı bir an bile ondan ayırmadan. Anlıyorsun öyle mi, hiçbir şey anlamıyorsun diye bağırdı bana. Ağaçların sinirlenip bağırabildiklerine ilk defa şahit oluyordum, konuştuklarını ise bu sabah öğrenmiştim zaten.
Bir şey demeden sadece yutkunarak ağacı seyrediyordum, bir anlık kızgınlık anında bin bir emekle büyüttüğü bazı çiçekleri titreyen dallarından yerlere düşüyor yavaşça. Yere düşen çiçekler havada yavaşça süzülerek iniyor, paraşütle atlayan karıncalar geliyor aklıma. Tam bu fikrimi gülümseyerek ağaca söyleyecekken ne kadar uygunsuz bir durum olduğunu hatırladım ve sustum.
Tekrardan bağırdı ve anlamıyorsun dedi, hiçbir şeyi anladığın yok. Baharın gelişini müjdeleyip mutlu ettiğim insanlara, kışın geldiğini de ben söylemek zorundayım. Baharda gözlerinin içi ışıldayarak bana bakan insanların, yeniden bana bakmalarını ve bahardakinin tam tersi halde bakmaları nasıl biliyor musun. Bilmiyorsun, karşından geçiyorlar, omuzları düşük ve gözlerindeki ışıltıdan eser yok gözlerinin feri sönmüş insanlar, ruhlarını yitirmişler ve berbat haldeler. Neden biliyor musun, çünkü ben onlara kışın geldiğini bağırarak ilan ediyorum. Ey ahaaaali !!! diyorum duyduk duymadık demeyin ancak boku yediniz, evet yanlış duymadınız boku yediniz. Kış yeniden geliyor, dökülen rengarenk yapraklarımdan anlayacağınız üzere. Bu kış da geçen kış olduğu gibi güneşi çok az göreceksiniz ve her yerde çamurla kaplı olacak, aynı ruhlarınızı saran balçık tabakası gibi. Sabahları karanlığa uyanacaksınız ve karanlık da giyinerek işlerinize ve okullarınıza gideceksiniz ya da giden insanları yolcu ettikten sonra karanlık evlerinizde hayatınızdan bir günün daha geçmesini bekleyeceksiniz. Anlayacağınız içinizdeki boşluğun kat be kat artacağı günler geri geldi.
Öfkeyle gözlerinden yalım çıkan ağaç sarsılarak ve gözlerinde biriken göz yaşları ile bana bakıyordu ve ona bahardayken henüz tepesinde çiçekleri varken sonbaharı yaşatan benim içim eziliyordu. Ağaçla gözlerimiz kesiştiğinde güçlü durmaya ve ağlamamaya çalıştığını gördüm. Bakışlarımı kaçırarak onu rahat bırakmak istedim. Gözlerimi uzaklara sabitledim ve söylediklerini düşünmeye başladım. Her sene bir önceki yılın aynısını yaşamak ve yaşanacakları bilmesine rağmen yine de büyük bir heyecan ve özveriyle yeşillenmek ve çiçeklenmek. Ne için insanları umutlandırabilmek için ve sonrasında umutlarını berbat bir biçimde kendisinin yıkmak zorunda kalacağını bilerek yapmak. Kafam o denli karışmıştı ki söyleyecek hiçbir söz bulamıyordum.
Aklımdaki soru da artık anlamını yitirmişti, içinde olduğu döngüden bir an bile çıkamayacak bir ağaç ile sohbet etmiştim. Bir elinde mezarcılar yaratan, bir elinde ebeler koşturan doğa diye geçti içimden neden bilmiyorum. Bu betonların arasında nasıl da insanları mutlu etmek için çırpındığını ve nasıl yapabildiğini soracaktım eğer sorabilseydim. Artık cevap verebileceğini sanmıyorum, o nedenle soru cevapsız olarak bana kaldı, üzgün değildim bunun için.
Tekrar bakışlarımı onun üzerinde topladım, gitmek için hazırlanıp gidecektim ama onun için bir şeyler yapmak istiyordum. Aklıma söyleyecek bir söz gelmiyordu. Aklım durmuştu sanki, bir ağaca ne söylenebilir ne yapılabilirdi ki. Ne yapacağımı bilemeden beklerken aramızdaki sessizlik uzadıkça uzuyordu. İşte böylece bir ağaca yüksek sesle şiir okurken buldum kendimi.
Şiirler doğacak kıvamda yine,
duygular yeniden yağacak kıvamda,
imgelerin en ulaşılmaz doruğunda,
ey her şey bitti diyenler,
ne kırlarda direnen çiçekler,
ne kentlerde devleşen öfkeler,
Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Böylece şiiri yüksek sesle okuyup bitirdikten sonra arkamı dönerek ağaca veda etmeden oradan ayrıldım. Kendisine ilk defa şiir okunuyordu sanırım, bir ağaca kim şiir okur ki diye içimden geçiriyordum uzaklaşırken. İnsanların deli mi acaba diye delici bakışlarına aldırmadan yürümeye çalışarak adımlıyordum sokakta. Her adımımda biraz daha üzülüyordum ağaç için. Bu bencil insanları mutlu etmek için çabalayan ve onları üzdüğünü düşündüğü için kendisinden nefret eden ağaca. Ve onun söylediklerini aklımın bir köşesine not ettikten sonra hiçbir zaman ağaçlara eskisi gibi bakamayacaktım.