YATAK
top of page

YATAK


Yaşar KEMAL

*



*


Şimdiki gibi aklımda.

Ben, o yıl orta okulun üçüncü sınıfında, bizim Durmuş Ali de ikincideydi. İkimizin de parası yoktu. Köyde, onun bir dul anası, benim bir dul anam vardı. Onlar da kendilerini zar zor geçindirebiliyorlardı.

Durmuş Alinin umudu, parasız yatılıdaydı. İmtihana girmiş, yüzde yüz kazanacağından emindi. Bana gelince ben, bir umutsuzluk içinde yuvarlanıyordum. Nereye gitsem, ne yapsam? İki yıldır geceleri çalıştığım fabrika, bu yıl beni almıyordu. Talebeleri fabrikada çalıştırmak yasakmış! Neden yasakmış, bir türlü anlayamıyordum. Bu yıla kadar ne güzel, çalışıp okumuştum.

Beş parasız... Başımı sokacak bir ağaç kovuğu bile yok! Kocaman şehrin ortasında yalnız, yapayalnızım. Sarılacak bir dalım da yok!.. İçerimde dayanılmaz bir keder, bir hınç.

Durmuş Ali ile bir zaman istasyonun önündeki sıtma ağaçlarının altında geceledik. Sonra olmadı. Bu böyle sürüp gidemezdi. Bekçiler de rahat vermiyorlardı. Sonra da okula gitmek mecburiyetindeydik. Biz okula gidince, meydanda kalan yataklarımızı çalmazlar mıydı?

Çok iyi bir arkadaşım vardı, Yusuf. Beni çok severdi. Sıtma ağaçlarının altında gecelediğimizi nasılsa öğrenmiş.

Bir gün utana utana:

- Bizim damın üstünde yatsanız, dedi.

Deli gibi sevindik. Durmuş Ali ile kucaklaşıp öpüştük.

Durmuş Ali bir:

- Alloooş... çekti... Yaşadık be abi... Bir günün beyliği de beylik.

Biliyorduk ki, dam üstünde güzün yağmurları başlayıncaya kadar yatabilirdik. Sonra, sonrasına Allah kerim.

Yatakları hemen, istasyondan alıp eve getirdik. Yusufların evi, pazar yerinin yanında bir tek odaydı. Yatakları dama serdik.

Bekçi korkusu yok, bir şey yok. Damın üstünde bir ev sıcaklığı, bir baba ocağı sıcaklığı..

Bunca sıkıntıdan sonra yatacak bir yerimiz vardı işte. Şu hayat dedikleri de ne güzel şey!

Akşam, ekmeğimizi yer yemez hemen damın üstüne damlıyor, yataklara girip yorganları boğazımıza kadar çekiyorduk. Geceler biraz soğuktu ama, gökte kocaman, ışıltılı yıldızlar vardı. Hep yıldızlara bakardık. Bazı geceler de gökyüzünü yıldızlarla döşeli bulurduk. O zaman sevincimize payan yoktu. Ve bizler umudla doluyduk, Sıkıntılardan, acılardan sonra gelecek güzel günlerin, daha güzel olacağına inanıyorduk. Bu umudlar, bu hayaller benimdi. Ben söylerdim. Durmuş Ali, dinler ve tasdik ederdi.

Durur, durur:

- Öyle değil mi Durmuş? derdim.

- Heyye abi, derdi. Sabahlar karanlıklardan sonradır.

Bu lâfı da benden bellemişti.

Serin dam üstü, ışıklı, iri yıldızların geceleri, sokağın sabahlara kadar süren gürültüsü, bizim umudlarımız, hayallerimiz tam bir ay, kasım başına kadar sürdü.

Sonra.. Sonra o belâlı, o karanlık, bir kara çul gibi, kapkaranlık Çukurova yağmurları başladı.

Hava biraz bulutlandı mıydı, okulda Durmuş Ali ile bir araya gelir, birbirimize sokulur; ikimiz birden:

- Allah be! Allah be! Etme nolursun? derdik.

Ya bir de yağmur çiselemeye görsün, o zaman bizim yüreklerimizde kıyamet kopardı. Durmuş Ali hemen, okuldan eve fırlar, yatakları damın saçağının altına indirir, koşa koşa geri gelirdi.

Yağmurlu günlerde, eve, yani saçağın altına geceyarısından sonra, ortalıktan el ayak çekilince gelir, usullacık yataklarımıza girerdik. Saçak altında yattığımızı elâlemin görmesinden, bir utanır, bir utanırdım ki, biterdim. Durmuşu derseniz, o oralı bile olmazdı.

Bazan erken uyanamazdım. Birden uyanırdım ki, arkadaşımın anası, öteki komşular uyanmışlar, avluda dolaşıyorlar. O zaman ben yorganı başıma iyicene çeker, yatağın içine büzülür, büzülür, yok olurdum. Yanımda, yönümde ayak sesleri duydukça küçülür, küçücük kalırdım. Ayak sesleri kesilince hemen yataktan fırlar, giyinir, kaçardım. O gün ben giyinirken birinin bana baktığını sanmışsam akşama kadar başım döner, kendime gelemezdim.

İçinde yattığım yatağa dönüp de bir türlü bakamıyordum. Bakmayı içim götürmüyordu. Yatak, saçağın dışından fırlayan çamurlarla bezenmişti.

Gene geç uyandığım bir sabah, giyinip kaçarken, arkadaşımın anasiyle gözgöze geldik. Aksaçlı bir başta kocaman açılmış acıyan gözler.. Yıllar geçti, o gözlerin ağırlığı daha üstümde.. Bin yıl yaşasam da, o gözler öyle, öylecene bakıp duracak.

Sabahleyin okulda Durmuş Ali'ye:

- Ben o eve bir daha gitmiyeceğim, dedim. Şaştı:

- Neden be abi? dedi. Nerede kalacaksın?

- Gidemem.

- Yapma be abi! Nerede yatacaksın? Neden yani?

Durmuş ne etti eyledi de, beni o gün eve götüremedi. O gün daha başka günler gidip istasyondaki kanapelerin üstünde geceledim.

Bir ara yağmurlar durur gibi etti.

Durmuş Ali bir gün:

- Abi, dedi, yatakları dama çıkardım, gel artık!

Gittim.

Birkaç gün sonra, bir ikindi üstü bir yağmur boşandı, gök delinmiş gibi... Durmuş, fırladı ama, yetişememiş, yataklar çıpıldak su.

Bir otel bilirdim, eskiden birkaç gün yatmıştım. Otel deyince... Gariblerin yatağı. Güzel Yurd oteli... Oteller o zamanlar çok ucuzdu. Bir yatak elli kuruş... Gel gör ki elli kuruş!...

Kâtib, yatağımız olduğu için, koridorda, geceliği on kuruşa, yatmamıza razı oldu.

Daracık koridora iki oda kapısı açılıyor. Yatakları kapının önüne serdik. Biz de yatakların dışına çömeldik. Hiç konuşmuyoruz. Belimizi duvara vermiş, duruyor, bir birimize de hiç bakmıyoruz.

Geceyarısını buldu. Yataklar önümüzde serili duruyor. Uykumuz geliyor, gözlerimizden uyku akıyor ama, yataklara girilmez ki... Gözümüz yataklarda, içimizde hasret, rahat bir yatak, bir uyku hasreti...

Yarı sersem, yarı uykulu...

Aşağıdan bir ayak sesi geldi. Gece yarıyı bir hayli aşmış.. Gözümü açtım, merdivenden iki genç kadın göründü. Yataklara basmamağa çalışarak kapıyı açtılar. Kadınların ince, uzun boylusu içerden geri çıktı. Bizlere hayretle bakıp geri girdi. Sonra geri çıktı. Hep bakıyordu. Girdi, çıktı, girdi, çıktı. Telâşlı bir hali vardı. En sonunda gelip durdu; konuşmadı.

Sonra birden bana:

- Bir kibritiniz var mı? dedi.

Çıkarıp verdim. Gözleri hayretle açılmıştı. Sigarasını yaktıktan sonra bir sigara da bana uzattı, almadım. Israr da etmedi.

- Bu yataklar sizin mi? dedi.

- Bizim.

- Vakit çok geç, yatsanıza...

Ampulün sönük ışığında, bereket, yatakların ıslaklığı belli olmuyordu.

Ben:

- Hiiiç... Uykumuz gelmiyor da..

Durmuş Aliye döndü. O uyuyordu.

Dürttüm, Durmuş uyandı. Dürttüğümü kadın da gördü.

- Yatsanız iyi edersiniz.

Durmuş Ali:

- Is... dedi.

Sertçe ağzını kapattım. Kadın huylandı.

- Bir şey mi söyliyecekti çocuk ?

- Patavatsızın biridir de..

Kızgın söylemiş olacağım ki, kadın odasına gitti. Arkasından baktım. Gözlerimde, incecik bir bel hayali kaldı.

Durmuş Aliye usuldan:

- Kadın güzeldi, dedim. Amma da iyi ha.

İçerden kadının kahkahası geldi. Ben buna içerledim.

- Güzel amma, bunlar pis karılar, dedim. Pis olmasalar ne işleri var otelde..

Sonra hiç konuşmadık. Yüreğimizde derdimiz, yatağımız da ıslak olmasaydı, Durmuş Ali ile bu kadın üstüne kimbilir ne lâflar eder, ne hayaller kurardık.

Uyumuşuz.

Gecenin saat üçü mü, dördü mü ne, kapının gıcırtısıyla gözlerimi açıyorum. Bakıyorum ki, kadın gecelik gömleğiyle merdivenden iniyor. Az sonra da gelip, gene karşıma dikiliyor. Her yanı açık saçık, göğsü dışarıda. Çırılçıplak denecek kadar çıplak. Gözlerinde bir kızgınlık ve uykunun mahmurluğu var. Gene öyle açılmış gözlerle bakıyor. O baktıkça ben köşemde küçülüyorum. Bir ara hırsla gözlerimi kapadım ve bir zaman açmadım. Sonra açtım ki, kadın daha öylecene duruyor.

İçimden: "Ne durmuş bakıyor öyle? Pis, bu pis domuzlar hep böyle bakarlar işte. Kendisine ne oluyor uyumuyorsak. Ne karışıyor. Salla bir yumruk çenesine." geçti.

Kadın:

- Kibritinizi verir misiniz? dedi. Çıkarıp verdim.

Gidip içerden sigarasını alıp yaktı. Bir tane de bana uzattı. Bir de canım sigara istiyordu ki.

- Ben sizin sigaranızı istemem, dedim. Kadının yüzünde hoş, fakat beni çıldırtan bir gülümseme dolaştı:

- Neden küçük bey?

- Ben küçük bey değilim. İçmem işte. Size ne yani? İçmem işte.

- Haa, dedi, sahiden siz niçin yatmazsınız? Yataklarınız da serilmiş işte..

Kekeledim:

- Biiiz mi? Size ne?

- Bakın, çocuk uyumuş. Neden yatamıyorsunuz?

- Uyumuyoruz. Uyumıyacağız işte. Canımız uyumak istemiyor.

- Neden?

Varır yatağa bakar, yaş olduğunu anlar diye de deli oluyordum.

Deli gibi bağırdım;

- Yatmıyoruz işte. Yatmıyacağız!

Kadın:

- A... a... a... dedi, ne bağırıyorsunuz öyle? Ben bu çocuğa acıdım, oracıkta uyumuş da... yazık.. üşür.

Durmuş Ali'yi sertçe dürttüm. Oğlan irkildi. Gözlerini korkuyla açtı.

- Kalk ulan! dedim. Kalk! Sersem gibi burada uyuyacağına...

Çocuk neye uğradığını bilemedi, gözlerini tekrar yumdu. Başı önüne düştü.

Gene dürttün.

Başını kaldırıp da kadının yüzüne bakamıyordum ya, gözlerinin üstümde olduğuna, öldürürcesine üstümde, bana baktığına emindim.

- Kalk ulan, kalk da yatağına gir, orada uyu!

Oğlan uykulu uykulu burnunu kaşıyıp, beceriksizce soyunmaya başladı.

- Sahiden de, dedi, ben neden burada uyumuşum?

Elinden tutup yatağına soktum.

Durmuş, duyulur duyulmaz bir sesle:

- Abi be, ne de soğuk!

- Yat ulan, dedim, şimdi ısınırsın.

Kadın başımdan gitsin diye, ben de hızlı hızlı soyunup yatağa girip yorganı başıma çektim.

Alaylı bir ses:

- Allah rahatlık versin.

Kapı kapandı. Arkadan da bir kahkaha geldi. Var gücümle dişlerimi sıktım.

Yatak su gibiydi. Tenimden buz gibi bir ürperti geçti. İçim bir üşüdü ki... Yorganı başıma, bacaklarımı karnıma çekip bir topak oldum.

Durmuş Ali yorganımı çekti.

- Abi be, dedi, abi be! Donuyorum abi be! Vıcık vıcık!

Ben büzülmüştüm. Hırsımdan dişim dişimi yiyor.

- Abi be, sana diyorum abi be!.. Donuyorum be!

Yorganı üstümden hışımla attım:

- Ne var ulan? Abi be, abi be!.. Yat geber işte!

Tekrar yorganı üstüme çektim. İçimde soğuk bir ürperti. Sanki bir yığın yılanı getirip çıplak tenime sarmışlar.

- Abi be.. Vallahi üşüyorum. Üşümekten ölüyorum.. Vıcık vıcık... Su... Abi be! Sana diyorum be!..

Ben birden yataktan fırladım. Giyindim. Ali de öyle yaptı. Gene gittik köşeye oturduk. Sudan çıkmış gibi ıslanmıştık.

Ama yüreğimde korku, ya kadın şimdi çıkıverir de, bizi gene böyle görürse!..

Durmuş Ali'nin dişleri birbirine çarpıyordu. Ben de titriyordum.

Ya kadın şimdi çıkarsa! Ali'nin elinden yakaladığım gibi:

- Yürü parka kadar koşalım, ısınırız.

Parka kadar koştuk. Asfalt cadde ıpıssızdı. Oradan istasyona koştuk. Yüreğimiz küt küt atıyordu. Isınmıştık ama, sıtma ağacının altında biraz bekleyince yeniden üşümeye başladık.

İstasyon meydanının ortasında birkaç salepçi duruyor, bir insan kalabalığı da salep içiyordu.

Sıcak salep bardaklarının buğulandığını görür gibi oldum. Elim cebime gitti ama... nafile...

Durmuş da salep bardaklarına gözlerini dikmişti.

Kendimde olmadan içimi çekmişim. Durmuş da içini çekti.

Daha gün doğmamıştı ya, usul usul şafağın yerleri ışıyordu. İki büklüm olmuş, tir tir titriyorduk.

Durmuş Ali, bir ara bana döndü. Birden aklına gelmiş gibi:

- Abi be, dedi, sahiden, o ıslak yataklara biz ne diye girdik?

. * Yatak

(Türk Hikaye Antolojisi, Varlık Yayınları, S. 293-300)

*

21 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

GELECEĞİM

KARANFİLSİZ

1/3
bottom of page