YAŞAR KEMAL ANISINA
top of page

YAŞAR KEMAL ANISINA

Nurten B. AKSOY

*


14 Ekim 1982 tarihinde Uluslararası Cino Del Duca ödül töreninde “İnsanın gücüne inanıyorum, sözün gücüne de bundan dolayı inanıyorum. Edebiyatımı bu gücün üstüne kurmaya çalıştım. Söz insanın kendisidir. İsterdim ki benim de yaptığım edebiyat bir sevinç, insanlığa bir aydınlık türküsü olsun. En acıda, işkencede bile ben insanın yaşama sonsuz bağlılığını, minnettarlığını gördüm. Söz adamı olmamdan mutluluk duydum.” diyen Türk edebiyatının çınarı Yaşar Kemal'i yitireli iki yıl oldu. O, yaşamı boyunca eserlerinde Türkçeyi büyük ustalıkla kullandı, pek çok ödül aldı, Nobel Edebiyat Ödülüne aday gösterildi. Gerçi ödülü ona vermediler ama o, okurlarının gönlüne taht kurarak en büyük ödülünü aldı. Biz de ölüm yıldönümünde Yaşar Kemal'i yaşamından kesitler ve dostlarının anlatılarıyla anmak istedik.


Halk Kızı ve Halk Oğlu


Ahmet Altan Anlatıyor: Ben ergenliğe yeni adım atmış, belki de gereğinden fazla kitap okuyan, edebiyat konuşmaya meraklı ve itiraf edeyim ki kendini dünyanın merkezi sanan kibirli bir oğlan çocuğuydum. Konuşmalarım, tavırlarım Yaşar Kemal’i sinirlendirirdi bazen. Yaşar Kemal’le bir oyun oynamamış, böyle bir hatıraya sahip olmayan, o mahalledeki tek çocuk bendim sanırım. Kimi zaman ukalalıklarımla onu çok kızdırdığımda, o kocaman sesiyle küfür eder, “Kerime, halk kızı olduğu için gerçek insandır, sen ona benzememişsin” derdi. Annem gülerdi, “Sen o ite aldırma Yaşar” derdi. Annem Yaşar Kemal’i çok severdi, kardeşiymiş gibi davranırdı, sanırım öyle de hissederdi. Ben onların “halk kızı ve halk oğlu” olmalarıyla usulca dalga geçer ve Yaşar Kemal’i daha fazla kızdırırdım.



Bizi Hiç Ayrı Saymadılar


Romanlarının ülkesi Çukurova'da, Van muhaciri ailesiyle roman gibi bir çocukluk geçiren Yaşar Kemal, ailesiyle köylüler arasındaki ilişkiyi yıllar sonra “Doğduğum bu Türkmen köyünde bizi Kürt diye hiç ayrı saymıyorlardı. Biz de kendimizi onlardan hiç ayırmıyorduk. Bütün köylülerle akraba gibiydik" diye anlatır.


Türkü Söyleyen Kekeme Çocuk


Yaşar Kemal, üç buçuk yaşındayken, evlerinin avlusunda koyun kesen halasının eşini izlerken talihsiz bir olay sonucunda bir gözünü kaybeder. Bu olaydan bir yıl sonra da babası bir cinayete kurban gider. Babasının camide namaz kılarken kalbinden bıçaklanarak öldürülmesine tanık olan Yaşar Kemal kekeme olur ve on iki yaşına kadar konuşmakta zorlanır. Yalnızca türkü söylerken kekemeliği belli olmaz. Babasının ölümüne çok üzülen Yaşar Kemal, uzun süre mezarlıkların önünden dahi geçemez. Ancak okur-yazar olduktan sonra kekemelikten kurtulur.


Çocuklar da İnsandı


Çocukluğunda canının her istediğini yapar, âşıkların anlattığı destanları, eşkıya hikayelerini dinleyip ileride romanlarında anlatacağı bir atmosferde kendisini geliştirir. "Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor" kitabında çocukluğunu "Ben köyden ayrılıp şehre düşünce çocukların çocuk olduğunu anladım. Elbette çocuktuk biz de ama hiç kimse bize küçültücü bir davranışta bulunmadı. Bizim köyde çocuklar da insandı" sözleriyle aktarır

Sizi Mahkûm Edeyim Diye Çok Baskı Yapıldı Bana


1951 yılında Kozan Ağır Ceza Mahkemesinde, aldığı bir cezadan beraat haberi gelir. Mahkemeden çıkarken mübaşir, başkan seni istiyor, der. Yaşar Kemal odaya girdiğinde başkan onu ayakta bekliyordur. Oturun, der önce ve devam eder: “Ben biraz okur-yazar bir adamım. Sizi mahkûm edeyim diye çok baskı yapıldı bana. Siz Çukurova’da kalmayın, hemen İstanbul’a gidin. Orada Yeni Caminin arkasında arzuhalcilik yapar, hayatınızı kazanabilirsiniz. Sizi burada öldürecekler, yazık olacak öldürülürseniz. Sizin ‘Bebek’ hikâyenizi karım da okudu, edebiyattan iyi anlar, merakından sizi görmeye mahkemeye kadar geldi. Ben de dilinize, ustalığınıza hayran kaldım, buralarda durmayacağınıza bana söz verin.” Yaşar Kemal başkana gideceğine dair söz verir ve teşekkür ederek çıkar. İstanbul’a gelir ve arzuhalcilik yapmaya başlar.



Allah İki Adanalıya “Yürü ya Kulum” Demiş


“Yaşar abiyle hayatımızın kırk dört yılı birlikte geçti, kötü günler, iyi günler gördük. Gurbet acısı, ölüm acısı, parasızlık, hapis, linç, zulüm gördük. Bunca yıl ve bunca dert içinde, en çok ne yaptınız denirse buna cevabım; türkü söyledik, edebiyat konuştuk, güldük olur. Türküler dedim madem, devam edeyim. Basınköy'deki evinden çıkar, çamurlu vadiden aşağı iner, Menekşe İstasyonundan tıklım tıkış banliyö trenine binerek Sirkeci’ye giderdik. Bazen de onca yolu yürürdük, çünkü derdi ki ‘Allah iki Adanalıya yürü ya kulum demiş. Sakıp Ağaya yukarı doğru, Yaşar Kemal’e de Florya’dan Sirkeci’ye doğru’. Sirkeci dediysem bir maksadı var elbette: Kültür Merkezine giderdik. Kültür Merkezi oradaki üç numaralı vapur iskelesindeki kasetçilerdi. Anadolu’nun her yöresinden adı duyulmadık yerel türkücülerin kasetleri satılırdı orda, biz de bunları alıp dururduk. Sonra evde dinler dinler coşardık. Cembeli dinlerdik, İpin Ucu Sendedir dinlerdik, dengbejler, âşıklar dinlerdik. Halay türkülerinde elini, Hey hey hey… diye sallar; yaşa be! diye coşardı.” (Zülfü Livaneli)


Edebiyatı Ölüm Kalım Meselesi Olarak Algılayan Bir Yazar


Zülfü Livaneli'den bir başka anı: “Bir öğleden sonra Stockholm’de bizim talebe evindeyiz; ona kendi şiirinden bestelediğim ‘Merhaba’ adlı kaydı dinletiyorum. Ne diyeceğini de merak ediyorum doğrusu, yürek pır pır! Birden yüzünde büyük bir kaygı ifadesi beliriyor: Eyvah diyor, eyvah; bir yandan da sokak kapısına yöneliyor ve çıkıp gidiyor. Afallayıp kalıyorum. Parçayı beğenmedi desem değil, daha tamamını dinlemedi bile. Başka bir yere sözü vardı da unuttu desem o da değil; çünkü zaten görüştüğümüz çok az insan var.


Neyse merak içinde akşam oldu. Sonra telefon ettim; ne oldu Yaşar abi, dedim. Anlatırım yahu dedi, hadi buluşalım. Stockholm’de Thilda ile geçici olarak kaldıkları eve gittim, onunla dışarı çıktık. Her zamanki Çin lokantamıza gittik, her zamanki masamıza oturduk, her zamanki yemeği söyledik. O sıralarda ‘Al Gözüm Seyreyle Salih’ romanını yazıyor. Dedi ki; yahu senin evde birden aklıma o sabah yazdığım bölüm düştü. Yunus balığı ölüyor, Salih de onu kıyıdaki kumlara gömüyor. Kendi kendime dedim ki bu çok çiğ bir şey; Yaşar Kemal nasıl yaparsın bu çirkinliği, yakışıyor mu sana! Hemen eve koştum, o sayfaları yırtıp attım, yeniden yazdım, balığı gömdürmedim, içim rahatladı. Edebiyatı ölüm kalım meselesi olarak algılayan, dünyaya hikaye anlatmak üzere gelmiş bir büyük yaratıcının heyecanıydı bu. Şapka çıkardım.


Karacaoğlan Gibi Olacaksın


Çocukluğunu ozanların anlattığı efsaneler, okudukları şiirlerle geçiren Yaşar Kemal, küçük yaşına rağmen ozanlara öykünerek türküler, şiirler söylemeye başlar. Kendisiyle atışan görme engelli âşık Ali'nin "Sen bu yaşta bu kadarsan sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın" sözleri onu çok mutlu eder.



Belki Ben de Senin Kadar Güzel Bir Şey Yazabilirdim


“Bana anlattığı bir başka hikaye de Nazım Hikmet’e küsmesidir” diye anlatıyor Zülfü Livaneli: Paris’te Abidin Dino’yla birlikte Nazım Hikmet’i tren istasyonunda karşılarlar. Nazım der ki ‘’Yaşar, romanını okudum. Eğer bana bu kadar zulmetmeselerdi, bunca yıl hapis yatmasaydım belki ben de senin kadar güzel bir şey yazabilirdim ama olmadı.’’ Yaşar Kemal, ‘’Koca Nazım’ın genç bir adamla alay etmesi yakışık alıyor mu?’’ diyerek oradan ayrılır ve küser Nazım’a. Neden sonra anlatabilirler Yaşar Kemal’e Nazım’ın onunla alay etmediğini, içinden gelenleri söylediğini. İki büyük yaratıcıdaki alçak gönüllüğe bakın.


Gönlü Zengin Adam


Ali Sirmen Anlatıyor: “12 Mart’ta da 12 Eylül’de de Yaşar Kemal’in hapishane ziyaretleri, Noel Baba’nın Noel ziyaretlerini gölgede bırakırdı. 12 Mart döneminde, tutuklu olarak, Davutpaşa Kışlasında bulunduğumuz sırada yaptığı bir ziyarete, hani neredeyse kamyonetle gelmiş gibi neler neler getirmemişti ki... Aradan neredeyse 45 yıl geçtikten sonra, şimdi koskoca iki kiloluk, o zamanlar güç bulunan ve lüks bir madde sayılan Nescafe kutusunu gayet net anımsıyorum. Bizi hapishanede ziyarete gelen anneme oradan kahve hazırlayıp sunduğumda tereddüt ettiğini görünce, koca kutuyu gösterip ısrar etmiştim: “Baksanıza bizde ne kadar çok var, siz için, için!” Annem bunun üzerine büyük bir rahatlama ifadesiyle aynen şunları söylemişti: “Ben de sizi merak ediyordum, maşallah oğlum, meğer burada sizin durumunuz bizden iyiymiş…”


O Ağıtları Yeryüzünden Sildiler


Can Dündar Anlatıyor: Anadolu’da “ağıt yakmak” derler, dildedir. Ama Yaşar Kemal’in ağıtları gerçek anlamda yakılmış. ‘Yeryüzünün en güzel ağıtlarını derledim 40’lı yıllarda’ diye anlattı; Dört yılda 300 ağıt topladım. jandarma geldi, evden aldı, götürdü. Karakola gittim sordum. Bir polis müdürü bulmaya söz verdi. Sonra geldi, ‘Yakmışlar onları sobada’ dedi.” Bu yangının alevi, hâlâ yüzündeydi adeta... Öylesine üzgündü, bunca yıl sonra bile... O ağıtları yeryüzünden sildiler, dedi. Ama bazıları belleğindeydi. Yaz, dedi. Açtım defterimi; o söyledi, ben yazdım, eski bir yangından, yaşlı bir çınarın hafızası sayesinde kurtulan iki ağıtı:

“Dervişin mendili ala/ bülbül konar daldan dala

Ben öpmeye kıyamazdım/ belemişler kızıl kana...”

……………..

“Anavarza at oynağı/ kana belenmiş gömleği/

Gıyman aşiretler gıyman/ kör karının bir değneği”.


Adı Sulu Kendi Susuz Yemek


Yaşar Kemal’le öğle yemeği yedik dün... Harbiye’de Borsa Lokantası’ndaydık. Eşi Ayşe Hanım ve Zülfü Livaneli de bizimleydi. Garson “Ne yersiniz” diye sorunca: “Dostoyevski’ninkinden” dedi Yaşar Kemal... Zülfü Livaneli tercüme etti: “Karalahana dolması... Rus yazar da hep ondan yermiş.” Ondan önce bir şey alır mısınız, diye soran garsona bu defa; adı sulu kendi susuz bir şey getir, diye cevap verdi. Zekice bulmacanın tercümesi yine Zülfü Livaneli’den geldi; su böreği istiyor… (Can Dündar)



En Sevgili Çocuk Bendim


Yaşar Kemal memleketi Osmaniye’nin Gökçedam (Hemite) köyünde yapılan bir törende çocukluk anılarını şöyle anlatır: "Ben bu memlekette bir Kürt köyünde doğdum, Türk köyünde büyüdüm. Yalnız bu Hemite’de en sevgili çocuk bendim. Bu denilecek, söylenecek bir şeydir. Şimdi biz bin senedir beraberiz. Bu memleketi eskiler müthiş yapmışlardır. Ben Kürt çocuğuydum, oyun oynarken arkadaşlarımız kavga ederdi, herkesi döverlerdi. Ama beni dövmezlerdi. Bir kez bile bana ‘Sen Kürtsün’ diye laf söylemediler”


O Romana Başlamış Olsaydınız Bitirmeden Bırakmazdınız


Yaşar Kemal, İnce Memed’i uzun süredir aklında kurgulamıştı. Artık oturup yazması gerekiyordu. Marmara Denizinin buz tuttuğu bir kışta, üç ayda romanı bitirip Cumhuriyet Gazetesinin yayın yönetmeni Cevat Fehmi’ye verir. On beş gün sonra da romanı okudunuz mu, diye sorar.

-Yarıya kadar okudum, diye yanıtlar yayın yönetmeni.

-Doğru değil okuduğunuz…

-Neden doğru değilmiş?

-Efendim o romana başlamış olsaydınız, bitirmeden bırakmazdınız.

-Seni şımarık seni! Kendini ne sanıyorsun, daha ilk romanın. Bir ay sonra Cevat Fehmi, Yaşar’ı odasına çağırır:

-Haklıymışsın, önceki gece romanına başladım ve bu sabah bitirdim. Elimden bırakamadım.



Onda Şeytan Tüyü Vardı


1943’te, Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalışırken Raşit Kemali yani Orhan Kemal ile yolları kesişir. Bir arada fazla kalamazlar, ayrılmaları uzun sürmez. İstanbul’da buluşmak üzere sözleşirler. 1946’da Yaşar Kemal askere gider Askerliğini bitirip, Adana’ya dönünce ‘Bebek’i yazar. Bu arada birçok yazısı baskın ve sorgularda yok olur. Yazarlarla tanışabilmek için birkaç kez Ankara’ya gider. Azra Erhat’la da böyle tanışır. O yıllarda doçent olan Erhat, fakültedeki dersinden sonra yanına yaklaşan gencin taşralı olduğunu anlar. Yaşar Kemal: Ben Kemal Sadık Göğceli’yim. Abidin Bey gönderdi, Güzin Hanımın selamı var. Benim ‘Ağıtları’ almışsınızdır, okudunuz, tanıyorsunuz beni. Azra Erhat, ‘Ağıtları’ yeni bir dünyayı keşfederek okumuştu: Haydi gelin evime gidelim, deyiverir. Kemal son derece sevimli ve akıllı olduğundan Azra’yı etkilemeyi başarır. Çünkü herkesin dediği gibi onda şeytan tüyü vardır.


Türklerin En Kürd'üne, Kürtlerin En Türk'üne


Yazımızı Sait Faik’in Yaşar Kemal için imzaladığı kitabındaki: “Türklerin en Kürd'üne, Kürtlerin en Türk'üne” sözleriyle bitirelim. Bu ülkeyi yıllardır yönetenler sadece bu cümleyi bile anlasalardı hâlâ bu kadar acı çekilmezdi. Ölüm Yıldönümünde saygı ve özlemle anıyoruz KOCA ÇINARI…


130 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

YATAK

1/3
bottom of page