top of page

Arama Sonucu

maviADA'ya DÖN

Boş arama ile 4409 sonuç bulundu

  • UŞAK’TA İKİ GÜN

    Zeki Sarıhan * Uşak Belediye Başkanı Özkan Yalım’dan eşime bir çağrı geldi. 26 Eylül’de kentte ilk kez açılacak Kitap Fuarı’na katılması isteniyordu. Bunun nedeni eşimle Meclis’te aynı dönemde görev yapmalarıymış. Konu kitap fuarı olunca eşimin peşine takılmaktan kaçınamazdım. Bilgi vererek fuarda iki kişilik yer ayırttık ve Yalım’ın gönderdiği bir otomobille evden alındık.  Akif Bey bizi Ankara’dan Uşak’a dört saatte uçurdu! Belediye’nin kendi çalışmalarını sergilemek için ayırdığı masanın ucuna Şenal imzalayacağı tek kitabını, ben ise mevcudu olan kitaplarımdan 15’ini açtım. BÖYLE GENÇLER DE VARMIŞ Çok geçmeden elinde bir kitapla standın önünde bir genç belirdi. Kurtuluş Savaşı Kadınları kitabına gözünü dikti. “Kurtuluş Savaşı Günlüğü yok mu?” dedi. Bu genç Kurtuluş Savaşı Günlüğü’nün adını nereden öğrenmiş olabilirdi? Okulunu sordum. Fen Lisesinde okuyormuş. Birden onu benim 17-18 yaşlarımın ikizi olarak hayal ettim. Öğretmen Okulu’nda iken yazarlar, kitaplar, dergiler hakkında allame olduğumuz yıllar… “Elindeki kitaba bakabilir miyim?” Dedim. “Yunanlıların Uşak’ı İşgali ve Esaret Sancısı” 463 sayfalık bir çalışma. Tam da benim ilgi alanım içinde. Nerden aldığını sordum: Stantların öteki ucunu işaret ederek “Yazarı hediye etti” dedi. Şenal, Kurtuluş Savaşı Kadınları’nı bu gence armağan etmemi önerdiyse de kabul etmedim. “Para verilerek satın alınan kitaba daha çok değer verilir” diyerek kabul etmedim. Genç, gitti, bankamatikten para çekerek kitabın bedelini ödedi. Biraz sonra stantların öteki ucuna giderek “Sadiye Hanım’ı arıyorum” dedim. Ufak tefek bir hanım “Benim!” dedi. Onu niçin sorduğumu söyledim. Biraz önce bir gence verdiği Uşak’la ilgili kitabını gördüğümü söyleyerek isterse kitap takası yapabileceğimizi, yoksa kitabını satın alacağımı söyledim. “Armağan edeyim” dediyse de kabul etmedim. Belediye Uşaklı yazarlara ve Uşakla ilgili çalışmaları olanlara bir masa vermiş. Hatta bu kitaplardan satın da almış. Sadiye Tutsak bu vesile ile oradaymış. Kitabından verdi. Bizim masaya geldik. BİR ZEKİ SARIHAN DAHA VAR Sadiye Tutsak , Uşak Üniversitesi Tarih Bölümünde Profesör. Ben adımı söyleyince “Başka bir Zeki Sarıhan daha var!” demez mi? Kast ettiği de bendim! Tarih araştırmalarından bildiği, belki de artık hayatta olmadığını düşündüğü Zeki Sarıhan’ın böyle aniden karşısına çıkacağına ihtimal vermemiş olmalıydı. Kitabını Kurtuluş Savaşı Kadınları ile takas ettik. Biraz sonra Profesör Barış Metin’le geldi. Eğitim Fakültesinde Cumhuriyet Tarihi dersleri veren Barış Bey’le de  hemhal olduk. Uşak, eşimin ve benim tanıdıklarımın olmadığı, dolayısıyla yolumuzu gözleyenlerin olmadığı bir kent. Çok eski yıllarda kaldı, Öğretmen Dünyası’nı tanıtmak için öğretmenlerle ADD şubesinde bir toplantı yaptığımızı hatırlıyorum. O dönemde Eğit-Sen başkanı, şimdi emekli olan arkadaş geleceğimizi duymuş uğrayıp bir ihtiyacımızın olup olmadığını sordu. Ertesi gün de eşi geldi aynı şeyi söyledi. Benim Uşak’ta bir yerim yoksa da Uşak’ın benim zihin dünyamda silinmez bir izi vardı. Hele İbrahim Tahtakılıç’ın Uşak Heyeti Milliyesi başkanı olarak yaptığı çalışmalar zihnimde silinmez izler bırakmıştı. Bu Heyeti Milliye Kurtuluş Savaşı’nın ilk sivil örgütlenmesiydi. Yunan işgaline karşı İç Batı Anadolu’da inançlı bir direnme seti oluşturmuştu. Belediye, Kitap Fuarı’nı İstanbul’da oturan Kurtuluş adındaki cevval bir organizatöre yaptırmıştı. Bir Pazaryerini güzelce düzenlemişler ve 70 kadar yayınevinin burada yer almasını sağlamışlardı. Ziyarete gelenler çok değilse de az da sayılmazdı. Okullardan da öğrencileri topluca getiriyorlarmış. Bizim masanın önünden geçen pek yoktu, geçenler de şöyle uzaktan bakıp geçiyorlardı. Yalnız bir masa vardı ki, önünde yüzlerce denebilecek genç kız sıraya girmişti. Fantastik romanlar yazan bir yazar için sıraya girmişler. Kızlara sordum: Buraya geleceğini nerden duydunuz?” “Sosyal medyadan” dediler. “Ben de mi acaba fantastik romanlar yazmaya başlasam” diye söylendim kızlara… HACI HACIYI MEKKE’DE… Standımıza uğrayanların azlığından söz ettim ama uğrayanın da tam “uğradığını” söylemem gerek. Benim uğraştığım işlerle Uşak’ta da tam olarak ilgilenenlerin olduğu anlaşıldı. Nitekim Ömer Aşçı, bana Kurtuluş Savaşı Müzesini gezdirmek istediğini söyleyince sevinerek kabul ettim. Atatürk Kültür Merkezi’nin arkasında on katlı bir yapı, bir süre boş durduktan sonra iki yıl önce Belediye çalışanı halk sağlığı uzmanı Ömer Aşçı’nın çabalarıyla Müze hâline getirilmiş. Onuncu kattan başladık. Her katta, Uşak’ın Kurtuluş Savaşı ile ilgili bir olaya yer verilmiş. Fotoğraflar büyütülmüş, balmumu heykelleri yapılmış. “Biz Cumhuriyeti Böyle Kurduk” pankartı bulunan Cumhuriyet’in Onuncu Yıl anmalarından çekilmiş ünlü bir fotoğrafı sanırım herkes görmüştür. Fotoğrafın Polatlı’da çekildiği gibi bir tevatür vardı. Meğer Uşak’ta çekilmiş. Uşaklılar bunu fotoğraftaki figürlerden kanıtlamışlar.  İbrahim Tahtakılıç’ın da balmumumdan heykelini başka bir kattaki fotoğrafın yanına koymuşlar. Yunanlıların Uşak’ı işgali, kurtuluşu, Mustafa kemal Paşa’nın Büyük Taarruzdan bir ay önce askeri teftişini, Uşak Kuvayı Milliyesi’ni kuran ve destekleyenlerın fotoğraf ve heykellerini çeşitli katlara yerleştirerek hem yerel tarih bilincine katkıda bulunmuşlar, hem de minnet borçlarını yerine getirmişler. Ömer Aşçı sağlıkçı. “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Uşak’ta Sağlık” adlı Mehmet Karayaman’ın bir kitabını da müzedeki kitaplıktan alıp bana verdi. Kendisi yerine yenini koyacak. Sabahleyin gezdiğimiz modern Uşak Müzesinde öğrendiklerimizle bu müze bölge ile ilgili bilgilerimize unutulmaz katkılarda bulundu. O gün Uşak’ın hareketli günlerinden biri idi. Afyon’daki mitingden sonra Uşak’a gelen CHP Genel Başkanı Özgür Özel, kentte yeni bir eserin açık hava tiyatrosunun açılışını yaptı. HALI VE TARHANA” Belediye’nin bize tahsis ettiği şoföre, “Bizi şöyle kentin içinde bir dolaştırır mısın?” ricasında bulundum. Eski camilerin, çeşmelerin, hamamların, sanayi tesislerinin bulunduğu yerlerden geçtik. Uşak’ı iki şey temsil eder hâle gelmiş. Biri halı, öteki tarhana. Masa komşumuz  Belediye’nin halıcı kızları, minyatür halılar üzerinde bulunan motiflerin neyi ifade ettiğini gelene geçene anlatıyorlardı.  Fuarda Belediye, isteyenlere bardaklarla tarhananın tadına baktırıyordu. Biz de şehir turunda “Yeldanlızade TARHANA BABA”’ya uğrayarak “Özel Uşşak Ev Tarhanası”ndan bir kilo satın aldık (490 TL). Dükkân’ın alınlığına “Annelerden sonra ikinciyiz” yazmak gibi bir zekâ ürünü sergilemişler. Poşetin içine koydukları tanıtım kâğıdında tarhananın çeşitlerini de yazmışlar. Mantarlı Tarhana, Kızılcık Tarhanası, Siyez Buğday Tarhanası, Glutensiz Tarhana, Bebek Tarhanası, Vegan Tarhana” Bu işletme 1974’ten beri üretim yapıyormuş. Başka tarhanacıların olduğu da caddelerdeki dükkân levhalarından görülüyor. Atatürk, Uşşakızade’lerden Latife Hanım’la evliliğinden ötürü Uşaklıların damadı sayılıyor.  Ömer Bedrettin Uşaklı, Halit Ziya Uşaklıgil de de soyadlarıyla kente onur veriyorlar. Gülse Birsel, İskender Pala, Azra Akın, Akrep Nalan, Haydar Dümen, Besim Atalay Uşak doğumlu ünlülerden bazıları. Vaktimiz olsaydı şehre 30 km. uzaklıktaki Ulubey Kanyonunu görmeye gidecektik. Uşaklılar bizden fazla bir şey alamadılar. Kitap götürdüğümüz çantaların ağırlığında bir hafifleme olmadan, aksine iki gün içinde biz alabileceğimizi almış olmanın ağırlığıyla 28 Eylül gecesi Ankara’da evimize bırakıldık. Ne demişler: Gelecek hafta çıkacak gezi kitabımın adında da vurgulandığı gibi, “Gezen Tilki Yatan Aslan’dan yeğ imiş.

  • Titrek Hamsi Hücresi

    Yaratıcı sanat örneği bir örgüt: Titrek Hamsi Hücresi Zülfü Livaneli 2008'lerde maviADA'da yazmaya başlamıştı. O zamanlar mı duymuştum emin değilim. Trabzon Öğretmen Okulunda benim de öğretmenim olan Mustafa Beşgen'in adının geçtiği bir anısını anlatmıştı. 12 Eylül öncesinde her aklına estiğinde derin devletin asker eliyle gidişata müdahale ettiği, yüzlerce, binlerce aydının, gencin tutuklanıp hapse atıldığı günlerde resim öğretmeni Mustafa Beşgen gözaltına alınır. Ki o dönem de gözaltı şaka değildir. Aynı davadan genç Livaneli ve çok sayıda Trabzon yöresinden insan örgüt kurmak suçlamasıyla tutuklanır. Kendi deneyimlerimden bilirim; siyasi nedenlerle hapse düşenlere karakol sorgulamalarında ilk hangi örgüte üye olduğu sorulur, ilgisi yoksa bir örgüt bulunur, kişi dahil edilirdi. Ne var ki bu, bir polis buluşu bir ada da benzemiyordu. Tehlikeli örgütün adı tam bir yaratıcı sanat örneği matrak bir addı: Titrek Hamsi Örgütü. Beşgen resim öğretmenidir ama Livaneli o yıllarda saz çalmaya hevesli bir gençtir henüz. Sanat dünyasında bir adı yoktur daha. Halk müziğinden Protest müziğe geçmesine ve onu yaygın şöhrete taşıyacak "Karlı Kayın Ormanında" kasetini yapmasına daha 7-8 yıl vardır. Kafa' mıydı, OT' muydu bilemiyorum, ama sonraları Zülfü Livaneli'nin yazdığı bu Titrek Hamsi Derneği ne edebi magazin dergilerinin birinde rastlayacaktım. Kesin bir dille Mustafa Beşgen'in adlarını verdiği için tutuklandıklarını söylüyordu. Ne var ki Atilla AŞUT'un gönderdiği aşağıdaki yazıda BEŞGEN'in adı geçmiyor. Tam unutmuştum ki, maviADA'ya yazan Mehmet Şamilof'un sayfasında aralarında Behice Boran'ın da olduğu bir grubun siyah beyaz bir resminin altında Titrek Hamsi Derneği adına denk gelince bu mizahi, ama biraz da asparagas duran anının gerçekte daha derin boyutları olabileceğini düşündüm. Kaldırdığı her taşın altında ya altın ya yılan mutlaka bir şey vardır hissini de veren mahlas adıyla Şamilof 'tan yardım isteyince aşağıdaki yazı ortaya çıktı. Kitaplara bile konu olmuş, kendisi şaka gibi ama Trabzon yöresinin çok aydınını hapse, sıkıntılara sokmuş Titrek Hamsi Derneğinin bizdeki hikayesi bu kadar. İyi okumalar. * Şenol Yazıcı "Titrek Hamsi Hücresi", gerçekte mizahi bir adlandırmadır. 12 Mart darbesinden sonra Trabzon'da gözaltına alınan bir grup ilerici-solcunun yargılanmaları sırasında yaşanmış bir öyküdür. Bu davanın sanıkları arasında olan Ömer Faruk Ciravoğlu, daha sonra bu adla bir kitap yayımlamıştır (Pencere Yayınları, 2004). Bu davanın bir başka sanığı Zülfü Livaneli de "Sevdalım Hayat" adlı anı kitabında bu konuya değinmiştir. Ekte size iki yazı gönderiyorum. Yazılardan biri, davanın sanıklarından öğretmen Şefik Asan'a aittir. Öteki yazı ise benimdir ve Trabzon'da çıkan Kıyı dergisinde yayımlanmıştır. Bu yazı esas olarak bir halkbilimciyi anlatmak için kaleme alınmıştır. Konuyu dağıtmak istemediğimden, ben size bu uzun yazının yalnızca "Titrek Hamsi Örgütü"yle ilgili bölümünü gönderiyorum." * Atilla AŞUT * Titrek Hamsi Hücresi adı nereden geliyor? ŞEFİK ASAN * Yakın tarih anekdotları 12 Mart 1971, İkinci Askeri Darbe dönemi… Tüm yurtta, gazeteciler, öğretim üyeleri, öğrenciler, aydınlar, yurtseverler gözaltına alınıyor… Tabii Trabzon da payına düşeni alıyor… ve ekim ayı başında gözaltına alınıyoruz. Götürüldüğümüz yer Boztepe’deki asker garnizon binası. Ama orası buna göre hazırlanmış değil. Birkaç gün içinde toplam 68 kişi olduk. Büyük bir er yatakhanesi boşaltılarak oraya konuluyoruz. KTÜ öğretim üyeleri, benim gibi öğretmenler, üniversite öğrencileri ve çeşitli mesleklerden aydınlar… Ama hiç birimiz neden gözaltına alındığımızı bilmiyoruz. Aramızdaki en flaş isim Akçaabat Savcısı (aslında sorgu yargıcıdır, ama savcı olarak tanındı hep) Ali Faik Cihan’dır. Birkaç yıl önce Sosyalist Türkiye adlı bir kitabı çıkmış ve suç sayılarak yargılanmıştır. Onunla ilintili olarak toplandığımızı sanıyoruz, ama çoğumuz birbirimizi orada, Boztepe’de tanıdık. Bir sabah Maçka’dan bir grup arkadaş getirildi. Aralarındaki en heyecanlı isim öğretmen Numan Yavuz’du. Öfkeliydi: “Yahu arkadaşlar,” dedi. “Sabaha karşı sahur yemeğini yiyemeden aldılar beni. Şimdi ben oruca devam mı edeceğim, yoksa bozayım mı?” Bazılarımız kahkahayı basınca Numan Hoca sinirlendi. O, gülenlere sataşma fırsatı bulamadan yanımda oturan şair Dr. İlhan Demiraslan bombayı patlattı: “Arkadaş,” dedi, “sanırım hücrenin dinci kanadından.” Numan Hoca haklı olarak isyan etti: “Ben hücre mücre bilmem, kimseyi tanımam. Ne hücresi be?” “Eh, bu da normal, “dedi Doktor bıyık altından gülümseyerek. “Hücre elemanları üç kişiden fazla kişiyi bilmez, tanımaz.” Numan Hoca daha çok kızdı: “Ne hücresi be? Hangi hücreden söz ediyorsunuz siz?” “Titrek Hamsi Hücresi!” dedi doktor. Ve tabii, hepimiz kahkahayı bastık. Çünkü Doktor’un yaptığı esprinin kaynağını anlamıştık. Çevresinde yer aldığımız iddia edilerek toplatıldığımız Ali Faik Cihan, heyecanlanıp konuşurken kafası oynar, elleri titrerdi. Hayır, Parkinson hastası falan değildi. Ama böyleydi işte. Ali Faik Cihan Rize Fındıklılı, espritüel, sempatik, sevimli bir Laz’dı. Dr. İlhan Demiraslan’ın yakıştırmasına en çok o gülmüştü. Ve o andan itibaren Titrek Hamsi Hücresi adı hep şaka olarak kullanıldı aramızda. Ankara’ya götürüldüğümüzde bunu gazeteci Mustafa Ekmekçi de duymuş ve köşesinde yazmıştı. İsim basına da yansıyınca kalıcı hale geldi ve tuttu. Daha sonra beraat etmiş olsak da Titrek Hamsi Hücresi  adı böylece tarihe mal olmuş oldu. Sonuçta Karadenizli değil miydik?..  “İşte size hücre!” dedik bir bakıma… Şimdi aramızda olmayan Ali Faik Cihan’ı saygı ile analım burada. Ve yine, oldukça erken aramızdan ayrılan şair Dr. İlhan Demiraslan’ı da aşağıdaki şu kısa şiiriyle  yine saygıyla hatırlayalım: Paramız yok ki Karımız olsun, Geceleri şeytan girer rüyama, Sağ olsun. (Gazete İstanbul, 22 Mart 2017) Bu yazı burada yayınlanmıştır. * KAYNAK: Mehmet ŞAMİLOF

  • DOLMUŞTA DOĞUM  

    ÖYKÜ * Niyazi UYAR *                                                                                                                          Yapacak edecek bir şey yoktu evde. Yine de oturamağının üstüne oturup şöyle bir dinlenmiyordu. Odadan odaya gidip geliyordu durmadan. Kitaplığın önünde bir zaman oyalandı. Bir ikisini eline aldı, sayfalarını evirdi çevirdi; okumak içinden gelmiyordu bir türlü. Yine de birini çekti çıkardı, çalışma masasının üstüne bıraktı. Sandalyeyi altına çekerek oturur gibi yaptı. Arka kapaktaki eleştiri yazılarını “okuyayım bir,” deyip okumaya çalıştı. Bir iki eleştiriyi okudu; olmadı, anlamıyordu çünkü. Kalktı, tekrar dolaşmaya başladı evin içinde. Pat diye patlayacaktı nerdeyse. Bundan sonra yıllık iznini bu kadar uzun kullanmayacaktı, kararı karardı. Her gün yaptığı gibi, alıp başını Alsancak’a doğru gidecekti. Sabriye’nin dengesiz, densiz davranışları koparmıştı hayattan, “huzur buluyorum, yorgunluğum diniyor,” dediği cennete çevirdiği sitesinden. O,” çingene elek bulmaz,” sözüne inat, yaşadığı Cumhuriyet Sitesi’ni tam bir cumhuriyet yapmış. Yeşilin, temizliğin, düzenin cumhuriyeti olmuştu site. Yeşili, cins cins, her çeşitten: Açık, koyu, çok açık, çok koyu... Tarım İl Müdürlüğünde ziraat mühendisi kadrosunda çalışan bir profesördü ya, işte o nedenle yaptıklarını bilimsel esaslara göre oldurmaya çalışmaktaydı hep. Sitenin kuruluşundan beri, sekiz on senedir, yöneticiydi. “Aman hocam sen bu işi gerçekten iyi yapıyorsun, gerçekten çok iyi yapıyorsun!” “Sakın söylediklerimizi yüze piyaz olarak anlamayın lütfen!” “Doğruyu mahşerde mi söyleyeceğiz hocam?” “Doğruya doğru hocam!” “Ne olur devam et hocam, bizi kurda kuşa yem etme, Allah’ını seversen devam et!” “…” Şenol Bey, apartman görevlisini de kendine göre bir güzel eğitmiş, öyle olmasa çalışamazdı Şenol Bey’le. Öteki sitelerin, apartmanların yöneticileri onu kandırabilmek için, olmadık vaatlerde bulunmuşlar, yine de kandıramamışlar. Kapıcı Osman: “Ben ekmek yediğim tabağa edecek kadar aşağılık biri değilim. Beni köyümden ta buralara kadar getirip elime ekmek veren, çocuklarımın rızkını sağlayan, karımın namusunu emanet ettiğim bu insanlara hainlik edemem; isterseniz milyar dökün önüme! Paranızda pulunuzda gözüm varsa, gözüm önüme aksın vallahi billahi!” Şenol Bey, sabah erkenden uyanır, bir iki bir şey atıştırır sonra da kimseye bir şey demeden çıkıp giderdi. O gün yine bir şey demeden, öylesine çıkmış bulundu; zaten hep öylesine çıkıp gidiyor, gece yarılarına kadar dönmüyordu. Eve gelince de kimseyi uyandırmadan, yavaşça sokuluyordu yatağına. Bahçe kapısını yine yavaşça çekti, kararsız adımlarla karşı kaldırıma geçti. “Şu evime bir de uzaktan bakayım diyerek, geriye döndü. Sanki bir daha dönmeyecekmiş gibi. Balkon demirlerine çamaşırların serilmiş olduğunu görünce deliye döndü yine. “Yapma be hanım, bu doğru değil,” dediği halde Sabriye kadın onu kızdırmak için yapmaya devam ediyordu. Kaşları çatıldı, gözleri yalım yalım yanmaya başladı. “Allah seni bildiği gibi etsin kadın! On sefer söyledim, şu çamaşırları balkon demirlerine serme diye! Ama anlamıyor ki, sen söyle, sen dinle.  Sen böyle yaparsan, ötekiler ne yapmaz ki? Yazıklar olsun sana, onca yıl okumuşsun; boşuna okumuşsun! Hâlâ cahil cuvalasın be kadın!” Köy mü, kasaba mı, kent mi belli değil. Belediye başkanı: “Batılı anlamda bir şehir olduk inşallah,” diyordu demesine de yollara tükürenleri, zart zart klakson çalanları, balkon demirlerine serilmiş çamaşırları görmezden gelir. Sonra da, “Batılı anlamda bir şehir olduk inşallah,” der.  Şenol Bey, işte bu açmaz içinde balkon demirlerine serilmiş çamaşırlardan alarak öfkesini, gökyüzünün mavisine kılıç gibi çekilmiş çok, çok, çok katlı apartmanlara çevirdi. Yalnızca, iki apartmanda yaşayanların sayısı Anadolu’daki bir kasabadan fazladır. Topraktan kazanmak için insanları üst üste oturtmuşlar, üst üste mezar varmış gibi. Üst üstte oturmuşlar oturtmasına da yine yakın olamamışlar; hepsi birbirine yabancı… Bir de o beton yığınları, özensiz çirkin çirkin yapılmışsa... Şenol Bey’in kafası aklına gelen her şeyle, karım karım karışmıştır. Karışmaz mı, Körfez depreminde on binlerce can pisi pisine yok olup gitmiştir. Düşünceler vuruşmaktadır kafasının içinde. Bir, biri, bir öteki öne geçmekte; durmadan yer değiştirmekteler, bir kayadan kayaya atlayıp durmaktalar adeta... Yalnızlığını paylaşmak için Alsancak’a gidecekti. Arabayı almadan gitmenin daha doğru olacağını düşünmüştü. Ne önemi var ki, nasıl olsa oraya kadar dolmuş gidiyordu ya! Hem müsriflikten oldum olası nefret etmiştir. Sabriye’yle anlaşamadıkları konuların başlıcalarından biri de budur zaten. Minibüse binmek için durağa doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bu sırada karşı kaldırımda iki köpeğin atlaya zıplaya oynaştığını fark etti. Sonra karası çok kara, alaca kedinin onlardan habersiz kuyruğunu dikmiş, gururlu gururlu patilerini tören adımıyla kaldırıp attığını gördü. Sevindi. Çevrenin sessizliği mutluğunu pekiştirmekte, doğallığı yaşatmaktadır ona. Püskül püskül olmuş karabiberlerin, ağaç mı, kenger kurusu mu bilinmez gövdelerinin eğri büğrü olmuş sevimsiz görünümüyle bir zaman eğleşen Şenol Bey, tekrar durağa doğru yürümeye başlar. Durağa vardığında kimsecikler yoktur. “Sokağa çıkma yasağı mı var acaba,” diye kendi kendine sormadan edemez. “Allah Allah… Hafta sonu mu yoksa?” “Olur mu hafta sonu, iş günü, iş!” “Hafta sonu mu, iş günü mü?” “…” Şenol Bey şaşırır bir cevap bulamaz. Yalnız kalınca, yapıp ettiklerini sorgulayan Şenol Bey, hiçbir şey bulamazsa, adının anlamı üzerinde kafa yorar. “Şenol, Şenol! Şen ol, şen ol, şe nol, şen, şe, şe, şen ol! “Şen olmak kolaymış gibi! Nasıl şen olacaksın, hadi bakayım şen ol, sıkıysa, şen ol! Boş ver işime bakayım ben. Anam erkek doğurunca demek ki, babam şen olmuş, adımı öyle “Şenol” koymuş! Şenol!”  Durağa gelince” Otobüs mü, minibüs mü “diye gidip gelirken, “Haydi abi, Alsancak, Final, Manavkuyu!” Şenol Hoca hiç cevap vermez, ondan tarafa bakmaz bile. “Haydi abi bineceksen, bin; eğleşip durma!” Mavi minibüsün otomatik kapısı açıktır. “Kapım herkese açık” diyen, dergâh şeyhi gibi durmuş beklemektedir. Atkı takılacak hava değildir; ama kirden beyazı kaybolmuş lacivert atkılı, çengel bıyıkları olan şoförün bıçkın bir vaziyeti vardır… Hele kirli sakalları ... “Haydi abi, bineceksen bin, bekletip durma!” Şenol Bey’in dolmuşa bineceği alnında yazılıdır sanki, elinde tabelası “Alsancak’a gideceğim,” demektedir. Dolmuşçu tevatür bir adama benzemektedir. Sanki zorla bindirecek, kolundan tutup çekip alacaktır dolmuşa. Emre itaat edip biner dolmuşa Şenol Bey. Oturacağı yeri seçmeye çalışırken, içerinin ağır ter kokusu, birden içini dışına çıkarır. İnmeyi düşünür o anda. O düşünürken dolmuşçu hareket etmiştir bile.   İçerisinin acı ter kokusu azalacağına artarak devam eder. İnsanların banyo manyo yaptıkları yoktur anlaşılan. Ya haftadan haftaya ya da işten işe dökünüp çıkmaktadırlar. Beş altı kişi vardır içeride. Gider, arka koltuğun sağına oturur. Bir kişi de sol başta oturmaktadır. Önündeki koltukta da iki kadın. Birinin dudakları, burnu şişmiş, gözleri pörtlemiş; yüzüne çillik çökmüş, yer yer de karalıklar oluşmuş, Ege’nin tartışmalı adacıkları gibi aynen. Yanında oturan kadın da kaynanası veya annesi olmalı muhtemelen. Belki de doğacak bebek için, alışverişe gitmektedirler, kim bilir? Çengel bıyıklı dolmuş şoförü: “ücretler beyler!” diyerek, ödeme yapmayan varsa, hatırlatma gereği duyar, ya da ödeyenlere, “acaba vermedim mi” diye ikircik içinde olmalarını düşündürerek, ikinci sefer ödeme yaptırır. Şenol Bey, ücreti önündeki kadına uzatarak, “uzatabilir misin bayan,” der. Öndeki bayan öne doğru uzatmaya kalmadan, “aman Allah’ım” diyerek inlemeye başlar. Acı bir sestir bu, hem o kadar acıdır ki, yanındakileri, sağındakileri, solundakileri, çengel bıyıklı şoförü derinden etkiler. Herkes inleyen, acılar içinde kıvranan kadına çevirir bakışlarını. Sürücü, dolmuşu Dr Cavit Özyeğin İlköğretim Okulu’nun giriş kapısının önüne çekerek, “ne oldu abla, bir şey mi var?” “..” Kadının sesi ortalığı alır, dolmuşun açık camından çıkarak dağları deler, yıldızlara ulaşır. “İnin aşağıya, hepiniz inin!” Neye uğradığını şaşıran çengel bıyıklı dolmuş şoförü bıçkınlığından eser kalmamış, ağzını açmadan iner aşağıya. Başında kırmızı yaşmaktan çelgisi, rengarenk elbiseli çakmak gözlü yaşlı kadın, doğurmak üzere olan kadına, sık dişini kızım ben halledeceğim, sen sık dişini. Hamile kadın inim inim inlerken, çektiği acıyı hafifletmek için daha çok çok bağırır. “Anam, anam! Of! Ne olur kurtar beni güzel anam!” “Şimdi yavrum, aha şimdi kurtaracağım seni, sık dişini biraz!” “Olmaz ana, sen yaptıramazsın, götür hastaneye beni ne olur güzel anam benim ne olur hastaneye götür beni!” “Olmaz öyle şey, katiyen olmaz, hastanedeki tokturların hepsi ekek, omaz, dünyada omaz! Utanmıcan mı oranı buranı göstemeye, ne dele sonra bize, hiç düşünmüyon mu gız?” “Ana, ana a a a, ölüyom ben, ne olur hastaneye yetiştir beni, bebek ölcek!” “Ben doğurtacağım seni. Vakti zamanında köyün gadınlanı hep ben doğuttum, kendi doğumumu bile, kimsecikler yokken kendi kendime yaptım! Hiç itiraz etme, seni buda, arabanın içinde doğutcan!” Seslere dayanamayan Şenol Bey, kadının Osmanlılığına aldırmadan dalar içeriye. “Kadın Hanım! Şey, Bayan Hanım ne yaptığının farkında mısın, sen ne yaptığını zannediyorsun?” “İn aşa, in aşa diyom sana! Gömüyon mu gadın doğum yapıyo, utanmaz adam!” “Görmesine görüyorum; lakin bebek ölecek, kadın ölecek! Götürelim hastaneye, şurası, aha şurası! Gel bu inadından vazgeç!” “Omaz, yıkıl git, hem sana ne olup ki! Ölüse, benim torunum, ölüse benim gelinim ölüp, sana ne bundan!” “Çıldırmışsın sen hem vallahi hem billahi çıldırmışsın sen!” “Gonuşup duma, bebek ölüse senin yüzünden ölcek, manişar oma da doğurtem gadını!” “Olmaz Kadın Hanım, büyük şehrin göbeğinde sorumlu bir vatandaş olarak izin vermem böyle bir şeye! Cahillik bu senin yaptığın. Şimdi cahilsin; ama biraz sonra da katil olacaksın!” “Bundan sana ne oluyo efendi, sen kimsin de işime garışıyon? Haydi tefol git!” “Şoför Efendi, bin arabana da götürelim bunları hastaneye. Göz göre göre bir cinayet işlenmek üzere burada. Haydi sür arabanı da şu zavallıcığı yetiştirelim hastaneye!” “Süremem abem, bu deli kadınla uğraşamam ben! Ne olursa olsun, kim ölürse ölsün, sürmem! Sürecek varsa, aha araba, anahtarı da üstünde!” “O zaman sen burada bekle, hastaneye götüreyim ben; istersen sen de gel!” Şenol Bey, sözünü tamamlamadan direksiyona geçer, marşa basıp doğru üniversite hastanesine sürer. O kadar çabuk hareket etmektedir ki, otomatik kapı on beş yirmi metre sonra kapanmıştır. Şenol Bey, tanımadığı bir vasıtayı acemilik çekmeden oldukça iyi kullanmaktadır. Minibüsün içinde şu anda üç kişi vardır: Şenol Bey, kaynana ve gelin. İçerideki ses, üç kişilik değildir, beş kişiliktir, on beş kişiliktir. Gelin acıyla, kaynana intikamla, küfürle; Şenol Bey de telkinle, arada da restle bağırmaktadır. Mavi minibüs, farlarını yakmış, acı klaksonuyla roket gibi gitmektedir. Yoldaki arabalar, sesi duyunca hemen kenara çekilip yol vermekte. Bereket versin, hastane yakın olduğundan tez çabuk ulaşırlar. Acilin kapısında bir ambulans durmaktadır. Kim bilir belki biraz önce bir hasta getirmiştir. Şenol Bey varıp hemen arkasına durur, kapıyı açmadan orada duran polise olayı anlatır. Sonra acilin kapısına yönelir. İnsana duyarlı kapılar, o gelmeden açılır. Dosdoğru sedyelerin bulunduğu yere varır. Varır varmaz, kapar birini, “Hasta bakıcı, hasta bakıcı yardım et, haydi durma, koş!” Hasta bakıcı denilene, itiraz etmeden uyar. Hamile kadın yırtınırcasına bağırır, ortalığı beri baktırır, sesi bayrak olmuş, tüm hastaneye, oradan hastanenin karşısındaki sitelere kadar varmakta. Zavallı gelinin acısını korkusu bastırmıştır şimdi. Bu başına buyruk, eli bayraklı kaynana delirtmiştir bir kez. O ne küfürler, el duymamış, güneş yüzü görmemiş küfürler, boncuk boncuk sıralanır… “İmdat, imdat t t ! Adam kaçırıyorlar kadın kaçırıyorlar!” Kimse onun dediklerine aldırış etmez. Gelini sedyeye bindirip içeriye götürürler. Çaresiz kalan kaynana bağırır bağırır; sonra bir köşeye oturup beklemeye başlar. Şenol Bey de az ötede yakmış sigarsını içeriden gelecek haberi bekler. Çok beklemezler, yarım saat olmadan acilin duyuru cihazının sesi duyulur: “Şenol Bayram, Şenol Bayram! Lütfen hasta kabule, lütfen hasta kabule!” Şenol Bey, sigarasını söndürür, hızlı adımlarla acilin hasta kabulüne doğru gider. Kaynana da onun içeriye çağrıldığını fark eder etmez, peşine takılıp içeriye yönelir. Onlara yardım eden, ya da gelinin kaçıran adamın adı, demek Şenol’muş! “Müjde beyefendi, müjde! Nur topu gibi bir oğlu oldu kadının! Sağlıklı, eli ayağı da düzgün!” “Çok sevendim, gerçekten çok sevendim hemşire hanım! Allah ne muradınız varsa versin!” Şenol Bey, cebinden birkaç lirayı bahşiş olarak hemşireye uzatarak,” alın hemşire hanım, çay alırsınız, bende birkaç gün içinde uğrayıp çayınızı içerim, Allah sizden razı olsun! Ayrıca ne kadar masrafı varsa onları da ödemek istiyorum! Sizden istirhamım, doktor beylere söyleyin, yazıp çizsinler, olur mu hemşire hanım?” “Tabi efendim, hemen şimdi çıkarırlar, siz az bekleyin!” Öfkesi geçen kaynana hayrete düşmüştür. Bir adam, tanımadıkları bir adam, onları izinsiz olarak hastaneye getirmiş, şimdi de masrafları ödemek istemektedir. Şaşırır. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez, dili tutulur bir kelimecik edemez. Demin, daha demin ortalığı beri baktıran, herkese meydan okuyan kadın gitmiş, sessiz bir Anadolu kadını gelmiştir. Bir adam, kılık kıyafeti düzgün bir adam, bir şehirli adam onlara yardım etmiştir. Yaptıklarından bin pişman olmuş kadın, şimdi gözlerini çevirmiş, utancından ne diyeceğini bilemez bir vaziyette kaskatı kesilmiştir. Tabanın karo taşları, insana dönüşmüş, aşağıdan yukarıya, yüzüne gözüne, boyuna tükürmektedir. “Yazık sana, bin kere yazık, tuh senin eline yüzüne, adi kadın!” Yaptıkları aklına gelen, utancı büyüyen kaynana, içini çeke çeke, katıla katıla ağlamaya başlar. Ağladıkça ağlar. Ödemeleri yapan Şenol Bey, onun af dileyen bakışlarına aldırış etmez, hiçbir şey de demez. Bir saat öncesinin “yüksekleri ben yarattım” tavırlı kadının Osmanlısı, büzüştükçe büzüşmüş kalmamıştır yerinde. Kötü bir şey yapmıştır, bir kadına yakışmayacak küfürler etmiştir. Küfür ettiği yetmiyormuş gibi tehdit de etmiştir. Bu adam, işte bu adam onu bir torun sahibi yapmıştır. Hem de erkek! Utancını içine gömen kadın: “Şenol abi, Şenol abi, az bekle hele!” İşini bitiren Şenol Bey, kadının arkasından seslenişini duymazdan gelerek, acilin çıkış kapısından çıkıp gitmiştir. “Şenol Abi, Şenol abi, ne olur az dur bekle!”   Geriye bakan Şenol Bey, kadının kendine doğru geldiğini görür; fakat beklemez, adımlarını hızlandırarak, minibüsü park ettiği yerden alarak, çengel bıyıklı, bıçkın şoförü bıraktığı yere doğru sürer…                                                                           2003 Mart / Bornova

  • MEVLANA

    Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî , Celâleddîn Muhammed Rûmî ( Farsça : جلال‌الدین محمد رومى), ayrıca Celâleddîn Muhammed Belhî ( Farsça : جلال‌الدین محمد بلخى) veya yaygın adlarıyla Mevlânâ veya Rûmî (30 Eylül 1207 - 17 Aralık 1273) 13. yüzyılda Afganistan'da doğmuş, Moğollardan kaçarak Anadolu 'ya gelmiş ve Konya'da yaşamış bir Fars tasavvufçu , ilahiyatçı ve Sufi bir mistik şairdir . Mevlânâ'nın etkisi ulusal sınırları ve etnik ayrımları aşar: onun manevi mirası son yedi yüzyıldır İranlılar , Tacikler , Türkler , Yunanlar , Peştunlar , Orta Asya ve Hint Yarımadası Müslümanları tarafından büyük ölçüde takdir edilmektedir. Şiirleri dünya dillerinin çoğuna geniş çapta çevrilmiş ve çeşitli biçimlere aktarılmıştır. Mevlânâ, Amerika Birleşik Devletleri 'nde "en popüler şair" ve "en çok satan şair" olarak tanımlanmıştır. Eserlerini çoğunlukla Farsça yazmış fakat nadir de olsa bazen Türkçe , Arapça ve Yunanca da kullanmıştır. Mesnevi " adlı eseri Fars dilinin en büyük şiirlerinden biri olarak kabul edilir. Eserleri İran 'da ve Farsça konuşulan ülkelerde geniş çapta okunmaktadır. Eserlerinin çevirileri özellikle Türkiye , Azerbaycan , ABD ve Güney Asya 'da çok popülerdir. Şiirleri sadece Fars edebiyatını değil, Osmanlı Türkçesi , Çağatayca , Urduca , Bengalce ve Peştuca dillerinin edebi geleneklerini de etkilemiştir. Mevlânâ'nın bugün Afganistan toprakları içerisinde yer alan Belh kentinde, 1207 yılında doğduğu düşünülmektedir. Belh'den göç ettikten sonra, 21 yaşına geldiğinde, Anadolu Selçuklu Devleti 'nin başkenti olan Konya ’ya yerleşmiş ve hayatının geri kalanını burada geçirmiştir. 17 Aralık 1273 tarihinde Konya’da vefat etmiştir. Mevlana'dan Bir Şiir AĞIT Göz gamın ne olduğunu bilseydi, gökyüzü bu ayrılığı çekseydi, padişah bu acıyı duysaydı; göz gece demez gündüz demez ağlardı, gökler yıldızlara, güneşle, ayla gece demez gündüz demez ağlardı. padişah bakardı ününe, tacına, tahtına, tolgasına, kemerine, gece demez gündüz demez ağlardı. Gül bahçesi güzün geleceğini duysaydı, uçan kuş avlanacağını bilseydi, gerdek gecesi bu özlemi görseydi; gül bahçesi hem güle hem dala ağlardı, uçan kuş uçmaktan vazgeçer ağlardı, gerdek gecesi öpüşmeye, sarılmaya ağlardı. Zaloğlu bu zülmü görseydi, ecel bu çığlığı duysaydı, cellâdın yüreği olsaydı; Zaloğlu savaşa, yiğitliğe ağlardı, ecel bakardı kendine ağlardı, cellât, yüreği taş olsa, ağlardı. Kumru, başına geleceği duysaydı, tabut, içine gireni bilseydi, hayvanlarda bir parça akıl olsaydı; kumru selviden ayrılır ağlardı, tabut omuzda giderken ağlardı öküzler, beygirler, kediler ağlardı. Ölüm acılarını gördü tatlı can, koyuldu işte böyle ağlamaya. Olanlar oldu, gitti dostum benim. şu dünya bir altüst olsa, aülasa yeri var. öylesine topraklar altında kalmışım. MEVLANA Ad Tam adı, çağdaşı Sipahsalar tarafından Muhammed bin Muhammed bin el-Hüseyn el-Hatibi el-Belhi el-Bekri olarak ifade edilmiştir. Daha yaygın olarak ise, Celaleddin Muhammed Rumi ( Farsça : جلال‌الدین محمد رومی ) olarak bilinir. Celaleddin , "Dinin Haşmeti" anlamına gelen Arapça bir addır. Belhî ve Rumî onun aidiyetini ifade edip, sırasıyla, "Belhli" ve "Romalı" anlamına gelir. İngilizcede adı kısaca Rumi olarak bilinmektedir. Rum/Roma, Avrupa tarihinde bugün Bizans Anadolu'su denilen yerdir. Chicago Üniversitesinden , Rumi biyografisinde otorite kabul edilen yazar Franklin Lewis bu konuda şöyle der: "Bizans'a ya da doğu Roma İmparatorluğuna ilişkin olan Anadolu yarımadası Müslümanlar tarafından ancak nispeten yakın zamanda fethedildi ve hem de Müslüman Türk hükümdarların egemenliği altına girdiğinde bile, Araplar, Farslar ve Türkler tarafından şimdiye değin Rum coğrafi bölgesi olarak biliniyordu. Bu nedenle, Anadolu'da doğmuş veya Anadolu ile ilişkili olduğundan Rumi olarak bilinen bir dizi tarihi kişilik olup, Arapçadan gelen bu sözcük aslında 'Romalı' anlamına gelip burada Romalı ile kastedilen, Bizans İmparatorluğu uyruklu ya da yalnızca Anadolu 'da yaşayan insanlar ya da burası ile ilgili şeylerdir." Ayrıca "Roma Mollası" ( Farsça : ملای روم) olarak da bilinirdi. İran 'da yaygın olarak Mevlânâ / Molânâ ( Farsça : ملای روم مولانا ), Türkiye'de Mevlânâ olarak bilinir. Mevlânâ ( Arapça : مولانا) Arapça kökenli bir kelime olup "efendimiz" anlamına gelir. Onunla ilgili olarak sık kullanılan Mevlevi ( Farsça : مولوی, Mevlevi/Movlevi) de Arapça kökenli olup "efendim" anlamına gelir. Yaşamı Genel bakış Mevlana, yerli Farsça konuşan ebeveynlerden aslen o zamanlar Harezm İmparatorluğu'nun bir parçası olan, ancak günümüzde Afganistan'da bulunan Belh'te doğdu. Doğumu Tacikistan'ın Vahş Nehri üzerindeki bir köy olan Vaşh ya da Afganistan'ın Balkh şehrinde olabilir. Belh o zamanlar Fars kültürünün önemli bir merkeziydi ve Sufizm orada birkaç yüzyıl boyunca gelişti. Mevlana üzerinde babası dışında en önemli etkiler, İranlı şairler Attar ve Senai'dir . Mevlana onları över: "Attar ruhtu, Senai'nin gözleri kamaştı ve zamanla onların katarına bindik" ve başka bir şiirde söz eder: "Attar yedi Aşk şehrini geçti, Biz hala bir sokağın dönüşündeyiz" Babası da Necmeddin Kübra'nın manevi soyuna bağlıydı. Mevlana, yaşamının büyük bir bölümünü eserlerini ürettiği ve 1273'te öldüğü Farslaşmış Selçuklu Sultanlığı altında yaşadı. Konya'da defnedildi ve türbesi ziyaret yeri oldu. Onun ölümü üzerine müritleri ve oğlu Sultan Veled , Sema töreni olarak bilinen Tasavvuf dansıyla ünlü (Semazenler Tarikatı olarak da bilinen) Mevlevi Tarikatı'nı kurdu. Babasının yanında toprağa verildi ve kalıntılarının üzerine bir türbe dikildi. Şems ud-Din Ahmed Eflâki'nin 1318 ile 1353 arasında yazılmış Menāqib ul-Ārifīn'indeki anlatımlar Mevlana hakkında hem söylenceler hem de gerçekler içerir ve bu biyografi dikkatle ele alınmalıdır. Örneğin, Mevlana hakkında en eksiksiz biyografinin yazarı olan Chicago Üniversitesi'nden Profesör Franklin Lewis , Mevlana'nın menkıbe biyografisi ve onun hakkındaki gerçek biyografi için ayrı bölümlere sahiptir. Çocukluk ve göç Mevlana'nın babası, Rumi takipçileri tarafından "Alimlerin Sultanı" olarak bilinen bir ilahiyatçı, hukukçu ve bir mistik olan Bahaeddin Veled'di. Sultan Veled'in İbadetnamesi ve Şemseddin Aflaki'ye (c.1286 - 1291) göre, Mevlana Ebu Bekir'in soyundandı. Ancak bazı modern bilim insanları bu savı reddetmektedirler. Rumi ya da babası için Harzemşah'tan anne soyunun olduğu savı da, aileyi kraliyetle ilişkilendirmek için tasarlanmış, tarihsel olmayan bir menkıbe olarak görülüyor ve kronolojik nedenlerle reddediliyor. Aile için sunulan en eksiksiz soy, ünlü Hanefi hukukçularına kadar uzanan altı ya da yedi kuşaktır. Kaynaklarda Bahaeddin'in annesinin adını öğrenemiyoruz, yalnızca ondan "Māmi" diye söz ettiğini ve 1200'lere kadar yaşayan sıradan bir kadın olduğunu öğreniyoruz. Mevlana'nın annesi Mu'mina Hâtun'dur. Birkaç kuşak boyunca ailenin mesleği, nispeten liberal Hanefi Maturidi okulunun İslami vaazlarıydı ve bu aile geleneği Mevlana'da sürdürdü. 1215-1220 yılları arasında Moğollar Orta Asya'yı işgal ettiğinde, onlardan kaçan Bahaeddin Veled, tüm ailesi ve bir grup müridi ile batıya doğru yola çıkar. Üzerinde uzlaşılamayan menâkıbeye göre, Rumi en ünlü mistik İranlı şairlerden biri olan Attar ile İran'ın Horasan eyaletinde Nişabur kentinde karşılaşır ve Mevlana'nın manevi üstünlüğünü fark eder. Babasının önünde yürüyen oğlu için "İşte bir deniz ve ardından bir okyanus geliyor" der. Attar çocuğa, ruhun maddi dünyaya karışması hakkında bir kitap olan Asrārnāme'sını verir. Bu buluşma on sekiz yaşındaki Mevlana'yı derinden etkilemiş ve daha sonra eserlerine esin kaynağı olmuştur. Veled ve beraberindekiler Nişabur'dan Bağdat'a doğru yola çıkar ve birçok alim ve sufiyle karşılaşır. Bağdat'tan Hicaz'a gider ve hac yaparlar. Kervanları Şam , Malatya , Erzincan , Sivas , Kayseri ve Niğde'den geçer yedi yıllığına Karaman'a yerleşirler; Rumi'nin annesi ve erkek kardeşi orada ölür. 1225 yılında Mevlana, Karaman'da Cevher Hatun ile evlenir. İki oğulları olur: Sultan Veled ve Alaeddin Çelebi. Karısı ölünce Rumi yeniden evlenir ve ondan Amir Alim Çelebi ve Melike Hatun doğar. Bahaddin 1 Mayıs 1228'de, büyük olasılıkla Anadolu hükümdarı Alaeddin Keykubad 'ın daveti ile Konya'ya gelir ve Anadolu Selçuklu Sultanlığı'nın en batısındaki Konya'ya yerleşir. Eğitimi ve Şems-i Tebrizi ile karşılaşmaları Bahaddin bir medresenin başkanı idi ve öldüğünde, yirmi beş yaşındaki Rumi, molla olarak onun konumunu devraldı. Bahaddin'in öğrencilerinden biri olan Burhaneddin Mevlana'yı şeriat ve özellikle Mevlana'nın babasının Tarikatında 1240 a kadar eğitmeye devam etti. Mevlana'nın kamusal yaşamı daha sonra başladı: Konya camilerinde fetvalar ve vaazlar veren bir İslam Hukukçusu oldu. Ayrıca Molvi (molla) olarak görev yaptı ve medresede ders verdi. Bu dönemde Mevlana'nın Şam'a seyahat ettiği ve burada dört yıl geçirdiği söylenmektedir. ŞEMS ve MEVLANA 15 Kasım 1244'te derviş Şems-i Tebrizi ile tanışması yaşamını tümüyle değiştirdi. Rumi başarılı bir öğretmen ve hukukçudan bir çileciye dönüştü. Şems, Ortadoğu'yu dolaşıp "arkadaşlığına dayanabilecek" biri için dua eder. Bir ses ona, "Karşılığında ne vereceksin?" der. Şems, "Başımı!" diye yanıt verir. Sonra ses, "Aradığınız kişi Konyalı Celaleddin'dir" der. 5 Aralık 1248 gecesi Mevlana ile Şems konuşurken şems arka kapıya çağrılır ve bir daha görünmemek üzere dışarı çıkar. Şems'in, Mevlana'nın oğlu Alaaddin'in onayı ile öldürüldüğü söylenir; eğer öyleyse, Şems gerçekten de tasavvufi dostluk ayrıcalığı için başını vermiştir. Mevlana'nın Şems'e olan sevgisi ve Şems'in ölümünde yaşadığı yas, söylemini lirik şiirlerden oluşan Divan-ı Kebir'de buldu. Kendisi Şems'i aramaya çıktı ve tekrar Şam'a gitti. Orada anladı: " Neden aramalıyım? Ben onunla aynıyım. Onun özü benim aracılığımla konuşuyor. Kendimi arıyordum. " Şems'in HOY kentindeki heykeli Daha sonraki yaşamı ve ölümü Mevlana'nın kendisi gazel bestelemiş ve bunlar Divan-ı Kebir (Divan-ı Şems Tebrizi') de toplanmıştır. Mevlana, bir kuyumcu olan Salahaddin Zerkub'da yeni bir arkadaş buldu. O'nun ölümünden sonra da yazmanı ve öğrencisi Hüsameddin Çelebi , Mevlana'nın yol arkadaşı rolünü üstlendi. Bir gün ikisi Konya'nın dışındaki Meram bağlarında dolaşırken Hüssam , Rumi'ye aklındaki bir düşünceyi anlatır: "Senai'nin İlâhînâmesi ya da Attar'ın Mantik-ut-Tayr'ı gibi bir kitap yazacak olsaydın, pek çok ozana yol arkadaşı olur, Kalplerini sizin eserinizle doldururlar ve ona eşlik edecek müzikler bestelerlerdi." Mevlana gülümsedi ve Mesnevi'sinin ilk on sekiz satırının yazılı olduğu bir kağıt çıkardı, şöyle başlar: " Neyi ve anlattığı hikayeyi dinleyin, Ayrılık nasıl da şarkı söylüyor... " Hüsameddin, Rumi'ye daha fazla yazmasını rica etti. Mevlana hayatının sonraki on iki yılını Mesnevi'nin altı cildini Hüsameddin'e dikte ederek geçirdi. Rumi Aralık 1273'te hastalandı; kendi ölümünü öngördü ve şu ünlü gazeli besteledi: " İçimde nasıl bir kral yoldaşım olduğunu nereden biliyorsun? Altın yüzüme bakma, çünkü demir bacaklarım var " Mevlana 17 Aralık 1273'te Konya'da öldü. Ölümüne Konyalılar tarafından yas tutuldu, cenazesi taşınırken yerel Hristiyanlar ve Yahudiler, veda etmek için bir araya gelen kalabalığa katıldı. Mevlânâ'nın ölüsü, babasının cenazesinin yanına defnedilmiş ve defnedildiği yerin üzerine olağanüstü bir türbe olan Yeşil Türbe ( Mevlâna Müzesi ) dikilmiştir. Onun kitabesi şöyledir: " Öldüğümüzde mezarımızı toprakta aramayın. Onu erkeklerin kalbinde bulun. " Selçuklu kraliçesi Gücü Hatun , Rumi'nin yakın arkadaşıydı. Konya'daki türbesinin yapımına sponsor oldu. 13. yüzyıldan kalma Mevlâna Türbesi , camisi, dans salonu, okulları ve dervişlerin yaşam alanları ile bu güne kadar bir hac yeri olmayı sürdürüyor ve olasılıkla her büyük dinin izleyicileri tarafından düzenli olarak ziyaret edilen en popüler hac yeridir. Mevlana Türbesi KONYA Öğretileri Ana maddeler: Sufi metafiziği ve Hulul Fars edebiyatının diğer mistik ve tasavvufi şairleri gibi Mevlana'nın şiiri de dünyayı saran aşktan bahseder. Mevlana'nın öğretileri aynı zamanda Şems'in peygamberliğin özü olarak alıntıladığı Kuran ayetinde özetlenen ilkeleri ifade eder: "Ondan başka ilah olmadığını bilin ve günahınız için bağışlanma dileyin" (Kur'an 47:19). Şems'e atfedilen tefsirde, ayetin ilk kısmı insanlığa tevhid bilgisini, ikinci kısmı ise kendi varlığını inkâr etmelerini emreder. Mevlana'ya göre tevhid , en eksiksiz şekilde aşkla yaşanır ve sevgiyi "yandığında, Ebedi Sevgili dışında her şeyi yakan alev" olarak nitelendirir.Mevlana'nın bu ideale ulaşma arzusu, Mesnevi 'de açıkça görülmektedir: Farsça : از جمادی مُردم و نامی شدموز نما مُردم به حیوان برزدممُردم از حیوانی و آدم شدمپس چه ترسم کی ز مردن کم شدم؟حملهٔ دیگر بمیرم از بشرتا برآرم از ملائک بال و پروز ملک هم بایدم جستن ز جوکل شیء هالک الا وجههبار دیگر از ملک پران شومآنچ اندر وهم ناید آن شومپس عدم گردم عدم چون ارغنونگویدم که انا الیه راجعون Cemad (cansız) haline öldüm ve bitki oldum,Bitkisel duruma öldüm ve hayvanlığa ulaştım,Hayvan durumuna öldüm ve insan oldum,O zaman neden korkmalıyım ölmekten?, asla daha az olmadım.Bir sonraki hücumda (ileri) insan doğasına öleceğim,Başımı ve kanatlarımı kaldırayım (ve uçayım) diye melekler arasında,Ve ben de atlamalıyım meleğin ırmağından,Yüzü dışında her şey yok olur,Yine melekten kurban olurum.Hayal gücüne gelemeyen şey olacağım,O zaman yok olacağım; yokluk bir org gibi bana diyor ki, Şüphesiz dönüşümüz O'nadır . Mesnevi , fablları, günlük hayattan sahneleri, Kuran vahiyi ve tefsirlerini ve metafiziği geniş ve karmaşık bir duvar halısı gibi dokumaktadır; Celâleddin Rumi, Zülkarneyn 'in doğu yolculuğunu anlatır. Kahraman, tüm dağların "anası" olan, zümrütten yapılmış ve toprağın altında damarlarla tüm Dünya'yı çevreleyen bir halka oluşturan Kaf Dağı 'na çıkar. Dağ Zülkarneyn'in ricası üzerine depremlerin kökenini şöyle açıklar: "Allah dilerse dağın bir damarı zonkluyor ve böylece deprem oluyor". Zülkarneyn dağın başka bir yerinde Kıyamet için sura üflemeye hazır İsrafil (başmelek Raphael) ile karşılaşır. Rumi, müziğin, şiirin ve dansın Tanrı'ya ulaşmanın bir yolu olarak kullanılmasına tutkuyla inanıyordu. Rumi'ye göre müzik, adananların tüm varlıklarını ilahi olana odaklamalarına ve bunu o kadar yoğun bir şekilde yapmalarına yardımcı oldu ki, ruh hem yok edildi hem de yeniden dirildi. Dönen Dervişlerin pratiğinin ritüel bir biçime dönüşmesi bu fikirlerden oldu. Onun öğretileri, oğlu Sultan Veled'in tertip ettiği Mevlevilik tarikatının temeli oldu. Rumi, Sema'yı müzik dinleyerek ve kutsal dansı çevirerek veya yaparak teşvik etti. Mevlevi geleneğinde semā ', akıl ve sevgi yoluyla Kusursuz Olan'a yapılan mistik bir yükseliş yolculuğunu temsil eder. Arayış bu yolculukta sembolik olarak hakikate yönelir, aşkla büyür, egoyu terk eder, hakikati bulur ve Kusursuz'a ulaşır. Arayış bu manevi yolculuktan daha büyük bir olgunlukla, inanç, ırk, sınıf ve millet ayrımı yapmaksızın tüm yaradılışı sevmek ve hizmet etmek üzere döner. Mevlana, Mesnevi'deki diğer ifadelerde de evrensel aşk mesajını ayrıntılı bir şekilde açıklar: “ Sevenin davası diğer bütün sebeplerden ayrıdır Aşk, Tanrı'nın gizemlerinin usturlabıdır. [57] ” Mevlana'nın en sevdiği müzik aleti ney idi. [6] Büyük çalışmaları Mevlana'nın şiiri genellikle çeşitli kategorilere ayrılır: Divan'ın dörtlükleri ( rubayāt ) ve kasideleri ( gazel ), Mesnevi'nin altı kitabı. Düzyazı eserler, Söylemler, Mektuplar ve Yedi Vaaz'a ayrılmıştır. Şiirleri Mevlana'nın en bilinen eseri Maṭnawīye Ma'nawī'dir ( Manevi Beyitler  ; Farsça : مثنوی معنوی) dir. Altı ciltlik şiir, Fars Tasavvuf edebiyatının zengin geleneği içinde seçkin bir yere sahiptir ve genellikle "Farsça Kuran " olarak anılır. Birçok yorumcu onu dünya edebiyatının en büyük mistik şiiri olarak kabul etmiştir. Her biri bir iç kafiyeli beyitten oluşan yaklaşık 27.000 satır içerir. Mesnevi şiir türünde farklı ölçüler kullanılabilse de, Mevlana şiirini besteledikten sonra kullandığı ölçü, mesnevi vezni haline geldi. Bu ölçünün bir mesnevi şiiri için kaydedilen ilk kullanımı, 1131-1139 yılları arasında Girdkuh'un Nizari İsmaili kalesinde gerçekleşti. Muhtemelen Attar ve Rumi gibi mistikler tarafından bu tarzda sonraki şiir için zemin hazırlamıştır. Mevlana'nın diğer önemli eseri Dīwān-e Kabīr veya Dīwān-e Shams-e Tebrizī dir. Farsça yaklaşık 35.000 beyit ve 2000 dörtlüğün yanı sıra, Divan Arapça 90 Gazel ve 19 dörtlük, Türkçe birkaç düzine kadar beyit (çoğunlukla Farsça ve Türkçe karışık makaronik şiirler) ve Yunanca 14 beyit içerir. Nesirleri Fihi Ma Fihi (İçindeki içindedir), Mevlana'nın müritlerine çeşitli vesilelerle verdiği yetmiş bir konuşmanın kaydını sunar. Çeşitli müritlerinin notlarından derlenmiştir. [69] Farsça'dan bir İngilizce çeviri ilk olarak AJ Arberry tarafından Rumi'nin Söylemleri (New York: Samuel Weiser, 1972) olarak yayınlandı ve Wheeler Thackston'ın ikinci kitabının bir çevirisi, Sign of the Unseen (Putney, VT: Threshold Books, 1994)). Fihi ma fihi'nin üslubu konuşma diline özgüdür ve orta sınıf erkek ve kadınlara yöneliktir ve sofistike kelime oyunundan yoksundur. Majāles-e Sab'a ( Yedi meclis ) yedi Farsça vaazı veya yedi farklı mecliste verilen konferansları içerir. Vaazların kendileri, Kuran ve Hadis'in daha derin anlamı hakkında bir yorum sunar. Vaazlar ayrıca Sena'i , 'Attar ve Rumi'nin kendisi de dahil olmak üzere diğer şairlerin şiirlerinden alıntılar içerir. Eflaki'nin aktardığına göre, Şems-i Tebrizî'den sonra Mevlana ileri gelenlerin, özellikle de Salâheddîn Zerkûb'un ricası üzerine hutbeler vermiştir. Farsça'nın üslubu oldukça basittir, ancak Arapça ve tarih bilgisi ve hadislerden yapılan alıntılar, Mevlana'nın İslami bilimlerdeki bilgisini gösterir. Onun tarzı, Sufiler ve manevi öğretmenler tarafından verilen konferansların türünün tipik bir örneğidir. Makatib (veya Maktubat Farsça : مکتوبات) Mevlânâ'nın müritlerine, aile fertlerine, devlet ve nüfuz adamlarına yazdığı Farsça mektupların toplamıdır . Mektuplar, Mevlana'nın aile üyelerine yardım etmek ve çevrelerinde büyümüş bir mürit topluluğunu yönetmekle çok meşgul olduğunu kanıtlıyor. Sözü geçen iki eserin (dersler ve vaazlar) Farsça üslubundan farklı olarak, mektuplar bilinçli olarak incelikli ve risale niteliğinde olup, soylulara, devlet adamlarına ve krallara yönelik yazışma beklentilerine uygundur. Dini bakış açısı Rumi, İbn Arabi türünden İslam filozofları sınıfına ilişkindir. Bu aşkın filozoflar, Müslüman dünyasındaki geleneksel irfan , felsefe ve teozofi okullarında sıklıkla birlikte incelenirler. Mevlana, teozofisini (aşkın felsefeyi) şiirlerinin ve öykülerinin boncuklarına bir ip gibi yerleştirir. Onun ana noktası ve vurgusu varlığın birliğidir. Mevlana'nın Müslüman bir alim olduğu ve İslam'ı önemsediği yadsınamaz. Bununla birlikte, manevi vizyonunun derinliği, dar anlayışlı mezhep kaygılarının ötesine geçti. Bir dörtlük okur: Farsça : در راه طلب عاقل و دیوانه یکی استدر شیوه‌ی عشق خویش و بیگانه یکی استآن را که شراب وصل جانان دادنددر مذهب او کعبه و بتخانه یکی است Arayıcının yolunda, bilgeler ve çılgınlar birdir.Aşk yolunda akraba ve yabancı birdir.Sevgilinin birliğinin şarabını verdikleri,Onun yolunda Kâbe ile putlar yurdu birdir. [74] —Quatrain 305 Kuran'a göre Muhammed Allah tarafından gönderilen bir rahmettir. Bununla ilgili olarak Rumi şöyle der: "Muhammed'in Nuru, dünyada bir Zerdüşt'ü ya da Yahudi'yi terk etmez. Onun iyi talihinin gölgesi herkesin üzerine parlasın! O, saptırılanların hepsini çölden yola çıkarır." Ancak Rumi, İslam'ın üstünlüğünü şu sözlerle öne sürer: "Muhammed'in nuru bin (ilmin) nuru oldu, bin dal oldu ki, dünya da âhiret de uçtan uca ele geçirildi. Muhammed böyle bir tek daldan perdeyi yırtarsa, binlerce keşiş ve rahip bellerinden batıl inanç ipini yırtarlar." Mevlana'nın şiirlerinin çoğu, dıştan dini riayetin önemini ve Kuran'ın önceliğini öne sürer. “ Allah'ın Kuran'ına kaçın, ona sığının orada peygamberlerin ruhları birleşir.Kitap peygamberlerin durumunu aktarırMajestelerinin saf denizinin o balıkları. [79] ” Rumi şöyle diyor: Ömrüm oldukça Kuran'ın kuluyum.Seçilmiş olan Muhammed'in yolunun toprağıyım.Eğer biri benim sözlerimden bunun dışında bir şey alıntılarsa,Ondan ayrıldım ve bu sözlere kızdım. [80] Rumi ayrıca şunları da belirtir: “ "İki gözümü bu dünya ve öbür dünya [arzularından] "diktim" - bunu Muhammed'den öğrendim." [81] ” Mesnevi'nin ilk sayfasında Mevlana şöyle diyor: "Hadha kitâbu 'l-mesnevî ve huve uSûlu uSûli uSûli 'd-dîn ve keşşâfu 'l-kur'ân." "Bu, Mesnevi'nin kitabıdır ve (İslam) Dininin köklerinin kökleridir ve Kuran'ın Açıklayıcısıdır." [82] 19. yüzyıl İran'ının en önemli filozoflarından biri olan Hadi Sabzavari, Mesnevi ile İslam arasında şu bağlantıyı kurar: Bu, [Kur'an'ın] ayetli tefsiri ve onun esrarengiz gizemi üzerine bir tefsirdir. ......Kur'an'ın hazinesinde avlanmaya gelince, onda tüm [Kur'an'ın] eski felsefi bilgeliği bulunabilir; [Mesnevî] tümüyle belagatli bir felsefedir.Gerçekte, şiirin inci söylemi, İslam'ın Yasa Hükmündeki şeriatı ile Tasavvuf ṭarīkatı ve İlahi hakikat'ı birleştirir. Yazarın başarısı, İlahi güç, içgörü, ilham ve aydınlanmayı Yasa, Yol ve Hakikat'i eleştirel akıl, derin düşünce, parlak bir doğal mizaç ve sahip olduğu karakter bütünlüğünü içerecek biçimde bir araya getirmesindedir. Seyyid Hüseyin Nasr şöyle diyor: Bugün İran'da Rûmî üzerine yaşayan en büyük otoritelerden biri olan Hâdî Hâ'irî, yayınlanmamış bir eserinde, Dîvân'ın ve Mesnevî'nin 6.000 kadar ayetinin, Kur'an ayetlerinin Fars şiirine pratikte doğrudan çevirileri olduğunu göstermiştir. [84] Mevlânâ, Dîvân'ında şöyle der: Sufi, Ebu Bekir gibi Muhammed'e tutunur. Mesnevisi , büyük ölçüde Kuran ve hadislerden türetilen fıkra ve öykülerin yanı sıra günlük öyküler içerir. Legalite ve eleştiriler Kürt asıllı Türk – Amerikan araştırmacı ve yazar Edip Yüksel , Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'yi öykülerindeki müstehcenlik , İslam 'daki tevhit inancına aykırılık ve Allah 'tan vahiy aldığı biçimindeki söylemleri dolayısıyla eleştirmiştir. Orta Çağ ve Selçuklu tarihçisi Prof. Dr. Mikail Bayram , Mevlânâ ile Ahî Evran mücadelesine değinmekte ve Mevlânâ'yı Moğollardan ( İlhanlılar 'dan) maaş alan bir İlhanlı ajanı olmakla ve kendi öz oğlunu öldürmekle suçlamaktadır. Ona göre Ahî Evran ile Nasreddin Hoca aynı kişidir ve Mevlânâ aynı zamanda; büyük bir devlet adamı, din bilgini, filozof , Ahî teşkilatı ve kesin olmamakla birlikte Anadolu 'da Moğol direnişinin örgütleyicisi olan Nasreddin Hoca'nın katilidir. Mikail Bayram, Şems-i Tebrîzî 'nin de bir Moğol ajanı olduğunu, kendisinin Anadolu'ya gelerek önce Kayseri 'ye, ardından da Konya 'ya giderek Mevlânâ ile bağlantı kurduğunu belirtir. Ayrıca, Anadolu 'nun Moğol istilası ile başının belada olduğu ve birçok ilim adamının öldürüldüğü bunalımlı bir dönemde Mevlânâ ve çevresindekilerin herhangi bir zarar görmediğini söyleyen Bayram, Mevlânâ'nın bazı eserlerinde Moğollara boyun eğmenin ve onlara hoşgörü gösterilip daha çok kan dökülmesine engel olmanın gerekli olduğunu yazdığını söyler. Mikail Bayram, Mevlânâ'nın Türk olmadığını anımsatarak Türklerden nefret ettiğini de ekler. Mikail Bayram, Mevlânâ'yı Kur'an ve İslam peygamberi Muhammed ile rekabete girmekle de suçlamakta ve Mesnevî 'nin ilk sayfasında yer alan "Bu, Mesnevî'nin kitabıdır ve dininin köklerinin kökleridir ve Kur'an'ın açıklayıcısıdır." söylemlerini şöyle aktarmaktadır. "Bu, Mesnevî'nin kitabıdır ve dininin köklerinin kökleridir ve Kur'an' dır. İlahiyatçı yazar Mustafa İslamoğlu , günümüzde İslam dünyasında Kur'an'dan sonra sahipleri tarafından Allah tarafından yazdırıldığı söylenen 6 adet kitaptan ve bunların İslam'dan ayrılan birer din olarak değerlendirilebileceklerinden söz ederek, Türkiye coğrafyasından Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ve Said Nursî 'yi bunlara örnek olarak vermektedir. Evrensellik Şahram Şiva, "Rumi, son derece kişisel ve genellikle kafa karıştırıcı kişisel büyüme ve gelişme dünyasını çok açık ve doğrudan bir biçimde dile getirebiliyor. Kimseyi incitmez ve herkesi içine alır. . . . Bugün Rumi'nin şiirleri kiliselerde, sinagoglarda, Zen manastırlarında ve ayrıca New York kent merkezindeki sanat/performans/müzik sahnesinde duyulabiliyor." Birçok modern Batılı için onun öğretileri, tasavvuf felsefesine ve pratiğine en iyi girişlerden biridir. Batı'da Şahram Şiva , yaklaşık yirmi yıldır Mevlana'nın şiirlerinin çevirilerini öğretiyor, icra ediyor ve paylaşıyor ve Mevlana'nın mirasının dünyanın İngilizce konuşulan bölgelerinde yayılmasına neden oldu. Profesör Majid M. Naini'ye göre, "Rumi'nin yaşamı ve dönüşümü, tüm din ve kökenlerden insanların bir arada barış ve uyum içinde yaşayabileceğinin gerçek tanıklığını ve kanıtını sağlar. Rumi'nin vizyonları, sözleri ve yaşamı bize iç huzura ve mutluluğa nasıl ulaşacağımızı öğretiyor, böylece sonunda sürekli düşmanlık ve nefret akışını durdurabilir ve gerçek küresel barış ve uyumu yakalayabiliriz.” Rumi'nin çalışmaları Rusça, Almanca, Urduca, Türkçe, Arapça, Bengalce, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca dahil olmak üzere dünyanın birçok diline çevrildi ve konserler, atölye çalışmaları, okumalar, dans gösterileri ve diğer sanatsal kreasyonlarda sergilendi. Rumi'nin şiirinin Coleman Barks tarafından yapılan İngilizce uyarlamaları dünya çapında yarım milyondan çok sattı ve Rumi, Amerika Birleşik Devletleri'nde en çok okunan şairlerden biridir. Şahram Şivanın "Rending the Peçe: Rumi'nin Edebi ve Şiirsel Çevirileri" kitabı (1995, HOHM Press) Benjamin Franklin Ödülü'nün sahibidir. Mevlana şiirlerinin kayıtları ABD'nin Billboard'un En İyi 20 listesine girdi. Amerikalı yazar Deepak Chopra'nın Mevlana'nın aşk şiirlerinin Fereydoun Kia'nın yaptığı çevirilerin editörlüğünü yaptığı seçkiyi Madonna , Goldie Hawn , Philip Glass ve Demi Moore gibi Hollywood simaları seslendirdi. Mevlana ve türbesi, 1981-1994 yıllarında basılan 5000 lik Türk Lirası banknotların arka yüzünde betimlenmiştir. Kuzey Hindistan'da, Lucknow'da Rumi Kapısı olarak bilinen ünlü bir simge yapı vardır. Lucknowlu Hint sinemacı Muzaffar Ali, Rumi ve Amir Husrev'in eserlerinden yola çıkarak konserler sunan ve şairlerin yaşamları arasındaki paralellikleri öne çıkaran Rumi Hüsrev Diyarında (2001) adlı bir belgesel yaptı. İrani dünya " Arapça kulağa daha hoş gelse de Farsça söyle—Aşkın başka birçok lehçesi vardır. " Rumi ve İran arasındaki bu kültürel, tarihi ve dilsel bağlar, Rumi'yi İran'da ikonik bir şair yaptı. Mevlana'nın şiirleri İran'daki birçok kentin duvarlarında sergilenmekte, Farsça müzikle söylenmekte ve okul kitaplarında okunmaktadır. Rumi'nin şiiri, klasik İran ve Afgan müziğinin çoğunun temelini oluşturur. Şiirinin çağdaş klasik yorumları İranlı Muhammed Rıza , Şehram Nazeri , Davud Azad ve Afganistanlı Muhammed Haşim Çeşti tarafından yapılmıştır. Mevlevi Sufi Tarikatı; Rumi ve Türkiye Mevlevi tarikatı, Mevlevi'nin ölümünden sonra 1273 yılında müritleri tarafından kurulmuştur. Tarikatın ilk halefi, 1284'te Rumi'nin genç ve yaşamda kalan tek oğlu Sultan Veled'in (1312'de öldü) ölümünden sonra, halk arasında mistik Mesnevi Rebabname'nin yazarı Hüsameddin Çelebi idi. Tarikatın liderliği o zamandan beri kesintisiz olarak Konya'da Mevlana'nın ailesinde tutuldu. Semazenler olarak da bilinen Mevlevi Sufileri, zikirlerini Sema biçiminde gerçekleştirmeye inanırlar. Geleneğe göre, en sevdiği enstrüman ney olmasına karşın, Mevlana'nın kendisi rebāb çalan önemli bir müzisyendi. Sema'ya eşlik eden müzik, Maṭnawī ve Dīwān-e Kabīr'den ya da Sultan Veled'in şiirlerinden oluşur. Mevlevilik, Osmanlı İmparatorluğu'nda köklü bir Sufi tarikatıydı ve tarikatın üyelerinin çoğu, Halifeliğin çeşitli resmî görevlerinde görev yaptı. Mevleviliğin merkezi Konya idi. İstanbul'da semā'nın halka açık olarak yapıldığı Galata Kulesi yakınında bir de Mevlevi dergahı vardır. Mevlevi tarikatı her kökenden insanı davet eder: " Gel, gel, her kimsen Kafir, putperest, ateşe tapan Bin kere bozmuş olsan da gel Gel, yine gel. Bizimki bir umutsuzluk kervanı değil.' " Osmanlı döneminde Mevlevi, hepsi Galata Mevlevihanesi'nde gömülü olan Şeyh Galib, Ankaralı İsmail Rusuhi Dede, Esrar Dede, Halet Efendi ve Gavsi Dede de dahil olmak üzere çok sayıda önemli şair ve müzisyen yetiştirmiştir. Mevlevi müziğinde özellikle ney müziği önemli bir yer tutar. Modern, laik Türkiye Cumhuriyeti 'nin kurulmasıyla birlikte Mustafa Kemal Atatürk , dini kamu alanından çıkarmış ve onu yalnızca kişisel ahlak, davranış ve inançla sınırlandırmıştır. 13 Aralık 1925'te bütün tekkeler ve zaviyeler ile ziyaret yapılan hürmet merkezlerini kapatan bir yasa çıkarıldı. Yalnızca İstanbul'da 250'den çok tekke ve çeşitli cemiyetlerin bir araya geldiği küçük merkezler vardı; bu yasa tasavvuf tarikatlarını feshetti, tasavvufi ad, unvan ve unvanlarına ilişkin giysilerin kullanılmasını yasakladı, tarikatların malvarlığına el koydu, tören ve toplantılarını yasakladı. Yasa, Tarikatları yeniden kurmaya çalışanlara da cezalar verdi. İki yıl sonra, 1927'de Konya'daki Mevlâna Türbesi'nin Müze olarak yeniden açılmasına izin verildi. 1950'lerde Türk hükûmeti Konya'da Semazenlerin yılda bir kez gösteri yapmasına izin vermeye başladı. Mevlana festivali Aralık ayında iki hafta boyunca yapılır; bunun doruk noktası 17 Aralık'ta, Mevlana'nın Urs'u (Rumi'nin ölüm yıl dönümü), Mevlana'nın Tanrı ile birleştiği gece olan Šabe Arūs (شب عروس) (Farsça "evlilik gecesi" anlamına gelir) olarak adlandırılır. 1974'te Semazenlerin ilk kez Batı'ya seyahat etmelerine izin verildi. 2005 yılında UNESCO , Türkiye 'nin " Mevlevi Sema Töreni"ni İnsanlığın Sözlü ve Somut Olmayan Mirasının Başyapıtlarından biri olarak ilan etmiştir. Dini mezhep Edward G. Browne'ın belirttiği gibi, en önde gelen üç mistik İranlı şair Rumi, Senai ve Attar 'ın tümü Sünni Müslümanlardı ve şiirleri ilk iki halife Ebu Bekir ve Ömer bin Hattâba övgüler içerir. Annemarie Schimmel'e göre, Şii yazarlar arasında Mevlana ve Attar gibi önde gelen mistik şairleri kendi saflarına katma eğilimi, 1501'de Safevi İmparatorluğu'nda Oniki İmamcı Şia'nın devlet dini olarak tanıtılmasından sonra daha da güçlendi. Sekiz yüzüncü yıl kutlamaları UNESCO , Afganistan, İran ve Türkiye Daimi Delegasyonlarının önerisi ve "insanların düşüncesinde barışın savunmasını inşa etme" misyonuna uygun olarak yönetim kurulu ve Genel Kurul tarafından onaylanarak 2007'de Mevlana'nın sekiz yüzüncü doğum yıl dönümü kutlamalarıyla ilişkilendirildi. UNESCO'daki anma, 6 Eylül 2007'de gerçekleşti; Mevlana'nın düşünce ve ülkülerini araştırmak ve yaymakla uğraşanları cesaretlendirmek amacıyla Mevlana adına madalya bastı. 30 Eylül 2007'de İran'da Mevlana anısına ülke genelinde okul zilleri çalındı. Yine o yıl İran, 26 Ekim - 2 Kasım tarihleri arasında Mevlana Haftası düzenledi. Tahran'da uluslararası bir tören ve konferans düzenlendi; etkinliğin açılışını İran cumhurbaşkanı ve parlamento başkanı yaptı. Etkinliklere yirmi dokuz ülkeden bilim insanı katıldı ve konferansta 450 makale sunuldu. İranlı müzisyen Şehram Nazıri , Rumi başyapıtları üzerine yaptığı ünlü çalışmaları nedeniyle 2007 yılında Légion d'honneur ve İran Müzik Evi Ödülü'ne layık görüldü. 2007, UNESCO tarafından "Uluslararası Mevlana Yılı" ilan edildi. Yine 30 Eylül 2007'de Türkiye, Mevlana'nın sekiz yüzüncü doğum gününü, kırk sekiz kamerayla televizyonda yayınlanan ve sekiz ülkede canlı yayınlanan dev bir semā ritüeli ile kutladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan Ertuğrul Günay , "Tarihin en büyük sema gösterisi olan bu törene üç yüz dervişin katılması planlanıyor" dedi. Mevlana İncelemeleri Mevlana Rumi Dergisi her yıl Exeter Üniversitesi Fars ve İran Çalışmaları Merkezi tarafından Lefkoşa'daki Rumi Enstitüsü ve Cambridge'deki Arketip Kitapları ile işbirliği içinde yayınlanmaktadır. İlk cilt 2010 yılında yayınlandı ve o zamandan beri her yıl çıkıyor. Derginin baş editörü Leonard Lewisohn'a göre: "Bir dizi önemli İslam şairi, önem ve çıktı açısından Dante , Shakespeare ve Milton gibi şairlerle kolayca rekabet etseler de, Batı'da bu zamana değin yalnızca marjinal bir edebi üne sahiptirler, çünkü Arap ve Fars düşünürler, yazarlar ve şairler, Batı Kanonunun büyük anlatısının yanı sıra önemsiz, anlamsız, bayağı yan gösteriler olarak kabul edilir. Mevlana Dergisi'nin amacı, Batı edebiyat tasavvurunun yaptığı küçük bir hatadan çok daha önemli bir şey olan dünya edebiyatına yönelik bu dikkatsiz yaklaşımı düzeltmektir." Çeviri tartışması Akademisyenler ve M evlana bilginleri, Batı dünyasındaki popüler Mevlana çevirilerinin çoğu zaman kuşkulu nitelikte olduğunu ve birçok hata ve yanlış çeviri içerdiğini uzun süredir iddia etmektedirler. Rumi'nin İngilizce çevirilerinin çoğu bilim insanları ve hem de İranlı okuyucular tarafından değil, Reynold A. Nicholson ve Arthur John Arberry gibi bilginler tarafından Viktorya dönemi çevirilerini yeniden yazan şairler tarafından yapılmıştır. Bu konu New Yorker'ın "İslam'ın Mevlana Şiirinden Silinmesi" başlıklı makalesinde vurgulanmıştır. Konuyla ilgili bir Twitter ileti dizisi @PersianPoetics kullanıcısı tarafından #rumiwasmuslim hashtag'i yayınlandığında viral hale geldi. Konu o zamandan beri geniş çapta ele alındı ve El Cezire ve diğer yayın organlarında yayınlandı. KAYNAK: VİKİPEDİ

  • YAZAR ONURU

    Şenol YAZICI * Neyimiz varsa bugün, uçaklarımız, aya giden roketlerimiz, kanseri yenen ilaçlarımız, dünyayı çöplüğe çeviren kirliliğimiz dâhil, dünyanın gelmiş geçmiş bütün insanlarıyla ortaklaşa, inanılmaz bir imeceyle oldurduğumuz kültüre borçluyuz hepsini. Bu oluşumun başat aracı dilse en önemli işçisi yazardır. Dolaysıyla toplumun dilini kullanarak bir eser sahibi olan yazar topluma borçlu olacaktır. Bu bakış açısı bir akıl yürütmedir: Yazar toplumun malı olan dili kullanır, o zaman topluma borçludur. Ne kadar kolaycı bir öngörü değil mi? Bu doğru gibi gözükse de, bu yazarın talebiyle alınmış bir borç değil ki. Yazar, herkesin sahip olduğu ve kullandığı değerler üzerine kendi yeteneklerini, yaratıcılığını ve emeğini ekleyerek büyük olur, sadece dil sahibi olduğu için değil. Ki öyle de olsa yazar da toplumun bir paydası olarak dilin asıl sahiplerinden değil midir? Böyle bakınca bu bakış açısı, var olan her şeyden olduğu gibi yazardan kahraman yaratmak, sisteme monte etmek için siyasetin kullandığı motive aracı olur daha çok... Marksist bakış açısıyla baktığımızda toplumsal malzemeyi; dili, dini, mitleri, imgeleri araç olarak kullanır yazar. O zaman, aracını gerecini kullandığı topluma karşı borcu vardır, diye düşünmek kuşkusuz doğal. Ne var ki kimileri yazarın kendinden başka bir amacı ve aracı yoktur der. Doğru olan payda buysa da, diğeri de var olan her şeye insana özgü bir yarar yüklemek isteyen materyalist felsefenin penceresinden kuşkusuz akılcıdır. Yazarın varsa gücü ya da erki dili kullanmakta ortaya çıkacaktır. O toplumun dilini kullanır, ama o dili alanının dışına sürer, orda başka bir biçem yaratır. Bu kullanımla da toplumdan ayrılır soyutlanır, yalnızlaşır. Bir yapıta yazınsal değer kazandıran yollar olan düz değişmece ve istiare de dediğimiz eğretileme yazara o gücünü verirken onu sınıfsız, aitliği olmayan, boşlukta bir noktaya da sürükler. O artık hiçbir sınıfın, bilinenin üyesi, benzeri değildir. Düzenin ekonomik ve sosyal yönden bir geleneğe oturtulamadığı ülkelerde yoksul, ezilen insanın temel kaygısıdır siyaset, çünkü ekmeği dahil her şeyi onun elindedir. Siyasetçi de bunu bildiğinden geniş kitleleri amaçları uğruna kullanmak için hakça gözüken, estetikle sıvanmış sözler kullanır. Tabi ki söz ustası yazarı bu anlamda kullanmak çok daha pratik sonuç verir gibi gözükmektedir. Oysa hangisi olursa olsun, aklını bir ideolojinin emrine veren yazar özgür ve adil olamaz, insanın yanında kökten muhalif kalamaz artık.  İdeolojinin söyledikleri doğru da olabilir. Ne var ki tarih içinde görülmüştür ki, çok hakça gözüken birçok söylem, zaman ve ortama göre kimi insanın da bazen tüm dünyanın da zararına olabilmiştir. Çünkü ideoloji durmadan değişen dünyaya ve insana gem vurmak için oldurulur ve çoğunluğun yararına olsa da kesinlikle bir bölüm ya da azınlık insanın zararına gelişir. Kaldı ki sanatın kitleleri yönetmek ya da insanlara ekmek kazandırmak gibi bir misyonu hiç olmamıştır. Onun nirengi noktası insandır, bütün öğretilere, insanı esir alan her şeye karşıdır. Yazarlık onuru, sınıfsız bir noktadaki yazara azınlığın diktasını tescil etmesine yardıma izin vermez, o sadece sorgular ve akıl yürütmeyle doğruların anahtarını gösterir. Korku ve kaygıdan içe kapanan, cephe gerisine çekilen insanın, önce moral değerlere ihtiyacı vardır, bu da her sistemde ve siyasette ortak olarak insanidir, öğretisel değil. Egemen güçlerin kavgası, yazarın vicdanında olamaz. Unutmamalı ki, her ideolojinin, Komünizmin olduğu gibi Faşizmin de doktriner ya da sanatsal yazarları vardır. Ama onları büyük ya da anılır yapan siyasete verdikleri alkış değil, ürettikleri yapıtlardır. Çünkü sanatsal yazı, gündelik siyasetin tamamen dışında bir yerdedir.   Şurada birleşmek lazım, yazar, sık duyduğumuz sanat sanat içindir benzeri söylemlerle yapamadığını, yapmadığını yani başka insanlara duyarsızlığı örtemez, onun birinci derecede sorumluluğu insandır. Eğer savunmasıyla, işini estetikle yapmayı kastediyorsa tabi ki haklıdır, sanatçı yarar uğruna sanatın doğasını bozamaz, tıpkı insanı terk edemeyeceği gibi, ederse onun adı sanat olmaz. Biliyoruz ki, bu söylemin bizde ortaya çıktığı zamanlarda şiddetli bir yönetim baskısı vardır, yazarlar bu söylemle ruhsal avunmalarını sağlamaktadırlar ama mutlu değildirler. Çünkü onu ortaya çıkaran itici gücü, yani insanı, sanatın dışında tutmak zorunda kalmıştır, bu nedenle estetik kaygıyı öne çıkarmış, başarmıştır da, ki sanat insan demektir. Namık Kemallerin kuru didaktik, amaç uğruna aslı yok eden, sanatçıdan çok siyasetçi tavrına karşı, içi dolmayan, ama estetik ve aslına çok benzeyen ürünler ortaya koymuştur Halit Ziyalar, Serveti Fünuncular. Yine de onların da içinde en öne geçen, sanatını insanın emrine veren Tevfik Fikret olmuştur, çünkü mazlumun yardıma ihtiyacı vardır ve elvereni yüceltir, ne var ki kişisel çıkar hesaplarıyla ya da gündelik ucuz siyasetle yapanı değil.   Yazar, kuşkusuz insandan yana, ama kökten muhalif, bireyi sınırlayan, tek tipleştiren ideolojiyi yadsıyan, yeni bir ütopya yaratandır. Gerçek yazarın, hangisi olursa olsun, bir kavmin, bir ideolojinin, bir doğmanın ya da bir azınlık ahlakının kulu olabileceğine inanamam. Çünkü yazar, var olandan duyulan memnuniyetsizliğin ürünüdür, sistemin alkışçısı değil. O halde kimi öğretileri sorgulamadan alkışlayıp ona askerlik yapan bir giysi, evreni kucaklaması gereken, herkesin peygamberi olan yazara ne kadar uyacaktır. Remarquen'in Faşizmi, Soljenistinin komünizmi, Jack Landon'un kapitalizmi ve oligarşiyi alkışladığını düşünün. Onlar karşı çıktıkları için vardır, birine karşı çıkıp başka bir öğretinin partizan savunuculuğuna soyunmuş olsalardı, şimdi ancak devlet gücüyle adları anılır olurlardı, tabi yöneten iktidar onların anlayışındaysa...   O zaman ne kalır geriye, geriye en azı değil, en önemlisi kalır. Yazar var olanın alkışçısı değil, insanlığa çözümler öneren ütopyalar yaratandır. Ütopyası, çapı kadar, yani olayların satır aralarını görme, toplum ve insan sosyolojisini, psikolojini hissetmedeki isabeti kadar olurken sanatı başkalarına aktarma, inandırma yeteneği kadar evrenselleşecektir.   Yazar, gerçekte bir sınıfı olmayan, aitliği reddeden bağımsız, nazenin ve kırılgan, ama kurulu düzene karşıysalar tek başlarına bile inanılmaz tehlikeli, bildikleri ve sunduklarıyla insanla yönetim erki arasındaki bir yerde, ama insandan yana bir aristokrat, ama yatırımsal gücü olmayan bir aristokrattır. O zaman o aristokrat ruhuyla, en doğrusu bile olsa tüm öğretilere mesafeli duracak ve yazarlık onuruna da sahip çıkacaktır.

  • KNUT HAMSUN'un AÇLIK Romanı Üstüne

    BEHÇET NECATİGİL * Dünyaca tanınmış, Norveçli yazar Knut Hamsun, 4 Ağustos 1859 'da doğdu. Açlık romanını, Amerika’ya ikinci gidişinden dönüşte, 1888′de Oslo (o zamanki adı Kristiania)’da yazmaya başlamıştı, çalışmasına Kopenhag’da devam etti. Bu romandan parçalar, imzasız olarak, ilkin Nyjord adlı bir dergide yayınlandı. Tamamlanmış şekliyle kitap, yazar adı yine verilmeden, 1890’da çıktı. 1890′dan başlayarak dünyanın sayılı romancıları arasına girecek ve Knut Hamsun adını alacak olan Knud Pedersen, Norveç’in kuzeyinde Gudbrandsdal sınırları içinde Lom kasabasında doğmuştu (4 Ağustos 1859). Bir terzi olan babası, kalabalık ailesini alarak, daha kuzeye, Hamaröy kasabasına göç etti (1862). Çalışkan ve işine bağlı adam; karısını, kaynatasını, altı çocuğunu terzilikle zar zor geçindiriyor, üstelik oturdukları yerin sahibi olan rahip kaynına borçlanmış bulunuyordu. Knut, ayağında tahta çarıklar, kırda belde sürü güderek geçirdi çocukluğunu. Sekiz yaşında; çok sert bir adam olan dayısının isteği üzerine, anasıyla babası, onu korka çekine, bu rahibin eğitimine verdiler. Baba ocağından bir fersah uzaktaki bu rahip çiftliği, küçük Knud’un gönlünce dünyasına bir kâbus gibi girdi. Hayatın çetinlik ve insafsızlığını ona önce bu dayının çok sert disiplini öğretti. Dört beş yıl dayandı bu ağır şartlara. Bir başka dayısının anlayışlı davranışından faydalanarak, on dört yaşında, doğduğu Lom kasabasına gidip, orada bir tüccar yanında tezgâhtarlık etmeye başladı. Bir yıl sonra da Tranöy’de daha büyük bir tüccar yanında kalfalığa başladı. Kızına da âşık olmuştu ki, tüccar iflâs etti. Oralarda kalınca, o ve birdenbire karşısına çıkan Lomlu bir arkadaşı, ellerindeki üç beş kuruşu birleştirip çerçilik etmeye, köy köy dolaşmaya koyuldular. Bir sı çantasına istif ettikleri kalem, tarak, mum, kibrit gibi öteberi satıyorlardı Önce beraber çalıştılar, sonra ayrıldılar. Knud kuzeye, arkadaşı Ole güneye gitti. Her biri kendi hesabına kıyı boylarını dolaştılar. Kışın Knud, ailesi yanına dönüyor, bahar başlarken yine çerçiliğe, yollara düşüyordu. İki yıl sürdü bu ve Knud on yedisine bastı. Kitaplardan öğrenebileceğinden çok şey öğrenmiş, hayatı anlamıştı. Şimdi de bir zanaat öğrenmekti niyeti. Ayakkabıcılık öğrenmek için Bodö’ye gitti. Ama bir altın bilezik sahibi olmaktan yana tasarıları boşa çıktı. İçindeki Şeytan onu avareliğe dürtüyordu. On sekizindeydi, bir şiir yazayım dedi. Çünkü şimdi gazeteler, dergiler, arada kitaplar okuyordu. Yazdı, hatta bir de roman yazdı; Esrarengiz Adam başlıklı bir küçük aşk romanı. Bu roman, gezgincilik yıllarında, tanıştığı bir kitapçı tarafından bastırıldı da. Bu küçük, basit eseri, Hamsun’un ailesi hayretler içinde okudular. Bir yıl sonra, daha büyük, epik bir eser kaleme aldı. İbsen’i okumuştu, onun etki ve büyüsü altında bulunuyordu. Bir Karşılaşma adındaki bu kitabı da, Bodö de bir kitapçı yayınladı. İmzasını, Knut Pedersen Hamsund diye atmıştı. Babası, “İyi güzel! Ama artık bir baltaya sap olmanın zamanı geldi!” diye yazıyor, Bö’deki Lensmann’ın bir yardımcı aradığını, onun yanında çalışmasının iyi olacağını bildiriyordu. Knud, böylece “tahrirat kâtibi” oldu. Lensmann’ın kitapları vardı, Knud’a Bjömson’un toplu eserlerini okuma izni vermişti; Knud kitabın birini bitirip birine başlıyordu. Gözlerini bozdu bu yüzden; ömrü boyunca gözlük, özellikle kelebek gözlük kullanması o yıllardan kalmadır. Kuru süngerin suyu emmesi gibi, içine çektiği bu yeni sanat ve bilgi cevheri, meyvasını vermekte gecikmedi: Bir aşk hikâyesi daha yazdı. Björger adlı bu uzun hikâyede on beş yaşının aşkı dile geliyordu; çünkü Tranöy’de, yanında kalfalık ettiği tüccarın kızı Laura, bir telgrafçı ile evlenmişti. Knud, bunu yazdı, ama bu defa basmaya yanaşmadı kitapçılar; yolladıklarından geri çevrildi kitap. Knud’un kitabını kendisi bastırabilmek için bir zenginden para istemesi gerekiyordu; çünkü ancak bir yazar olmak istediğini, kesin, anlamıştı artık. Aradığı kişiyi buldu da! Erasmus Zahi adında bir tüccardı bu, çoklarına yardım etmişti. Knud, ona, yazar olmak istediğini söyledi, yardım diledi, son yazdığım hikâye diye Björger’i uzattı ona. Tüccar, uzatılan kâğıtlara değil, Knud’un yüzüne baktı, düşündü. Genç Hamsun, tüccarın yazıhanesinden çıkarken cebine bin kron’u indirmiş bulunuyordu. Bir köy hikâyesi (L’rida) ve şiirler yazmaya başladı. Adını da Knut Pederson diye değiştirdi o ara. Tasarılar, planlarla doluydu kafası, ve yirmisinde bile değildi henüz. Hikâyeyi tamamlayınca bir vapur bileti alarak Kopenhag’a gitti. Bir kitapçıya, sonra da Norveçli bir şaire eserini kabul ettirme teşebbüsü boşa çıktı. Yüz vermedi ikisi de. Ümitsiz, üzgün Kristiania’ya döndü. Sonra yayan, uzun bir yolculuğa çıktı. Norveç’in en büyük yazarı Bjömson’un malikânesini buldu, ne yapıp yapıp, kendisini içeri aldırdı. Bjömson, evirdi çevirdi kâğıtları: “Yok!” dedi. “Bir şey yok bu hikâyede!” Kalbi kırık, Kristiania’ya döndü Hamsun. Parası da tükenmişti. Tüccar Zahl, yeniden yardım etti ona. Hamsun bir oda kiraladı, Fridayı bir daha okudu, kâğıt tomarını yırtıp ateşe attı. Yeniden başlayabilirdi, vazgeçmeyecekti. Kristianiada boş dolaşıyor, makaleler yazmaya, yazdıklarını satmaya çalışıyordu. Parası tükendi, açlık baş gösterdi. Bu açlığın Kristiania’da şimdi ve sonraları, kendisini nasıl çökerttiğini; bu konuda yazan, konuşan bütün şair ve açlardan daha canlı, daha vurucu o anlatacaktır. Bu yoksulluk içindeyken bir yol yapımı ekibinde iş buldu. Kum ocağında kâtiplik edecek, çekilen kumların hesabını tutacaktı. Zor değildi bu iş. Çalışma veya dinlenme saatlerinde yutarcasına kitap okuyor, lüzumsuz kâğıtlara şiirler, makaleler çiziktiriyor, işçilerle yârenlik ediyordu. Zamanla bir hatip gibi rahat, düzgün ve uzun konuşabildiğini gördü. Tanıştığı bir rahip, ona konferans vermesini öğütledi. Gjövik’te bir salon kiralandı, konferansın konusu ilân edildi: August Strindberg üzerine bir konferans verecekti! Hamsun; bir yol işçisi, bir kum ocağı kâhyası, edebiyatın şakaya gelmez bir konusu üzerinde konuşacaktı! Konferansı dinlemeye altı kişi geldi. Knud, bu altı kişiye verdi konferansını. Altı kişiden biri, bir yazı işleri müdürüydü; konferansını beğendi ve böyle bir konferansı kaçırmış oldukları için Gjövik’lilerîn kayıplarının büyüklüğüne işaret etti. Bu gazeteci, hemşerilerinin vicdanlarına seslendiği için konferans tekrarlandı. Bu sefer salonda yedi kişi vardı, ve Gjöviklilerin edebiyatla medebiyatla ilgileri bu kadardı. Knut işine, odacığına döndü. Ama yılmadı, bırakmadı kendini. Niçin mi? Yirmi iki yaşında idi. Noel’de bir arkadaşı onu çiftliğine çağırdı. Arkadaşının annesi Knut’u pek sevdi, ona rahip olmasını salık verdi. Ama onun Amerika’ya gitmek İstediğini öğrenince bu aile, Knut’a yol parası dört yüz kron ödünç verdiler. O da hemen İngilizce öğrenmeye koyuldu. Yine Björnson’a gitti, ondan bir tavsiye mektubu aldı ve 1882′dc Knut, Hamburg’a, oradan da bir vapur acentesinin yardımı sayesinde, bilet parası Ödemeden, Amerika’ya gitti. Björnson’un tavsiye mektubu işine yaramamıştı. Bir süre yorgun, yoksul kaldı ortalarda. Sonra Elroy’da bir tüccar yanına girdi, Elroy da Johnson adında bir öğretmenle ahbap oldu, ondan İngilizce dersi aldı, onun kitaplarını, özellikle Mark Twain’i okudu. Önceleri Norveççe, sonra İngilizce konferanslar da hazırlıyordu. Geceli gündüzlü çalışmadan bitkin düşmüştü. Dostu meslek değiştirmiş, şimdi işi Minnesota’da kereste ticaretine dökmüştü. Knut’u muhasip olarak yanına aldı. Johnson, karısıyla bir Avrupa gezisine çıkınca, işlerin yönetimi Knut’a kaldı. 1884 yazı 1le güzü bu şekilde geçti. Bir arttırmada, yüksek sesle konuşurken göğsünde zorlu bir satıcı duydu, öksürük nöbetine tutuldu, kan tükürdü, yere yıkıldı. Doktor, tez ilerleyen verem teşhisini koydu. “Birkaç aylık ömrün kalmış, delikanlı!” dedi. Knut, birkaç ay yattı. Ölürsem Norveç’te öleyim, diyerek dostlarınin, Norveçlilerin topladıkları para ile Minncapolis’ten ayrılıp New York’a geldi, Kristiania’ya döndü. Ne kendisinin, ne dostlarının, ne doktorların anlayamadıkları bir şekilde, yol boyunca kendiliğinden iyileşti. Ya deniz havası iyi gelmiş, ya da güçlü, iyimser irade gücüyle kurtulmuştu. Kristiania’dan. kalan parasıyla, daha kuzeye, Valdres kesiminde Aurdal’de bir otele yollandı. Bir gazete ile anlaşmıştı; oradan yazılar yollayacak, hiç değilse bu şekilde dinlenecekti. Çalışıyor, yazıyordu, 1885′dc Mark Twain üzerine bir yazısındaki imzası Knut Hamsund, bir dizgi yanlışı yüzünden Knut Hamsim olarak çıktı. O da düzeltmedi bunu. O tarihten, o yazıdan sonra ismi Knut Hamsim oldu. Hamsim, Aurdal’de bir süre posta müdürlüğü de ettikten sonra yine başkent Kristiania’ya döndü. Şehri fethetmek için, bu ikinci gelişte, yeniden hücuma geçmişti. Çünkü, bütün emeklemeleri henüz bir hiçti, merak eden, bilen yoktu kendisini, meydan henüz büyük çağdaşlarınındı. Kristiania’da çile dolu, acı günler başladı yeniden. İş bulamadı, aç kaldı, süründü. Bu hayata bir yıl katlandı. Sonra bu boşuna savaştan vazgeçti. Kristiania, bu ikidir, onu canından bezdirmişti. Amerika’ya gitmeliydi, orada açlık yoktu hiç değilse! Bir mucize oldu, bir yazı işleri müdürünün yardımıyla zenginin biri ona yol parası verdi. 1886 Ağustosunda Hamsim, yeniden Amerika’ya gitti. Tramvaylarda biletçilik, tarlalarda ırgatlık etli. Biletçilikte tutunamamıştı. Durakları aklında tutamıyor, birbirine karıştırıyor, yolculara haber vermeyi unutuyor, sahanlıkta kitap okumaya dalıyordu. Şikago’dan bunun için ayrıldı; kuzey Dakota’ya bu yüzden gitti. Oralarda çiftliklerde, bozkırda ekin kaldırma işlerinde çalıştı. Serserilik Günleri, Zachacus, Bozkırda adlı hikâyelerinde bu hayatını anlatır. 1887 sonbaharını kaplayan bu hasat mevsiminden sonra, cebinde biraz para, Amerika’ya İlk gelişinde kaldığı yerlere gitti, eski dostlarını gördü, onların yanında oyalandı bir süre. Ama fazla duramayacağını anladı: Artık başlayabilirdi yazmaya. Bu ihtiyaç ister Norveç, ister Danimarka, yeniden Avrupa’ya dönebilmek özlemiyle birleşiyor, borçlarını bu sefer de Ödeyemiyecek bir yoksul olarak yaşamak pahasına da olsa, Avrupa’ya dönmek istiyordu. Behçet Necatigil Knut Hamsun – Açlık (Roman) Varlık Yayınları * BİR ANEKDOT Knut Hamsun (d. 4 Ağustos 1859, Gudbrandsdal – ö. 19 Şubat 1952, Grimstad ), Norveçli yazar ve 1920 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibidir. AÇLIK, ALEV ... gibi kitaplarında insan içgüdüleri üzerine olağanüstü kitaplar yazmasına karşın tarihe HİTLER hayranlığıyla geçen ender yazarlardandır. Norveç İşgali'nden önce başladığı Nazi taraftarlığını ülkesinin işgali sırasında da devam ettirmesiyle ünü ciddi şekilde lekelenmiştir. Hatta 1940 yılında "Almanlar bizim için savaşıyor ve şimdi İngiltere'nin bizim ve tüm tarafsızlar üzerindeki zulmünü eziyor" iddiası da dâhil olmak üzere birçok gazete makalesi yazdı. Aldığı Nobel ödülünü 1943 yılında Goebbels'e gönderdiği söylenir. 1943 yılında Hamsun, Hitler'le görüşmeye davet edildi; toplantı sırasında Hitler'den Norveç'teki Alman sivil yönetici Josef Terboven 'den şikâyetçi oldu ve tutuklu Norveç vatandaşlarının serbest bırakılmasını istedi. Otto Dietrich , anılarında bu buluşma için, "yabancı bir kişinin Hitler'le ilk kez bu kadar ters bir şekilde konuşabildiği tek zamandı" diyor. Hitler'in ölümünden bir hafta sonra Hamsun: "O bir savaşçıydı, insanlık için bir savaşçıydı ve tüm uluslar için adalet müjdesinin bir peygamberiydi." dedi. Savaşın sona ermesinin ardından, kitapları evinin önüne atıldı. Hatta Norveç'in büyük şehirlerinde öfkeli kalabalıklar kitaplarını herkesin önünde yaktı ve Hamsun bir süre bir psikiyatri hastanesinde tutuldu. ' maviADA'nın Notu

  • Mal Ayrılığı ve Şampanya Kovası

    SEVGİ SOYSAL * Bütün kızlar, şampanya adını duymuş bütün sıradan kızlar, sevgili bir erkeğin kendilerine pembe şampanya ısmarlamasını düşünmüşlerdir. Gümüş kova içinde, buzlar arasında pembe şampanya, sonra belki de kuş cıvıltıları. Başlarına tuğla düşmemiş bütün kızlar. Tuğla düşene kadar. Tuğla düşünce, tek düşünce ölmemek olur, yaşamak olur elbet. Şampanya gibi usul usul, kibar kibar kabardı erkek. -Ev tuttun ha? -Bir tane sana, bir tane de bana, dedi kadın, şampanya yudumlarcasına, yumuşak. Adam şampanyalıktan çıktı. Sanki ilk tuğlayı başına yemiş. Masanın çevresinde eşindi, eşindi. Aynı köpekler gibi. Gezmeğe götürüleceğini sezen köpekler gibi. Ve sevinçle, hayır kederle havladı. -Delisin sen! -Dönüp durma masanın çevresinde, midem bulanıyor, dedi kadın. Sanki alışmadığı, o eski aptal düşlerin şampanyasından sarhoş. Adam bir tuğla gibi düştü ayaklarına, başına eskilerden düşen tuğla gibi. -Ben sensiz yaşayamam. Beklenmedik anda birinin başına bir şey düşse, bu tuğla da olsa, güler insan. Hatırladı, güldü kadın; kendi başına düşen tuğlayı bir kez daha seyretti. Adam kalktı, sarı bir yüzle. Ağlıyor, aman, eski şampanya köpükleri ve kuş cıvıltıları gibi, kilisede evlenen bir çifti kutlayan bir rahip gibi, yüznumara duvarına çizilmiş ayıp resimler gibi, ağaçlara oyulmuş kalpler, sevgili adları gibi. Bütün bu görüntülerin bir yerlerinde ağlayan bir erkek vardır. Gevşemeyecekti kadın. Hangi kadın erkek gözyaşlarıyla gevşememiştir? Hangi çılgın kadın? Şaşarım. Bendimi çiğner taşarım. Hangi çılgın gevşemelere zincir vuracakmış şaşarım. Tuğladan, önceki aptallıkla geviş getirecekti; görüntüyü, o bütün aptal kadınlara gözyaşı döktüren görüntüyü kaçırdı. Katı, kaskatı kaldı. Hiç şampanya içmemiş kadar katı. Bu kötü romanı, bu kötü filmi göremedi, gözleri yaşaramadı. Şimdi bir tuğlanın zamanıdır. Şimdi yeniden ölmenin. Adam kadında şampanyanın, kilisede evlenen sevgili görüntüsünün getirebileceği gevşekliği arandı. Ellerini tuttu kadının. İşte şimdi bütün apartmanlar yıkılsın üstüne, belki, ancak o zaman ölünebilir. Yok şu sırada aşk sahneleri oynamak, en sıradan kızların şampanyalı düşlerinde bile yok. Erkek bu sahneleri çok oynamış. Erkekler, aptal kadın seyircileri bolluğu yüzünden pek gelişemezler. Erkek rahat, apartmanın yıkıldığını göremedi. Bir yağmur yağdı sanıyor, ateşte süt taştı; bir bardakçık, ucuz bir bardakçık kırıldı, o kadar. Kadın ellerini çekmedi falan. Şimdi konuyu el tutmaya, tutmamaya getirmedik, bir cümle fazla konuşmak, taşların biraz daha öldürücü olması, yaralardan biraz daha çok kan akması, mezarların açılıp ölülerin bir kez daha yıkanması olacak. Apartmanın altında kalmak olacak. Dikine baktı adamın gözlerine. -Yarın taşınıyoruz. Bir kamyonet tuttum. Bütün eşyaları yükleriz. Sen kendi evine, ben kendi... İşte şimdi her şey eskisi gibi. Erkek inandırıcı hıçkırıklarla ağlıyor, kadının da gözleri yaşlı. Otursalar, birbirlerine yeni bir aşk mektubu yazsalar. Sonra da gidip belediyeye çöpçü yazılsalar. Kadın silkindi. Bir şarkı mırıldandı. Bir çocuk şarkısı: -"Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine." -Ben sensiz yapamam. -Bunu söylemiştin. Yeni bir şey de söyleme. Yeni bir şampanya patlatma. Kadın kulaklarını tıkadı. Tıkamasa şampanya kulaklarından taşacak. Tavanın bir yerlerinde duvar inceden çatladı. Çatlak hızla büyüdü, büyüdü, büyüdükçe genişledi. Bir örümcek ağı gibi apartmanı sardı. Çatlaklardan şampanyalar aktı. -Evimizin eşyalarını da yeni tamamlamıştık, dedi adam. Kadın ilk kez merakla baktı. Erkeğin gözleri çocuk gözleri gibi apaçık. Eşyalarda geziniyor. Bilyalara bakıyor. Bilyalarını sayıyor. Benim bilyalarım. Benim sarı, benim kırmızı, benim yuvarlak bilyalarım. Buna gülünür mü? Buna şefkat mi duyulur? Peki ya ne zaman gülünür? Ne zaman katılınır? Elinin tersiyle apartmanlara vurdu kadın. Apartman gümbürtüyle yıkıldı. Gümbürtü gömdü kahkahasını. -Yeni tuttuğum evler bundan küçük. Eşyalar iki evi idare eder. -Yine de ikimize yetmez, yani az eşyamız olur. -Yeter, dedi kadın. İstersen sayalım eşyalarımızı. Apartman yıkıntıları arasından bir inilti duydu kadın. Bir köpek yavrusu belki, ya da bir çocuk, üzüldü bir an. Erkek rahatlamış. Fırladı yerden, bir tuğla gibi düştüğü yerden. Gözyaşları kuruyalı yıllar geçmiş. Yeni bir şampanya açmak gereksiz bir masraf olur şimdi. -Bu resmi ben alırım, dedi adam. Düşünür gibi yaptı kadın. -Olur. -Öteki de senin olur. Bilyaları ayırmağa başladılar. Bu sana, bu bana. -Bu halı ne olacak peki? Düğünümüzde dayım getirmemiş miydi onu? Kadın mantarı patlatarak fışkırdı şişeden. -Herkes kendi soy sopunun getirdiği düğün hediyesini ayırsın önce. Adam yadırgamadı bu sözü. Öylesine bilyacıklarına dalmış. -Kütüphaneleri, koltukları, hani ben yaptırmıştım ya, evlenmeden önce hani. -Yatak odasını da babam yaptırmıştı ya hani. -Ben yerde mi yatacağım, yani? -Herkes kendi yatağını, yorganını alsın. -Yemek masasını sen almıştın. -İki iskemlesi senin olsun. -Teyp, plâklar? Beni oyalarlar diye düşünüyorum. -Radyoyu niçin sattın? Onlan da ben oyalanırdım. -Bu dolabını sen al. Çocuk sende. -Havagazı fırın ne olacak? -Gel tabakları, çatalları ayıralım. -Bu benim. -Bunu sen al. -Bunu sen al. -Ölümü gör sen al. -And verdim sen al. Al sana, al sana diye vururdu kabahat yapınca büyükler. Tokatı nasıl almalı? -Peki alırım. -Alırım peki. Şimdi sıradan kızların gözlerindeki yaşları kurudu. Şimdi sıradan kızlar çok eğleniyorlar. -Kitapları indirelim. Kitapları, tencereleri, evdeki bütün ıvırzıvırı halının ortasına döktüler. -Bu kitap benim. -Bu tencere hatıradır bana. -Sen anlamazsın o kitabın dilinden. -Sana tava dokunur. -Bana gerekli, el kitabım. -Elimin altında bir tava bulunmalı. -Ya bu kitap, ya halı. -Halı. -Kitap bende kaldı tamam mı? -Hepsinin üstünde benim adım yazılı. -Birinci sayfaları koparırım. -Yırtma! -Halıyı kirletme! -Yırtacağım. -Bunlarsız yazamam. -Yazma! Erkek bilyaları cebine doldurdu. Çok şişti mi cebim diye baktı. Çelme atıp kaçacak. -Ayrılmayı isteyen sensin. Ben ikimizin malı diyerek. -Her şey ikimizin. -Bu kitap benim ama. Bir tuğla, bir tuğla üstüste, bina büyüyecek yeniden. Kadın ayaklarıyla itti kitapları. Adam kitapların ortasında, ayakta. Kadın buldozerle yürüdü binanın üstüne. Adam eşyaların ortasında, dimdik bunu hiçbir buldozer yıkamaz. Bu binanın önünden geçip gidivermeli, sokaklardan birine sapıvermeli. Eşyalar, binalar, buldozerler, karşıda; daha güçlü, bir kadından, bir erkekten her zaman daha güçlü; eşyalar. Kadın çöktü yere, çevresine bakındı. O hiç bitmeyen aptallıkların şampanya kovasını buldu yalnız. Kovayı başına geçirdi. Sineklerin işediği perdelere, analarıyla yuvalarına dükkân dükkân perdelik kumaş arayan kızlara, mutfak eşyalarına, ucuz yüz görümlüğü düşürmeye çalışan kaynanalara, evli misiniz diye soran ev sahiplerine , kontratlara, ütülü çamaşır sepetlerine "şampanya adını duymuş bütün kızlara" nanik yaptı. (1969)   (*) Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk, Bilgi Yayınevi, Ankara 1980, ss: 13-20 SEVGİ SOYSAL *** Hikâye ve roman yazarı (D. 30 Eylül 1936, İstanbul - Ö. 22 Kasım 1976, İstanbul). *

  • Ey Balçık Dünya

    Mevlana Celaleddin Rumi * Seni bildim bileli, ey balçık dünya, başıma nice belâlar geldi, nice mihnet, nice dert. Seni sırf belâdan ibaret gördüm, seni sırf mihnetten, dertten ibaret. İsa'nın yurdu değilsin sen, yayıldığı yersin eşeklerin. Nerden tanıdım seni bilmem ki, nerden parçası oldum bu yerin, Bana vermedin bir yudum tatlı su, sofranı yaydın yayalı. Elimi ayağımı bağladın gitti, elimin ayağımın farkına varalı. Bırak da bir ağaç gibi yerin altından çıkarıp ellerimi sevgilinin havasıyla sarmaşdolaş olayım, uzayıp gideyim bâri. Ey çiçek, dedim çiçeğe, dedim, bu küçük yaşta sen, neden ihtiyar oldun bu kadar, dedim, nasıl oldu bu böyle? Çocukluktan kurtuldum, dedi çiçek, sabah rüzgârını tanıyalı, hep yukarlara doğru çıkar yukarlardan gelmiş bir ağaç dalı. Şunu da söyledi çiçek: Madem aslımı tanıdım, madem yersizlik âlemi aslım, artık bana tek bir şey düşecek: Yücelip aslıma gitmek. Sus yerter artık, var git yokluğa haydi, yoklukla yok ol. Git, yokluklardan tanı yokluktan var olanı. MEVLANA (30 Eylül 1207 - 17 Aralık 1273), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî , Celâleddîn Muhammed Rûmî , ayrıca Celâleddîn Muhammed Belhî Yaygın adlarıyla Mevlânâ veya Rûmî 13. yüzyılda Anadolu 'da yaşamış bir Fars tasavvufçu , ilahiyatçı ve Sufi bir mistik şairdir . Mevlânâ'nın etkisi ulusal sınırları ve etnik ayrımları aşar: onun manevi mirası son yedi yüzyıldır İranlılar , Tacikler , Türkler , Yunanlar , Peştunlar , Orta Asya ve Hint Yarımadası Müslümanları tarafından büyük ölçüde takdir edilmektedir. Şiirleri dünya dillerinin çoğuna geniş çapta çevrilmiş ve çeşitli biçimlere aktarılmıştır. Mevlânâ, Amerika Birleşik Devletleri 'nde " en popüler şair " ve " en çok satan şair" olarak tanımlanmıştır.

  • CERVANTES

    Miguel de Cervantes Saavedra * (29 Eylül 1547 - 22 Nisan 1616), İspanyol romancı, şair ve oyun yazarıdır . Modern Avrupa'nın ilk romanı olarak kabul edilen başyapıtı Don Kişot , Batı edebiyatının klasikleri arasında yer alır ve bugüne kadar yazılmış en iyi kurgusal eserlerden biri sayılır. Genç yaşta başladığı edebiyat hayatında denemeleri ve tiyatro eserleri ile kısa sürede tanınan bir yazar olmuştur. Ayrıca İspanyol edebiyatında roman geleneğinin başlatıcısı olarak kabul edilir . 15 Eylül 1569'da Madrid 'de bir yaralama iddiasıyla Miguel de Cervantes adlı biri hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. Verilen cezaya göre sağ eli kesilecek ve 10 yıl sürgünde kalacaktı. Bir ad benzerliği söz konusu değilse bu olay Cervantes'in İtalya 'ya gidişinin nedeni olabilir. 1570'te II. Selim Kıbrıs 'ı ele geçirince Papa V. Pius Osmanlılara karşı birlik çağrısında bulundu. Çağrıya yalnızca İspanya ve Venedik karşılık verdi. Cervantes Roma 'daki İspanyol birliğine katıldı. 7 Ekim 1571'de Osmanlı donanmasıyla Lepanto (İnebahtı) Körfezinde yapılan İnebahtı Deniz Savaşı 'na katılan Marquesa adlı kadırgada bulunan Cervantes, iki kez göğsünden yaralandı ve bir top güllesiyle sol elini kullanamaz hale geldi. 26 Eylül 1575'te Akdeniz'de Cezayir korsanları tarafından esir alınan Cervantes, 1575-1580 yılları arasında Cezayir'de yaşadı. Yaşamının sonlarına doğru ünlü eseri Don Quijote ( Don Kişot )'u hapishanede kaleme almıştır ve bu eseri sayesinde tüm dünyada tanınmıştır. Eserde yazarın kendi hayatıyla alay ettiği ve kahramanla aralarında çokça benzerlikler olduğu görülür. Don Kişot dünyanın en çok okunan eserlerinden biridir ve 38 dile çevrilmiştir. Bu eser hâlâ dünyanın en çok okunan romanları arasındadır. 2015 yılında Cervantes ve eşi Catalina de Salazar'a ait olduğu iddia edilen mezar yerleri Trinitarian Manastırı'nda bulundu. * CERVANTES'in Ünlü Kitabı DON KİŞOT'u değerlendiren SEBAHATTİN EYÜBOĞLU'na ait bir yazı okumak isterseniz RESME tıklayın.

  • Don Kişot, Romanların Romanı

    SABAHATTİN EYÜBOĞLU * Gustave Flaubert: “Ben ‘Don Kişot’u okumadan önce, ezbere biliyordum.” demişti. Bu büyük söze, Flaubert’i belki iyi anlamış olan Thibaudet’nin bile gereken önemi vermemesine şaşılır. İlk akla gelen, şüphesiz Flaubert’ in “Don Kişot”u çocukluğunda dinlemiş olmasıdır. Öyleyse, büyük romancı herkesin söyleyebileceği bir şeyi söylemiş oluyordu. Bütün ünlü kitapların ortak kaderi “okunmadan bilinmek” değil midir? Kaç aydın “İlyada”yı, “Kutsal Kitap”ı, “Kur’an”ı, “İlahi Komedya”yı ya da “Leyla ile Mecnun”u okumuştur? Bununla birlikte bu kitapları “aşağı yukarı” bildiğini sanır herkes. En ünlü kitaplar en az okunan kitaplardır, diyeceğim geliyor. Sözle özetlenmeye elverişli bütün şaheserler toz tutmaya mahkûmdurlar. Onları biz; istemeden, özlemeden, zahmet çekmeden kitaplıklar dışında buluruz; hava gibi, su gibi, ekmek gibi. Bilinen şeyleri yeniden bulmanın tadını çıkarmak herkesten beklenemez. Dahası var: Ölümsüz olmak tam anlamıyla ölmek demektir! Hesabı görülmüş şeylerden bize ne? Paris’te büyük adam heykellerinin önünden geçerken içimde tuhaf bir sıkıntı duyardım. Bir gün anladım ki bu sıkıntı bana o heykellerin mahkûm oldukları sonsuz yalnızlıktan geliyordu. Ne günahları vardı ki onları köşe başlarında zorla seyredilmeye, görmeden bakılmaya, okumadan bilinmeye mahkûm ettiler! Ne mutlu bana ki en çok sevdiğim sanatçıların heykellerine hiçbir yerde rastlamadım. Ama Flaubert: “Ben ‘Don Kişot’u okumadan önce benliğimde, damarlarımda, bilinçaltımda buldum.” demek istiyordu. Ya da isterseniz böyle diyebilirdi Çünkü: 1. “Don Kişot” bütün insanların romanıdır. 2. “Don Kişot” bütün romanların romanıdır. 3. “Don Kişot” gerçekçilik çağının, yeni zamanların romanıdır. Hiç şüphesiz, Don Kişot’a bu engin niteliği veren yalnız Cervantes değildir. Her şaheser gibi onu da az çok yüzyıllar yaratmış, daha doğrusu tamamlamıştır. Her şaheser gibi o da düşünce tarihini emmiş, bir “karmaşa” hâline gelmiştir. Aslında kolayca ispatlanabilir ki insani ve evrensel sayılan eserler bu niteliklerini çoğu zaman sonradan anlamışlardır. Her eser doğduktan sonra gittikçe büyüyen bir bağımsızlık ve kendi kendine zenginleşen “ikinci bir içerik” kazanır. Ama şimdiye kadar eleştiri, kötü bir alışkanlıkla bu ikinci içeriği hep sanatçının ruh sermayesine mal etmiştir. Sanki her güzelliğin bir sahibi olması şartmış gibi! Ben, sahiplerini gölgede bırakan birçok şaheser biliyorum. Cervantes’ in kitabına isteyerek koyduğu şey, hiç olmazsa başlangıçta, şövalyeliğin yergisi idi. Tıpkı sonradan, Flaubert’in “Madame Bovary”sine burjuvalaşan romantizmin yergisini koyacağı gibi… Şu farkla ki güneyli Cervantes, esinini iyimser ve genç bir uygarlığın sabahından alıyordu, kuzeyli Flaubert ise kötümser ve yorgun bir uygarlığın akşamından. Eleştirinin kaynağı birisinde “sağduyu” öbüründe “hınç”tı. Rönesans’ta şövalyelik, müspet bilim çağında romantizmin düşeceği akıbete uğramıştı. (…) Başta Amadis de Gaule olmak üzere şövalye romanlarının hiçbiri ve bu romanların hiçbir özelliği Don Kişot’ un yıkıcı alayından kurtulamayacaktı. Hatta Cervantes alayla yetinmeyerek Don Kişot’u baştan çıkaran bu romanları -bir kaçı dışında- birer birer ateşe attıracaktı. Aynı şekilde Flaubert de Madame Bovary’yi baştan çıkaran romanları birer birer mahkum etmeyecek mi? Şövalyelerin kutsama törenine bile kurtuluş yoktu. Don Kişot’un nasıl kutsandığını biliyorsunuz. Hiçbir devir, hiçbir moda bu kadar ezici bir yenilgiye uğramamıştır: Ne Molkre’de ne Voltaire’de ne Şaubert’de… Şüphesiz biz artık çağdaşların bu yenilgi karşısında duydukları hazzı duyamayız. Ama Don Kişot’un ilk başarısını bu hazza borçlu olduğu inkâr edilemez. Bunu zaten Cervantes’ in kendisi de söylüyor: “Kitabım, baştan başa şövalye romanlarının yergisidir.” Gerçi, Don Kişot her şeyden önce, büyük bir karikatürdür ama öz hatlarına indirgenmiş, gözsüz, kulaksız, elbisesiz bir karikatür değil.. Don Kişot’u atından, uşağından, zırhından, miğferinden, hatta şato ve değirmenlerinden ayıramazsınız: Onu Harpagon gibi bir tip olarak düşünemezsiniz. Ama o hâlde bu canlı karikatür, bu Manşlı “Hidalgo” insani ve genel içeriğini nerden alıyor? Don Kişot, Harpagon gibi insanlığın “stylise” edilmiş belli bir yönünü değil, bütün insanlığı, “insan”ı temsil etmektedir. Tipler birer parça, Don Kişot bir bütündür: Hamlet gibi, Faust gibi, Prens Muiskin gibi, Madame Bovary gibi… Bakın, Don Kişot’un karikatürleşen her yönü nasıl en öz duyularına cevap veriyor: 1. Don Kişot (Madame Bovary gibi) romanların etkisi altında kalır: 2. Don Kişot (Madame Bovary gibi) yaşadığı hayatla yetinmez: “evasion, değişmek ihtiyacı. 3. Don Kişot (Madame Bovary gibi) dış dünyayı olduğu gibi değil, olmasını istediği gibi görür: idealizm. 4. Don Kişot. (Madame Bovary gibi) gerçeğin hapishanesinde kalmaya mahkûmdur: gerçekçilik. Değişen yalnız şu ki Don Kişot’a: Etki altında kalış, bir hipnotizma; Değişmek ihtiyacı, bir “paranoya” (kendini büyük adam sayma deliliği) idealizm, bir “sanrı”; Realizm, bir “yere yuvarlanma” biçiminde ortaya çıkar. Zaten Don Kişot’ un bütün deliliği, bir “manie (mani)”ye indirgenebilir. Çünkü dikkat edilirse onun tek “zayıf nokta”sı şövalyeliktir. “Gezgin şövalye” olduğunu kabul ettiğiniz sürece, Don Kişot düşüncesi yerinde ve mantıklı bir adamdır. Normalin biraz üstüne çıkan her insana “manyak” teşhisi konulamaz mı? Hepimizin bilinçaltında bir Don Kişot uyumaktadır. Don Kişot’a çok candan gülüşümüz, ona çok benzediğimizden gelmiyor mu? Madame Bovary’ye acımamız, ona çok benzediğimizden değil mi? Flaubert: “Madame Bovary benim.” diyordu. Ama Don Kişot’ u romanların romanı yapan yalnız ruhsal içeriği değildir. Bu kitabın gerçek serüveni, idealle gerçeğin savaşıdır. Diyeceksiniz ki bu bütün insanlık tarihinin serüvenidir. Ama “Don Kişot”ta ideal ile gerçek, yerle gök, Don Kişot’la Sanşo Panza, nihayet eşit güçlerle karşılaşıyorlardı. İlk olarak yeryüzü hayal gücüne karşı koyuyor, yel değirmenleri idealizmin kaburga kemiklerini kırıyordu. Eleştiri çağı başlamıştı artık. Ama iyimser Cervantes bu savaştan bir dram değil, bir denge, bir uyum yaratıyordu! Kitabın asıl mucizesi bu işte… Don Kişot’la Sanşo Panza birbirini yok etmiyor, tamamlıyorlar; ruhla beden, ışıkla gölge gibi. İşte onlar, hayal ve gerçek, İspanya’nın güneşli bir yolundalar: Don Kişot önde, bir hayalet gibi uzun ve zayıf, gözleri uzaklarda… Sanşo arkada, şişman ve kırmızı, gözleri elindeki soğan ekmekte. Öndekinin aklı ileride, arkadakinin aklı geride, gidiyorlar. Onları yalnız ölüm ayıracak ruhla beden gibi yürüdükleri yol hayat yolu. Romanın bütün olayları âdeta bu sonsuz yürüyüşün gâh ideale çıkan, gâh gerçeğe inen bir grafiğini çizerler. Nasıl destan ve masallardaki bütün olaylar iyilikle kötülüğün, çirkinlikle güzelin, dünyevi ile ilahînin kavgalarına indirgenebilirse hayal ve gerçek karşıtlığı da “Don Kişot”un tek ve “her yerde hazır” temasıdır. Bu tema roman edebiyatlarına özgü bir açıklıkla olaylarda, görüntülerde hatta üslupta bile durmadan değişir, genişler, zenginleşir: Devler ve yel değirmenleri, şato ve han, ideal ve açlık, Don Kişot’un aşkı ve Rossinante’nin kısraklara saldırısı, hayalî sevgili . Marie Tornez, sihirli miğfer ve berber çanağı vb. her zaman aynı şey, hep aynı büyük karşıtlığın kırıntıları. Cervantes romanına sonsuzca devam edebilirdi. Don Kişot bitmeyen romanlardandır. Don Kişot, Sanşo beraberliğini yüzyılların hayatında da görüyoruz: Tabii daha karmaşık, daha dengesiz biçiminde. Zamanın, çevrenin ve ruhun ihtiyaçlarına göre savaşı gâh hayal gâh gerçek kazanıyor. Sanat tarihinde durmadan devam ettiğini gördüğümüz “doğadan uzaklaşma” ve “doğaya yaklaşma” akımları aynı savaşın aşamaları değil midir? Klasik edebiyatta hayal gücünün dizginlerini tutan ünlü “sağduyu” bizim Sanşo değil midir? “Gerçekten başka güzellik yoktur.” sözü Sanşo’ nun “Güzellikten başka gerçek yoktur.” sözü de Don Kişot’undur. Ama, müspet bilim ilerledikçe hayalin tepkileri daha pahalıya mal olacak ve sonunda Madame Bovary gerçeğe karşı gelmesini hayatiyle ödeyecektir. Romantizm Don Kişot’un yeni bir atılımı, bir isyanıdır. XIX. yüzyılda hayal ve gerçeğin savaşları artık barışla değil, “dram”la bitmeye başlıyor. Ruhları bu drama sahne olan kahramanlar saymakla bitmez: Werther, Faust, Don Juan, Julien Sorel, Eugnie Grandet, Madame Bovary, Raskolnikof. XIX. yüzyılda gerçekliği yenmiş hangi roman kahramanını tanıyorsunuz? Hangisi rüyasını kana kana içebilmiştir? Her savaşta kanatları kırılan “hayal” Don Kişot’ un atından düştüğü zaman söylediği sözü bir nakarat yaptı: “Yo soy el most desdichado caballero de la tierra” (Ben yeryüzünün en mutsuz şövalyesiyim.). İdeal ve gerçeğin, romantizm ve realizm adları altında karşılaştıkları dramı en iyi Flaubert’ de seyredebilirsiniz. Don Kişot’ u okumadan bile ama Cervantes’e çok az benzeyen bu adamın hayatı iki kutup arasındaki zikzaklarla örülmüştür. Beş altı yıl arayla yazdığı romanlarının her biri kendinden öncekine bir tepki niteliğindedir. “Madame Bovary”de ölen hayal, “Salambo”da canlanır, “Education” da yeniden ölür. Bu, şunu gösterir ki Flaubert savaşmayı yalnız anlatmıyor, yaşıyordu da. Nitekim “Madame Bovary”i yazarken soğukkanlılığını tutamamış ve bu dış gerçekçi romancı, ansızın kendinden söz ettiğini anlayarak ürpermişti. Oysa Cervantes, kendine güvenli ve anlattığı serüveninin çok üstündeydi. O, dudaklarında sürekli bir gülümsemeyle kahramanlarını birer kukla gibi oynatabiliyordu. Zavallı Don Kişot’una karşı, çok çok, bir baba sevgisi duymuş olabilir; onu da her zaman değil. Çünkü Cervantes bütün kavgalarda bir barış, bütün düzensizliklerde bir düzen, bütün uyumsuzluklarda bir uyum seziyor; bir kelimeyle, hayatı bir “bütün” olarak görüyordu. Hayatı bir bütün hâlinde, yani bir hayal ve gerçek, ruh ve beden karmaşığı olarak görmek ve göstermek; işte büyük romancıların sırrı bu olsa gerek. Bu bütünü görüş sayesindedir ki büyük romanlarda bir devrin, bir uygarlığın nabzını duyarsınız; bu görüş sayesindedir ki bütün roman kolayca bir destan niteliği kazanır. “Don Kişot” “dünya hayatı”nın destanıdır. Son üç yüzyıl içinde yazılan bütün romanlar, âdeta bu destanın çevresinde dönüşen yıldızlar gibidir. “Don Kişot”la “İlahî Komedya” bitiyor, “İnsani Komedya” başlıyordu. Nitekim, dünya romanının destan değerini çok iyi gören Balzac, sayısız, eserlerini bu ad altında toplayacaktı. Yazık ki Cervantes insani komedya adını Balzac’tan önce bulup kitabına koyamamıştı. * maviADA'nın NOTU: DON KİŞOT'un YAZARI: CERVANTES * M iguel de Cervantes Saavedra (29 Eylül 1547 - 22 Nisan 1616), İspanyol romancı, şair ve oyun yazarıdır . Modern Avrupa'nın ilk romanı olarak kabul edilen başyapıtı Don Kişot , Batı edebiyatının klasikleri arasında yer alır ve bugüne kadar yazılmış en iyi kurgusal eserlerden biri sayılır. Genç yaşta başladığı edebiyat hayatında denemeleri ve tiyatro eserleri ile kısa sürede tanınan bir yazar olmuştur. Ayrıca İspanyol edebiyatında roman geleneğinin başlatıcısı olarak kabul edilir.

  • O Geliyor

    CELAL SAHİR EROZAN * Yıl, 1919, Mayısın on dokuzu. Kızaran ufuklardan kaldırıyor başını Yeryüzüne can veren Cana heyecan veren Al yüzlü doğan güneş! Takanın burnu nasıl Karadeniz'i yırtar; Siz de bir anda öyle yırtınız uykunuzu, Uyanın Samsunlular! Kurutacak gözlerde umutsuzluk yaşını Al yüzlü doğan güneş! Bugün Çaltı burnundan gülerek doğan güneş! Yıl, 1919, Mayısın on dokuzu. Uyanın Samsunlular! Uyumak ölüme eş, Diriltin ruhunuzu. Ufukta bir gemi var! Fakat bu gemi niçin böyle yavaş geliyor? Acaba yolu mu az, yoksa yükü mü ağır? Bu gemi umut yüklü, inanç yüklü, hız yüklü; İçinde bu vatanın derdiyle yanan bağır, Kurulacak yarını düşünen baş geliyor. Bir baş ki gökler gibi bir küme yıldız yüklü! Bu gemi onun için böyle yavaş geliyor Yıl, 1919, Mayısın on dokuzu. Ufukta duran gemi gitgide yaklaşıyor Sanki harlı bir ateş Yakıyor ruhumuzu. Beklemek üzüntüsü her gönülden taşıyor. Üzülmemek elde mi? Hız yüklü, inanç yüklü, umut yüklü bu gemi! O umut yayıldıkça ruhlara sıcak sıcak, O hız doldukça bütün damarlara kan gibi, Gizli gizli inleyen her yürek canlanacak, Ateşler püskürecek uyanan volkan gibi! Gittikçe büyükleşen Gölgene dikilmekten Karardı gözlerimiz. Koş, atıl, gemi, sana engel olmasın deniz! Ak saçlı dalgaları birer birer kes de gel! Kuşlar gibi uç da gel, rüzgâr gibi es de gel! * CELAL SAHİR EROZAN: 29 EYLÜL 1883-16 KASIM 1935 Babası, Osmanlı'nın Yemen Valisi İsmail Hakkı Paşa'dır. Şiir yazmaya çocukluk döneminde başladı; dokuz yaşındayken güzel şiir okuduğu için II. Abdülhamit’in dikkatini çekti ve sık sık sarayda padişahın konuğu olarak ona şiirler okudu, bu nedenle “liyakat nişanı” aldı. On dört, on beş yaşlarındayken Malumat, Musavver Fen ve Edeb, Pul, Lisan gibi dergilerde şiir ve makaleleri yayımlandı. Bu yazılarında ‘ takma adlar kullanmıştır. Fransızcasını ilerletip Fransız yazınını tanıyınca yazınsal değerleri değişti. Genç yaşında son dönemini yaşamakta olan Servet-i Fünuncular arasına katıldı Cumhuriyet döneminde milletvekilliği yaptı. 16 Kasım 1935'te öldü.

  • Tuncel Kurtiz

    Türk sinema ve tiyatro oyuncusu, yönetmen, yapımcı ve senarist. Doğum tarihi ve yeri: 1 Şubat 1936, İzmit, Kocaeli, Türkiye Ölüm tarihi ve yeri: 27 Eylül 2013 (77 yaşında), Beşiktaş, İstanbul, Türkiye Evliliği: Menend Kurtiz Ebeveynleri: Hamdi Valâ Kurtiz, Müfide Kurtiz Çocukları: Mirza Kurtiz, Aslı Kurtiz "Bir gün ölürsem eğer, Yılmaz'ı göresim gelmiştir... " Tuncel Kurtiz Dünyamızdan ayrılışının yıldönümünde sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz. -Şiiri seslendiren Tuncel Kurtiz ...- GEÇİT YOK Derine, hep derine kazıyoruz... nerde, çağımızın o altın kalbi. çağımızın altın kalbini arıyoruz üzerimizde ağır bir yeryüzü gökyüzünden uzakta... çok uzakta.... derine , hep derine kazıyoruz... nerde, çağımızın o altın kalbi. çağımızın, altın, kalbini arıyoruz... Madencileriz biz... Devrimcileriz biz... Patlarız... Volkan gibi... Çağ, yenmeyecek bizi... Yorgun değiliz biz... Bağdatl'ıyız, bağdat'tayız, Bağdat'lıyız bağdat'ta düşünce bombalar adımız meçhule kalır adımız meçhul yanar kavrulur bedenimiz sevdiklerimiz yanar kavrulur külümüz kalır geriye rüzgarda savrulur sözümüz kalır bir de öfkemiz, birde öfkemiz, birde öfkemiz öfkeliyiz... Öfkeliyiz... kül savrulur, söz kalır, öfke büyür büyüyor! Bağdat'lıyız, bağdat'tayız, dünyanın her yanındayız bu kan denizinin dalgalarıyla yankileri boğacağız Bağdat'lıyız, bağdat'tayız, bağdat'tayız, her yandayız geçit yok, isyan var emperyalizme karşı katlettiğin yetti artık, yetti artık, yetti geçit yok, isyan var emperyalizme karşı söndürdüğün ocaklar yetti artık, yetti, yetti.. yetmez artık bombaların durduramaz bu seli sorulacak bir hesap var yetti artık yetti atılan bombanın bir hesabı olacak olmalı yetti artık, yetti bu hesap vakti geldi bombalanan topraklarda yakılan hayatların söyleyecekleri bitmedi daha bitmeyecek bombalanan insanlarımız adına da haykırıyoruz bir kez daha katil Amerika!!! önce gürleyen sesimiz kovar yankileri sonra biz bombalanan topraklarda yakılan halkların soracakları hesap bitmedi daha bitmeyecek geçit yok Amerika'ya!!! buralarda biz varız hey! Türküz, Kürdüz, Arabız biz... sömürü, işgal, istila varsa ya istiklal ya ölüm diyenler de vardı varlar, var olacaklar hey biz varken, geçit yok Amerika'ya buralarda biz varız halkız biz sömürü işgal istila varsa kurtuluş kavgası olacaktır biz halkız bağdat yanan çocuk çığlık çığlığa çığlık Dicle'ye, nehir denize denizler dalgalı Mahir'ce meydanlarda vurun dalgalar made in USA kıyılara yükselin denizler meydanları sel alsın boğulup gitsin bu yankiler coni'siyle toni'siyle Bağdat'lı çocuğun çığlığı meydanlarda öfke dolu bir haykırış, bir taş, bir ateş ki hıncımız yanan çocukların acısı kadar büyük kim yaktı Bağdat'lı bebeleri böyle! hangi alçak çıkarlar için yüksek teknolojiyle yaktılar, yıktılar, bombaladılar biliyoruz biliyoruz suç kesin suçlu malum emperyalizm! gereği düşünüldü... gereği düşünüldü... "iyi halsiz" katillere adil olmaktır en büyük ceza bağdat'ta yanan çocukların acısı kadar acımasız olacağız bu kovboylara bağdat'ta yananların ahı kadar adaletli olacağız... Geçit Yok ! Geçit Yok ! Geçit Yok ! Ümit İLTER Ekleyen : Aysu AFYONLU

  • Orhan KEMAL, "Eskici ve Oğulları"

    Suat DELİBAŞ * 12 Eylül darbesinin ardından babam, evdeki kitapları toplayarak bahçenin bir köşesindeki akasya ağacının dibine gömmüştü. Gömerken de bozulmasınlar diye naylonlara sarmıştı. Aradan yıllar geçmiş babamdan gizli kitapları çıkarıp okumaya çalışmıştım. Tabi o yaşta o kitapları anlamam mümkün değildi. Aradan yıllar geçti, Biz çocuklar büyüdük, evlendik ve ben Bursa' ya yerleştim. Babam ve annemin bizi ziyarete geldikleri bir gün babam, Orhan KEMAL'in "Eskici ve Oğulları" kitabını kitaplıktan alıp okumaya başladı. Hızlı ve iyi bir okuyucuydu. Nasıl buldun kitabı dediğimde; "Çok iyi ama ağzı çok bozuk Orhan Kemal'in🙃... Çok fazla küfür var kitapta!"demişti. Zaman akıp gidiyor. Babamı kaybettik. Aramızdan ayrılışının birinci yılının dolmasına birkaç gün kaldı. Bu defa kitaplıktan son dokunanın, sayfalarını çevirenin babam olduğunu bildiğim, " Eskici ve Oğulları"nı alarak, ben okudum. Orhan KEMAL'in çok iyi bir gözlemci olduğunu, çok iyi gözlemleri sonucu kitabı yazdığını sayfaları çevirdikçe hemen anlıyorsunuz. Çünkü halk dilini, Adana sokaklarını, kütlü toplanan tarlaları, yöre halkının diyaloglarını, kavgalarını, dedikoduları ve hatta dayanışmayı, değişen dönüşen ekonomik yapıyı çok iyi bir gözlemci bu kadar net anlatabilir. Orhan KEMAL, Toplumsal gerçekçi bir yazar. Bu romanında da değişen ekonomik koşullarda bir ailenin serüvenini, kitabın arka kapağında da yayıncının belirttiği gibi, "insanın eliyle kurulan çarpık düzenin nasıl da insanın kendini yozlaştırdığını" en iyi şekilde anlatmış. Romanın ana konusu olan " Eskici ve Ailesi" nin bozulan düzenini, kopan aile bağlarını Sosyolojik, psikolojik, ekonomik yer yer de tarihsel düzlemlerde anlatıyor. Romanın ana karakteri, " Topal Eskici" dir. Kahramanın ismi kitap boyunca bir kez bile zikredilmiyor. Bunun iki sebebi olabilir; yazar, kahramanının sokaktaki, evdeki, mahalledeki, devletin gözündeki değersizliğini okuyucusunun gözünde " topal ve tahta" bacağında simgeleştirerek bu haliyle bilmesini, gözlemlemesini istiyor olabilir. İkinci bir sebep ise Trablusgarp savaşı' nda bacağını kaybetmiş bir asker olan "Topal Eskici" nin " Topal ve tahtadan bacağı" üzerinden; yeni kurulan cumhuriyete Osmanlı' dan miras kalan yükü, acıyı, savaşları, halkın değersizliğini bir "metafor" olarak anlatıyor olabilir . Trablusgarp Savaşı' nın ve Topal Eskici' nin geçmiş yaşantısının roman boyunca sürekli tekrarlanması (edebiyatta çokca kullanılan leitmotiv tekniği) okuyucun hafızasında özellikle bu iki olayın yer etmesini istemesidir diyebiliriz. Romanın ana karakterlerinden bir diğeri olan " Büyük Oğlan" ın ismi de roman boyunca iki bölüm haricinde zikredilmiyor. Büyük Oğlan" ın değersizliğini ( özellikle babasının nezdinde) adının olmaması ile okuyucuya hissetiriyor yazar. Adının geçtiği bölümler ise babasının onu övdüğü ve sevgisini belli ettiği iki kısa bölümdür. Yani bir değerinin olduğu veya anlaşıldığı bölümler. Oysa küçük oğul Ali, babanın gözbebeğidir. Alim, Ali... değer üstüne değerler bindiriliyor Ali'ye. Kitabın ismi " Eskici ve Oğulları" ama eskicinin bir de kızı vardır; Zalha ( Zeliha). Zalha' nın ev içerisinde hiç bir değeri, önemi, fikri yoktur. Zalha'nın Ev işleri ile meşgul olması gereken görevleri, kız kısmının yapması, yapmaması gereken anne nasihatleri, mahalleli, el alem ne der azarlamalarıyla geçen bir yaşamı vardır. Yine romanda Küçük Ayşe'nin (torun)ne yaparsa yapsın hiç kimse tarafından fark edilmemesi, onun aksine erkek kardeşi Cevat' a dizilen övgüler, her hareketinin beğeni ile karşılanması, takdir görmesi on bir yaşındaki Ayşe'nin toplumda fark edilebilmek için verdiği nafile bir mücadele yine kadın olmanın küçük yaşlarda başlayan zorluğunu, toplumdaki yerini en iyi şekilde gözler önüne seriyor. Evin anasın da bir ismi yoktur. En güçlü kadın karakter ( evdeki kadınlar üzerinde kurduğu otorite) olmasına rağmen, koca şiddetine maruz kalıyor. Bu şiddet yer yer fiziki, yer yer de psikolojik şiddettir. Büyük Oğlan' ın eşinin ( onun da adı yok) sürekli ötekileştirilmesi, azarlanması, her uğursuzluğun müsebbibi olarak görülmesi de diğer bir kadın karakter üzerinden aktarılıyor. Kadının toplumdaki yeri, değersizliği, cinsiyetçi yaklaşımlar, maruz kaldıkları şiddet bu dört karakter ve diğer yardımcı kadın karakterler üzerinden çok başarılı bir şekilde anlatılmış. Orhan KEMAL, Adana ağzıyla romanı ilmek ilmek işlemiş. Akıcı, sade halkın dili ile halkın hikayesini anlatmış. Babamın da dediği gibi Adana yöresine ait her türlü küfrü, yöresel şakalaşmaları, hakaretleri, göndermeleri, deyimleri bilmeseniz de roman boyunca öğreniyorsunuz. Bir ailenin, makineleşmenin başladığı; zenginlerin, toprak ağalarının ekonomiye hakim oluşlarının ardında yok oluşunu, aile bağlarının çöküşünü anlatıyor. Ama bunu anlatırken de sınıf atlama hayallerini ve bu hayaller uğruna aynı sınıf içindeki bireylerin birbirleri ile mücadele edişlerini, çekememezliklerini, didişmelerini, kavgalarını, kıskançlıklarını, dedikodularını... roman boyunca iliklerinize kadar hissedeceğiniz şekilde anlatmış. Romanda karakterlerin bir kısmının isminin olmaması yazarın çok profesyonelce kurguladığı bir durum. O, karakterleri toplumun onlara yüklediği rollerle okuyucusunun bilmesini istiyor. " Topal Eskici, evin anası, büyük oğlan, gelin" gibi... Romanı okurken; üzüldüm, gerildim, güldüm, gözlerim doldu. Zeynep'in söylediği şu cümle, " Dünya kötüye kesmiş, insanlara güvenilmiyor kime canım desen canın çıksın diyor." belki de romanın özeti olmuş. Orhan KEMAL emeğin, emekçinin yanında bir yazardır. Tüm bu olumsuzluklara rağmen umudu da ön planda tutmuş ve göz ardı etmemiştir. "Çiseleyen yağmurun altında yan yana uzaklaştılar." Umudun bitmediğini gösteren romanın ve usta yazarın son cümledir. " Zapartayı kesmeden!" Okunması... FİLMİNİ İZLEMEK İSTEYENLER İÇİN ESKİCİ VE OĞULLARI | Kadir İnanır, Fikret Hakan | Eski Türk Filmi İzle - YouTube

  • Moby Dick ve Herman Melville

    Yazar Herman Melville en büyük eseri Moby Dick'i 1851'de tamamladı. Kitap York Harper&Brothers Yayınevi tarafından basıldı. Sonradan klasikleşen roman ilk yayımlandığı dönemde ilgi görmemiş, sadece 3000 adet satılmıştı. Yirminci yüzyılda ün kazandı, üzerine incelemeler yazıldı ve defalarca sinemaya uyarlandı. Simgesel okumalara açık bir kitap olan Moby Dick ile ilgili olarak; Ahab ve Moby Dick arasındaki çatışmanın birey ile doğa, Ahab ve gemi mürettebatı arasındaki çatışmanın birey ile toplum arasındaki gerilimi yansıttığı; Ahab karakterinin 20. yüzyılın diktatörlerinin habercisi olduğu; geminin Amerikan toplumunu, acımasız Ahab'ın ise acımasız kapitalizmi ifade ettiği şeklinde okumalar yapılmıştır . Roman, Amerikan edebiyatının başyapıtı kabul edilen eserlerin üretildiği “Amerikan Rönesansı” diye adlandırılan dönemde yazılmıştır. Aynı dönemde Nathaniel Hawthorne Kırmızı Leke (Scarlet Letter) (1850), Harriet Beecher Stowe Tom Amca'nın Kulübesi (1852), Walt Whitman Çimen Yaprakları 'nı(1855) yayımlamıştı. Kendi denizcilik tecrübeleri ve denizlerde yaşanmış başka olaylardan (1820'de Essex adlı bir Amerikan gemisinin bir balina tarafından batırılması ve 1839'da Şili 'de Mocha Dick adlı albino balinanın öldürülüşü) esinlenerek bir balina avı öyküsü kurgulayan Melville, kitap taslağını arkadaşı Nathaniel Hawthorne'a göstermiş ve onun tavsiyeleri üzerine kitabı “hayatın anlamını keşfetme” üzerine simgesel bir romana dönüştürmüştür. Daha önce Typee ve Omooo adlı iki kitabı ilgi gören yazar, başyapıtı olarak gördüğü bu kitabın yayımlandığında olumsuz eleştiriler alması ve satmaması nedeniyle hayal kırıklığı yaşamıştı. Herman Melville (1 Ağustos 1819, New York - 28 Eylül 1891), Amerikan edebiyatı klasiklerinden kabul edilen Moby Dick adlı ünlü romanın yazarıdır. Uzun yıllar boyunca unutulmuş bir yazar olarak kalmış, 1920'li yıllarda yeniden keşfedilmiştir. Yazar, en büyük eseri Moby Dick'i 1851'de tamamladı. Başlangıçta, balina avcılığını anlatan bir serüven öyküsü olarak tasarladığı kitabı tamamlamak üzere iken Amerikalı yazar Nathaniel Hawthorne  ile tanışıp arkadaş olmuştu. Hawthorne'un tavsiyesi ile kitabını simgesel anlamlarla yüklü bir romana çeviren Melville, eseri dostuna adadı. Ancak kitap yayınlandığında beklediği başarıyı yakalayamadı ve çok olumsuz eleştiriler aldı. Tippee ve Omoo adlarını taşıyan ilk iki kitabı 1846'da yayınlandı. Bu kitapları, yerliler arasında geçen günlerine aitti. 1850 yılında yayınlanan White Jacket'ta ise bahriye erlerinin zorlu hayatını anlattı. İlk kitapları onu bir anda hem İngiltere hem Amerika Birleşik Devletleri 'nde çok ünlü bir yazar haline getirdi. Bu dönemde eski bir aile dostunun kızı olan Elizabeth Knapp Shaw ile evlendi. Çift, dört çocuk sahibi oldu. 1850'de Massachusetts 'te bir çiftlik evi satın alan Melville, çiftlik işleri ve yazı ile uğraşarak 13 yıl boyunca bu evde yaşadı. Arrowhead adını verdiği ev, günümüzde müzedir. 1856'da Avrupa ve Doğu Akdeniz seyahatine çıktı. Liverpool 'den çıkan gemisi ile Cebelitarık ve Selanik üzerinden İstanbul 'a ulaştı ve birkaç gün kaldıktan sonra İskenderiye 'ye gitti. Bu gezi sırasında tuttuğu günlük ölümünden sonra "Boğazlara Yolculuk" (1935) adıyla yayımlanmıştır. Yayımcısı Harper's bir sonraki romanını basmayı reddedince maddi sıkıntıya giren Melville 1866'da New York'ta gümrük müfettişi olarak çalışmaya başladı. Bu dönemde yazdığı Pierre ve Piazza memories gibi kitaplar ilgi görmedi. Son yıllarında düz yazıyı bırakarak kendini tamamen şiir yazmaya verdi; şiirlerini kendi parasıyla bastırdı. 1888 yılında emekli oldu ve en büyük eserlerinden biri sayılan Billy Budd'ı yazdı; eseri bastırmaya fırsat bulamadan 28 Eylül 1891'de New York'taki evinde kalp krizi geçire rek öldü. Uzun yıllar boyunca unutulmuş bir yazar olarak kalan Melville, 1920'li yıllarda yeniden keşfedildi ve büyük bir yazar olarak kabul edildi. Eserleri Amerikan Kütüphanesi tarafından yayımlanan ilk yazar oldu.

  • Hangi Şiir?

    Hangi Şiir * Şenol YAZICI Şiir edebiyatın hem en has, hem en tartışmalı alanı. Herkesin bir yanıyla bulaştığı, kendi tarihinde şöyle ya da böyle bir kaç dize çiziktirdiği , zarif, renkli, biraz da mevsimsel ömürlü, geleneği hep reddeden isyan diline karşın her seferinde kendisi bir gelenek olup raflaşmaya mahkum, en kolay sanılan, ama yazının en damıtılmış en seçkin alanı. Ne var ki sanki ölüler diyarı... Bakın bir edebiyat tarihimize, "Garip" yeni ve yenilikçi bir şiirin adıdır, aynı zamanda bitmiş bir şiirin adı da… Yahya Kemal'i kim okur şimdi? O ki Türk Edebiyatının ulaşılmaz bir doruk noktasıdır. Hani Edebiyat ölümsüzdü? Destanlardan ya da Homeros'un derlediği İlyada ve Odesa'dan bilirsiniz ilk edebi anlatılar, yani sözlü edebiyat ürünleri de şiirle işe başlamış, akılda kalıcılığını önemseyip... Bizde de öyle. Destanlar, halk öyküleri, sözlü edebiyatın hemen tüm ürünleri şiiri kullanmış. Yani şiir herkesin ortak paydası… Şiiri seçkinci sanırdık oysa... Bu nedenle belki çok talihsiz bir alan... Hakkında konuşmayan, yorum yapmayan, savlarda bulunmayan, ona ideoloji ve yasalar koymayan yok. İyi de iyi şiir nasıl olmalıdır? Kimine göre şiir hikaye edendir, Orhan Veli, Nazım gibi, kimine göre hiçbir şey anlatmamalıdır, hissettirmelidir, İlhan Berk gibi, 2. Yenici'ler gibi renkli konfetilerle, kimine göre toplumcu olmalıdır; bir ideolojinin çerçevesinde, ki bu çerçevenin sol olacağı varsayılıyor, halkın sorunsalına parmak basmalı. Kimine göre hayır, şiir toplumsal gerçekçi olmalı, değişen konumlara göre insanın yanında kavganın öncü bayrağı kesilmeli... Kimine göre bireydir şiirin objesi, ötesi şiiri bozar. Kimine göre önce şiir olmalı, ki bu da çok tartışmalı, o şiir denilen nedirin yanıtı yok ortada... Çok uzuyor bu tartışma. Uzuyor bir yana şiir moda kadar hızlı durmadan gelenek değiştiriyor, kuşkusuz ona göre de giynek… Hiç düşündünüz mü? Batı Edebiyatından klasikleşmiş yığınla örnek bulabilirsiniz, Annebel Lee bizim ders kitaplarında bile okutulur, ama Türk edebiyatında klasik diye örnek şiir pek yoktur. O müthiş Fuzuli bile misal görülür sadece, dönemlere. Karacaoğlan mı, o sadece saygı duyulacak mahallenin bıçkın ağabeysidır? Bir şiirin biçimsel özellikleri devrini tamamlayabilir, ama içeriği nasıl olur da ancak bir gelenek mevsimi sürer, akıl ermez… Bu arada güzel bir şey yapmaya soyunan, ne ilgisi olduğunu tam anlayamadığı bilen bilmeyen edebiyat ruhbanından onca dayak yiyen ŞAİR, nerde duruyor, söylenenlerden ne alıyor; malı mülkü satıp şiirle olan tüm bağlantısını koparıp Uzak Asya’da rahip olmayı mı düşünüyor, o da belli değil. Yani ses yok. Nasıl ses versin, ardında Orhan Pamuk gücü mü var Nobel’e yürüsün, kavmine sırt dönüp. Hoş çok zamandır şiire Nobel veren de yok ya... Olan şiir sevene, şiire özenene oluyor. Şaşkın bir biçimde birbirini sürekli, her sabah ve her gece reddedip ya da güzelleyen bu kerameti ilahi eleştirmen ve şairleri izlerken bunaldıkları, bu poetik karmaşada bir reçete bekledikleri kesin, sanki varmış gibi: "Birileri koysa yasasını ŞİİRİN de, biz de neyi okuyacağımızı bilsek... " diyorlar. Gerçi tekelleşen yayın onu buyuruyor; şunu oku , öteki tu kaka... diye ya, onların amaçları belli para kazanacaklar. İyi de bu kabuğunu kıramayan ya da hızlı kıran şairlere ve sivri dilli edebiyat ruhbanlarına ne oluyor? ...ve hala merak ediyorum; HANGİ ŞİİR klasikleşmeyi hak eder? * İLGİ GÖRENLER ya da AZÇOK OKUNANLAR: İLK YAYIMLANIŞI: 02.04. 2021 Facebookta 103 ZİYARETÇİ, 2 YORUM,16 BEĞENİ 08.10.2024

  • Hangi Kültür Hangi Edebiyat

    ŞENOL YAZICI * Doğada her şey birbirine bağlı. İnsan denen de sadece et ve kemik değil, en önemlisi bir ruha sahip. O ruh da düşüncenin beden verdiği, kas verdiği, onur ve güç verdiği soyut ve karmaşık hal... Hep deriz ya; karakter sahibi... Hepimiz biliriz, bütün sorunlar aşılır, bilen, inanan ve sağlam insan varsa çözülmeyecek sorun yok. Peki o insan hiç emeksiz, eğitimsiz, öndersiz, pusulasız nasıl çıkacak ortaya? O insanı yaratacak, donatacak bir atölye var mı, varsa 0ldurmak, işlev kazandırmak kolay mı? Hiç düşündünüz mü üzerinde? Böyle bir atölye var, sahici edebiyat o atölyelerin ilki, en donanımlısı ve en önemlisidir. Edebiyat, sadece bir sanat değil, o toplumun nabzı, belleği, hayal umut ve düşünce atölyeleri, bütün kültür kayıtları, gelecek önericileri, kâhinleri ve yalnız insanın yanında olan en eski kahraman, iktidar beklemeyen siyasetçidir. İsterseniz tarihe bir bakın, Fransız devrimini yaratanlara ya da Zola’nın Dreyfus Savunması’na… O kadar ötelere gitmeyin, toplumsal tepkilerin, yönelişlerin ilk kıvılcımlarını türkülerde, yerel mizahta, söylencelerde, hatta dedikodularda bulmamız boşuna değildir. Edebiyat bir eğitmen, bir okul değil, yasa dayatması bir öğreti değil, ama bilinçaltına nefes gibi, korona gibi... çektiğiniz ve hemen de benim dediğiniz düşünce ve hayaller ocağı... Üstün zekalı, bilmem ne üniversitesi akademisyeni olmanız gerekmiyor; mutlaka size göre bir edebiyat var. Ona zaman ayırırsanız iyi de, ayırmazsanız da o gelip sizi buluyor. Kitap okurken, televizyon izlerken, arkadaşınızla konuşurken, hayata bakarken... kendi eşsiz dünyanızı kurmaya yarayacak bir tuğla, bir çivi, bir yapı taşı bulup hanenize taşıyorsunuz. Bir şarkının, bir şiirin bir ya da birkaç dizesini diline pelesenk etmeyen var mı? Görülür ki, sahici edebiyat yoksa asıl, büyük derdiniz var demektir. Bilinç oluşturmakta kültürel değerler ve ana lokomotif olan edebiyat önemli bir yere sahiptir. Bir edebiyatçı sadece kültür oluşturmaya, gelecek kuşaklara aktarmaya hizmet eden bir sanatçı değil, dilini, kültürel birikimini ödünç aldığı topluma karşı birinci derecede sorumlu bir düşünce adamı, insanlık adına gelecek önerici, hatta bilici, hatta kâhindir de… Bu yönüyle baktığınızda tek tarafı insan olan yazarın şairin tarihin hiçbir döneminde, insanına uygulanan siyasete karşı kayıtsız kalamadığı, istemese de mağdurdan yana taraf olduğu görülür. Montaigne’den Dante’ye , Servantes’den Hugo’ya, Russo’dan Görki’ye, Kaşgarlı Mahmut’tan Dede Korkut’a, Zola’dan Nazım Hikmet’e, Yaşar Kemal’e büyük yazarların hepsi kendi ulusunun tarihini bir estetikle yeniden yazarken bütün insanlığın geleceğini de biçimlendirecek önermeler getirirler. Değişen dünyayı betimlerken, karşı koyacak, olması gereken insan modelini de çizerler. Ütopyalar önerir, çıkış kapıları gösterirler. Edebiyatın doğası budur. İlk amaç değilse bile ürettiğiyle sonuç olarak ait olduğu insanlığa bilinç oluşturmak için hizmet eder. Bu nedenle de çoğu kez yönetimle, baskıcı egemenlerle arası iyi olmamıştır. Bu yüzden bir edebiyat yapıtının öncelikle ulusuyla, giderek tüm insanlıkla ortak paydalarda, geçmişte ve gelecekte birleşmesi, yarını kuracak insan modelleri önermesi en doğal olandır, istenendir. Başlangıçtan bu yana bizim edebiyatımız da, yazarımız da, şairimiz de bunu hakkıyla yaptı. Oysa seksen sonrasında ne olduysa oldu, edebiyatımız gerek yerel siyasetin, gerekse çok uluslu güçlerin yoğun etkisiyle başka bir boyuta taşındı… Küreselleşme denen tektipleşmenin kulu olduk. Salt dilimiz, yaşama biçimimiz, ahlaki yapımız değil değişen, edebiyat da batı kopyası yapıtlar üretmeye başladı. Artık nesnelerle, insanıyla, toplumuyla ilişki kuran edebiyat yok, öyle yazar da yok. Çok satan kitapların hemen hepsine bakın, ne ülkemiz gerçeğiyle, ne insanımızla ilişkili. Bize uyacak idealler göremiyoruz, umut ve ütopya da… Hiçbir şey anlatmayan küreselleşmenin öncü askeri post modernist anlatı egemen oldu bize. Yazarlarımız da bu ithal anlatıyı sevdi. Kitaplarımızda ne Anadolu var, ne Anadolu insanı ne de büyük şehirlere göçüp kaybolmuş ya da kabuk değiştirmiş, her şeyi reddetmiş ama yerine hiçbir şey koyamamış insanımızın yaşam trajedisi… Ne bütün değerleri sarsılmış, inanacağı hiçbir kahramanı kalmamış, içi boşaltılmış ithal değerler peşinde koşan umarsız insanımız var, ne egemenliği tümüyle başka dillere kaptırmış zavallı dilimiz. Ne hızla artan üniversite bitirmiş işsizlerimiz edebiyatın konusu, ne sarsılan, büyük şehirlerde kaybolmuş aileler, ne içinde boğulduğumuz ekonomik, sosyal açmazlar, ne bitmeyen terör, ne kabus gibi çöken ama buhar gibi yok olan domuz gribi, kuş gribi, korona örneği belli ki temelinde küresel sermayenin, ilaç şirketlerinin dolapları da olan salgınlar… Anlatmaya değecek aşklar bile konumuz değil. Batı neyi buyuruyorsa, tıpkı Tanzimat edebiyatı gibi onu yazıyoruz, uyarlamalarını ya da taklitlerini üretiyoruz. Artık çok az kitap bizim öykümüzü anlatıyor. Bir kültür kopukluğu yaşıyor edebiyat, edebiyatçı, tabi toplum da… Şimdi bizden izler taşıyan, bizi konu alan, sığınacağımız, dersler çıkaracağımız, ruhumuzu yükseltecek, bizi olduracak kitaplarımız da yok. Peki, bu karmaşada yenidünyayı ve o büyük ütopyayı kim kuracak? Bu toplumun bilicileri, kâhinleri olan, geçmişin değerlerini yeni kuşak insana aktaran yazarımız şairimiz suskun ya da ezbere talim ediyor. Oysa geleceği kuracak insan modelinin ruh anahtarları tarih içinde hep onların elinde oldu. Geçmişi ve günü aktaran, geleceği ve karşı koyma yolları gösteren, küreselleşme karşısında ezilmeden kendi olarak kalacak insan tipini önerecek, yaratacak edebiyatımız bu mu olacak? Şimdi, onca sorunumuz arasında tek derdimiz bu muydu, diyeceksiniz biliyorum. Oysa en önemli derdimiz buydu ya da bu olmalıydı: Hangi Kültür, Hangi Edebiyat bize ruh atölyesi olacak, yol gösterecek? *

  • Şiirleri Temize Çekelim

    Foto: Yusuf ERBAY YUSUF ERBAY * şiirleri temize çekelim gibilerle yaşanmıyor…   düşük cümleler bulvarından yaralı kelimeler sokağına dönüp durmayalım keşkelerde…   üst üste konmuş iki nokta yan yana üç oluyor / hayret hangisi gerçek hangisi sahte parlatmıyor geçmişi pişmanlık   silelim tükenmez bir silgiyle tükenmez kalemle yazılanı dirilsin donmuş heceler kurşun kalem sıcağında…                   -madem bir türlü gülmüyor talihimiz                 gibilerle yaşanmıyor bir türlü                 ömrümüzü düz çizgide tüketen                 şiirleri temize çekelim…

  • İLK TÜRKÇE DİL KURULTAYI

    Mehmet GÜMÜŞ * İlk Türk Dili Kurultayı 26 Eylül 1933 yılında yapıldı. O gün Dil Bayramı olarak ilan edildi. Türkçe'yi İtalya kullanıyor. Türkçe'yi Portekiz kullanıyor. Türkçe'nin Annesi Fince Türkçe'yi Özbekistan konuşuyor. Türkçe'yi Uygurlar  Ezidi'ler ile kurdu ve kurguladı. Türkçe'yi Macaristan dağlara taşlara denizlere yazdı. Türkçe'yi Gürcistan ve Ermenistan bütün Ortadoks mabetlere yazdı. Türkçe'yi Finikeliler Asya'nın ve Afrika'nın en batısına taşıdılar. Türkçe'yi Şamanizm Kanada ve Amerika'ya iltica ettirdi. Türkçe'yi saz türkülerle bütün dünyaya taşıdı. Türkçe'yi Yunus Emre, Karacaoğlan, Pirsultan Abdal, Nesimi..... acıları, sevinçleri, sevdaları anlatmada kullandı. Türkçe'nin en güzel arı, duru yapısını Nazım Hikmet zindanı anlatmak için kullandı. Türkçe'yi, Orhan Kemal ve Cengiz Aytmatov   mükemmel anlatımları ile Cemile romanını yazmada kullandılar. Türkçe'yi Ömer Seyfettin, Sait Faik hikâye yazmada kullandılar. Türkçe'yi Avşar beylerinden düşünür ve şair Dadaloğlu "Ferman padişahınsa Dağlar bizimdir" diye isyanını haykırmak için kullandı. Türkçe'yi Sabahattin Ali "Leylim ley" yazmak için, Zülfü Livaneli sazı ile "Leylim ley" türküyü beste yapmak için kullandı. Komşumuz Yunanistan'da  Maria Farandouri bu türküyü hem Türkçe hem de Yunanca söyleyince dünya yerinden oynadı. Her yıl Yunanistan'a gelen milyonlarca turist bu türkünün hem Türkçe'sini hemde Grekçe'sini dinler.  Türkçe'yi Elmalılı Hamdi Yazır Kur'an'ı Kerim'i Türkçe anlamamız için kullandı. Türkçe'yi İncil'in, Tevrat'in diğer inançların Türkçe anlaşılması için kullandık. Türkçe'yi Karamanoğlu Mehmet bey "Divanda dergahta Türkçe konuşulacak" buyruğunu vermek için kullandı. Türkçe'yi Atatürk alfabeyi öğretmek için kullandı. .............. .............. Gelişmeler ve Tarih 1 Kasım 1928'de çağdaş dünyaya uyum sağlamak amacıyla Harf devrimini gerçekleştiren Atatürk, dil konusundaki çalışmalara halkın katılması gerektiğini düşünüyordu. “Birinci Tarih Kurultayı” çalışmalarının sürdüğü 10 Temmuz 1932 gecesi, Çankaya Köşkünde birlikte olduğu dil ve tarih uzmanlarına, “Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır." sözleri ile Türkçeye verdiği önemi belirten Atatürk, " Dil işlerini düşünecek zaman da gelmiştir. Ne dersiniz?” diye sordu. Bu öneri sevinçle karşılanınca Atatürk düşüncesini şu sözlerle açıkladı: “Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.” Hükümete başvuru yapıldı ve 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu kuruldu. Kurumun başkanı Samih Rıfat, genel yazmanı Ruşen Eşref Ünaydın oldu; Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile Celal Sahir Erozan da kurucu üyelerdi. Başkan Samih Rıfat, kurultayın açış konuşmasında, amacın Türkçeyi ulusal dil düzeyine çıkarmak, yazı dili ile halk dili arasındaki ayrılığı gidermek olduğunu belirtmiş, bu amaca da ancak halkın katılımıyla ulaşılabileceğini söylemişti. Türk Dil Kurumu’nun öz Türkçe “Kurultay” adı verilen ilk genel kurulu 26 Eylül 1932 günü Dolmabahçe Sarayında başlamış, daha önce yapılan “ Kadın erkek her Türk yurttaş Türk Dili Tetkik Cemiyeti üyesidir ve kendini kurultaya çağrılmış saymalıdır ” çağrının da etkisiyle kurultaya 814 üyeyle birlikte saz şairleri ile yeldirmeli köylü kadınlarında katılmasıyla katılanların sayısı 917’ye ulaşmıştır. Kurultayda, Türk Dil Kurumu’nun tüzüğü üzerinde çalışılmış, tüzüğün birinci maddesinde şu yargıya yer verilmişti:  "Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yüksek koruyucu başkanlığı altında 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti adlı bir cemiyet kurulmuştur." Derneğin amacı da şöyle belirlenmişti: "Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, Türk dilinin öz zenginliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmektir." Atatürk, dokuz gün süren kurultay oturumlarının tamamına katılmış, bütün bildirileri dinlemiş, oturum aralarında dil bilginleriyle sohbet etmiştir. Yurt dışından dil bilimcilerin de katıldığı kurultayı üç bine yakın dinleyici izlemiştir. Kurultayın son günü başkanlığa bir dilekçe veren şair ve yazar Halit Fahri Ozansoy , bu büyük toplantının Türk dilinin bayramı olduğunu, bu nedenle açış günü olan 26 Eylül’ün Dil Bayramı olarak kutlanmasını önermiştir. Kurultay üyelerinin oy birliği ile kabul ettiği bu önergeyle 26 Eylül günü, Türkiye'de Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır. Türkçeye emek verenleri ve İlk Türk Dil Kurultayı için toplanan ve çalışmalara katılan herkesi saygı ile anıyorum.

  • Romantik Akımın Görsel Önderlerinden; Theodore Gericault

    Théodore Géricault (26 Eylül 1791 – 26 Ocak 1824), özellikle Medusa'nın Salı isimli tablosuyla tanınan Fransız ressam ve taş baskı sanatçısıdır. Romantik akımın önderlerinden biridir. Hayatı Géricault Fransa'nın Rouen şehrinde doğdu. Carle Vernet'den İngiliz tarzı spor çizimi, Pierre-Narcisse Guérin'den klasik figüratif kompozisyon dersleri aldı. Katı bir klasikçi olan Guérin öğrencisinin atılgan mizacını onaylamıyordu ama yetenekli olduğunu kabul ediyordu. Saldıran Süvari, 1812 Géricault kısa süre sonra Guérin'in atölyesini bıraktı ve 1810 ile 1815 yılları arasında altı sene boyunca Louvre'da Peter Paul Rubens, Titian, Diego Velázquez ve Rembrandt'ın resimlerinin kopyalarını yaptı. Bu çalışmaları sırasında, o dönemde baskın akım olan neoklasizm ekolüne tercih ettiği canlılığı keşfetti. Başarı İlk önemli eseri olan ve 1812'de Paris Salonu'nda sergilenen Saldıran Asker Süvarisi, Rubens'in tarzının ressam üzerindeki etkisini ve ressamın güncel konuları resmetmeye olan ilgisini ortaya koyuyordu. Genç yaşta elde ettiği bu hırslı ve büyük başarıdan sonra ressamın yönü değişti: Géricault sonraki birkaç yıl boyunca atlar ve süvarilere ilişkin küçük eskizlerden oluşan seriler çizdi. Öncekine göre üzerinde daha çok çalıştığı ancak daha kötü tepkiler aldığı Yaralı Süvari isimli tablosu 1814 salonunda sergilendi. Sonraki iki yıl boyunca figüratif kompozisyona yöneldi ve dram ağırlıklı resimler çizdi. Biraz da teyzesiyle yaşadığı aşk ilişkisinden kaçmak amacıyla 1816-1817 yılarında çıktığı Floransa ve Roma gezisinin ardından Michelangelo'ya ilgi duymaya başladı. Ressam, Roma şehrinden etkilenerek, anıtsal büyüklükteki bir tuval üzerine Berberi Atların Yarışı isimli resmini çizmeye başladı. Epik bir kompozisyona ve soyut temalara sahip bu resim "tamamıyla zamanının dışında" bir resim olacaktı. Ancak Géricault resmi tamamlamadan Fransa'ya döndü. Medusa'nın Salı, 1819 Géricault ilk resimlerindeki askeri temalara sürekli geri döndü. Özellikle İtalya'dan dönüşünden sonra ürettiği ve askeri konuları resimlediği taş baskı eserleri, bu türün ilk önemli eserleri olarak gösterildi. Ressamın en bilinen ve belki de en tutkulu eseri, 1819 tarihli Medusa'nın Salı'ydı. Resimde, o dönemde güncel olan bir gemi kazasının ardından kaptanın yolcuları ve mürettebatı ölüme terkedişi konu ediliyordu. Olay ulusal bir skandala dönüştü ve Géricault'un dramatik yorumuyla birlikte, bu güncel trajediyi anıtsal boyutta anlatan bir eser ortaya çıktı. Resim ününü, bu kötü skandala sebep olan kurumlara karşı eleştirisiyle kazanmıştı ancak genel anlamda insanın doğa ile olan savaşını da betimliyordu.[6] Resim, ölmekte olan figürlerden biri için modellik yapan genç ressam Eugène Delacroix'nın imgelemi üzerinde de etkili oldu. Resimde, figürlerdeki klasik tasvir ile kompozisyonun yapısı, konunun kargaşasıyla bir zıtlık oluşturur ve böylece neoklasizm ile romantizm arasında önemli bir köprü kurulur. Resmin birçok ilham kaynağı vardır: Michelangelo'nun Son Yargı'sı, Antoine-Jean Gros'un güncel olayları anıtsal büyüklükte resmedişi, Henry Fuseli'nin resimlerindeki figür grupları ve muhtemelen John Singleton Copley'nin Watson ve Köpekbalığı isimli tablosu. Tablo 1819 Salonu'nda sergilendiğinde politik tepkilerle karşılandı. 1820'de İngiltere'ye götürüldü ve burada daha olumlu tepkiler aldı. Géricault Londra'dayken şehirdeki fakirliğe tanık oldu ve bu gözlemlerini betimlediği, duygusallıktan uzak taş baskı resimler üretip yayınladı. Bir Kleptomanın Portresi Son dönem eserleri Géricault Fransa'ya döndükten sonra, on akıl hastasının portrelerinden oluşan bir dizi resim çizdi. Bu kişiler, ressamın arkadaşı ve psikiyatrik tıpta öncü bir doktor olan Étienne-Jean Georget'nin hastalarıydı ve her biri farklı bir hastalığa sahipti.[10] Halen beşi mevcut olan bu portreler ressamın son büyük başarısıydı. Kullanılan incelikli stil ve etkileyici gerçekçilik sebebiyle dikkate değer olan bu resimler, bireylerin psikolojik rahatsızlıklarını belgeledikleri için de ayrıca önemliydi, çünkü ressamın aile geçmişinde bu tür hastalıklar mevcuttu ve kendi akıl sağlığı da fazla sağlam değildi. Ressamın konu olarak insanı seçtiği resimleri, canlı insanların portreleriyle sınırlı değildi. Kesilmiş kafalar, kollar ve bacakların resmedildiği bazı eskizlerden oluşan önemli natürmortlar da ressama atfedilmektedir. Géricault'un son çalışmaları, aralarında İspanyol Engizisyonunun Kapılarının Açılışı ve Afrika Esir Ticareti gibi çeşitli epik kompozisyonların da bulunduğu tablolar için yapılan ön etüdlerdi.[13] Bu ön çizimler, resimlerin oldukça tutkulu olacaklarını gösteriyordu. Ancak ressamın kötüleşen sağlık durumu sebebiyle resimler bitirilemedi. Ressam, bir binicilik kazası ve kronik tüberküloz sebebiyle uzun süre boyunca hasta yattıktan sonra 1824'te Paris'te öldü. Père Lachaise Mezarlığı'ndaki mezarında, Medusa'nın Salı rölyefi üzerine yerleştirilmiş bir bronz heykelde ressam elinde fırçasıyla betimlenmiştir.

  • NEŞET ERTAŞ

    Aycan AYTORE * Bozkırın Onurlu Tezenesi * Annesi o küçükken öldü. Bir halk ozanı olan babası MUHARREM ERTAŞ'la köy köy dolaşan bir aile oldular. Hiç okul görmedi. Tek öğretmeni babasıydı. Müziğe dair ne varsa ondan öğrendi. O yüzden ehliyeti de olmadı, ehliyetsiz yurt dışında kaza yaptı, hapis yattı. 2002'de devrin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından verilmesi uygun görülen “Devlet Sanatçılığı ünvanını kabul etmedi. 2003 yılında Türkiye'ye dönerek İzmir'e yerleşti. 2006 yılında TBMM Üstün Hizmet Ödülü'ne değer görüldü. Devlet sanatçılığı ünvanını reddetmesi hakkında şunları söyledi: “Devlet sanatçılığını bana teklif ettiler. Ben, 'hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor' diyerek teklifi kabul etmedim. Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım, bir tek TBMM tarafından verilen üstün hizmet ödülünü kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet eden ecdadımız adına aldım." Neşet Ertaş babasi Muharrem ERTAŞ'la... (1938; Çiçekdağı, Kırşehir - 25 Eylül 2012; İzmir) Türk halk ozanı, Türkmen/Abdallık kültürünün ve müzik geleneğinin son büyük temsilcisidir. "Bozkırın Tezenesi" olarak da tanınır. *TEZENE; mızrap, çalgıç anlamında kullanılan bir sözcüktür. 1950'li yıllardan itibaren yaptığı plaklarla, babası Muharrem Ertaş'tan öğrendiği türkü ve bozlakların yanı sıra Orta Anadolu türkülerini, oyun havalarını kayıt altına aldı. 1960'lı yıllardan itibaren kendi yazdığı şiirleri havalandırıp seslendirdi. " Garip " mahlasını kullandı. 1970'li yıllardan itibaren türküleri dönemin pek çok sanatçısı tarafından yorumlandı. 2009 yılında UNESCO'nun Yaşayan İnsan Hazineleri Ulusal envanterine girmeye değer görüldü. İlk yılları Yaşamı 1938 yılında Kırşehir'e bağlı Çiçekdağı'nın Kelismailuşağı köyüne bağlı Kırtıllar mezrasında doğdu. Babası, Türkmen/Abdal müzik ve özellikle bozlak geleneğinin en güçlü temsilcisi olan Muharrem Ertaş, annesi Kırıkkale'nin Keskin ilçesinin Hacıaliobası köyünden Döne Ertaş'tır. Küçük yaştan itibaren babasıyla gittiği köy düğünlerinde zil ve darbuka çalarak mesleğe ilk adımını attı. Sekiz yaşında ailesi ile birlikte Kırtıllar köyünden taşınarak İbikli köyüne yerleşti. 12 yaşındayken annesi Döne'yi kaybetti. Babası ve yedi kardeşi ile bir süre göçebe bir hayat yaşadı. Babası Muharrem Ertaş, Yozgat'ın Kırıksoku köyünden bir hanımla ikinci evliliğini yaptı ve bir süre o köyde yaşadılar. Daha sonra Yozgat'ın Yerköy ilçesine yerleştiler. Sırasıyla Kırşehir, Çiçekdağı, Yozgat, Yerköy ve ardından iki yıl Kırıkkale'de yaşadılar. Hiçbir zaman okula gidemeyen Neşet Ertaş bu dönemde kendi kendine önce keman, sonra cümbüş ve bağlama çalmayı öğrendi. Babası Muharrem Ertaş ile birlikte gittikleri yöre düğünlerinde cümbüş ve keman ile türküler çalıp okuyan Neşet Ertaş, sanatında en çok etkilendiği kişinin babası Muharrem Ertaş olduğunu söylemiştir: "Sanatımın yüzde doksanını babama borçluyum. Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız." Sanat yaşamı 1950'li yılların başlarında TRT Ankara Radyosu'nda canlı olarak yayımlanan, Muzaffer Sarısözen'in yönettiği "Yurttan Sesler" programında, "Geleli Gülmedim Ben Bu Cihana" adlı bozlağı solo çalıp okumasından sonra Neşet Ertaş'ın adı ülke genelinde duyuldu. 1970'li yılların ortalarına kadar devam eden yirmi yılı aşkın süre boyunca on beş günde bir “misafir mahallî sanatçı” sıfatıyla Ankara Radyosu'na çağrılarak on beşer dakikalık solo bantlar yaptı. 1957 yılında İstanbul'a giderek ilk kayıtlarını babasının türküleri ile yaptı. Babasına ait Neden Garip Garip Ötersin Bülbül adlı bozlağın yer aldığı ilk taş plağını, diğer plakları ve halk konserleri takip etti. İki yıl İstanbul'da çalıştıktan sonra sahne hayatına Ankara'da Kazablanka Gazinosu'nda devam etti. Önce farklı türlere mensup müzisyen ve oyuncuların da yer aldığı konser turneleriyle, ardından tek başına sahne aldığı solo konserlerle Türkiye'nin hemen hemen bütün şehirlerini ve pek çok ilçesini gezdi. Askerliğini 1962'de İzmir'in Narlıdere ilçesinde yaptı. Askerlik sonrası Ankara'da tanıştığı Tavşancı lakabıyla bilinen ünlü saz yapım ustası Hüseyin Koluman, Ertaş'ı önce saz dükkânına ortak yaptı sonra da tümüyle dükkânı devretti. Plaklardan ve radyodan tanıdığı Neşet Ertaş'la tanışmak için yanında kız arkadaşıyla saz dükkânına gelen Leyla isimli bu kız ile tanıştıktan kısa süre sonra evlendi. Yoksul bir ailenin kızı olan Bolulu Leyla ile tanışmaları ve evlenmeleri etrafında sahte ve gerçek dışı gazinolu, pavyonlu pek çok “anonim hikâye” uyduruldu. Gerçek olan, Babası Muharrem Ertaş'ın, kendisinin bilgisi dışında gerçekleştiği için bu evliliği tasvip etmediği idi. Sadece yedi yıl süren Leyla Ertaş ile evliliğinden Döne ve Canan adında iki kız, Hüseyin adında bir erkek çocukları oldu. 1969'da TRT sanatçılarından oluşan bir ekiple konser vermek ve plak doldurmak üzere gittiği Almanya dönüşünde Yugoslavya’da arabasıyla kaza yaptı. Ehliyetsiz otomobil kullanmaktan dolayı Yugoslavya’da 3 ay hapse mahkûm oldu. Türkiye'den hiç kimsenin arayıp sormadığı bu dönemde hapishaneye, “Bozkırın tezenesine geçmiş olsun” ibaresi yazılarak imzalanmış bir kitap geldi. Yazarı Yaşar Kemal olan bu kitabı yazarın kendisinin mi yoksa bir başkasının mı gönderdiği konusu, imza sahibini hatırlayamadığı için uzun zaman açıklığa kavuşmadı. Köln'deki evinde belgesel çekimi için kendisiyle röportaj yapan Bayram Bilge Tokel'e anlattığı bu hikâyeden hareketle, belgeselin adı Tokel tarafından o anda “Bozkırın Tezenesi” olarak belirlendi. Daha sonra bu tabir o kadar çok beğenildi ve benimsendi ki âdeta Neşet Ertaş'ın ikinci ismi oldu. Yıllar sonra, Bayram Bilge Tokel'e ve Kalan Müzik'e ulaşan Erdoğan Atakar adında bir hayranı, Yaşar Kemal'in “Üç Anadolu Efsanesi” adlı kitabını, Karaköy’de aynı büroda çalıştıkları üç arkadaşıyla birlikte, “Bozkırın büyük tezenesine geçmiş olsun” yazarak imzalayıp gönderenin kendisi olduğunu bildirdi. Neşet Ertaş, 1976 yılında özellikle sigara ve alkol kullanımına bağlı olarak aniden sahnede iken parmaklarından felç geçirdi. İki yıl süren fizik tedaviden sonuç alamadı ve işsiz kaldı. Almanya'da işçi olarak çalışan ağabeyi Necati Ertaş'ın desteği ile tedavi olmak için Almanya'ya gitti. Kısa süre sonra çocuklarını da yanına getirterek 1979-2003 yılları arasında Almanya'da kaldı. Önce Berlin'e, sonra Köln'e yerleşti. Avrupa ülkelerinde Türk işçilerin yoğun yaşadığı hemen hemen tüm şehirlerde konserler verdi, düğünlere gitti. Almanya yıllarında 20 civarında kaset çıkardı. Çoğunlukla söz ve müziği kendisine ait türküler, bozlaklar ve deyişler ile Orta Anadolu yöresine ait halay havaları ve oyun havaları seslendirdi. Seslendirdiği diğer eserler arasında genellikle, babası Muharrem Ertaş'tan duyduğu türkülerle söz ve müziği anonim olan çoğu Orta Anadolu yöresine ait türküler, oyun havaları ve halay ezgileri yer almaktadır. Sanatçı, yirmi beş yıl aradan sonra 2000 yılında İstanbul Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda verdiği konserle Türkiye'deki sahne hayatına geri döndü. Devlet Sanatçılığını Reddi 2002'de devrin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından verilmesi uygun görülen “Devlet Sanatçılığı ünvanını kabul etmedi. 2003 yılında Türkiye'ye dönerek İzmir'e yerleşti. 2006 yılında TBMM Üstün Hizmet Ödülü'ne değer görüldü. Devlet sanatçılığı ünvanını reddetmesi hakkında şunları söyledi: “Devlet sanatçılığını bana teklif ettiler. Ben, 'hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor' diyerek teklifi kabul etmedim. Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım, bir tek TBMM tarafından verilen üstün hizmet ödülünü kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet eden ecdadımız adına aldım." 2009 yılında Unesco Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi kapsamında Türkiye Ulusal Envanteri’ne alınarak “Yaşayan İnsan Hazinesi” kabul edilen Ertaş'a, 25 Nisan 2011 tarihinde İTÜ Konseyi tarafından “Fahri Doktor” ünvanı verildi. Saz çalma tavrı ve tekniği, sesini kullanma ve türkü okuma üslubu, şair/ozan kimliği yanında havalandırdığı şiirlerinin edebî ve estetik değeri, repertuvarı, üniversite ve konservatuvarlarda ders ve tez konusu oldu.[2] Ölümü 25 Eylül 2012 tarihinde İzmir'de tedavi gördüğü Medical Park Hastanesinde mesane kanseri nedeniyle yaşamını yitirdi. Devlet adamlarının, iktidarı ve muhalefetiyle tüm siyasilerin, her kesimden ve her görüşten binlerce insanın katılımıyla Kırşehir Ahi Evran Camisi'nde kılınan cenaze namazı sonrası Bağbaşı Mezarlığı'nda, vasiyeti üzerine babası Muharrem Ertaş'ın mezarının ayak ucuna defnedildi. Mezar taşında Sakın ol ha insanoğlu/ İncitme canı incitme/ Her can bir kalp Hakk'a bağlı/ İncitme canı incitme, saygı, sevgi, hoşgörü... canımız "insan" babamız yazılıdır. Hatırası Hayatı ve sanatı ilk olarak 1999'da Bayram Bilge Tokel'in metin yazarlığını ve danışmanlığını yaptığı, TRT yönetmeni Hacı Ali Bozkurt tarafından çekilen "Bozkırın Tezenesi" adlı dört bölümlük belgesele konu oldu. Ardından Nebil Özgentürk tarafından hazırlanan "Bir Yudum İnsan-Neşet Ertaş" (2001) adlı belgesel; Can Dündar ve Bayram Bilge Tokel tarafından hazırlanan "Garip-Neşet Ertaş" (2005) adlı üç bölümlük belgesel; Cengiz Özkarabekir'in "Tek Başına-Neşet Ertaş Belgeseli" (2010) ve Hacı Mehmet Duranoğlu ile Atalay Taşdiken'in yönettiği “Ah Yalan Dünyada” (2015) belgesel filmi çekildi. Ayrıca sanatçının hayatını anlatan Şirin Aktemur’un yazdığı “Neşe/ Dert /Aşk” adlı oyun Devlet Tiyatroları repertuvarına alınarak Ankara'da ve pek çok şehirde sahnelendi. (2015) Hayatının ve sanatının anlatıldığı ilk kitap Bayram Bilge Tokel'in yazdığı “Neşet Ertaş Kitabı” (Akçağ yay. 1999) adlı monografidir. Daha sonra Öner Özcan'ın hazırladığı “Yaşamı ve Bütün Türküleri” (Simurg yay. 2001) adlı çalışma ile Haşim Akman'ın “Gönül Dağında Bir Garip/Neşet Ertaş Kitabı” adlı nehir söyleşisi İş Bankası Kültür yayınları arasında yayımlandı (2006). Sanatı ve eserleri üzerine Erol Parlak tarafından hazırlanan “Garip Bülbül, Neşet Ertaş” adlı kitap sanatçının vefatından bir yıl sonra basıldı (Demos yay. 2013). Daha sonra Neşet Ertaş'ın popülaritesine ve yaygın şöhretine yaslanan, özgünlükten uzak, intihal ve iktibas ağırlıklı çok sayıda “kitap” yayınlandı. Neşet Ertaş'ın adı Kırşehir ve Ankara başta olmak üzere pek çok şehirde caddelere, okullara, parklara ve Kültür Merkezilerine verildi. Ayrıca Kırşehir'de, Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'nce heykeltıraş Tankut Öktem'e yaptırılan, babası Muharrem Ertaş'la birlikte yer aldığı anıt/heykeli bulunuyor. Adil Çelik tarafından yapılmış Android heykeli Kırşehir Neşet Ertaş Gönül Sultanları Kültür Evi'ndedir. Hayatının son yıllarını geçirdiği İzmir'de, Karabağlar ilçesindeki evinin müzeye dönüştürülmesi planlanmaktadır. Karabağlar'da bir parka ve ilçeden geçecek M3 metro hattının bir istasyonuna adı verildi. Ayrıca Buca ve Narlıdere'de adına birer park yapıldı. NEŞET ERTAŞ'ın mezar taşındaki yazı insanlığa adeta bir ders niteliği taşıyor: ' 'Sakin ol ha, insanoğlu. İncitme canı, her can bir kalp, Hakk'a bağlı. İncitme canı, incitme.' Eserleri Tek parçalar 1957-1979 Yılları arasında yaptığı kendisinin bile hatırlamakta zorlandığı birçok plak/albümden bazıları şunlardır: Aşk Elinden Ağlayan Bir Leyla Misali Ceylan Çoban Diloyloy Halay Havası(Köprüden Geçti Gelin) Engeller Koymuyor Yar Sana Varsam Giyindim Kuşandım Gittim Düğüne Hareli Gelin Hasta Düştüm Kıbrıs Destanı Sar Leyla Leyla Şeytanın Atına Binip Yeldirme Tor Şahin Misali Uyma Sakın Varıp Bir Kız On Yaşına Değince Vefasız Yar Aşkına (vay bana vah bana) Yardan Tatlısı Bulunmaz Yolcu Albümleri 1957: Neden Garip Garip Ötersin Bülbül 1960: Gitme Leylam 1979: Türküler Yolcu 1985: Sazlı Oyun Havaları 1987: Türkülerle Yaşayan Efsan/ Deyişler Bozlaklar Türküler 1988: Gönül Ne Gezersin Seyran Yerinde 1988: Kendim Ettim Kendim Buldum 1988: Kibar Kız 1989: Hapishanelere Güneş Doğmuyor 1989: Sazlı Sözlü Oyun Havaları 1990: hata benim. 1992: Şirin Kırşehir 1993: Kova Kova İndirdiler Yazıya 1995: Seçmeler 2 1995: Seçmeler 3 1995: Seher Vakti 1995: Altın Ezgiler 3 1995: Benim Yurdum 1997: Nostalji 1 1998: Ölmeyen Türküler 2 1999: Ölmeyen Türküler 3 1998: Gönül Yarası Neşet Ertaş Külliyatı (17 serilik) 1999: Zülüf Dökülmüş Yüze 1/ Kayıt tarihi:1969-1974 1999: Gönül Dağı 2/ Kayıt tarihi: 1969-1974 1999: Zahidem /3 1999: Neredesin Sen/4 2000: Garibin Dünyada Yüzü Gülemez 5 /Kayıt tarihi: 1969-1974 2000: Niye Çattın Kaşlarını/ 6 Kayıt tarihi: 1969-1974 2000: Çiçekdağı /7 Kayıt tarihi: 1969-1974 2000: Ayaş Yolları/ 8 2000: Sevsem Öldürürler /9 Kayıt tarihi: 1974-1986 2000: Ağla Sazım /10 Kayıt tarihi: 1974-1986 2000: Hata Benim/ 11 2001: Dostlara Selam /12 2001: Sabreyle Gönül /13 2002: Yar Gönlünü Bilenlere /14 2002: Vay Vay Dünya/ 15 2003: Gurban Olduğum/16 2008: Neşet Ertaş 2008/17[2] Belgesel Can Dündar, Garip: Neşet Ertaş Belgeseli, Kalan Müzik TRT İç Yapım, Bozkırın Tezenesi, TRT Cine5 İç Yapım, Portreler Neşet Ertaş belgeseli, Cine5

bottom of page