Türkiye bir süredir seçim havası yaşıyor. Seçim yasasında yapılan ve yapılacak değişiklikler de gündemde yerini koruyor. Hükümetin önümüzdeki seçimleri ne pahasına olursa olsun almaya kararlı olduğu görülüyor. Geçmişte de seçim usulsüzlükleri yaşadık. Bunlardan birini anlatmak istiyorum:
1969 yılıydı. Ben Gazi Eğitim Enstitüsünün ikinci sınıfındaydım. Milletvekili Genel seçimleri yapılıyordu.
Enstitü öğrencileri, oylarımızı Yenimahalle’ye bağlı Çitlik Mahallesinde kullanacaktık. Oy verme yerine gittiğimizde bir kısmımız seçmen listelerinde adımızı bulamadık.
Bir sınıftan bazı arkadaşların adları var, diğerlerinin yoktu. Nasıl olurdu?
Bu marifet, mahalle muhtarının eseriydi. Gazi Eğitimden gelecek oyların iktidara değil muhalefete verileceğini kestirerek listelerin bir kısmını rastgele seçerek yok etmişti.
Biz onu yakalayıp hesabını sormaz mıydık?
Sağı solu araştırdık. Muhtar sırra kadem basmıştı! Kim bilir hangi deliğe saklanmıştı. Aradık, taradık, bulamadık!
Seçmen listelerinde adımız olmadığı için de oy kullanamadık.
Birkaç arkadaş Ulus Rüzgârlı Sokak’ta CHP Genel Merkezi’ne giderek Genel Başkan Bülent Ecevit’le görüştük. Durumu anlattık ve şikâyetimizi de yazılı olarak yaptık.
O seçimleri Adalet Partisi’nin kazandığı ilan edildi. Fakat bu oylama en az bizim yönümüzden sakattı. Birçoğumuzun siyasi iradesi sandığa yansıyamamıştı.
Aradan haftalar mı, aylar mı geçti. Geçmiş gün, bizi ifade vermeye çağırdılar. Fakat iş işten geçmiş, atı alan Üsküdar’ı çoktan aşmıştı. Muhtar’a ne yaptıklarını ise hatırlamıyorum.
NEDEN DÜRÜST BİR SEÇİM YAPAMIYORUZ?
Her seçimde onun gibi becerikli adamlar çıkmıştır. Sandığın dibine önceden konulan oylar mı dersiniz? Sandık sandık gezip oy kullananlar, sahte seçmenler mi? Ağa ve aşiretçiliğin hüküm sürdüğü yerleşim yerlerinde sandıktan istisnasız tek bir partinin oylarının çıkması mı? Sandık sonuçlarının değiştirilerek teslim edilmesi mi? Hepsini gördük, yaşadık ve duyduk.
Neden Türkiye doğru dürüst bir seçim ve oylama yapamıyor?
Türkiye 1876’dan beri yalnız erkeklerin ve mülk sahiplerinin oy kullandığı, sandık başında sopalı adamların bulunduğu, yalnız bir partinin adaylarına oy verilebildiği, bu adayları da parti başkanının gösterdiği, “müntehibi evvel”, müntehibi sani” (birinci seçmen, ikinci seçmen) gibi saçmalıkların yaşandığı, oyların açık, sayımların gizli yapıldığı seçim deneyimleri yaşadı.
Bunlardan çıkan derslerle Avrupa ülkelerinin seçim sistemlerine de bakılarak Anayasadan başlanıp az çok adalet gözeten seçim mevzuatı yapıldı.
Seçimlerde her partinin şansını eşit kılmak için seçimlerden bir süre önce adalet, ulaştırma ve içişleri bakanları görevi bırakacak, yerlerine tarafsız bakanlar atanacak, hükümet üyeleri seçim çalışmalarında devlet imkânlarını kullanamayacak, tarafsızlık yemini etmiş cumhurbaşkanı herhangi bir partinin lehine propaganda yapamayacaktı. Seçim işlerini hükümet değil Yüksek Seçim Kurulu, tarafsız olmak zorunda olan yargıçlar gözetiminde yönetecekti. Sandık başkanları partilerin gösterdiği adlar arasında ad çekme ile belirlenecek, zarflar ve listeler mühürlü olacaktı. Yüzde 10 gibi bir seçim barajı yüksek ise de bunun bazı partiler için uygulanmayacağı kimsenin aklına gelmezdi. Televizyonlarda seçim propagandaları belli kurallara göre yapılabilecekti. 1990’larda parti başkanları birlikte televizyona çıkar, kendilerine verilen süre içinde görüşlerini açıklarlardı.
Birkaç seçim ve referandum sürecinde bu kuralların çoğu berhava oldu. Önümüzdeki seçimlerde ise iktidar partisinin ne pahasına olursa olsun iktidarda kalması için bütün yasal ve fiili tedbirler alınmış bulunuyor.
Türkiye neden bu noktaya sürüklendi?
Çünkü seçime giren sınıfların kuvvetindeki eşitsizliğe rağmen adil bir seçim sistemiyle “Yüz yıllık parantez”in kapatılamayacağı, bir diktatörlük rejiminin kurulamayacağı anlaşıldı. Türkiye artık Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletlerin ilgili komisyonlarınca da görüldüğü gibi demokratik bir ülke değil. Seçmenlerin çoğunluğu bunu dert edinseydi, iktidar bu cesareti bulamazdı. Geçmişinde demokratik bir yaşam bulunmayan kitle, bu siyasi yolsuzluklara kulaklarını tıkıyor, gözlerini kapatıyor. İhale kendilerine verilsin, çocuğu bir işe yerleştirilsin, üç beş kuruş sosyal yardım gelsin, gerisi onu ilgilendirmiyor. Mezhepçilik, kabilecilik yükselen değerler arasında.
Aydınlarının ağzı kapatılan, eğitim kurumlarından bilimin kovulduğu bir ülke halkının kölelikten kurtuluşu mümkün değildir.
Hey gidi Türkiye! Bu hallere mi düşecektin? (22 Mart 2018)