ZARRAB, Bizi Ya Satacak Ya Satacak!..
top of page

ZARRAB, Bizi Ya Satacak Ya Satacak!..


Artık hiçbir şeye şaşırmıyoruz. Gün geçmiyor ki başımıza bir hal gelmesin. Televizyonu açmaya, gazetelere bakmaya korkar olduk.

Bir bedduayı taşır gibiyiz, hiçbir şey olmazsa deprem oluyor.

Ne makus talihi var bu halkın?


Birkaç gündür gündemi işgal eden konulardan biri Kılıçdaroğlu’nun belgeleriyse diğeri Zarrab ve davası… Buna Suriyeli mültecilere harcandığı iddia edilen 30 milar dolar eklendi. OECD bir rapor hazırlamış, Türkiye'nin harcadığı 8.5 milyar diyor. Adamların işi gücü yok bizi izliyor, yalancı çıkaracaklar. Hesap yapmışlar, adam başı 10 bin dolar ediyormuş... Dört kişilik aileye 40.000 dolar yani... yani 160.000 L, YANİ... Herhalde faturası vardır. Bu Suriyeliler desene çok uyanık, en kötü işlerde karın tokluğuna çalışıyorlar, çadır kentlerde kalıyorlar, sokaklarda dileniyorlar... Nasıl yani diyorlar. Senin vatandaşında asgari ücret buyken mi?


Yol yaptık ya dedi yetkili sonunda, doğru Suriyeliler de geçmiyor mu?


Bu para da bizden çıkacak, ama olsun, iç işimiz, hallederiz.


Kılıçdaroğlu elindeki belgeleri sallayıp, hepsi gerçek, yurt dışına 15 milyon dolar gönderildi diyor. İktidar kanadı da 15 milyonu tartışmıyor, ama belgeler sahte, ayrıca para gitmedi, geldi, diyor. Bilmem ne adasında 1 Sterlin sermayeyle kurulan şirket bu parayı kazandı ve ülkeye döviz getirdi, olmaz mı?..


Biri yalan söylüyor, bu halkla eğleniyor, ama hangisi? Anlamanın yolu meclis soruşturması, muhalefet soruşturma istiyor, o da iktidarın oylarıyla engelleniyor.


Şimdi savcılar devreye giriyor, Kılıçdaroğlu da savcılar el koymadan, yani olası bir yayın yasağına karşı belgeleri açıklayacağını söylüyor…


İç sıkıntılar yetmiyor, karışık pis kokular gelen bir iş daha açılıyor başımıza.


Yeter ki derdimiz içte olsun, bir biçimde aşarız, bir çözüm bulunur. Bulunmasa bile üstüne yeni bir gündem gelir, unutulur. Gerçi Zarrab da kısa süre öncesine değin iç sorunumuzdu. Dağıttığı yüklü miktarda rüşvetler bakanların başını yemiş, gündemi epey zaman meşgul etmişti. Yargılanması gündeme gelmiş, sonra da gerek olmadığı düşünülmüş, bakanların istifası yeterli bulunup konu da kapatılmıştı... Öyle ya dağıttığı bizim paramız mı, yok, eee? Bak bu mantıkla doğru gözüküyordu,ama...

Söz buraya gelince insanın aklına gelmiyor değil; keşke yargılama tamamlansaydı, şimdi denilecek sözümüz olurdu, biz gereğini yaptık diye…


Yapılmadı, nerden bilelim, nizami alem de bir kanun vardır, arılar yok olursa insanlar da yok olur. Yani dünyanın öte ucunda doğaya aykırı yapılan bir tasarruf mutlaka birilerini etkiler. İyi de para konusunda da var mı bu ? Varmış.

Zarrab konusu da artık iç işimiz olmaktan çıktı, uluslararası gündemde. Üstüne üstlük “hayırsever, çalışkan ve muteber vatandaş” kimliğini taşımaktan çok da mutlu olmadığı anlaşıldı. Dahası neden olduğu olayda suçlanan sanık bile değil artık. Kısa sürede çok yol aldı, Türkiye’ye karşı tanık saflarında yerini aldı.


İlk duruşmasında da ne kadar rahat ve tehlikeli olabilecek usta bir tanık olduğunu da gördük. Anlatacakları görünen öncelikle iktidarı, ardından ortaya çıkabilecek Amerikan ya da uluslararası yatırımlar yönünden herkesi kaygılandırıyor.

Zarrab tanık sıfatıyla çıktığı ilk duruşmada rahat mı rahat, şemalar çizerek, en anlamayanın bile anlayacağı biçimde kirli çamaşırlarını, ilişkilerini ortaya seriyor. Kime ne kadar vermiş, kaç saat, kaç ayakkabı kutusu ... kuruş kuruş anlatıyor.


Yolun sonu görünüyor; Zarrab bizi ya satacak ya satacak... Yani bu kez başımız gerçekten dertte.


Ekranda aklı başında, alanında uzman, hukukçu ya da milletvekili konuşmacıları dinliyorum. Muhalif ya da iktidar kanadından çoğunun işler sarpa sararsa diye geliştirdikleri bir savunma var: Bu dava bir yere varmaz, çünkü hukuksuzdur, çünkü Amerika’nın İran’a koyduğu ambargodan bize ne, bizi bağlamaz.


Gerçek bu mu? Yani soyunduğu dünya jandarmalığında Amerika iyice azıttı, ben diyorsam odur, havasında öyle mi? İyi de bu ambargoyu İngiltere ve benzeri ülkeler de destekliyordu. Yani bu, BM’lerin aldığı, üye ulusları bağlayan karardı.

Ya biz, biz üye değil miydik?


Üye ulusların imza koyduğu BM Antlaşması’na göre Birleşmiş Milletler’in tüm üyeleri güvenlik konseyinin aldığı kararları kabul edip uygulamak zorundadır. Üstelik anayasamıza göre de "usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir". Yani bu dava; salt ABD hukuku değil, uluslararası hukuk ve Türk hukuku açısından da sonuç doğuracak bir davadır.


Televizyonda bunu iddia edenler de ya halkı ve elbette dünyayı ahmak yerine koyuyor ya da gerçekten samimiler, bilgisizliklerini bir köylü mantığıyla gizliyorlar.

Biz bunu sık yaparız; deve kuşu, ciddi konularda örnek kahramanımızdır.


Amerika’nın Zarrab’ı iktidara, dolaysıyla bize karşı kullanmayı düşünmesi kara bir senaryo… Ama olmaz da değil. Hem Amerika’nın gelmiş geçmiş tarzına uyacak gibi hem de iktidarla olan ilişkilerinin nane limon halinin desteklediği bir yanı var.

Bizim de “iç işimiz, size ne” diyemeyeceğimiz BM anlaşmalarından belli. Üstüne üstlük bu davanın bir geçmişi var: ABD'deki bu dava 2010 yılından önce başlayan ve ABD tarafından yürütülen bir soruşturmanın sonucu. Türkiye ayağı ise 2010 yılında Reza Zarrab'ın adamlarından bazılarının Rusya gümrüğünde valiz dolusu paralarla yakalanması sonucu, Rus yetkililerin mali polise durumu bildirmesiyle başlıyor.


Amerika birkaç kez gelmiş uyarmış, biz gereğince yapılıyor, demişiz.

Oysa kazan kaynıyormuş. 11 Aralık 2012 tarihinde, yani Fetöcülerin 17-25 Aralık operasyonundan tam bir yıl önce Reza ihbarının sorumlu mevkilerdeki herkese yapıldığını, MİT’in Nisan 2013’te Zarrab’ın yaratacağı tehlikeler konusunda iktidarı raporla uyardığını belirtiyor Uğur Dündar. İhbarı yapan kişi ikramiyesini almak için çalmadık kapı bırakmıyor, ama bu arada Reza için takipsizlik kararı veriliyor, ancak ondan sonra muhbir kişiye 50.000 lira ikramiye olarak ödendiğini yazıyor yazısında.


Yani 17-25 Aralık operasyonlarından tam bir yıl önce ihbar yapılıyor, MİT görevini yapıp rapor veriyor, Maliye Bakanlığı da soruşturma başlatıyor. Ama yargıdan takipsizlik kararı çıkıyor. Hem takipsizlik, hem ihbarı yapana ödül... Suç var mı yok mu?


Dahası da var: 4 Ocak 2013'de yani 17-25 Aralık operasyonlarından 11 ay önce ilginç bir olay daha yaşanıyor. Gana'dan kalkan bir uçak Atatürk Havalimanı'na iniyor. Uçağın taşıdığı yüke "örnek doğal taş" adı verilmiş. Görevliler kuşkulanıyor, Kargo müdür yardımcısı Hopalı Teoman Dudak talimat veriyor ve yük inceleniyor. Doğal taş denilen yükün 1,5 ton külçe altın olduğu anlaşılıyor. Belgeler sahteymiş. Uçak mühürleniyor, tutanak tutuluyor. Sonuçta Teoman Dudak Gazi Antep'e sürülüyor, uçağı mühürleyen 18 gümrük görevlisi hakkında "görevi kötüye kullanmaktan" soruşturma açılıyor, ancak savcılık soruşturmaya gerek görmüyor.(*)

Şimdi Zarrab şemalarla anlatırken Atilla'nın yanında Teoman'dan da söz ediyor: Ne yaptıysak bu adama rüşvet veremedik, diyor. Hayret...


15-17 Aralık’ta olaylar medyaya taşınmış, ambargonun delinmesinde “ayakkabı kutularını” dolduran rüşvette yer alan bakan ve kişilerin adları ayyuka çıkınca da gereğini yapmamışız, görevden almakla yetinmiş, yargılamamış, yüce divana da sevk etmemişiz.

İran'dan aldığımızı ülkemizde üretilen gıda, tarım ürünleri ve ilaç gibi mallarla yapabilirdik, kimse de bir şey diyemezdi.


Üstümüze düşeni yaptık deme şansını da kaçırmışız.


Belli bu kez başımız, kuma gömsek de kurtulamayacağımız dende sıkı dertte.


Amerika ne yapar?

Önce şunu görmeli: Bu durumdan hiç etkilenmemek temenni olsa da galiba mümkün değil, az etkilenmekse tam bağımsız olmakla mümkün, yani Atatürk’ün de işaret ettiği gibi. Sadece siyasi değil, her alanda; sosyal, ekonomik, kültürel… Küreselleşen dünyada bunun da kusursuz uygulaması ütopik. Bir alanda muhtaçsın, ama genel anlamda bağımlı olanların işi çok zor. Amerikanın sopalarından biri bu zaten. Yani ambargo.

Yapar mı yapar. Geçmişte, tarihte örneği görülmemiş biçimde müttefiki Türkiye’ye Kıbrıs Harekatı sonrası ambargo uyguladı.


Bir başka olasılık Amerika direk iktidarla uğraşır mı? Yüzde elli oy oranıyla bir iktidar höt deyince geri çekilmez, bunu görmez mi? Belki, ama iktidar da, durumu lehine çevirecek çok uygun bir malzeme bulmuş olmayacak mı? Ayrıca Amerika kimi deneylerinden bilir ki ulusların da aileler gibi, Feto olayında da görüldüğü üzre ortaya çıkan bir dış düşmana karşı kenetlenip iç sorunları bir yana attıkları sık görülendir. Hele Afrika ülkelerinde, örneğin Sudan’da Amerika'nn lideri devirme gayretleri nedeniyle iktidarı sağlamlaşan, ülkesi ikiye bölündüğü halde hala başta olan yöneticiler var olduğunu bilirsek...


Bu varsayım bile bizi ulus olarak iktidarın çevresinde kenetlenmeye götürür ve Amerika'nın aklı o kadar sıradan değil. Bizden birileri mağduriyet yaratıp durumdan yararlanmak için gündeme getirse bile, blokların çatladığı, dünya siyasetinin belirsizleştiği, Türkiye’nin üçüncü bir yol aradığı şu günde Amerika’nın giderek sahnelerde daha çok rol alan Rusya’nın yanıbaşındaki bir müttefik ülkeye bu tavrı sergileyebilme olasılığı çok güçlü gözükmüyor. En önemlisi kendi seçmenine, öteki müttefiklerine anlatması da zor. Yine de konu Amerika olunca ihtimal, olasılıktan öte bir şeydir.


Ne var ki Amerika, bu kez oldu, bir daha olmasın demeyecek, son dönem eski muhabbetini de kaybettiği iktidarı da yoracak bir şey ya da bir şeyler yapacaktır. Tabi "ayakkabı kutularını” götürenler ortaya çıkıp da biz Türk halkını ve de ulusumuzu mağdur etmeyiz, veririz aldıklarımızı, biter… demezlerse ulus olarak bizi yoracaktır. Halimizin güllük gülistanlık olmadığını da düşünürsek… Yani önümüzdeki günler, ateşten gömlek…


Anlamak için benzer örneklere bakmalı.


ABD geçtiğimiz yıllarda Sudan, İran, Kuzey Kore ve Küba gibi ülkelere uygulanan yaptırımları ihlal ettiği gerekçesiyle Avrupalı bankalara 50 milyar dolar ceza kesmişti. İşte ABD’nin dev bankalara kestiği cezaların bazıları: BNP Paribas: İran’a yaptırımları deldiği şüphesiyle 8.9 milyar dolar. HSBC: Kara para aklama ve Kuzey Kore ve İran’a kısıtlamaları ihmal nedeniyle 1.9 milyar dolar. Standard Chartered: İran’a yaptırımları ihlalden toplam 967 milyon dolar. Credit Agricole: İran ve Sudan’a yaptırımları delmek nedeniyle 787 milyon dolar. Royal Bank of Scotland: İran ve Sudan’a yaptırımları ihlalden 100 milyon dolar.


Bu güçlü bankaların ait olduğu ülkeler Hıristiyan blokunda ve bize göre çok daha güçlü ekonomileri olan ülkeler. Ne dersiniz, neden “Ey Amerika iç işlerimize karışma,” diyemediler. Kuzu kuzu cezalarını sineye çektiler. Hepsi biliyordu ki cezanın ödenmemesi durumunda kurumların uluslararası finans piyasalarına erişimleri kesilecekti.


Amerika'nın Dolar diye bir parası var malumunuz. Bu paranın çoğu dışarıda dünya alışverişini belirleyen temel güç olarak dolaşımda. Onda nezle olsa, dünya ülkeleri o yüzden vereme yakalanıyor. Amerika, bu müthiş güçle yıkılmayacak bir sistem oluşturmuş, yapılan her türlü uluslararası finans piyasasını denetleyebiliyor. Bu denetimden kaçmanın bir yolu yok mudur sanki, diye akla gelebilir.


Var… Ayakkabı kutuları ya da valizler ya da altın külçeleri… Ama birilerinin yeşil ışığı yakması gerek. Yoksa sıradan vatandaşın belli bir rakamdan yüksek, örneğin 150.000 lirayı bankaya yatırması bile nereden buldun sorusunu gündeme getirirken milyonları döndürmek kolay iş değil. Bu zoru başardı.

Ne var ki iyi çözüm olmadığı görüldü. Bankalarınsa kaçışı yok.


Şimdi Zarrab’ın neden rüşvet dağıttığı da biraz anlaşılır olmuştur.


ABD'yi dolandırmak, bankacılık sahtekarlığı ve kara para aklama suçlarından Miami'de tutuklanan Zarrab'ın filmlere konu olacak hikayesi bundan sadece 34 yıl önce başladı.

Dünyayı ayağa kaldıran, hakkında İran’ın idam, Amerika’nın tutuklama hükmü olan Raza Zarrab ya da makbul Türk vatandaşı haliyle Rıza Sarraf yani eniştemiz daha bir çocuk sayılabilir aslında. Bize de çok yabancı değil, bir acem çocuk. Zeki, becerikli bir genç olmasının yanında şarkı sözleri de yazan, böylece kendinden on yaş büyük Ebru Gündeş’le de tanışıp evlenen Zarrap, Azeri kökenli bir ailenin çocuğu olarak, 1983'te İran'ın Tebriz kentinde doğdu. Eğitimini Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de tamamladı ve küçük yaşta ticarete atıldı. Bir süre ailesiyle birlikte Dubai'de yaşadı.

23 yaşındayken Türkiye'ye yerleşti. Kapalıçarşı'da mücevher işlemeciliği yaptı, Yalova'da bir tersane kurdu. Ardından demir-çelik ve inşaat sektörlerinde yatırımlar yaptı. 2008'de kurduğu Royal Denizcilik A.Ş. kısa sürede faaliyet alanını genişletti, uluslararası altın ticaretine da başlayarak bir holdinge dönüştü.


Birkaç yıl içinde servetine servet katan Reza Zarrab, şarkıcı Ebru Gündeş'le yaptığı evliliğin ardından Türk kamuoyu tarafından tanınmaya başladı. 2010 yılında evlenen çiftin çocukları oldu. Türk vatandaşlığına geçerek Rıza Sarraf adını alan Zarrab, o dönemde işadamı kimliğinden çok bir magazin figürü olarak gündemdeydi. Eşine aldığı pahalı hediyelerle gündeme geliyordu. Beş yıla kadar hapis istemiyle yargılanacağı mahkemeye zorla getirilme kararı bulunan, kaçak inşaat yaptığı Kanlıca'daki 26 milyon liralık yalı, Bodrum'da 1.8 milyon liralık yazlık… bunlardan bazılarıydı.



17 Aralık 2013, sadece Türkiye için değil, Reza Zarrab için de bir kırılma noktasıydı. Yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla gözaltına alınan isimlerden biri de oydu. Tutuklandı, 70 gün cezaevinde kaldı. Yüzlerce hakim-savcının ve binlerce emniyet mensubunun görev yerlerinin değiştirildiği bir süreçte tahliye edildi ve bu karar çok tartışıldı.


O dönem her gün internette yayınlanan usulsüz dinleme kayıtlarında adı sık sık karşımıza çıkan Zarrab'ın "O...... ile memurun bahşişi işin başında verilir," cümlesi hafızalara kazındı. Dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler'in telefonda Zarrab'a "Vallahi senin önünde yatarım" dediği iddiası da çok konuşuldu.


17 Aralık soruşturması takipsizlikle kapansa da Zarrab hakkındaki suçlamalar bitmek bilmedi. İran'da "dünyada fesat çıkarmak" suçundan idama mahkum edilen işadamı Babek Zencani ile ortak olduğu iddiaları, Zencani'nin Zarrab'a "Reisim" diye hitap etmesi ve ikilinin İran'a yönelik uluslararası ambargonun kırılmasında en önemli iki aktör olduğu yönündeki bulgular, Zarrab'ı gündemde tutmaya devam etti.


Gümrük ve Ticaret Bakanlığı müfettişleri 2014'te İran ile Türkiye arasındaki gizli altın ticaretini bu iki ismin yürüttüğünü belirtse de Zarrab bu iddiaları hep reddetti, ancak tanık sıfatıyla çıktığı Amerika mahkemelerine kadar. Bu iddiaların üzeri soğumadan bir inanılmazı daha yaptı Zarrab, ABD'ye giderek, kaçınılmaz sonu kendisi hazırlamış oldu. Hakkındaki iddianame hazırdı zaten, New York'ta 75 yıl hapis istemiyle ABD yargısının karşısına çıktı. Kısa süre sonra da beklenen oldu, işbirliği yaparak Türkiye aleyhine tanık oldu ve dudak uçuklatan rüşvetin hem şemasını yaptı, hem de hikayesini anlatmaya başladı.


Sanıklıktan tanıklığa geçti, makbul ve hayırsever iş adamlığından hain ve ihbarcı kimliğine geçti. Şimdi de başta Türkiye Halk Bankası olmak üzere Türkiye Cumhuriyetine karşı bildiklerini söyleyecek görünüyor.


Dünyada örnekleri çok. Amerika bankalarda kendi para sistemiyle oynatmıyor. Bu nedenle biz ilk değiliz Avrupa devletlerini de mahkûm ettirmiş.

Hukuksuz mu?

İstersen kullanma onun sistemini. Yani de ki ben lirayla ithalat-ihracat yapacağım. Kullanacaksan kural bu. İhlal etmişsen sınırlarımdan girme... diyor... Oradan okunmuyor mu?


Atatürk'ün tam bağımsızlık dediği buydu, şimdi anlaşıldı mı acaba?..


Barzani gibi adamın ağzına bir damla bal çalarlar verirler gazı,bir adım öne çıkarırlar, sonra da üç adım geri gitmeye mecbur ederler.

ZARRAB İran'da idama mahkum, Amerika'da aranan adam... Bunu en iyi kendi biliyor. Biliyor ve tatile gidiyor oraya... inandırıcı mı?

Yani Amerika'da başına neler geleceği apaçık belliyken giden adama, niye gittin bile demeden, bir yurttaşımız tutuklu, diyerek tabandan tavana seferberlik ilan ettiğimiz Zarrab, YA BİZİ SATACAK YA BİZİ SATACAK...


AKP den ilk tepki: "Tiyatro..." oldu.

Bekleyelim hele denildi. Zarrab'sa konuşmaya başladı bile...


Nihayet dün (2 Aralık 2017) karar verildi, Zarrab'ın ülkemizdeki mallarına el konuldu. Geç ama olsun, adım adımdır.

Görünen önümüzdeki günler "Arkası Yarın"larla geçecek...


Adı pek anılmasa da atadan dededen de gerçekten Türk vatandaşı olan Halk Bankası yetkilisi ne olacak, sorusu gündeme henüz gelmedi. Tuttuğu avukatların ilk yaptığı iş suçu kabullenmek olmuş, bu ülke yasalarına göre bir taktik de olabilir ama ilginç bir taktik… Başta banka müdürü olmak üzere asıl sorumluların ortada olmadığı yerde çok da ilgisi olmayan, Zarrab’ın ona rüşvet vermedim, istemedi de… dediği Atilla neyin hesabını verecek, ileride anlaşılacak. Ya da bu konu nereye kadar uzanacak?


Ne var ki şu kesin, Amerika yakamızı bırakmayacak. Amborgo ya da iktidara yönelik bir girişim çok akla yakın değil, Türkiye bir muz cumhuriyeti değil, önlerinde Feto kalkışması örneği var sonuçta. Ama para cezası hem de yüklü bir ceza beklenebilir.


Daha önceki dünyadaki uygulama örneklerine bakarsak dava sonucu ortaya çıkacak yüklü bir para cezası yani milyar dolarları kimin ödeyeceği de henüz meçhul. Gerçi meçhul de sayılmaz, vatandaş olarak bizim ödeyeceğimiz kesin de belki o ayakkabı kutularının sahipleri öder umudu var, az da olsa...


Belki de en üzücü olanı da burada zaten, yoksa Zarrab marrab hikaye… Hangi kapıya çıkarsa çıksın, ne anlatılırsa anlatılsın bu olayın şu yanı gerçek, kimi devlet ehli, elindeki olanakları ve gücü bu adamın emrine vermiş, karşılığında dudak uçurtan rakamlarda rüşvet almış. Bu devlet ehli o yere bir iddiayla gelmiş, dini misyon edindiğini savunmuş, ben Müslümanım güven bana demiş, umarsız yığınların ilgi ve desteğini sağlamış, sonra da utanmadan çalmış. Şimdi de o kitlelerin yiyecek ekmeği yokken tonla borcun altında ezilişini izleyecek. Sorarsan Müslüman… Yazık.

İnanç, hangisi olursa olsun, hepimizin sığınağı...


Allah haklarından gelsin.

/

(*) Necati Doğru, 3 Aralık 2017 Sözcü Gazetesi


24 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page