top of page

"ÇİRKİN KRAL "












YILMAZ GÜNEY

/

Niyazi UYAR

*


İlk gençlik yıllarından önce duydum Yılmaz Güney adını.


Köyden okumak için gittiğim şehirde sinema ve elektrikle tanıştım. İlk hangi filmine gittim, bilmiyorum, film afişinde çift tabancalı Yılmaz Güney’in fotoğrafı vardı hatırladığım kadarıyla.Yağız, sırım gibi, uzun boylu bir Anadolu delikanlısıydı ama ne hikmetse "Çirkin Kral" diyorlardı ona.


O yıllarda sinemaya gitmek yasaktı ortaokul öğrencilerine. Oysa Demirci İlköğretmen Okulu kendi öğrencilerine konferans salonunda film gösteriyordu. Ben de için için öğretmen okulu öğrencilerini kıskanmıştım. Tiyatroyu ise hiç sormayın. Bulunduğum ilçede tiyatro yoktu. Sinema gösterimi ile öğrencilerini ayrıcalıklı kılan ilköğretmen okulunda köy enstitüsü ruhu ile yetişmiş eğitimcilerin hazırladığı piyes temsilleriyle “sanatı” öğretmen adaylarının beğenilerine sunan tiyatroda vardı.


Bize ise öğretmenler sinemaya gitmeyi yasaklamışlardı. Hatta ara ara şehrin tek sinemasına baskınlar yapar, yakaladıkları öğrencilere disiplin cezası verirlerdi. Mesela beni bir lokalde masa tenisi oynarken yakalayan öğretmenlerim disipline vererek kınama cezası almama sebep olmuşlardı. Oysa ben bir eğitimci olarak öğrencilerime, sinemaya, tiyatroya gidin, kitap okuyun derdim.






Gelelim sadede Türk sinemasının hakiki anlamda kralı kim ne derse desin, Yılmaz Güney’dir. O bulunduğu yeri sonuna kadar hak eden biridir. Güney’in sinema alanında yetenekliliğini net olarak söyledikten sonra onun pratik düşünen, yaratıcı biri olduğunu da söylemeden geçmemek lazım. Çevirdiği filmlerin çoğunda senaryo kullanmadan, çekim sırasında kafasındaki konuyu oyunculara anlatarak hayata geçirirdi ki, böyle bir örnek Türk sinemasında olmadığı gibi dünya sinemasında var mıdır; bilmiyorum.


Beni Yılmaz Güney ile ilgili yazmaya motive eden SALPA adlı eseridir. Yazarın bu eserde kullandığı anlatım tekniği, tahlilleri, betimlemeleri…  İlginç geldi, hatta ben Yaşar Kemal’i mi okuyorum deyip kitabın kapağına tekrar baktım. Arkasından yazdığı öteki kitapları araştırıp soruşturmaya başladım. 1972’de Orhan Kemal roman ödülünü alan “Boynu Bükük Öldüler’i” bulup okudum. Sonra, Ahmet Kahraman’ın çok kapsamlı Yılmaz Güney adlı araştırma kitabını okudum, bir de Güney’e ait çok sayıda belgesel izledim.










Bundan sonra yazıya nereden başlayacağımı düşündüm günlerce. Benim kutsal günüm olan bir cumartesi gecesi aldım kalemi elime, başladım yazmaya...


Sonuç bölümü için yani yazının ana fikri olacak paragrafı yazarak devam edeyim yazıma.


“Ben diyorum ki, Yılmaz Güney, edebiyatın yazma alanına yönelseydi, edebiyatımızın ikinci Yaşar Kemal’i olurdu. Kitabı okurken acaba Yaşar Kemal mi okuyorum diye sormadan edemedim kendime. Ben diyorum ki, Yazın dünyası Yılmaz Güney’i sinema dünyasına kaptırmıştır, bunu çok net bir şekilde söyleyebilirim.

Peki Yılmaz Güney’i, Yılmaz Güney yapan özellikler neler olabilir?

Öncelikle, kişiliği, gözü karalığı, direnci, yoksulluğu, zekâsı ve içindeki binlerle ifade edilebilecek Yılmazlar…


Güney’in dünyaya geldiği aile çok yoksul bir ailedir. O yiyecek ekmeğe muhtaçken, Türk sinemasının kralı olması her babayiğidin üstesinden gelebileceği bir şey değildir. Yazımın bu bölümünde özgün düşüncelerimi, yargılarımı ifade ederken, diğer bölümünde araştırma, okuma ve dinlemelerim sonucu ulaştığım bilgilere yer vereceğim. 


Yılmaz Güney, şahsına münhasır bir kişiliktir. O yaşamını ve içindeki öfkeli, duygusunu mantığının önüne alan Yılmaz’ı kontrol edebilseydi, müzik alanında dünyanın kabul ettiği Beethoven gibi, Mozart gibi uluslararası bir sinemacı olurdu. Olurdu olmasına da içindeki kontrol edilemez Yılmaz olmasaydı, Yılmaz Güney olabilecek miydi? Yine yaptığım okuma ve araştırmalarda “Sürü ve Yol,” filmlerinin senaryoları hariç diğer filmlerinin büyük çoğunluğu film çevrilirken, oyunculara söylenerek film çevrilirmiş. Dünyada böyle bir sinemacı var mıdır, bilmem; sinema ile ilgili Seydi Ahmet Çetin kadar bilgi sahibi değilim.


Yılmaz Güney, ele avuca sığmaz, her yaşta kontrolsüz bir gençtir. Her yaşta gözü pektir, her yaşta kavgaya, vuruşmaya hazırdır. O duygularını kontrol edemeyen bir gençtir. Sevdi mi, adamakıllı sever, nefret etti mi sonuna kadar nefret eder. Onun Nebahat Çehre ile olan aşkının her anı, bir öykünün, bir sinemanın konusudur. Mesela Nebahat Çehre’nin olduğu trenin önünü Eskişehir yakınlarında kesmesi, yine Nebahat Çehre ile tartışması sonucunda üstüne araba sürmesi, Nebahat Çehre’nin yaralanıp dört gün hastanede yatması sonra da bir an bile başından ayrılmaması. Nebahat Çehre ile ilgili ilginçlikler bitecek gibi değildir. Hani, Tell efsanesine göre Giyom Tell oğlunun başına koyduğu elmayı okla vurması vardır ya Yılmaz Güney de filim setinde Nebahat Çehre’nin başına koyduğu bardağa gerçek mermi ile ateş etmesi…


Yazık ki Nebahat Çehre ile Yılmaz Güney’in evlilikleri çok sürmemiş, evlendikten bir yıl sonra ayrılmışlardır.


Yılmaz Güney’le Fatoş’un evlilikleri, takdire şayandır. Ancak takdir edilecek, hürmet edilecek olan Fatoş Hanım’dır. Bu evliğin sarsıntısız devam etmesi, Fatoş Hanım’ın hakikaten muhteşem bir kadın olmasıyla açıklanabilir. Bu evlilik saygıdan öte kutsanacak bir aşktır. Zengin bir ailenin bir eli yağda, bir eli balda tek çocuğu Fatoş Hanım, fırtınalı, zor bir hayatı olmakla birlikte, zor bir insan olan Yılmaz Güney’le evlenmek istemesi… Bu aşk, bu evlilik ancak kutsanır. Yılmaz Güney KIRK YEDİ YAŞINDA MİDE KANSERİNDEN VEFAT ETTİĞİNDE O DAHA OTUZ İKİ YAŞINDADIR. Hiçbir surette adı ne bir dedikoduya karışmış ne boyalı basına malzeme olmuştur. Bu asil davranış ancak kutsanır.


Yılmaz Güney ile ilgili özgün yorumlarımı aktarmaya devam ediyorum. Ben Niyazi Uyar olarak bu yoksul aile çocuğunun çektiği sıkıntıları, zorlukları kendim çekmiş gibi yüreğim acıyarak okudum, ona dair yazılan metinleri, ona dair yapılan belgeselleri izledim.

Yazımın ikinci bölümüne geçebilirim artık.

Yılmaz Güney 1937 yılında Adana Yüreğir Yenice’de dünyaya gelmiş, yoksul bir ailenin çocuğudur.


SİNEMAYLA TANIŞMASI

Anadolu’da yeni gösterime girecek filmlerin tanıtılması için, sinema afişi bir çocuk tarafından dolaştırılırmış. İşte Yılmaz Güney de filim tanıtımı için sırtına astığı ve oradan oraya taşıyarak başladığı sinema yolculuğuna bir de filim makaralarını taşıyarak devam etmiş. Her filmi birkaç kez izler, kendine göre yeni senaryolar tasarlamaya başlar ve izlediği her filmi en ince ayrıntısına kadar beynine nakşedermiş!

Yılmaz Güney’in sinema dünyasına adım atmasında onun gibi Çukurovalı olan Yaşar Kemal’in rolü büyüktür. Yaşar Kemal, Yılmaz Güney’i yine onlar gibi Çukurovalı olan Atıf Yılmaz ile tanıştırır. İşte bundan sonra Yılmaz Güney’in yürüyeceği yol çizilmiş olur. Ben derim ki, Yılmaz Güney edebiyatımızın yeni bir Yaşar Kemal’i olacakken, sinema dünyasına transfer olmuştur.


Yılmaz Güney, Türk sinemasında bir kilometre taşıdır, bir devrimdir. Gerçekten kelimenin tam anlamıyla o bir devrimdir. Nasıl köy enstitülü yazarlar Türk romanını İstanbul’dan Anadolu’ya taşımışlarsa, o da Türk sinemasını İstanbul’dan Anadolu’ya taşımıştır. İzleyicileri öncelikle büyük şehirlerin varoşlarındaki ezilen yoksul insanlar iken, zaman içerisinde önüne koyulan çelik duvarları yıkarak sinema dünyasına kabul ettirmiştir kendini. Ve süreç içerisinde şehrin elitleri, seçkinleri de izlemeye başlamıştır Yılmaz Güney filmlerini.


1971 yılında Adana 3. Altın Koza Film Festivaline gönderilen 10 filmden 5’i Yılmaz Güney’indir. Bütün ödülleri bu filmler alır. En iyi film “Ağıt”, en iyi ikinci film “Acı”, en iyi üçüncü film “Umutsuzlar” seçilir. Artık Yılmaz Güney adı bir efsanedir. Çektiği bütün filimler geniş izleyici kitlerine ulaşmaya başlamıştır. Sinema ile uğraşırken öte yandan da devrimci gençlerle bir araya gelmekte, görüş alışverişinde bulunmaktadır. 

4. Altın Koza Film Festivali 23-30 Eylül 1972 tarihleri arasında yapılmıştır. En iyi film “Baba” (Y. Güney), en iyi ikinci film Karadoğan (Yılmaz Duru), en iyi üçüncü film Yaralı Kurt (Ö. Lütfü Akad) seçilir. Yılmaz Güney, “Baba” filmindeki rolüyle en iyi erkek oyuncu olur. Sonra en iyi erkek oyuncu ödülü, siyasal nedenlerden ötürü Yılmaz Güney’den alınıp Cüneyt Arkın’a verilir.


Yılmaz Güney, dünyaya sol pencereden bakan bir aydındır. Onun derdi, halkın derdidir, halkın açlığıdır, okula gidemeyen, yatağa aç giren çocuklardır; demokrasi için, özgürlük için kendini feda eden sıra neferleridir. Ona dair Aşık Zamani’nin yazıp bestelediği türkü benim gençlik yıllarımda dilimize pelesenk olmuştu:


“Yılmaz Yılmaz”


“Cepheden cepheye koşar

Bizim gençler yılmaz yılmaz

Denizler dağları aşar

Bizim gençler yılmaz yılmaz

 

Zamani der yurt sevdası

Bitmez yobazla kavgası

Kurulsa idam sehpası

Bizim gençler yılmaz, yılmaz!”


Yılmaz Güney ile ilgili okumalar, dinlemeler yaparken öteden beri bildiğim onun silah sevgisi bana ters geldi. Hala silah gördüm mü, irkilir, korkarım. Ne yapayım şiddeti sevmiyorum, kavgayı sevmiyorum. Ben böyle bir kanıya ulaşırken, çok tabi ki, onun içinde bulunduğu şartları da göz ardı etmiyorum. Onun silahı kutsayan, baş tacı eden bir çevreden gelmesi, kan davalı bir ailenin çocuğu olmasını göz ardı edemem; fakat yine de bir sanatçının silahla anılması yanlıştır. Yine de sanatçı ruhu yumuşaktır, sanatçı kavgayı, silahı, şiddeti sevmez. Çağdaş dünyada sanatçı ruhlu insanların kadınlara karşı daha naif olduğu genel kabuldür. Ancak Yılmaz Güney’in, kadınlara davranışı, inandığı, uğrunda hayatını ortaya koyduğu dünya görüşü ile bağdaşmaz…


Yılmaz Güney’in ailesi o dünyaya gelince, mücadeleci olsun, dirençli olsun diye “yılmaz,” adını vermiştir. Soyadı “Pütün’dür,” O, soyadı için ‘kırılması zor meyve çekirdeği,’ diye tariflemiştir.  Yılmaz Güney, 19 yaşında yazmış olduğu bir öyküden dolayı 1,5 yıl hapse mahkûm edilmiş ve polis her yerde onu aramaktadır. İşte buna sebep oynayacağı Atıf Yılmaz filminde “Güney,” soyadını kullanarak, bundan sonraki yıllarda onunla bütünleşecek soyadır bu soyadı.


İlk filmleri hem yazıp hem oynadığı: “Alageyik, Bu Vatanın Çocukları’dır!” 

Yılmaz Güney’in ilk filmleri vurdulu kırdılıdır. Sonraki yıllarda siyasal yanı ağır basan politik filmler üretmiştir. Yine son yıllardaki film adlarında dikkatimi çeken “tek sözcüklü,” olmasıdır. O hem yazar hem de oyuncudur. Dedim ya o, dünyaya sol pencereden bakan bir sanatçıdır.  Zaten sanatın ruhunda muhaliflik vardır ya, o da muhaliftir; yoksa sanatçı olabilir mi, öyle olmayana sanatçı denebilir mi? Siyasal iktidarlara yaranmaya çalışana, ondan nemalanmaya çalışana “sanatçı” demek gerçek sanatçılara Emil Zolalara, Nazım Hikmetlere, Aziz Nesinlere… hakarettir!  

Güney 1971 yılında Mahir Çayan ve arkadaşlarını evinde sakladığı gerekçesi iki yıl hapse mahkûm edilmiş, 1974 yılında Bülent Ecevit’in başbakanlığı döneminde çıkarılan afla çıkmıştır hapisten. Hapisten çıkar çıkmaz da tekrar film çekmeye başlayarak, başrollerini Melike Demirağ’la paylaştığı “Arkadaş,” filmini çekmiştir. Bu filmde kullanılan Şanar Yurdatapan’ın yazıp bestelediği “Arkadaş” şarkısı, filim sinemalarda gösterime girdikten sonra ağızdan ağza dolaşmış; moda tabirle “hit,” olmuştur.


Arkadaş

"Evet arkadaş

Kim olduğumu ne, olduğumu,

Nerden gelip, nereye gittiğimi sen öğrettin bana.

Elimden tutup karanlıktan aydınlığa sen çıkardın

Bana yürümeyi öğrettin yeniden

Elele ve daima ileriye...

Bir gün,

Bir gün birbirimizden ayrı düşsek bile

Biliyorum, biliyorum hiçbir zaman ayrı değil yollarımız;

Ve aynı yolda yürüdükçe"



-FİLMİ İZLE-

Arkadaş Filmi


Yılmaz GÜNEY için bir dönüm noktası olacaktır ARKADAŞ, vurdulu kırdılı filmlerden açık siyasi mesaj veren filmlere geçişin ilk adımıdır biraz da.

Arkadaş filminde yıllar önce tanışan iki arkadaşın yıllar sonra, karşılaşması anlatılır. Bu Filmin senaryosunu hem yazmış hem de oynamıştır. Filmde Yılmaz Güney’le birlikte Melike Demirağ, Kerim Afşar oynamıştır.

Film Yılmaz Güney'i o günün ülke sorunlarına duyarlı, hızla siyasileşen gençliğine de bir idol olarak tanıtacaktır.

Bu filmden sonra, Endişe filmi için hazırlıklara başlanır. Film Adana’nın Yumurtalık ilçesinde çekilecektir. Çekim için Yumurtalık’a giden ekip akşam bir gazinoya eğlenmeye gider. Eğlence sırasında Yılmaz Güney’le Yumurtalık hâkimi Sefa Mutlu arasında tartışma çıkar. Tartışma kavgaya döner, Hâkim Sefa Mutlu Yılmaz Güney’in silahından çıktığı iddia edilen kurşunla hayatını kaybeder. Yılmaz Güney 19 yıl ağır hapse mahkûm edilir.



-FİLMİ İZLE-

Umut Filmi

Türk sinemasının ilk gerçekçi filmi kabul edilen 1970 tarihli UMUT, o tarihe kadar çektiğimiz filmlerin de en iyisi olarak kabul edilir.

Çekildiği dönemde Türkiye'de sansüre uğrayan film, 1971'de Cannes Film Festivali'nde, ardından restore edilmiş hâliyle 2015'te Venedik Film Festivali'nin "Klasikler" bölümünde gösterilmiştir. Film ayrıca, 1970'de düzenlenen 2. Adana Altın Koza Film Festivali'nde beş farklı dalda ödül kazanmış ve 2015'teki 47. Sinema Yazarları Derneği Ödülleri'nde "100 Yılın En İyi Türk Filmi" seçilmiştir.

Filmin mekanlarından biri çocukluğunun geçtiği yerdir. Filmdeki Arabacı Cabbar, tiplemesi babası Hamido’dur. Bu filmde faytonculuk yapan Cabbar’ın atının zengin bir adamın arabasının çarpması sonucu ölmesiyle gelişen olaylar anlatılır.

Film 2. Altın Koza Film Festivali’nde beş dalda ödül almıştır.

 


-FİLMİ İZLE-

Duvar Filmi

1983 yılında çekilmiştir. Cannes Film Festivalinde büyük ödül olan “altın palmiye’yi” alan ilk Türk filmidir. Film cezaevinde çıkan bir isyanı konu edinmiştir. Filmde Yılmaz Güney’in dostlarından Tuncer Kurtiz’le birlikte Nicolas Hossein, İsabelle Tisandier, Ayşe Emel Mestçi… rol almıştır.


-FİLMİ İZLE-


Yol Filmi

İmralı Yarı Açık Cezaevi’nden izinli çıkan beş mahkûmun yolculuğu anlatılır. Filmde rol alan sanatçılardan bazıları: Tarık Akan, Şerif Sezer, Halil Ergün, Necmettin Çobanoğlu ve Meral Orhonsoy’dur… Film 1982 yılında Cannes Film Festivali’nda Altın Palmiye ödülünü almıştır.


-filmi izle-

Sürü Filmi

Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazıp   Zeki Ökten’in yönettiği kan davasını konu edinen bir filmdir. Filmde Tarık Akan, Tuncer Kurtiz, Melike Demirağ, Levent İnanır, Yaman Okay rol almıştır.


Böyle bir özetlemeden sonra rol aldığı filmlerin başlıcaları şunlardır.

“Çirkin Kral, Hudutların Kanunu, Seyithan, Bir Çirkin Adam, Umut, Baba, Umutsuzlar, Arkadaş, Zavallılar, Zeyno, Dolunay Katilleri, Canlı Hedef, Aç Kurtlar…”

12 Eylül askeri darbesinden sonra bütün filmleri yasaklanıp toplatılmıştır. 100 filminden 24 tanesi kayıptır.


O çok yönlü bir sanatçıdır. Hem yazarlıkta hem yönetmelikte hem de oyunculukta hakikaten çok önemli bir isimdir. Ona ait iki kitabı okudum: Boynu Bükük Öldüler ve Salpa. Boynu Bükük Öldüler adlı roman 1972 yılında Orhan Kemal roman ödülünü alan harika bir romandır. Bunun dışında Ağıt, Arkadaş, Sürü, Acı, Yol, Sanık… adlı kitapları da vardır. Fakat basımı olmadığı için edinmek oldukça zahmetli…


Yılmaz Güney’in hapishaneden kaçışı

Ona, “hapishaneden kaçar mısın,” diye soranlara, “hayır kaçmam, fakat istediğim her an kaçabilirim,” diye yanıtlamıştır. Yılmaz Güney’in kırk yedi yıllık ömrünün 13 yılı cezaevlerinde geçmiştir. Türkiye’de aydın olmak hiç kolay değildir. Hemen hemen muhalif duruşlu aydınlarımızdan cezaevine girmeyen yok gibidir.

Isparta Yarı Açık Cezaevi’nden 9 Ekim 1981 tarihinde bayram izni münasebetiyle Siverek’teki annesini ziyaret etmek için izinli olarak çıkar ve bir daha geri dönmez. İzin süresi dolunca cezaevi yetkilileri döner belki diye iki gün bekler, hiçbir yere bilgi vermez; fakat o, çoktan Türkiye topraklarından ayrılmıştır.


Yılmaz Güney deniz yoluyla Marsilya’ya gidecektir. Fakat onları taşıyan tekne biraz yol alınca fırtına çıkar. Artık deniz yolculuğu tehlikelidir, devam etmeleri imkansızdır. Bunun üzerine rota Rodos’a çevrilir. Güney, oradan İsviçre’ye daha sonra Marsilya son durak Paris’tir. 6 Ocak 1983 tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından vatandaşlıktan çıkarılır. Sonraki yıllarda kaçışına dair verdiği bir mülakatta “ben Türkiye’den değil cezaevinden kaçtım, bir gün elbet döneceğim,” demiştir.

Hastalığı

Yılmaz Güney, uzun zamandır midesinden rahatsızdır. Onun sıkıntılı, stresli yaşamı hayatına sebep olmuştur. Yazık ki özgür günlerinde hastalığı için gereken hassasiyeti göstermediği gibi, tutuklu olduğu yıllarda da cezaevi doktorları veya onların sevk ettiği hastanelerdeki doktorlar lazım gelen tedaviyi uygulamayarak erken yaşta ölmesinden sorumludurlar. Fransa da midesinden rahatsızlığı iyice ilerleyince bir üniversite hastanesine gider. Maalesef hastalığının o kötü hastalık olduğu öğrenilir. Ameliyat edilir. Fakat tedaviler olumlu netice vermez, 9 Eylül 1984 yılında hayatını kaybeder.

Eşleri ve çocukları

Yılmaz Güney Konya’daki sürgün günlerinde eğlence sektöründe çalışan Can adını verdiği Birtek Ünal’la tanışır ve ona âşık olur. Birlikte yaşamaya başlarlar. Cezası bitince Birtek Hanım’ı İstanbul’a getirir, birlikte yaşamaya devam ederler. Bu beraberlikten Elif adını verdikleri bir kızları olur. Bu esnada Yılmaz Güney tekrar senaryo yazmaya, film çevirmeye başlar. 1964 yılında çevrilen Kamalı Zeybek filminin kadın oyuncusu Nebahat Çehre’dir. Nebahat Çehre güzellik yarışmasına katılmış güzel bir kızdır. Bu film iki gencin birbirlerine âşık olmalarına vesile olmuş, İki sevgili gerçekten çok tutkulu bir aşk yaşarlar ve nihayet 1967 yılında evlenirler. Farklı iki karakterin uzun süre evli kalmaları kolay olmayacaktır. Üstüne üstlük bir de yaşam biçimleri, kültürel farklılıkları olan bu iki insan bir yastığa baş koyması uzun süreli olması zordur ve yıl sonra ayrılırlar. Abdurrahman Keskiner’in anlattığına göre bir gün meyhanede iki sevgili tartışır. Nebahat Hanım, öfkelenip mekândan ayrılır, Yılmaz Güney de arabanın direksiyonuna geçip peşinden gider, Elmadağ civarlarında olacak arabayı Nebahat Hanım’ın üstüne sürer…


Fatoş Güney’le evliliği tam manasıyla bir romandır, belki de bir diziye konu olabilecek kadar ilginçtir. Fatoş Hanım, İtalyan Lisesi’nde okumakta iken, yaşı daha on yedidir. Bir gün bir arkadaşı ile Yılmaz Güney’in film çevirdiği sete gelir. Fatoş Hanım’ın aklında hiçbir şey yokken, Yılmaz Güney onu görür görmez âşık olur.



Onları tanıştıran kızın aracılığı ile sık sık görüşmeye başlarlar. Aslında Fatoş Hanım, seçkin, ekonomik durumları çok iyi bir ailenin tek çocuğudur. Onların birlikte olmalarına, arkadaş olmalarına rıza göstermez aile, fakat Fatoş Hanım’ı ikna edemezler ve nihayet görüşmeler, bir araya gelmeler evlilikle noktalanır. Bu evlilikten 1971 yılında Yılmaz adını verdikleri bir oğulları olur.


Fatoş Güney’le Yılmaz Güney’in evlilikleri sadakatin, paylaşımın, dayanışmanın, direncin, sevginin… aşkın hayat bulmasıdır. Senaristler,” Fatoş” diye bir sinema yapsa, bir dizi yapsalar ben inanıyorum çok fazla izleyici bulacaktır. Bu evlilik, sevmenin, direnmenin ta kendisidir.

Özet olarak

Yılmaz Güney 1937 yılında Urfa’nın Siverek’te doğmuş, dirençli, mücadeleci bir insandır. Tek başına, dünyaya, sisteme savaş açan “bir yiğittir mi diyelim ya da Donkişot mu” diyelim bilemedim. O dünyaya sol pencereden bakan bir aydındır, demiştim ya. O da aydın olmanın bedelini çok ağır ödeyen diğer aydınlar gibi (Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Tarık Akan, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Orhan Kemal, Yaşar Kemal… yüzlercesi ) ağır ödemiştir.


O sinemacı olmasaymış, büyük bir edebiyatçı olurdu. Bence edebiyatımızın belki de ikinci Yaşar Kemal’i olurdu. Ah Yılmaz Güney ah, biliyor musun, 9 Eylül 1984'te ölmekle sadece Türk sineması değil, Türk edebiyatı da bir yazarını kaybetti. 


Ruhun şad olsun, toprağın incitmesin!

  


                                                                                                                        

  Nisan 2024 / Salihli

*

ÇOK OKUNANLAR
ÖZGÜN BİR YAZI
maviADA Sayfasında 123 ziyaretçi, 3 beğeni alırken , internet raporunda 261 ziyaretçi yakalamış.

Comments


1/387
1/5
bottom of page