Aydınlar, Yazarlar ve Kaos Üzerine
top of page

Aydınlar, Yazarlar ve Kaos Üzerine

Güncelleme tarihi: 24 Ara 2020


22 Ekim 2015, BURSA


*



Artık ondan hayır yok, aklım konuşmuyor.


Gündelik yaşama dair yargı ve eylemlerimi kim mi belirliyor? Şaşıracaksınız ama Kirâmen Kâtibîn meleklerim. Münker ve Nekir yani… Bir biri konuşuyor bir biri, bazen ikisi birden. Kendim düşünce üretemeyince onlara uyuyorum ben de. Güzel yanı da var, yorulmuyorum, anlamaya ve uygulamaya emek vermiyorum, ne denilirse yapıyorum işte. Tek sorun bu meleklerin ne dediğini tam anlamayışım, sanki tuzak gibi önermeler getiriyorlar, sorular soruyorlar.

Örnek mi istersiniz? Sen bugün bakkaldan onun kasaya eğildiği seni görmediği anda bir sakız çalmadın mı? diye soru mu olur, öyle soruyorlar. Soruları böyle olandan ne beklenir, az önce dediklerini bir dakika sonra inkâr ediyorlar, sen de sözlerine uyduğunla kalıyorsun. Uymasaydın diyorlar bu kez de, senin aklın yok mu?


Aklım mı? Kim de kaldı ki ben de kalsın. Ülkem yangın yeri… Ülkem 1920’lerde, 30’larda hatta Osmanlı döneminde bile hiç olmadığı kadar Ortadoğulu… Basiretli yöneticilerimiz sıfır sorun diye diye sıfırladılar ülkeyi… Görünen kendilerini de… Çünkü söz ve eylemlerine bakılırsa onların da işleri meleklere kalmış.


Patlayan bombalar, ölümler, yaralılar… Gün, bildiğimiz gün değil sanki. Her şafak güneşe değil, bir başka karanlığa, başka bir kaosa açılan kapı olmuş.

Yanıt bulamıyorsun, açıklayamıyorsun, bir mantık kurgulayamıyorsun. Umutla bir bilen aranıyorsun. Bak, diyor yukarıdan birileri, anlamaya çalışıyorsun, dün dediğini bugün söylediğini, o yaman çelişkiyi… Nasıl itimat edersin, dün kiminle iyiyse bu büyüklerimiz bugün hepsiyle kötü… Dün açılım, bugün savaş yurtseverliktir, dün, ne istediniz de vermedik, bugün, ininize gireceğiz… Bellek insan huzurunun düşmanı, iyice dağılıyorsun, düşünme, ezberle dediğimi, diyor, o zaman rahatlarsın.


Yazdan beri, yönetim erkinde değilse rahat biri var mı bu ülkede?


Yanan, yakılan mahalleler, kurşunlanan insanlar, her gün birkaç ölüm haberi… Baktılar çabuk alıştık, dozunu artırdılar, bombalar patlamaya başladı, mahalleler, şehirler, onlar, yüzler bir anda paramparça…


Nerde dün kent kent, kanal kanal “açılım” anlatan “akil adamlar”? Şimdi de çıkıp bu kaostan çıkışın yolunu ya da öldürmenin erdemlerini anlatsalar ya… Hadi onlar sustu, nerde ötekiler, ülkenin aydınları, bilgeleri, yazarları; yok mu anlatacak, açıklayacak biri? Kirâmen Kâtibîn Meleklerinden başka tabi…

Kanıksanır mı hiç ölüm? Kanıksadık.


Yine de dünya dönüyor ama… İnsanlığın azalmış, kişiliğin gölgelenmiş, ruhun tedirgin, aklın arı kovanı; büyüklerimizin deyişiyle “mankurt” olmuşuz… Ama yaşıyorsun. İnsan yenisini üretemezse, iyi kötü alışkanlıklarını sürdürür bir zaman. Yılanın kopan başı gibi, başı kesilen tavuk gibi… Bazen öyle yaratırsın kendini, küllerinden var olmak belki de o işte.


Çok zamandır ölümle, ülkenin başına gelebileceklerin olasılık hesaplarıyla bu denli uğraşmıyorduk. O mevsimi de görmüştük nasılsa, ölüme de zekâtımızı vermiştik, kalıma da… Neydi mi zekâtımız? Beşbin çoğu üniversiteli genç ölü… Ama çabuk unuttuk. Meleklerimiz bile unuttu, hiçbir ders çıkarmadan… Daha henüz kalbimizde bomba patlamamıştı, belki ondan. Tehlike bu denli kapıya dayanmamış, görmezden gelebileceğimiz gibiydi. Arada bir dalgamızı geçtiğimiz, kültürle, sanatla ilgilendiğimiz bile oluyordu. Sinemaya, tiyatroya gidiyor, söyleşilere panellere katılıyor, ayaküstü tüm dünyayı kapsayan komplo teorilerine kafa yoruyorduk. Üç arkadaş bir araya gelip bir kadehin dibinde tüm ülkeyi kurtarıyor, geçmişin siyaset kurbanı gençlerini ve izlenen siyaseti sanki biz sorumlu değilmişiz gibi yerden yere vuruyorduk. Büyük işmiş, anlamadık.


Paronaya belki ama sanki birileri bizi sistematik bir biçimde tüm kazanım ve eylemlerimizden soyutlamaya, önce boşaltmaya, sonra da korkutmaya uğraştı. Sam Amca gene buralarda mı yoksa?


Neyse ne, biz sonunda “mankurt”laştık ya ona bak… Konuştukça düşünürdük biz, tartıştıkça, hatta kavga ettikçe, birbirinin kafa gözünü yardıkça… Şimdi bir araya gelemiyoruz ki adam gibi kavga edelim, kalabalıklardan kaygılanmaya başladık, üç kişi bir araya gelmek yürek ister oldu.

Diyemiyoruz ama iyice korktuk sanki…


Terörün istediği de bu, cesaretimizi toplamalıyız diyorum kendime. Cesaret alçak dallı bir ağaçtan sarkan armut olsa kolay, ama değil. Esip gürleyen parti başkanlarının bile büyük seçim mitinglerinden vazgeçtiğini görünce… Devlet korumalı, milyon taraftarlı partiler öyleyken sıra insan ne ki? Aklını da cesaretini de toplamak zor… İyi de seçime kaç gün kaldı şunun şurasında, nasıl olacak?


Düşünmek çok zor, düşündüğünü anlamayana, dosta düşmana anlatmak, yaşama geçirmek, kararlılıkla ardında durmak çok zor. Resmen kahramanlık, o nedenle deliriyoruz kahramanlara; kulu kölesi oluyoruz... Fareli köyün kavalcıları bizim kahramanlarımız, biz de köy sakini fareler elbet…

Ne yapalım, anlamaya öyle ihtiyaçlıyız ki?


Biri çıksa bir akil adam, bizden ilerde olsa, ama bizi küçümsemese, düşünse yerimize, konuşsa çatır çatır, teşhisi koyup reçetelendirse hayatımızı, dili dilimize benzese, dini dinimize, başkaldırsa kavgaya dursa, azıcık da kazansa… biz izlesek öyle, baktık ki kazanıyor, takılsak peşine, göklere çıkartsak onu…

Ya kazanamazsa?

Bu da soru mu? Hiç tanımam, ben çamaşır yıkıyordum, deriz.


Hani eskiden aydınlar, yazarlar vardı ya, öyle. Hani kariyerlerini hapis damında yaparlardı... ya da Istranca'da kim vurduya giderlerdi.


Eskiden vardı. Halkı için kelleyi koltuğa alan, ilkeler için bir başına kalmayı ve direnmeyi göze alan, kuşkusuz bize de uyan doğruları da yapan… Asker, siyasetçi, aydın, yazar çizer… Atatürk vardı, Ecevit vardı, Nazım Hikmet vardı, Sebahattin Ali vardı, daha niceleri… Hele bir Zola vardı… Ne oldu bu tip insanlara? Soyu tükendi sanki, şimdi herkes kendine, herkes nalıncı keseri…

Ah bir Zola bulsak…


***


Bursa’nın merkezdeki tek CHPli belediyesi Nilüfer, oldum olalı güzel eylemlere imza atıyor. Sık sık yazarlar, sanatçılar getiriyor… ZOLA’yı getirmediler henüz, ama umudum var…


Sezonu açtıklarını duyunca gözümü karartıp geçen akşam belediyenin düzenlediği bir etkinliğe gittim bende.

Söyleşideki konuk yazar, uzun zamandır yazan, ama son günlerde adı gazetelerde sıkça geçen, ne var ki kitaplarından hiçbirini henüz okuyamadığım biri. Göz atıp hakkında bilgi edinmek için kültür merkezinin girişinde sergilenen kitaplarından birini almak istiyorum, bir form uzatıp doldurmamı istiyorlar. Ad, kitap adı, telefon gibi… Bir de nüfus cüzdan no… istiyorlar da... mantığını çözemiyorum. Bunu yazmam diyorum, ilgilenen kıza… Yanıt benimki kadar net; o zaman kitabı alamazsınız…

Almam ben de…


İnsanlar ilgili ama yeterince değil. Boş koltuklar daha çok. Eli yüzü düzgün Bursalılar var etkinlikte, çoğu da kadın...


Üniversiteden bir öğretim üyesi yönetiyor söyleşiyi. Çok da rahat değil, ders anlatır gibi, sanki yanlış bir şey demeyeyim der gibi, anlama, coşkuya, kitleye değil, öznesi yüklemi nesnesi var mı cümlesinin bakar gibi… İncelikle kurgulamaya çalışıyor konuşmasını, doğru yerde pas veriyor, yazarımız da doğru yerde alıyor pası...

Klasik giyimi, vurgusu, tonlaması az konuşması, toplu yüzünü çepeçevre çeviren eski moda aksakallarıyla yazar, fırtınalı düşüncelerin, riskli kurguların, çarpıcı çözüm önermelerin adamı gibi durmuyor, durmuş oturmuş hoca gibi o da… Heyecanlanmayın diyor sanki ikisi de…


Daha ilk cümlelerden anlıyorum, iyi yazardır ki buralara kadar geldi, ama kesinkes bu adamın şiirle ilgisi yok. Öyle coşkusuz, öyle kalbinde hissetmeden konuşuyor, geliyor bana. Yine çuvallıyorum, şiir de yazmış oysa… Ama belli onun Kirâmen Kâtibîn Melekleri bu akşam izinli, çatışan yer yok sözünde, amaç son çıkan kitabını tanıtmak ve güzel de yapıyor…


Ülkemizdeki yabancı dille eğitim yapan bir lise mezunu, ta o zaman Fransızca okumuş, dönem çok az kişinin Fransa’yı haritada ancak arayarak bulabildiği dönem, o ise Paris’e gitmiş, Sorbonne'de okumuş, ardından aynı okulda lisansüstü… Şimdi Paris’te bir üniversite de öğretim üyesi... Otuz kitap yazmış ve benden sadece bir kaç yaş büyük...


Paris sık geçiyor sözcüklerde, çok gitmiş Paris’e. Direk öyle bir şey geçmiyor, ben niye öyle anlıyorum bilmiyorum ama kaçmış gitmiş, geliyor bana. Kitapları yasaklanmış, kendisi takibe alınmış o da ver elini Paris, demiş. .. Böyle diyor. Yok böyle demiyor, ben mi yanlış anlıyorum, adam Paris’te okumuş, orda çalışıyor, nasıl kaçarmış oraya ki? Ama satır araları öyle diyor, 12 Eylül geliyor, al bir soruşturma, bilmem kaçıncı madde, baskı dönemi, birileri kitabımı takibe almış, anlıyorum durulmaz bu ülkede… Tek vurgunun bu olduğu böylesi sözler ne düşündürür, öyle hissediyorsun; adam bildiğimiz yazar tipi, muhalif, bir Zola değilse bile öteki büyük yazarlar gibi ülkesinde gördüğü baskı ve zulümden kaçmış işte…


Ne ilgisi varsa, öyle düşünüyorum işte. Oysa yazar liseden sonra hep Paris’te yaşamış, Türkiye tatil yeri…


1789 Devriminden bu yana Fransa başka bir yer, hele Paris… Kimler kaçıp oraya sığınmamış, Namık Kemal, Ziya Paşa, Yahya Kemal, Attila İlhan, Nazım Hikmet, daha yüzlercesi… Jöntürkleri yaratan Paris değil mi? Tepkili, muhalif, bütün insanlığı kalbinde buluşturan devleri düşünüyorum. Bu Paris’te başka bir hava başka bir su olmalı. En azından halden anlayan bir iklim demek ki… Dünyanın ne kadar damdan düşeni varsa bağrına basıyor, derleyip toparlayıp güçlendirerek dünya çapında birer devrimci yapıp ihraç ediyor. Olmaz mı, Emile Zola’nın memleketi orası…


Melekler durmuyor ki, omzumda, anımsatıyorlar. Gerçi başka kadınla evlenmeye kalkan kocası Cem Yılmaz’dan ayrılan Cansu Dere’de oraya kaçmış, ülkenin yarısını bankazede yapıp milyar dolarlarla ortadan yok olan Cem Uzan da Eyfel’e bakıp bakıp kitap yazıyormuş,.. ama münafıkça düşünüp moral bozmanın bir alemi yok, şimdi; Paris her daim özgürlük ve demokrasinin eşsiz vatanıdır. T. LAUTREC’in ömrünü geçirdiği genelev; Moulin Rouge de orda ama, hem de yüzlercesiyle... Bu melek hiç durmayacak…


Büyüyor yazar gözümde… Güzel güzel anlatıyor, başarılı, çok kitaplı, biraz fazla çok beyaz Türk duruyor ama ne olacaktı ömrünü sürgünlerde geçirmiş, hem de Paris’te… Bulaşır istemesen de…


KİRAMEN KATİBİNler boş durmuyor, omuzlarımda. Münker mi, Nekir mi diyor anlayamıyorum ama, arkadaş senin ciddi bir sorunun var diyor, her şeyin içini boşaltıyorsun. Bunun da en çok sana zararı var, inanan insan huzur bulur, ama sen kendini huzursuz ediyorsun.

İyi de… Peki peki, tamam etmeyeceğim, diyor öteki. Ben de bir birinin gözünden bakıyorum, bir birinin...


Yazar neler yaşamamış ki; ilk kitabıyla Türk Dil Kurumu ödülünü alıyor, ardından çıkan kitabını sıkıyönetim toplatıyor, o da anlıyor ki ucu hapis bunun, Paris'e kaçıyor, bir zaman sonra dönüyor, gene yazıyor, gene soruşturma gene kaçış… Ne yani, Nurhak’a mı kaçsaydı ya da Gemerek’e mi? Ya da benim gibi Zigana Dağları’na kaçacak değil, gene Paris'e. Ayrıca her soruşturma kitap için iyi bir reklam…


İki saat anlatıyor adam. Dinlerken utanıyorum. Sen ne Paris’i gördün, ne kitabın toplandı?.. Bak adam diyor, gümbür gümbür hem de… Sen yirmi yaşında da ben aşkın hikâyesini yazdım diyemedin, şimdi mi diyeceksin? Nasıl yazar olurmuş ki senden, iki afiş asmayla mı, üç ağacın peşine koşmayla mı, diyorum. Kendime tabi, Kirâmen Kâtibîn meleklerine çaktırmadan…


Paris'te ne yapıyor yazar, üniversite okuyor, ardından üniversite de çalışıyor... E genç adam, olmaz mı hiç, canı çekmez mi? Anlattığına bakılırsa demiş zaten yargıca bir kitabı müstehcenlikle yargılanınca; yaparken suç değil de, yazarken mi suç? Ne büyük söz, ne cesaret? Yargıcı bilmem ama kitabı basan yayın şirketinin gazetesinde reklam yapan bir söyleşide bunu dediğini okumuştum. Doğru söze ne denir? Aklım isyan moduna geçmeye başladı, belki sol yanımdaki melek itiraz etti. Tuvalete gitmek de suç değildir, ama sokak ortasına şey yaparsan… Hadi be, diyor öteki melek, yazar o, işi o, anlatacak tabi. Anlatacak ki, yaşayamayan, asgari ücretle geçinen de anlasın… Gülünç olma seksi bir yerden mi öğreniriz, ördekler yüzmeyi birinden mi öğrenir sanıyorsun. Hem şimdi asgari ücretin ne işi var bu konuda, alışmışsın yoksulluk edebiyatına duramıyorsun, karıştırma yazarı dinle… Elbette Paris’in kadınları üzerine doktora çalışmasını da ihmal etmiyor yazar, çalışıyordur, helal olsun, sağlığı olsun çalışsın. Herhalde iyi bir yazar ülkesini unutmaz, hele karşı cins için duvarlara tırmanan halkını unutursan boğazından geçmez. Kitabını yazıyor, son kitabı… Sevişmeler kitabı yaşamına girip elbette aynı hızla çıkan bu kadınlara açık şükran diye yayımlanıyor biraz da...


Ayılıyorum, şimdi kavrıyorum beni bunaltan eksiği… Üç saat boyunca program yöneticisi, o kadınlara getiriyor sözü, adam da biraz mahcup, yazdım diyor, yaparken suç olmuyor da yazarken mi suç, dedim savcıya yargılanırken, diyor... Bense ancak ayılıyorum, hep uyumuşum demek ki…


Yazarın devletle sorunu hep buymuş, müstehcenlik. Yani vatan millet olayı değil iş… Gerçi o konu daha bir vatan millet işi ama siyaset değil… Ama öyle anlattı sanki… Ne salakmışım, ülkeme, patlayan bombalara, ölen insanlara, ütopik devrimlere söz gelecek, bana bir reçete sunulacak, yemeklerden sonra bir hafta al bir şeyin kalmaz denilecek, diye beklerken…


Salon alkıştan kırılıyor... Güzel giyimli, süslü püslü, hanım hanımcık, eğitimli çağdaş bayanlar ayağa kalkarak alkışlıyor... Öyle ya yaparken suç değil de yazarken mi suç oluyor?

Yapalım ve yazalım, diyoruz hep birden, elbette içimizden... Bu vatan ancak böyle kurtulur diyoruz... Ben içimden, helal diyorum, ROMA gibisiniz... Yiyin için, sevişin... ve anlatın... diyorum.


Tam üç saat bu minval üzere konuşuyor yazar... Ama diyor, ben porno yapmadım, benimki erotizm... Öyle değil mi?

Salondaki bayanların çoğu onaylıyor, elbette erotizm... Bir utanıyorum, bir utanıyorum yazarın karşısında... Ben erotizm de yapamadım diye değil elbet, bu dâhinin tek bir kitabını okuyamadığım için.


Kitap isimleri ilgimi çekiyor. Kitabı satsın diye en çok satan kitapların adlarını mı taklit ediyor yani. Aynen değilse bile andıracak isimleri… Hem de bir değil çok kitabın, hemen her kitabın...


Sonunda çıldıracak dende haset ve kıskançlıkla doluyken, nasıl oluyorsa yönetici boş bulunup sorusu olan var mı, diyor... İnanamıyorum, soru sorabilirmişiz... Meleklerimin ikisi ender bir iş yapıp işbirliğiyle beni durdurmaya çalışıyor, kim dinler. Elim yelpaze kesiliyor, mikrofon yetiştirmeye çalışıyorlar kapalı salonda şapkayla oturan bu garip tipe, yani bana... Kimin umurunda mikrofon?


Sizi dinlerken diyorum, ezberimi şaşırdım, beni bağışlayın sözümde sürç-ü lisan olursa... Ne olur lütfen yıkıcı da almayın, benimki acemi merakı... Derler ya diyorum yazara, alkış kumkuması kesilen kadınlara yan gözle bakıp... “bir insanı ya merak öldürür ya da… ” Dehşet içinde pür dikkat kesilmiş salona o an kelebek düşse kıyamet gibi kanat sesi kesilirdi hava... Elbette sonraki sözcüğü bekliyorlar, ben sakin sakin, beni durmadan çekiştirip, ayağa kalk da konuş, diyen kokana kadına, herkesin duyacağı biçimde, beklediklerini değil de “kolumu bırakır mısınız,ham’fendi ?” deyince nedenini bilmeden kahkahayı basıyorlar...


Bekliyorum elbet, sonra alabildiğine terbiyeli, griple daha da gürleşmiş sesimle salonu öttürerek: Siz diyorum, anladığımı kadarıyla büyük adamsınız, büyük yazar. Bu nedenle de devletin yaramaz bellediği çocuk, doğru mu efendim?


Buna ne denir ki? Kafa sallıyor adam; ama gerildiğini oturduğum yerden hissediyorum... Bu adam yazar olarak nedir, okumadan bilemem ama kesinlikle zeki, bu doğru...


Benim anlamadığım merak ettiğim basit konu şu; üç saattir konuşuyorsunuz, çok bilgilendik, hele kadın üzerine. Çıkar çıkmaz bir kitabınızı alacağım; ama merakımı siz giderebilirsiniz ancak...


Ülkenin hali ortada. Dışarıda bombalar patlıyor, dışarıda her gün birkaç şehit cenazesi kaldırılıyor, birkaç terörist ölüsü gizlice gömülüyor, yani her durumda bu ülkenin insanları ölüyor, ne olacağı bilinmeyen bir geleceğe, hem de çok yakında, on gün sonra bir kıyamete son hız gidiyoruz... Cehennem bizi beklerken güncel siyasete yönelik tek bir söz etmeyişinizi garipsedim… Kuşkusuz sanat siyasetin emir kulu olmamalı, ama hayatı izlemeyen, insana dokunmayan, onla iletişim kuramayan hangi eylem gerçek sanat olabilir ki? Elbette sizin yazdıklarınız da, yani cinsellik de yaşamın bir parçası,hem de olmaz olmazı, tabi Bukovski’de büyük bir yazar, ama otuz kitapta hayatın hepsi bu mu? İki bacağın arası insanı ve hayatı anlatmaya yeter mi? İnsan denilenin daha kalbi var, gözü var, ağzı var, asgari ücretle doyurmaya uğraştığı beş çocuk bir de hanım, iki de ebeveyn aile var.


Dışarda insanlar var, parçalanmış kan revan; "BİZİ BOMBALAR DEĞİL ASIL SİZİN SESSİZLİĞİNİZ ÖLDÜRÜYOR" diyen...


Adam hoşlanmadı, hissediyorum, bana niye havayı bozuyorsun, der gibi baktı, geldi... Kusuruma bakmayın diye, dedim başında, benimki öğrenme aşkı, diye yineledim... Mecbur güldü; ama dedi, o kadar değil. Ben geçenlerde bir Fransız gazeteye “Türkiye’de yönetim kabusu… ” dedim...


“Yaaa ! Biz her gün çok daha beterlerini diyoruz, beddualar arşa dayandı, tek bir yaprak oynamıyor dalında, bir şey de olmuyor; ama olsun, sizinki de saygı değer bir emek. Merakım tümüyle giderildi, çünkü devletin sizin kitaplarınızı niçin yasakladığını hep merak edecektim, ama giderildi, teşekkür ederim,” dedim.


Sokakta gülüyordum, eminim ki bir daha belediye beni etkinliklerine çağırmaz; ama ben çok eğlendim. Duyunca koşacağım gitmek ne demek... Herhalde beni kovalamak için güvenlik tutmazlar.


Dışarı çıkınca ilk işim vatandaşlık nomu verip yazarın son kitabını almak oldu. …SEVİŞMELER adı da denk...


Kabul iyi anlatıcı; cümle kurguları sağlam, oradan oraya sıçramaları, bir bütünlük sergilemeyen paragrafları saymazsak, gerçi bunu da açıklamıştı, temasal bütünlük var yazılanda… Ama bence öyle değil, bir zorlanma var, dedik ya sevişme denilen malzeme iyi bir malzeme, ajitasyonu ayakta tutar, tavan yaparsın, filmi de satar, kitabı da, ama uygulama ve anlatma da sıkıntı vardır, en uzunu on dakika… Ondan sonra paylaşacak daha insani ve hayata dair bir şeylerin yoksa ya da sırtını dönüp uyuyamazsan o yatak sana kâbus gelebilir, sıkıntı o işte… Anlatacak bir şey de kalmaz.

*

22 Ekim 2015, BURSA

41 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

UZATMA

1/3
bottom of page