
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4409 sonuç bulundu
- Bir Mektup
EZRA POUND * Alnımın üzerinde saçım dümdüz kesilirdi daha; Oynardım sokak kapısının önünde, çiçek derlerdim. Bambu sırıklarına binmiş gelirdin, atlılar gibi, Dört dönerdim yörende, mürdüm erikleriyle oynardın. Chokan köyünde yaşayıp gidiyorduk işte: İki küçük çocuktuk, sevgiden gayrisini bilmeyen. Ondördümde vardım sana, efendim benim. Gülemezdim karşında, sıkılgandım çünkü. Başımı eğer, duvara çevirirdim yüzümü. Kırk kere de çağırsan, gözüm yerden kalkmazdı. Onbeşimde yüzümü çatmadım artık Ayağının bastığı toprak olayım istedim, Dünyalar durdukça durdukları yerde... Daha yukarılarda mı olacaktı gözüm? Onaltıma bastım sen gittin. Anafor kaynattığı sulardan, Ku-to-yen´e Beş ay oldu ayrılalı Dallarda maymunlar üzünç içinde. Ayağını sürüyordun gittiğinde. Kapının önü yosun şimdi, bir sürü yosunlar var, Yolunmayacak kadar kökleri derinlerde. Yapraklar erkenden dökülüyor bu güz estikçe rüzgar Çiftleşen kelebekler Ağustos´ta sarardı daha. Batı bahçesindeki otların üzerinde, Dokunuyor bana bunlar. Yaşlanıyorum. Kiank ırmağının dar geçitlerinden inmekteysem şimdi, Bana haber ver, bileyim de önceden, Karşılayayım seni Cho-fu-sa´ya kadar çıkıp. Ezra Pound EZRA POUND * Ezra Weston Loomis Pound (30 Ekim 1885 - 1 Kasım 1972), ABD'li şair, çevirmen ve deneme yazarı, erken modernist şiir hareketinin önemli bir ismi ve II. Dünya Savaşı sırasında Faşist İtalya ve İtalyan Sosyal Cumhuriyeti'nin iş birlikçisi. Eserleri arasında Ripostes (1912), Hugh Selwyn Mauberley (1920) ve 800 sayfalık epik şiiri The Cantos (1917–1962) yer alır.
- Ömer Asım Aksoy; Türkçenin Yılmaz Savaşçısı
Ömer Asım Aksoy, (5 Nisan 1898, Gaziantep - 30 Ekim 1993, Ankara), Türk eğitimci, hukukçu, siyasetçi ve dilbilimci. Hayatı boyunca, öğretmenlik, avukatlık, savcılık, milletvekilliği gibi pek çok işi yapmış olmasına rağmen, gerek Türk Dil Kurumunda görev alması, gerekse yazdığı ve yazılmasına öncülük ettiği kitaplarla daha çok dilbilimci yönüyle tanınmaktadır. Hayatı ve eserleri 1922-1925 yılları arasında Gaziantep Lisesi'yle Amerikan Koleji'nde Türkçe, Darülhilafe Medresesi'nde de matematik öğretmenliği yaptı. Bu sırada Maarifi İslamiye Cemiyeti'nde yönetim kurulu üyeliği, Halk Mektebi'nde yöneticilik, Muallimler Cemiyeti'nde başkanlık, Gazisancak ve Halk Dili gazetelerinde başyazarlık, Türkocağı'nda il genel yazmanlığı gibi görevler üstlendi. 1925'te, kendisi gibi Gaziantepli olan Beşire Hanım'la evlendi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kayıt oldu. Hukuk Fakültesi'ni 1928'de bitirdi. 1928-1931 yılları arasında Nizip Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştı, sonra 1931'de Gaziantep'e dönüp avukatlık yapmaya başladı. 1935'e dek Antep Lisesinde Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği, Halkevi ve Cumhuriyet Halk Partisi İl Başkanlığı gibi birçok görevi aynı anda sürdürdü. Bu görevler onu, 1935'te Gaziantep Milletvekili olarak Ankara'ya, TBMM’ye taşıdı. 1941’de Atatürk'ün kurduğu Türk Dil Kurumunun Yönetim Kurulu Üyesi oldu. Dille, özellikle halk ağızlarındaki sözcükler, deyimler ve atasözleriyle ilgilenmesi, ortaokul öğrencisi olduğu günlere uzanıyordu. 1941-1976 arasında Türk Dil Kurumu Derleme ve Tarama Kolu Başkanı olarak çalıştı. Bu çalışmaların sonucunda Türkiye'de Halk Ağzından Söz Derleme Sözlüğü (12 cilt) ile Tarama Sözlüğü (8 cilt) ortaya çıktı. Milletvekilliği, 1950'de Demokrat Partinin seçimi kazanmasıyla sona erdi. Bundan sonra tüm zamanını TDK'ye, Dil Devrimine ve yazmaya ayırdı. Bir kez yurt dışına çıktı: Türk Dil Devrimi'ni anlatmak için 1971'de Macaristan'a gitti. 1963-1976 yılları arasında, Kol Başkanlığının yanı sıra, Türk Dil Kurumunun Genel Yazmanı idi. Daha sonra TDK'den ayrıldı ve evinde çalışmaya başladı. Aksoy, 1988’de Dil Derneği’nin, 1992'de de Edebiyatçılar Derneği’nin onur üyesi olarak ödüllendirildi. Biri kız, üçü erkek dört çocuk babası olan Ömer Asım Aksoy, 30 Ekim 1993'te, 95 yaşında yaşamını yitirdi. Cenazesi Gaziantep'te toprağa verildi. Kimisi pek çok kez basılan 60'a yakın kitap, onlarca makale yazdı. Ölümünden sonra kütüphanesi Gaziantep Üniversitesi'ne bağışlandı. Kütüphanesinde mükerrer olan kitaplar da üniversite tarafından Şahinbey ilçesindeki Ertuğrulgazi İlköğretim Okulu'nun kurulmakta olan kütüphanesine bağışlandı (1996). Ömer Asım Aksoy’un, Derleme ve Tarama Sözlükleri gibi yapıtlarının dışında, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü (TDK baskısı üç cilttir), Özleştirme Durdurulamaz, Dil Yanlışları, Dil Yazıları, Dil Gerçeği gibi Dil Devrimini anlatan kaynak yapıtları da mevcuttur. Ana yazım kılavuzu ve imla kılavuzu Ömer Asım Aksoy, TDK'den ayrılmasından bir süre sonra oluşturulan resmi TDK'nin yayımladığı "İmla Kılavuzu" ile Türkçe Sözlük'ün tüm yanlışlarını tek tek ortaya çıkardı ve yayımladı. Toplumu, eğitimcileri uyardı. Hem resmi TDK'den, hem de bu yapıtları eğitim kurumlarına sokan yetkililerden yanıt bekledi. Bunun üzerine bütün basın yayın organlarına Türkçe Sözlük'teki yanlışların sergilendiği yazısıyla birlikte şu mektubu gönderdi: "Resmi niteliği bulunan yeni baskı Türkçe Sözlük'teki yüzlerce yanlışın düzeltilmesi için dört yıldan beri ilgililerin dikkatini çekmeye çalışıyorum. Benim yanıldığım sanılıyorsa bunun bildirilmesini de diliyorum. Ne yanlışlıklar savunuluyor, ne de bir düzeltme girişimi görülüyor. Son çareyi, basınımızın ve değerli yazarlarımızın ilgilenmesinde görerek size, bu çok önemli konuyu özetleyen bir yazı sunuyorum. İçten saygılarımla. 15. 3. 1993" Aynı zamanda, Aksoy başkanlığında bir kurul, TDK'nin İmla Kılavuzu'ndan farklı bir seçenek olması amacıyla Ana Yazım Kılavuzu'nu hazırladılar. Bu kurulda şu uzmanlar görev aldı: Oya Adalı, Ayla Bayaz, Mehmet Deligönül, Beşir Göğüş, Prof. Dr. Vehice Hatiboğlu, Doç. Dr. Aydın Köksal, Emin Özdemir, Sami N. Özderdim, İnci Sağan. Ana Yazım Kılavuzu'nun ilk baskısı Ekim 1987'de yapıldı. Kılavuzun önsözünde, neden yeni bir kılavuza gereksinim duyulduğunun açıklaması şu şekilde yapılmaktadır: "Yeni Türk abecesinin kabul edilmesi üzerine yazım kurallarımız ve sözcüklerimizin yazılış biçimleri, ilkin 1928'de "Dil Encümeni"nce hazırlanan "İmla Lugati" ile saptanmıştı. Bundan sonraki yazım kılavuzları, 1932'de kurulan "Türk Dil Kurumu"nca düzenlendi. Kurum, 1928'den beri süregelen uygulamaların verimlerini değerlendirerek, 1941-1981 arasında "İmla Kılavuzu", "Yeni İmla Kılavuzu", "Yeni Yazım (İmla) Kılavuzu", "Yeni Yazım Kılavuzu" adlarıyla çeşitli baskılar yayımladı. Uzun yılların uygulamalarıyla gelişmiş, resmi ve özel kesimde benimsenmiş olan bu kılavuzlar, 1985 yılına değin yurdumuzda bütün yayınların biricik başvuru kaynağı idi. Ne var ki, 2876 sayılı ve 11.8.1983 tarihli yasa ile eski Türk Dil Kurumu ortadan kalktı ve "Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu"na bağlı olarak kurulan yeni "Türk Dil Kurumu", 1985'te "İmla Kılavuzu" adıyla bir kılavuz çıkardı. "Yeni Yazım Kılavuzu"ndaki kimi kurallarda ve pek çok sözcüğün yazılışında değişiklikler içeren bu kılavuzun yayımlanması, birçok eleştirilere ve çeşitli görüşler yansıtan birtakım yazım kılavuzlarının ortaya çıkmasına yol açtı. Yazım konusunun böyle bir karışıklık içine girdiğini gören bizler, yeni bir kılavuzla yazımızı bu çıkmazdan kurtarmak istedik. (...) Şunu da belirtelim ki kargaşayı önlemenin ve yazım birliğini sağlamanın yolu, kişisel görüşleri bir yana bırakmak, güvenilir bir kaynağı "yargıcı" bilip orada "anlaşma"ya varmaktır. Bu yapıtın böyle bir anlaşmayı kolaylaştıracağına inanıyoruz." Bileşik sözcükler tartışması Aksoy başkanlığında hazırlanan Ana Yazım Kılavuzu ile TDK'nın İmla Kılavuzu'nun öne sürdüğü yazım kuralları arasındaki farklara ilişkin bir örnek olarak Ana Yazım Kılavuzu'ndan "bileşik sözcükler" bölümü örnek verilebilir. Bu bölümde kurul şu tartışmayı öne sürmüştür: "-Bileşik sözcükler- Bunlar, adından da anlaşılacağı üzere, bitişik yazılan birden çok sözcükten oluşur. Birbiriyle birleştirilemeyen sözcükler topluluğuna "bileşik sözcük" adı verilmemesi gerekir. Oysa yeni Dil Kurumunun "İmla Kılavuzu", bitişik yazmadığı sözcükleri "bileşik" saymıştır. Örneğin ev ve yurt kelimeleriyle kurulan birleşik kelimeler ayrı yazılır: Bakım evi, doğum evi, öğrenci yurdu...' sözleri arasında verdiği örnekleri ayrı yazmasına karşın "birleşik" saymıştır. Biraz aşağıda da birleştirmede yer alan her kelime, kendi eski anlamını saklamış olabilir. Bu tür birleşik kelimeler ayrı yazılır: Ses uyumu, yer çekimi... demiştir. Bu sözler içinde de kimi "birleşik" sözcüklerin ayrı yazılacağını ileri sürmüştür. (...) Burada bileşik sözcüklerin yazımı konusunda Dil Kurumunca çıkarılan "İmla Kılavuzu"nun verdiği ölçüye katılamadığımızı bildirmek istiyoruz. Bu kılavuz, birleştirmede yer alan sözcüklerin, kendi anlamlarını korumakta ise ayrı yazılacaklarını söylüyor. Bunun kesin bir kural olamayacağını yine bu kılavuz, sözcükler dizelgesinde ortaya koymuştur. Örneğin bu dizelgede, "cumhurbaşkanı, imalathane, ilkbahar, kızılderili, yüzyıl" gibi gerçek anlamlarını korudukları halde ayrı yazılmayıp bitişik yazılmış birçok sözcük vardır. Öte yandan kendi anlamlarını korumadıkları için -İmla Kılavuzu'na göre- bitişik yazılmaları gereken birtakım sözcükler de ayrı yazılmıştır: Açık göz, ağır başlı, ayak yolu, Demir Kazık, göz dağı, tere yağı... gibi.(...) Görülüyor ki İmla Kılavuzu'nun, bileşik sözcükleri ayrı yazmak için koyduğu, "kendi anlamını koruma" kuralı, kendi uygulamalarına uymadığı gibi dil gerekçelerine de uymuyor." Yapıtları Araştırma - inceleme İmlâmıza, Sarf ve Nahivimize Dair (1925), Gaziantep Dilinin Tetkiki (1933), Hasip Dürrî (1933), Gaziantep'te Eti Eserleri (1934), ÖzTürkçe Dersleri (1935), Gaziantep Ağzında Sentaks Araştırmaları (1936), Bir Dili Öğrenmek İçin En Lüzumlu Kelimeler (1936), Güneş Dil Teorisi ve III. Türk Dil Kurultayı (1937), Aydî Divanı (1937), Gaziantep Ağzında Atasözleri (1941), Hasırcıoğlu Hafiz Mehmet Ağa (1941), Gaziantep Ağzı (3 cilt, 1945-1946),[8] Hasan Ayni ve Nazm-ül-Cevahir (1959), Hasip Dürri (1959), Mütercim Asım (1962), Dil Devriminin 30. Yılı (1962), Atatürk ve Dil Devrimi (1963), Sözlükler Deyimler / Takım Sözler / Meşhur Sözler (1940) Örneklerle Tarama Sözlüğü (kolektif çalışma, 1942) Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü (Dehri Dilçin ile, 1943 - 1957)[9] Söz Derleme Dergisi (kolektif çalışma, 1952 - 1957) Anayasa Sözlüğü (1961) Derleme Sözlüğü (kolektif çalışma, 1963 - 1967) Tarama Sözlüğü (kolektif çalışma, 1963 - 1977) Atasözleri ve Deyimler (1965) Yeni Yazım Kılavuzu (1970) Atasözleri Sözlüğü (1971) Ana Yazım Kılavuzu (1987) Deyimler Sözlüğü (1989) Dilbilim yazıları Dil Üzerine Düşünceler, Düzeltmeler (1962)[10] Dil Devrimi Üzerine (1967) Gelişen ve Özleşen Dilimiz (1968) Özleştirme Durdurulamaz (1969) Dil Yanlışları / 2000 Sözün Eleştirisi (1980) Dil Gerçeği (1982 - 2006),[11] Yine Dil Yanlışları (1985),[12] Şiir İki Damla Gözyaşı (1918),[2] Konuşmalar Halkevleri Konuşmaları (1938) Özyaşamöyküsü Türkçe Bir Hayat (Emin Özdemir'in sunuşuyla / 1999) Adını taşıyan yerler Ömer Asım Aksoy İlkokulu, Gaziantep Ömer Asım Aksoy Caddesi, Gaziantep * DERLEME: KAYNAK: İnternet Hazırlayan: AYCAN AYTORE
- Rum Pontus İmparatorluğu
Asiye Arslan Yazıcı * Trabzon İmparatorluğu ya da Tzaniti (Lazistan) Krallığı (Yunanca: Αυτοκρατορία της Τραπεζούντας, bazı kesimler tarafından bilinen adıyla Trabzon "Rum" İmparatorluğu), Orta Çağ'da Doğu Karadeniz'de kurulmuş yerel krallık. Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Bizans İmparatorluğu'nun yıkılmasından kısa bir süre önce bağımsızlığını ilan etmiş (Mart/Nisan 1204) ve 257 yıl boyunca "Roma İmparatoru" olarak Pontus adıyla da tanımlanan Doğu Karadeniz kıyılarına hükmetmişlerdir. Etimoloji Genelde Trabzon İmparatorluğu olarak bilinen devletin sık kullanılan 3 ismi vardır: İmparatorluk Trabzon merkezli olduğu için Orta Çağ'da ünlü olan başkentinin adıyla yani "Trabzon İmparatorluğu" olarak adlandırılmıştır. Bizans tarihçisi Yeoryos Pahimeris tarafından "Laz Sınır Devleti" olarak anılan ülke topraklarının yöneticileri de "Laz Kralları" olarak anılmışlardır. Selçuklu Hanedanı tarafından Tzanika/Canik Kralı olarak adlandırılan Trabzon İmparatorları, Tarihçi İbni Bibi tarafından "Tzaniti Kralları" olarak tanımlanmışlardır. Caniti/Tzaniti: Tzan (Laz ulusal ismi) + iti (Lazca'da ülke, toprak belirten son ek) yani Lazistan Krallığı anlamına gelmektedir. Devlet kurucu Komninos Hanedanı'nın adından dolayı "Komnenos İmparatorluğu" olarak da anılmıştır. Bazı kesimler tarafından Trabzon İmparatorluğu'na Trabzon "Rum" İmparatorluğu yakıştırması yapılmışsa da gerçekte ne imparatorluk kayıtlarında ne de diğer çağdaş kayıtlarda böyle bir adlandırma olmayıp bu söylem 20. yüzyılda siyasi amaçlar için kullanıldığı düşünülebilir. Coğrafya Trabzon İmparatorluğu sınırları en geniş olduğu zamanda batıda Karadeniz Ereğli'sinden doğuda Fasis'e doğru uzanan yaklaşık 1000'kmlik sahil şeridine yayılıyordu. Karadeniz'in kuzeyinde günümüzde Rusya dahilinde bulunan Kırım'daki Kherson ve Kerç toprakları da Trabzon kontrolündeydi. İmparatorluk toprakları geniş çaplı tarıma müsaade etmeyen dağlık bir yapıya sahipti. Fakat transit ticarette önemli bir konumda bulunan topraklar tarıma elverişli olmasa da dağlık ve ormanlık arazisinden dolayı savunma açısından avantajlıydı. Bölgesel değişiklikler Trabzon İmparatorluğu, genellikle katıldığı muharebelerde etkisiz olsa da tamamen savunmacı bir dış politika izlemekteydi. Bu bağlamda Bizans'ın Geç Dönemine benzemektedir. Başlangıçta oldukça geniş topraklara sahip olan Trabzon İmparatorluğun şehirlerini ve kasabalarını, dağlara sızabilen örgütlü Türkmenler işgal etmiştir. 1204 - 1211: Konstantinopolis'in düşmesinden sonra Gürcü desteği ile Paflangonya ve Haldia İmparatorluğun kontrolü altına girdi. 1212: Herakleia ve Amastris'in İznik İmparatorluğu'na kalıcı kaybı. 1214 - 1254: Sinope, Amisos ve Oinaion'nun Rum Sultanlığına geçici olarak kaybedilmesi. 1228 - 1230: Amisos ve Oinaion'nun geçici olarak ele geçirilmesi. 1243 - 1297: Oinaion'nun geçici olarak ele geçirilmesi. 1243 - 1268: Amisos geçici olarak ele geçirildi, 1268'de kalıcı olarak kaybedildi. 1254 - 1265: Sinope geçici olarak ele geçirildi, 1265'te kalıcı olarak kaybedildi. 1302: Kerasous Savaşı, Türkmenler Kerasous'a saldırdı ve çoğu toprağı ele geçirdi, Oinaion geçici olarak kaybedildi. 1347 - 1358: Oinaion'nun geçici kaybı. 1386: Limnia'nın kalıcı kaybı. 1396: Kerasous'un Çepnilere kalıcı kaybı. 1445: Oinaion'nun kalıcı kaybı. 1458: Trapezus'un geçici kaybı. 1461: Trapezus'un düşüşü. 1468: Kerasous Adasının düşüşü. 1475: Teodoro'nun düşüşü. 1478: Haldia'nın düşüşü. Sumela Manastırı: MS: 386'ya tarihlenen erken dönem Hrisstiyanlık yapılarından biri olan SRum Pontus İmparatorluğunun en eski yapısıdır. Meryem Ana Deresi'nin ( Panagia) batı yamaçlarında yer alan, Kara (Mela) tepesinin üzerinde ve deniz seviyesinden 1.150 m yükseklikte konumlanmış Rum Ortodoks manastır ve kilise kompleksidir. MS 386 yılında inşa edilen yapı, 1923'te Türkiye ile Yunanistan mübadelesinden dolayı bir süre boş kalmış ve bugün müzeye çevirilmiştir. Tarih Devletin kurucuları olan Komninos Hanedanı, General İsaakios Komninos zamanında Bizans İmparatoru VI. Mihail'e darbe yaparak İstanbul'da tahtı ele geçirmiş, 100 yıldan uzun bir süre Bizans İmparatorluğu'nu yönetmişlerdir. Fakat İstanbul'un Haçlılar tarafından işgal edilmesinin ardından Komninos Hanedanı'nın üyeleri Aleksios ile David, halaları Gürcü Kraliçesi Büyük Tamar'ın yardımıyla ata yurtları Karadeniz'e sığınmışlardır. Antik Kolkhis topraklarının doğu uzantısı olan Fasis'e sığınan kardeşler daha sonra Trabzon'a sahip çıkmışlardır. Kuruluş I. Aleksios, Gürcülerin desteğiyle 1204 yılının Nisan ayında Trabzon'da imparatorluğunu ilan etmiştir. Trabzon İmparatorluğu'nu kurduğunda 22 yaşında olan I. Aleksios burada kendisini "Roma İmparatoru" olarak tanımlamıştır. Trabzon Ordusu'nun başkomutanı olan Aleksios'in kardeşi David, Laz ve Gürcülerden oluşan ordusuyla Paflagonya'ya saldırmış böylece Karadeniz Ereğlisi ile Sinop arasındaki arazi de Trabzon topraklarına katılmıştır. Trabzon İmparatorluğu'nun batı yönündeki bu genişlemesi başta Bizans'ı, İznik İmparatoru'nu ve Selçuklu Türklerini rahatsız edince yeni savaşlar patlak vermiş Trabzon İmparatorluğu Sinop'un doğusuna geri çekilmek zorunda kalmıştır. Pek çok savaşta Trabzon Ordusu'na kumanda eden David bu savaşlarda henüz 20'li yaşlardayken can vermiştir. Sinop'ta bir ziyafet sırasında Selçuklular tarafından yakalanan ağabeyi Aleksios de, ya Sinop'tan çekilmek ya da ölmek arasında seçim yapmaya mecbur edilmiş, Sinoplular Trabzon'a bağlı kalmak istediklerinden Aleksios ölse bile Trabzon tahtının varisleri olduğunu öne sürerek Selçuklu hakimiyetine girmeye yanaşmamışlarsa da şehir 1214 yılında zorla ele geçirilmiştir. Trabzon İmparatorluğu'nun savunmasını güçlendirip, Trabzon ticaretini zenginleştiren I. Aleksios; 18 yıl hükümdarlık yaptıktan sonra 1222 tarihinde 40 yaşında ölmüştür. Cenazesi Trabzon'daki Eugene Kilisesi'ne (Yeni Cuma Camii) defnedilmiştir. Yükselme Devri I. Aleksios'tan sonra tahta geçen I. Andronikos döneminde Selçuklularla şiddetli çarpışmalar yaşanmıştır. Selçuklu Hanedanı Trabzon'u kuşatmış fakat geri çekilmek zorunda kalmışlardır, müstahkem yerlerde kurulan Selçuklu kampları da Maçkalı ve Gümüşhaneli yerliler tarafından baskınlara uğratılmıştır. Trabzon İmparatoru Andronikos bu zaferler onuruna sütunlar diktirmiş ve kendi adına altın sikke bastırmıştır. Andronikos saltanatını takiben I. İoannis başa geçmiş onu da I. Manuil izlemiştir. Onun saltanatı sırasında 13. yüzyılın ortalarında Moğollardan kaçan Türkmenler Anadolu'ya gelmeye başlamışlardır. I. Manuil'in Moğollarla iyi ilişkiler geliştirmesiyle Trabzon ticari önemini korumaya devam etmiştir. -Trabzon Ayasofya Kilisesi onun döneminde inşa edilmiştir.- Yine aynı yüzyılda Ceneviz ve Venedikli İtalyanlar Trabzon İmparatorluğu'ndaki ticari faaliyetlerini geliştirmeye başlamışlardır. Trabzon ile Selçuklu arasında sürekli olarak çatışmalara neden olan Sinop, İmparator Georgios tarafından da kuşatılmıştır. Georgios, Bizans karşıtı politikasıyla dikkat çekmiştir. 13. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul'daki Haçlı işgali bazı aşamalardan sonra yerini Paleologos Hanedanı'na bırakmıştır. Böylece işgalden kurtulan Bizans İmparatorluğu tahtına VIII. Mihail oturmuş kendisinin yeni Roma İmparatoru olduğunu Trabzon'dakilerin ise Laz Kralları oldukları beyanında bulunmuştur. Böylece Laz Kralı olarak nitelediği II. İoannis'i İstanbul'a davet eden VIII. Mihail, Trabzon İmparatoru'nu, kızı Eudokia ile evlendirmiştir. Ardından I. Manuil ile ikinci karısı Gürcü Prensesi Rusudan'ın kızı Teodora bir darbeyle Trabzon tahtına oturarak imparatoriçe olmuşsa da daha sonra II. İoannis tekrar tahta geçmiştir. Tüm bu karışıklıklar arasında da Türkmenler Gümüşhane'nin kuzeybatısına saldırmışlardır. -Güneybatı tarafı Trabzon surları - Trabzon İmparatorluğu en parlak dönemini II. Aleksios döneminde yaşamıştır. Onun döneminde Giresun'a sızmaya çalışan Türkmenler bu bölgelerden çıkarılmışlardır. Ceneviz etkisini de kırmaya çalışan Aleksios, Venediklilerle anlaşmalar yaparak ticaretin Ceneviz tekeline girmesini engellemeye çalışmıştır. İmparatorluğun savunmasını da arttırarak gece-gündüz devriye gezecek güvenlik kuvvetleri oluşturmuştur. Fakat II. Aleksios döneminde Tzanikhiti ve Kamakheni gibi köklü aileler de Trabzon İmparatorluğu'nun yönetimine karışmaya başlamışlardır. İç Savaşlar Dönemi II. Aleksios'dan sonra tahta çıkan III. Andronikos döneminde ilk kez iç savaş ve Megadük İoannis önderliğinde isyan çıkmıştır. Bunun sebebi Andronikos'un tahta çıkar çıkmaz kardeşlerini öldürtmesidir. Halk bunu hoş karşılamayarak onun soyunu tahttan men etmiş yerine ise Gürcü lider Bekha'nın diğer torunu Basileios'u tahta çıkarılmıştır. Basileios döneminde merkezi otorite iyice zayıflamış Samsonlar, Tzanikhitiler, Kamakheniler gibi yerli aileler kendi topraklarında özerk hareket etmeye başlamışlardır. Basileios, bu hareketlerin önünü alabilmek için Megadük Lekes Tzatzintza ile oğlu Trabzon Ordusu'nun başkomutanı Tzamba'ya suikast düzenletmiştir. Basileios'un yerel lordları öldürmesiyle gerginleşen ortama halkın hoş bakmadığı başka durumlar da eklenince bir Güneş tutulmasında halk imparatora başkaldırmıştır. Daha sonra Basileios'u zehirleyen ilk eşi Trabzon tahtına oturmuştur. Fakat o da Basileus'un kendisini bırakarak evlendiği ikinci eşi İrini'yi ülkeden kovunca tekrar iç savaş çıkmıştır. Karadenizli Komninosların haricinde birinin, kendilerinden olmayan bu Konstantinopolisli Kraliçenin tahtta oturmasından rahatsız olan yerlilerden Sebastian Tzanikhiti ve diğer yerli kabileler Hagios Eugenius Manastırı'nı ele geçirmişlerdir. Daha sonra Konstantinopolis'dan gönderilen kuvvetler bu isyanı bastırıp elebaşlarını idam ettirseler de Laz Lordlarından Anakutlu'nun torunu II. Aleksios'un kızı Anna, yerli askerlerin yardımıyla Trabzon tahtını ele geçirmiş, Kraliçeyi de Konstantinopolis'e geri göndermiştir. Anna'nın tahta geçmesi yerlilerin güçlenmesi Yunanların bölgedeki etkinliğini kaybetmesi demekti. Bu yüzden Konstantinopolis, hemen Trabzon tahtına geçmesi için -ve Bizans taraftarı olması için- Mihail'i desteklemek üzere 3 gemi asker göndermiştir. Yunanlar tarafından törenlerle yeni hükümdar ilan edilen Mihail'in hakimiyetine başta sessiz kalınır gibi görünse de hemen sabahına sarayı basan Lazlar, Mihail'i yaka paça dışarı atmış gemilerle gelen Bizanslıları da öldürmüşlerdir. Fakat daha sonra Ceneviz gemileriyle Trabzon'a gelen III. İoannis, İmparatoriçe Anna'yı boğdurarak başa geçmiştir. -En geniş sınırlarıyla Trabzon İmparatorluğu ve etrafındaki ülkeler.- Trabzon İmparatorluğu 1340'larda büyük bir veba salgınıyla sarsılmıştır. Ardından İtalyanlar Giresun'u yağmalamışlardır. Bu olaylar üzerine Türkmenler de büyük bir orduyla gelerek imparatorluğu ele geçirmeye çalışmışlarsa da çok ciddi kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmışlardır. III. Aleksios iç çatışmalara bir son vermeyi amaçlamış ve bunu büyük ölçüde başarmıştır. Onun döneminde İoannis Tzanikhiti'nin, Gümüşhane'deki Tzantzak/Canca Kalesi’ni ele geçirmesi gibi küçük anlaşmazlıklar da yaşanmıştır. 1400'lü yıllarda Trabzon İmparatorluğu Gerileme Dönemi ve Çöküş Tüm iç karışıklıklar, veba salgını, depremler, İtalyan ve Türkmenlerle girilen çatışmalar Trabzon İmparatorluğu'nu zayıf düşürmüş ve Panaret'in Kronik'inde "felaket" olarak adlandırılan Gürcistan'ın Timur tarafından işgali gerçekleşmiştir. 15. yüzyıla girerken de Osmanlı Devleti ile Trabzon İmparatorluğu artık sınır komşusu olmuşlardır. Aynı dönemde Türkmenler de Giresun'a girmişlerdir. Trabzon, Osmanlı tarafından ilk kez 1440'larda kuşatılmışsa da alınamamıştır. Yine akabinde Şeyh Cüneyd önderliğindeki Türkmenler, Trabzon'u kuşatmışlarsa da geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Son olarak Fatih Sultan Mehmed 1461 yılında 140.000 kişilik ordusuyla gelerek yaklaşık bir aylık bir direnişten sonra şehri teslim almıştır. Osmanlı Dönemi Trabzon Vilayeti Trabzon, Osmanlı fethinden sonra da aşağı yukarı eski yönetim alanına göre eyalete çevrilmiş bu eyalete de Trabzon Eyaleti adı verilmiştir. 1800'lerde de daha çok kültür ve ekonomik yapısına göre yeniden organize edilen topraklar Canik (Samsun), Gümüşhane (Canca), Lazistan (Caneti) ve Merkez (Trabzon) sancakları olmak üzere 4 büyük idari bölümden oluşan Trabzon Vilayeti'ne dönüştürülmüştür. Böylece Trabzon İmparatorluğu'nun kuruluşundan cumhuriyetin ilanına dek varlığını koruyan idari yapıyla Trabzon şehri yüzlerce yıl boyunca Samsun, Ordu, Giresun, Gümüşhane, Rize, Artvin, Batum gibi illerin merkezi statüsünde olmuştur. Toplum İmparatorluk halkı öteden beri Ksenophon, Arrianus ve Prokopios gibi Antik Çağ'ın ünlü yazarları tarafından da aktarıldığı üzere antik Kolkhis Krallığı'na dek uzanan Tzanik kökenden gelmektedir. Trabzon İmparatorluğu'nda nüfusun büyük çoğunluğunu da kadim zamanlardan beri bölgede ikamet eden Kafkas kökenli Tzanlar (Lazlar) oluşturmaktadır. Bu durum imparatorlukla çağdaş tarihçilerin belgelerine de yansımış ve Trabzon İmparatorluğu "Tzaniti (Lazistan) Krallığı" olarak anılmıştır. Aynı durum Bizans İmparatorluğu'nun kendisi tarafından da onaylanmış ve Trabzon İmparatoru "Laz Hükümdarı" olarak tanımlanmıştır. Yine Tzanika/Canik (Samsun, Ordu, Giresun), Tzantzak/Canca (Gümüşhane), Tzaneti/Caneti (Rize, Artvin) gibi yer adlarında da Tzan izleri görülmektedir. Antik Çağ Tzan Krallığı Kolkhis. Rum kelime anlamı itibarıyla "Romalı" demek olup çoğunlukla Bizans vatandaşlarını tanımlamaktadır. MÖ 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu ile mücadeleye girişen Karadenizliler aynı yüzyılın ortasında yarım milyonun üzerinde insanın ölümüyle sonuçlanan savaşlar sonucunda 1300 yıl sürecek Roma hakimiyetine girmişlerdir. Roma bölgeyi ele geçirse de takip eden yüzyıllarda bölgede hakimiyetini tam olarak sağlayamamış 6. yüzyıla kadar çarpışmalar ara ara devam etmiş, Roma en elit lejyonlarından "Güneş Tanrısı'nın kulları" anlamına gelen "Apollinaris" adlı lejyonunu Doğu Karadeniz'de mevzilendirmiştir. I. Theodosius döneminde -halk arasında büyük bir kitleye yayılmasından da ötürü- Hristiyanlığı resmi din olarak kabul eden Roma, MS 4. yüzyılın sonunda Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu olarak ikiye ayrılınca Doğu Karadeniz toprakları Bizans hakimiyetinde kalmıştır. Doğu Karadeniz'de tam bir Roma hakimiyeti sağlamak isteyen I. Justinianus, General Tzittas komutasında bir ordu hazırlayarak Tzan kabilelerinin üzerine göndermiştir. Tzanlar parça parça kabileler halinde ve kralsız yaşadıklarından birleşerek büyük bir güç oluşturamamış bu yüzden Bizans bölgede hakimiyetini kurmuştur. Ancak zaten önceden kimlik bakımından çatışan Tzanlar ile Romalılar bu kez inanç bakımından da karşı karşıya geleceklerinden Bizans'nın bölgeye Hristiyanlığı aşılamaya başlaması bölgede Rumlaşma (Romalılaşma) sürecini başlatmıştır. Fakat halk Roma (Rum) vatandaşlığına asimile olsa bile "Tzan/Laz" gibi isimleriyle kendi kimliğini tanımlamaya devam etmiştir. Trabzon İmparatorluğu halkını tasvir eden bazı İtalyan gezginler ve Arap yazarlar bu halkın fertlerinin dış görünüşleri bakımından çok güzel olduklarını belirtmişlerdir. Tarihçiler de imparatorların dış güzelliklerini Kafkas kökenlerine borçlu olduklarını belirtmişlerdir. Trabzon İmparatorluğu toplumu gelenekçi ve feodal bir yapıya sahiptir. Yeni gelen din ile anadil değişse de ulus yapısının çok da değişmediği göze çarpmaktadır. Zira bağımsızlıklarına düşkün olan Tzan aile önderleri ve kabile şefleri bazen Trabzon İmparatorluğu'na bağlı hareket etseler de bazen de başlarına buyruk hareket etmişler hatta Trabzon Sarayı'nın idaresine karışmışlardır. (Bu ulusal yapı binlerce yıl boyunca böyle süregelmiş ve yabancılara karşı güçlü bir birliğin oluşturulmasına engel olmuştur.) İçlerinden en etkilileri "Büyük Düka" unvanına sahip yerel liderler ve ordu komutanları; "John (Yahya)", "Michael (Mihail)", "David (Davud)" gibi Hristiyan isimlerine sahip olsalar da "Tzanikhiti, Kabaziti, Kamakheni.." gibi yerli soyadları alarak kimliklerini koruma uğruna sergiledikleri duruşlarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu halkın savaşçılığını konu alan bazı tarihi kayıtlarda da yine İtalyanlar ve Araplar; savaş alanında sayıca az olsalar bile Trabzon İmparatorluğu halkının korkusuz, avının kaçmasına izin vermeyen ürkütücü aslanlar gibi savaştıklarını aktarmışlardır. ZİLKALE: Yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen kale, Britanyalı tarihçi Anthony Bryer 'ın tahminine göre Trabzon İmparatorluğu döneminde bizzat merkezi yönetimce ya da İmparatorluğa bağlı yerli derebeyleri (mesela Zil Kale için Hemşin derebeyi Arhakel) tarafından yapılmış olmalıdır. Karadeniz Kıyıları Tarih ve Coğrafyası adlı eserinde Bıjışkyan “ Kayalığın üzerinde bulunan ve Zilkale denilen eski bir kalenin içinde insana şaşkınlık veren kemerli binalar ve büyük bir kule vardır. Kalenin alt ucu, tepelerin üzerinde başka kalelere ve eski bir kilise kalıntıları bulunan Fırtına Deresi ’ne kadar uzanır ” diyerek gözlemlerini anlatmıştır. Din 6. yüzyıla kadar Güneş merkezli Tzan inanışının hakim olduğu Doğu Karadeniz toprakları 6. yüzyılda Bizans hakimiyetiyle Hristiyanlığa geçmeye başlamıştır. Tzan inanışı Kökleri Kolkhis Krallığı'na ve daha öncesine uzanan yerli Tzan inanışı Güneş merkezlidir. Antik dünyada Güneş'in Doğu Karadeniz topraklarından yükselmeye başladığına, Tzanların başına geçen kralın da Güneş'in oğlu olduğuna inanılmıştır. İnanç bu yönleriyle ünlü Altın Post Efsanesi'ne yansımıştır. Bu inançta aynı zamanda ağaçlar ve kuşlar da kutsaldır. Roma İmparatorluğu Karadenizlilerin bu inancını bildiğinden yörenin savaşçı halkına karşı kurnaz bir hamle yaparak "Apollinaris: Güneş Tanrısı'nın sadık kulları" adlı lejyonunu Tzantzak'ta (Gümüşhane) mevzilendirmiştir. Tzan inanışının 6. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş terk edildiği bilinse de tam olarak ne zaman geri plana düştüğü bilinmemektedir. Ancak bazı yerlerde geç dönemlere dek gizli gizli bu inançların sürdürüldüğü tarihi kayıtlara yansımıştır. Karadeniz'de Germak'oçi, Karakoncoloz adıyla bilinen efsanevi korkunç yaratıklar ve suyla ilgili (bazen ıslatılma, yıkanma bazen de sudan kaçınma) gelenekler bu antik inanışın günümüze kalan izleridir. Hristiyanlık Tzan toplulukları ilk kez Lazika Krallığı döneminde 6. yüzyılda resmi olarak, eski dinlerinden Hristiyanlığa geçmeye başlamışlardır. Aynı yüzyılda tüm Doğu Karadeniz'de yürütülen faaliyetler yerli kabileleri pagan inançlarından Hristiyanlığa döndürmeye yöneliktir. Bizans bu politikasına yönelik bölgede pek çok kale ve kilise inşa ettirmiştir. Tzanların eski inançlarına ve izole yaşantılarına dönmelerini engellemek uğruna yol açtırmak için de ormanları kestirmeye başlamıştır.[12] Böylece bölgede Hristiyanlık yayılmaya başlamış ve bunun bir neticesi olarak 600 yıl sonra Ortodoks Hristiyan karakterli, yerel Trabzon İmparatorluğu kurulmuştur. Bahsi geçtiği üzere halk Slavlar, Yunanlar ve Gürcüler gibi Ortodoks Hristiyanlık mezhebine mensuptu. Hristiyanlığın Ortodoks mezhebinin merkezi İstanbul'daki Romalıların (Rum) Ortodoks Patrikhanesi olduğu için de bu mezhebe bağlı topraklar "Rum toprakları" olarak anılmıştır. Konstantin Mihailović, gibi tarihçilerin de Gürcistan'ı dahi "Rum ülkesi" olarak anmasının ve çoğunluğunu Slav kökenli etnik unsurların oluşturduğu Balkan topraklarının da "Rumeli" olarak adlandırılmasının sebebi budur. Bu adlandırmanın sebebi bahsi geçen yöre insanlarının çoğunun Ortodoks Hristiyanlık mezhebine bağlı ve önemli kesiminin Bizans hakimiyetinde olmasından kaynaklanmaktaydı. Yüzlerce yıllık bu Roma etkisi öylesine özdeşleşmişti ki Türklerin Anadolu'da kurduğu Anadolu Selçuklu Devleti bile "Rum Selçuklu Devleti" olarak da anılmıştır. Anadolu, Orta Doğu özellikle de Kafkasya'da etkili olan ve saygı duyulan Trabzon İmparatorları, Papa IV. Nicolaus ve Papa XXII. İoannes tarafından Katolik mezhebine katılmaya davet edilseler de imparatorlar bunu reddetmiştir. Fakat Kafkas Piskoposlarının atanması konusunda İstanbul'un dahi yok sayılması dikkat çekicidir. Müslüman hükümdarlarla da evlilik bağı kuran Trabzon İmparatorları bu yüzden bazı Hristiyan çevrelerden tepki görmüşlerdir. 15. yüzyılda Trabzon'un fethiyle Osmanlı İmparatorluğu'na bağlanan halk bu tarihten sonra yavaş yavaş İslam'a girmeye başlamıştır. Tzaniti Antik Kenti Sivas Koyulhisar Güzelyurt köyü Delikçe yaylasında bulunmaktadır. Günümüzde Tzaniti Antik Kentinden geriye yalnızca şekilli taşlar ve taştan taht kalmıştır. Tzaniti Antik Kentinin MÖ 1300'lü yıllarda ibadethane olarak kullanıldığı düşünülmektedir. İlk Tzan'lıların doğal taşlara şekil vererek yaptıkları Tzaniti Baş Tapınağının bazı kalıntıları günümüzde de mevcuttur. Dil MS 6. yüzyılda Hristiyanlığın yayılmasıyla Bizans İmparatorluğu'nun resmi dili Latince'den Yunancaya çevrilmiş, devlet ve ticaret diline egemen olan Yunanca kilise dili de olunca yeni yayılan dinle birlikte kutsal bir dil konumuna büründürülmüştür. "Tanrı'nın Evi" kabul edilen kiliselerde edilen dualarda Tanrı'ya ulaşılan dil olarak görülen Yunanca bölgede kök salıp yaygınlaşmış, Tzan Dili geri plana düşmüş neticede Yunanca karşısında erimiştir. Halk bu yeni gelen dile "Roma'nın Dili, Roma'ya ait olan dil" anlamına gelen "Romeika" adını vermiştir. Tzan Dili'nden pek çok sözcüğü de alarak yayılan bu yeni dil akademikleşmediği için doğal olarak bozuk bir Yunanca olarak kalmış ve bugün Kafkas gırtlağıyla konuşulan Türkçenin Karadeniz Şivesi gibi benzer bir aksanla Yunancayı konuştukları için yöre halkı, Yunanlar tarafından her zaman "Tsannoi/Lazoi" yani Lazlar olarak tanımlanmışlar böylece şive asıl kökeni belirten bir işaret olarak iki topluluk arasındaki mesafeyi her zaman korumuştur. Bununla birlikte Bizans İmparatorluğu etkisinin daha az görüldüğü doğunun sarp kesimlerinde küçük topluluklar Tzan dilini yaşatmaya devam etmiş neticede bugün Lazca olarak bilinen dil asimilasyondan kurtulup günümüze ulaşmayı başarmıştır. Siyaset Komnene Hanedanı üyeleri 100 yıldan uzun bir süre Bizans İmparatorluğu'nu yönettiklerinden tekrar eski mevkilerine kavuşmayı planlayarak oturdukları Trabzon tahtında kendilerini "Tüm Rumların (Romalıların) Hükümdarı" olarak adlandırmışlardır. İstanbul'daki Haçlı işgalinin kalkmasının ardından Bizans tahtına oturan VIII. Mihail döneminde Trabzon İmparatorlarının bu tutumu eleştirilmiş ve Trabzon İmparatoru II. İoannis'in Rumların (Romalıların) İmparatoru falan olmadığı ancak Laz Kralı olduğu belirtilmiştir. Ortodoks Hristiyan inancı sebebiyle İstanbul'a bağlı olan devlet bu yüzden Bizans ile arasını iyi tutmaya çalışmıştır. Genel olarak Gürcülerle, Megrel (Kuzey Tzan) Lordlarıyla geç dönemlerde de Akkoyunlu Türkmenleriyle iyi ilişkiler geliştirmiş, özellikle Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Trabzon İmparatorluğu'nun yanında yer almıştır. 14. yüzyılda Karadeniz ticaretine atılan İtalyanlarla karşı karşıya gelinmiş ve Trabzon İmparatorları Karadeniz ticaretinin Ceneviz tekeline girmesini engellemek için Venediklilere bazı imtiyazlar tanımışlardır. Bununla birlikte Trabzon İmparatorluğu'nun en önemli siyasi sorunu iç çatışmalardır. Devlet kendi içinde savaşmaktan yıpranmış bu da yabancı topluluklara toprak kaybedilmesine sebep olmuştur. Bilim ve Sanat Trabzon İmparatorluğu dış dünyayla ilişkisini artıran bir devlet olarak tarih sahnesine çıktığında etrafında olup bitenden yararlanarak bilim ve sanatta önemli adımlar atmış, astronomi dalında kayda değer çalışmalarda bulunmuş özellikle tarihi kayıtlarını tutmasıyla kendi geçmişine az çok ışık tutabilmiştir. Astronomi Bağımsız olarak yönettikleri tüm devletlerde İran ile her zaman temasta olmuş olan Karadenizliler, Trabzon İmparatorluğu döneminde de İran ile iyi ilişkiler geliştirmiş ve astronomi alanındaki araştırmaları Trabzon'a taşıyarak geliştirmişlerdir. Bu duruma öncülük eden Grigorios Hioniadis, Buhari'den öğrendiği astronomi bilgileriyle döndüğü ülkesinde bir astronomi okulu kurmuştur. Bizans, burada geliştirilerek bir astronomi atlası haline getirilen bilgileri Trabzon'dan öğrenmiş buradan da Avrupa'ya yaymıştır. Tarihçilik Trabzon İmparatorluğu'nu kendinden önceki üç güçlü yerel devletten ayıran en önemli özelliği bir Hristiyan krallığı olmasının yanında kendi tarihi kayıtlarını da tutmaya başlamasıdır. Devlet tarihi III. Aleksios'un Başdanışmanı[19] Michael Panaret isimli bir saray tarihçisi tarafından tutulmuştur. İmparator III. Aleks ile pek çok sefere katılan Panaret eserinde, 1426 yılına kadar tahta geçen hükümdarları, yapılan savaşları ve iç karışıklıkları konu almaktadır. Bazı tarihçiler Panaret'in kendinden önceki dönemler hakkında verdiği bilgilerin kronolojik düzenine bakarak Trabzon Sarayı'nda bir devlet arşivi bulunduğunu ve yazarın eserini kaleme alırken bu arşivden faydalandığını öne sürmüşlerdir.[20] "Kronik" olarak adlandırılan bu eser Rusça, Fransızca ve Almanca gibi dillere çevrilerek yayımlanmıştır. Mozaik-Fresko Roma İmparatorluğu genelinde rağbet gören bir sanat olan mozaik-fresk sanatı özellikle Hristiyanlık sonrası dini objelerin çizimiyle yaygınlık kazanmış, Trabzon İmparatorluğu genelinde inşa edilen kilise ve manastır gibi yapıların içleri fresklerle bezenmiştir. Islak sıvanın üzerine dini objelerin tasvir edildiği eserlerde İsa, Meryem, Âdem ve Havva, melekler ve azizlerin yanı sıra imparatorların tasvirleri de yer almaktadır. Ekonomi Büyük ölçüde ticaret ve bu yolla kazandığı vergilerle ekonomisini güçlendiren devlet geniş çaplı tarım yapmasa da, dünya ticaretinde önemli bir yeri olan fındık ve üzüm yetiştiriciliğinde hatırlı bir üne sahiptir. Tarım Trabzon topraklarında Orta Çağ'da Tzanika/Canik adıyla anılan Samsun ili toprakları dışında geniş çaplı tarım yapılabilecek arazi yoktu. İmparatorluk arazisinin büyük bir bölümünü ormanlık alanlar oluşturmaktaydı. Günümüzün büyük tarım alanları da bu ormanlık arazilerin zaman içinde yer yer yok olmasıyla ekilmeye başlanmıştır. Bu yüzden günümüzde de yaygın olduğu üzere geniş çaplı yetiştiriciliği yapılan ürün fındıktır. Trabzon İmparatorluğu'nun en önemli ihraç ürünlerinden biri olan fındığın ihtiyaç fazlası devlet limanlarından ticari gemilere yüklenerek batılılara satılıyordu. İmparatorluğun 15. yüzyıldaki durumunu anlatan bir Alman da Lazia olarak bahsettiği Giresun'da bol miktarda şaraplık üzüm yetiştirildiğini bildirmiştir. Bunlarla birlikte ülkede geniş çaplı meyve üreticiliği yapıldığı bilinmektedir. Ticaret 13. yüzyılda tüm Avrasya'da etkisini gösteren Moğol istilası dünya tarihinde pek çok şeyi değiştirmiştir. Merkez olarak İran'ın kuzeyindeki Tebriz'i seçen İlhanlılar, Karadeniz ticaretinin önem kazanmasını sağlamışlardır. Ve o çağda ticaretin önem kazanması öncelikle güvenliğe bağlı olduğundan Trabzon Devleti korunaklı yapısıyla bu ticaret yolu üzerinde kilit noktalardan biri haline gelmiştir. Tarihi İpek Yolu üzerinde böyle kritik bir öneme sahip bir coğrafi konumu olan Trabzon İmparatorluğu bu avantajıyla Karadeniz ticaretinde önemli bir paya sahip olmuştur. Ticari öneminin artmasıyla İtalyanlara karşı da avantajını iyi koruyan imparatorlar başlarda vergiyi yüksek tutarak büyük bir gelir sağlamış, devlet ihtiyaç fazlası ürünlerini de dışarıya ihraç etmiştir. Bu ürünlerin başlıcaları gümüş, demir, şap, kereste, şarap, kumaş ve fındıktır. Gümüş ve demir ustalığı kadim zamanlardan beri meşhur olan yöre, zengin ormanlık arazisi sayesinde kereste ihracını da önemli bir gelir kapısı olarak görmüştür. Ayrıca şap maddesini Anadolu'yu Karadenizlilerden aldıktan sonra öğrenen "Batı",[21] Trabzon İmparatorluğu döneminde de Karadeniz'den şap ithal etmeye devam etmiştir. Denizcilik Doğu Karadeniz kıyılarında kurulan Kolkhis Krallığı, Pontus Krallığı ve Lazika Krallığı'nda olduğu gibi Trabzon İmparatorluğu da bir deniz devleti olması dolayısıyla imparatorluk ömrü boyunca Doğu Karadeniz sularında devriye gezmek ve ordularını nakletmek için sürekli bir donanma bulundurmuştur.[22] Bu donanmanın komutanı da Büyük Düka unvanını taşıyan soylulardan seçilmiştir. Deniz kuvvetleri komutanlığı görevi Karadenizlilerde çok önemliydi. Çok eski çağlardan beri denizcilikle uğraşan halkın Roma'yla giriştiği mücadelelerde de kilit rolü donanma komutanları hatta korsanlar üstlenmiştir. Karadeniz-Roma savaşlarının sembollerinden biri yine Trabzonlu Laz bir Amiral olan ve "Yenilmez" unvanı taşıyan Aniket'tir. İtalyanlara karşı girişilen mücadelelerde de Büyük Düka John Kabazit ve Tzanikhiti gibi önemli yerel liderler de Karadeniz'de can vermişler ve "Amiral" olarak anılmışlardır. İmparatorluk donanması çok büyük hantal gemiler yerine orta büyüklükte ve seri bir şekilde manevra yapabilecek gemilerden oluşuyordu. Bu gemi türleri genel olarak griparon ve paraskalmion olarak anılan ve Karadeniz'e has özellikler gösteren gemilerdir. Bununla birlikte Tzanların (Lazların) kendilerine has ve kökleri antik Kolkhis'e dayanan meneksila tipi teknelerinin Osmanlı döneminde çeşitli formlarda gelişerek varlığını sürdürdüğü düşünülürse Trabzon İmparatorluğu tarafından da kullanılması kuvvetle muhtemeldir. Metalurji Metal işleme konusunda büyük bir üne sahip olan Karadeniz kabileleri, Antik Çağ'ın en ünlü destanlarından Altın Post Efsanesi'ne ve "Güneş'in özdeşleştirdiği Gümüş'ün diyarından gelenler" olarak anıldıkları "İlyada Destanı"na konu olmuşlardır . Karadeniz kabilelerinin bu yetenekleri Trabzon İmparatorluğu döneminde de devam devam etmiş, madencilik ülke ekonomisinde önemli bir yer tutmuştur. Fakat imparatorluğun zengin maden yataklarının bulunduğu Torul civarı Türkmenler tarafından ele geçirilince madencilik faaliyetleri sekteye uğramış, imparatorluğa bağlı Torul Lordu'nun Türkmenlere karşı verdiği mücadelelere rağmen büyük ölçüde durmuştur. Savaş Aletleri Antik Çağ kaynaklarında genel olarak balta kullandıkları bilinen Karadeniz kabilelerinde Orta Çağ'da kılıç kullanımı yaygınlaşmıştır. Bizans İmparatorluğu hakimiyetinde gerek maden işletmeleri için kullanılan yakacak ihtiyacından dolayı ağaç kesimi yaygınlaşmış, gerekse Bizans'ın asimilasyon politikasından dolayı sistemli bir şekilde ormanlar katledilmiştir. Doğu Karadeniz'deki bu doğa tahribatı dolaylı olarak atlıların daha kolay hareket edebilecekleri araziler meydana getirmiş bu durum da süvari birliklerinin oluşturulmasına ortam hazırlamıştır. Okçu süvari ve mızraklı süvari birliklerinden oluşan Trabzon Ordusu'nu kılıçlı piyade birlikleri tamamlamaktadır. Nümismatik Antik Karadeniz sikkeleriyle karşılaştırıldığında estetik özelliğini kaybettiği göze çarpan Trabzon sikkeleri genel olarak imparatorların silüetleri baz alınarak tasarlanmıştır. Para basımında başta gümüş temel alınsa da I. Andronik döneminde ilk Trabzon altın sikkesi basılmıştır. İlerleyen dönemlerde Gürcistan'da da yayılmaya başlayan Trabzon sikkeleri devletin güçlü ekonomisinin göstergelerinden biri olmuştur. Mimari Ev inşasında günümüz Doğu Karadeniz ev mimarisinin öncül formlarının kullanıldığı Trabzon İmparatorluğu döneminde, günümüzde önemli turistik merkezler haline gelen manastırlar, kiliseler ve kaleler inşa edilmiş, var olan yapılar da onarılıp geliştirilerek günümüzdeki görünümünü almıştır. Mimaride genel olarak Gürcü mimarisinden etkilenildiği göze çarpmaktadır.[23]
- CİNCİ HOCA
Niyazi UYAR * Şükriye enine boyuna sınıfın en kuvvetli öğrencisiydi. Ablası ebeydi. “Ebe Hanım!” Yeni atanmıştı köye, bir de babaları vardı: Muhittin Hoca! Muhittin Hoca, az konuşan biriydi. Köy halkının yabancılara olan sempatisinden dolayı kafasına uygun, konuşup anlaşabileceği birilerini bulmuştu. Defineciliğe meraklıydı. Köye dair topladığı bilgilerden köye beş kilometre mesafede Lidyalılara ait tarihi bir mekânın olduğunu öğrenince, çok sevinmişti. Yağmurdan sonra köylü, ellerine aldıkları sopalarla dere kenarlarında, suyun akıntı ile erozyon oluşturduğu yerlerde sikke, tarihi eşya arardı… Ders başlamıştı, Cafer amcam okula gelip İsmail öğretmenden iki arkadaşıma daha izin aldı: Cemil, Şükriye. Amcamın neden izin aldığını bilmiyordum, sorduğumda, “öğrenirsin, merak etme,” demişti. Cemillerin evine doğru gidiyorduk. Cemillerin evi, diğer köy evleri gibi ahşaptı. Evin her yerinde kızılçam kerestesi kullanılmıştı. Merdiveni bile üç basamak taştan sonra, ahşaptı. Çardak denilen yere döşenen, apteslik dedikleri, bulaşık yıkama yerine, sineklik adını verdikleri banyoya, tavanlara, korkuluklara, evin çatısına… her bir yeri ahşaptı. Fakat öyle gösterişli, işlemeli değil, gelişigüzel çakılan, gelişigüzel döşenen tahtalar. Kış günlerinin karasal ikliminden dolayı evleri ısıtmak imkânsızdır. Isınmak için kullanılan sobalar bile kendini zor ısıtmakta, anamın ifadesiyle, “önün nohut kavurur, arkan harman savurur!” İçeri girdik. Muittin Hoca, babam, bir de Cemil’in babası, oturmuş bizi bekliyor. “Gelin gelin, hoş geldiniz,” dedi Muhittin Hoca! Biz de duyulur, duyulmaz “hoş bulduk,” dedik! Utana sıkıla yerimize oturduk. Mahcubiyetimiz büyüklerin yanında öyle rahat rahat oturmaya alışkın olmadığımızdandır. Köy çocukları utangaç olur ya ona sebep de olabilir belki de. “Karnınız aç mı çocuklar,” dedi Muhittin Hoca? Hiçbirimiz “açız,” diyemedik!” Amcam, “açtırlar, ne varsa elgerin, azcık bir şey yesinle,” dedi. Cemil’in babası, az sonra birer dilim ekmeğe tereyağı, üstüne de salça sürmüş, getirdi. “Hang” yin,” dedi. Acıkmışız. Dakikada yaladık yuttuk. “Doydunuz mu?” dedi Muhittin Hoca! “Doyduk,” dedik. “Doymadılar, dedi amcam elgerin bire dilim daha yesinle,” dedi. Birer dilim daha yedik, Az öncenin durgunluğunu atmış, yavaş yavaş sorulara daha anlaşılır cevaplar vermeye başladık. Ortaya bir kap getirdi Cemil’in babası, kabın üstü örtülüydü. Muhittin Hoca anlamadığımız bir lisanda bir şeyler okumaya başladı. Sonra gözlerinizi kapatın, ben açın demeyince de açmayın,” dedi. “Tamam,” dedik. Bir zaman öyle durduk, sonra “yavaşça açın gözlerinizi” dedi. Açtık gözlerimizi, tabağın üstündeki örtüyü kaldırdı. “Beni dinleyin çocuklar dedi. Ortam ciddileşmiş, kimse konuşmuyor, Muhittin Hoca’nın talimatları duyuluyordu yalnızca. “Benden başka kim ne sorarsa sorsun cevap vermeyeceksiniz, ben ne dersem onu yapacaksınız, tamam mı dedi. “Tamam,” dedik. “Şimdi dikkatlice suyun içine bakın bakalım, ne görüyorsunuz söyleyin,” dedi. “Aaaa dedi Cemil, Muzaffer aga’yı gördüm, Aaaa Alirıza aga’yı gördüm, Hasan Aga’yı da gördüm. “Anlatın ne yapıyorlar dedi Muhittin Hoca. “Okulda örtmen tahtaya kaldırmış, bir şeyler yazıyola. “Sen de görüyor musun dedi Şükriye’ye, "ben de görüyorum, ama ben kim olduklarını bilmiyorum.” “Aferin,” dedi Muhittin Hoca, ben “gördüm görmedim” hiçbir şey demedim. Hiçbir şey görmemiştim çünkü… Muhittin Hoca bende ki tereddüdü görmüş olacak ki durdu. Gözlerini bana çevirdi. Sakince, sözcükler tane tane çıkıyordu ağzından. “Sen ne gördün evladım?” dedi. Kıpkırmızı kızardım, arkadaşlarım heyecanlı heyacanlı anlatıyordu gördüklerini. Muzaffer, Ali Rıza, Hasan şehirde okumaktaydı. Demirci’ye gitmek için köyden Haconkule’ye yürümüşler, oradan otobüse binip Demirci’ye gitmişler. Bu mevsimde Kocadere’de su çok oluduğundan, zorlukla geçmişler, geçerken de üstleri başları ıslanmış. Sonra yolun yakınında bir yere palamut meşesinin altına ocak yakıp kurulanmışlar. O nedenle sabah postasına değil de öğleden sonraki, postaya binip gitmişler… Ben hiçbir şey görmemiştim, onlar her şeyi o kadar güzel anlatmışlardı ki… Kızıyordum kendime, ben neden göremiyorum diye. “Ben bir şey göremedim,” dedim. “Niye göremedin” dedi Muhittin Hoca! “Sen neden göremiyon,” dedi babam. Çatlayacak gibi oldum, benim neyim eksikti, neden göremiyorum, bilmiyorum! Elime bir kâğıt tutuşturdular. “Şimdi göreceksin dediler, suyun içine iyi bak,” dediler. Suyun içine daha bir dikkatli, gözlerimi yırtarcasına baktım. Yine tabağın dibinde siyah bir nokta, başka da bir şey yoktu. “Şimdi ne gördün?” dedi Muhittin Hoca. “Hiçbir şey göremedim yine” dedim. Kendime daha çok kızmaya başladım. Babam da kızıyordur herhalde, onlar görüyor onun oğlu göremiyordu. Göremedim işte, neden göremedim ben de bilmiyorum. Sonra Muhittin Hoca seni köpek ısırdı mı hiç?” dedi. “Isırdı, dedim, aha bak bacağımda izi var,” deyip gösterdim. “Tamam dedi sen ondan göremedin,” dedi. Bundan sonra benimle ilgilenmediler, ben suyun içine bakmaya devam ettim, fakat hiçbir şey göremedim. Arkadaşlarım anlattıkça anlattı. Muhittin Hoca onları, adeta uçan bir halıya bindirmiş, oradan oraya gezdiriyor, onlar da gördüklerini ballandıra ballandıra o kadar güzel anlatmaktalar ki… Birden ikisi de durdu. “Ne oldu? Dedi Muhittin Hoca. “Biri bir şeyler yazmaya başladı biri tahtanın üstüne, durmadan yazıyor.” “Ne yazıyor, yazdıklarını okuyun?” dedi. “Okunmuyor, yazdıklarından hiçbir şey anlaşılmıyor,” dedi arkadaşlarım. “Benim dediklerimi hiç kaçırmadan aynen tekrar edin,” dedi. “Tamam,” dedik. Ben de tamam dedim. “Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!” Tekrar ettik. “Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!” Okudu arkadaşlarım. Burası Nalıntepe dediler. Burada bir mezar varmış, mezar palamut ağacının altında, yanında da bir yemiş ağacı. Ancak bir şey var mezarı gök bir keçi bekliyormuş. Muhittin Hoca, “gök keçi varsa oraya yaklaşamayız! Orayı şeytan bekliyor anlamındadır,” dedi. Arkadaşlarım yolculuklarına devam ettiler. “Burada bir saray yıkıntısı var!” “İyi bakın” dedi Muhittin Hoca. “Burada kocaman kocaman düzgünce kesilmiş taşlar var!” “Başka neler görüyorsunuz dedi Muhittin Hoca?” Daha dikkatli bakmaya başladık, ben hiçbir şey göremiyordum; yine de dikkatli bir şekilde bakıyordum. “Hiçbir şey göremiyoruz dedi arkadaşlarım... “Dur dur, dedi Cemil, bir sandık görüyorum!” Odada bulunan herkes hareketlendi. Muhittin Hoca kendinden geçti, aşkla, daha bir coşkuyla okumaya başladı tekrar. “Tekrar bakın, dikkatli bakın dedi yalvaran bir sesle!” Böyle derken sesi titriyor, heyecan kasırgasına tutulmuşa dönüyordu adeta. “Nevuttun’a soralım dedi anlaşılır, anlaşılmaz bir sesle. Okumaya başladı, heyecanı sürüyordu hala, sesi titrerken yalvarıyordu Nevuttun’a! Arkadaşlarım “yine tahtaya bir şeyler yazmaya başladı, ama okunmuyor,” dediler. Dediklerimi tekrar edin dedi yine Muhittin Hoca. “Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!” Tekrar ettik, ben de tekrar ettim. “Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!” Yazılanları okudu arkadaşlarım. “Bu sandığa kırk senede ulaşamazsınız, içindekiler size ait değil!” … O gün kendilerine uygun bir şeyler bulamamışlardı. Bir müddet sonra oradan ayrıldık. O günden sonra Muhittin Hoca’nın adı “Cinci Hoca’ya çıktı. Muhittin Hoca başkalarına da suya baktırıp define aramış. Muhittin Hoca’nın namı komşu köylere kadar ulaşmış. Ebe Hanım’a iğne yaptırmaya gelenlerle birlikte Cinci Hoca’ya yıldızlama güttürmek, muska yazdırmak için gelenlerle dolup taşmış. Dediklerine göre Muhittin Hoca’nın eşi yokmuş. Beş yıl önce ölmüş. Köyde ona dair anlatılanlar efsanedir. Hoca’yı kıskanan cinlerin dişileri eşini boğduğunu söylerken, birileri ince hastalıktan öldüğünü, başkaları da Muhittin Hoca’ya aşık dişi bir cin Hoca’nın karsını kıskandığı için zehirlemiş… Muhittin Hoca’nın kapısı dertlilerle dolup taşmış, her gruptan, kadını, erkeği… Gelenlerden biri de evlenmeyen adı Firdevs olan bir kadındır. Firdevs her gün Muhittin Hoca’nın evine gider, onun seveceği bir şeyler götürürmüş. Günler aylar böyle akıp giderken Ebe Hanım, babasının durumundan rahatsız olup ilçe sağlığa gider, acil olarak tayininin yapılamasını ister. Bir haftaya varmaz, Ebe Hanım’ın tayini yapılır. Ebe Hanım, meyil bilmem ne hakkı kullanmadan aniden köyden ayrılır. Firdevs’in evlenmemesini, abisinin yanında bir sığıntı gibi yaşamasını fırsata çevirmek ister Muhittin Hoca: “Seni seviyorum, senden hoşlanıyorum, seni kraliçe yaparım, ta göbeğine kadar sarı lira yaparım, renk renk güzel güzel elbiseler alırım. Sen benim hayatıma zenginlik getirdin, yaşama umudumu çoğalttın!” “Ben de seni, fakat agamın ırzasını almadan bu iş olmaz!” “Abin tamam demez, isterim istemesine de…” “İste o zaman, neye bekliyon?” “Vermez, çünkü senin gibi bedava bir işçi bulmuş!” “Orası öle de başka türlü de nasıl olcak ki?” Kararını vermişti Muhittin Hoca, kaçıracaktı Firdevs’i, nasıl yapacağına dair de kafa yormaya başlamış. Tayini çıkan Ebe Hanım, kardeşi Şükriye ile köyden ayrılmıştır. Muhittin hoca’nın daha işi bitmemiş, köyden, çevre köylerden gidip gelenler akın akın gelmeye devam etmektedir. Gelirken de evlerinde ne var yok bir şeyler getirmekteler. Muhittin Hoca’nın aş ekmek derdi olmaz. Bir akşam Firdevs akşam yemeği için, Muhittin Hoca’ya yemek getirir. O da” gel gel iki laflarız, ben yiyim, sonra tabakları götürüsün!” Tamam diyerek içeri girer Firdevs! Plan tıkır tıkır işlemeye başlamıştır. … Güneş çoktan batmış, akşam ezanı okunmuş, ahali, akşam yemeği için sofranın başına geçmiştir. Sokaklar boştur. Elektrik henüz daha köylere kadar ulaşmamış, gaz lambaları ile aydınlanmaya çalışırken köylü, öte yandan yoksulluğu, yokluğu en derininden yaşamaktadır. Gaz lambalarının küçük numaralı olanları tercih edilir genel olarak. 14 numaralı lambalar, durumu biraz daha iyi olan aileler içindir, 5 ve 7 numaralı lambalar az gazyağı tükettiği için hemen herkesin evinde bu lambalar vardır. Cipçi Kasım, kısık bir düdük sesi ile geldiğini haber verir. Muhittin Hoca işini bitirmiş, Firdevs’i uyutmuş, hazır beklemektedir. Kapıyı açar, Kasım, koşup gelir, Firdevs’i birlikte taşırlar arabaya. Birkaç dakika içinde Land Rover marka cip köyün girişindeki okulun yanından bayır aşağı uçarcasına gitmiştir. Muhittin Hoca, Firdevs’i Güneydoğu illerinden birine bağlı bir köye alıp götürür. O günden sonra kimse Firdevs’in nerede olduğuna dair en küçük bir haber alınamaz…
- Deniz Mezarlığı
PAUL VALERY * Üstünde güvercinler gezen şu rahat damın Kalbi atar ardında birkaç mezarla çamın Şaşmaz öğle zamanı ateşlerle yaratır Denizi, denizi, hep yeni baştan denizi Tanrıların sükunu çeker gözlerimizi Bir düşünceden sonra, ah o ne mükafattır İnce pırıltıların o ne saf hüneridir Bir seçilmez köpükte nice elmas eritir Nasıl bi sükun sanki peyda olur o demde Ve güneş uçurumun üstüne gelir durur Ebedi bir davanın saf marifeti budur Zaman kıvılcım, hülya bilmek olur âlemde Basit Minerva mabedi tükenmeyen hazine Yığın halinde sükun, göz önünde define Kaşlarını çatan su, bi alev perde altı Kendine nice uyku saklayan göz, ey bana Mukadder olan sükut… Ruhta yükselen bina Fakat bin kiremidi yaldızlı dam, ey çatı. Bir tek ahın içinde belli zaman mabedi Etrafımda denize bakışlarımın bendi Çıkarım o saf yere artık bütün bütüne Ve bütün tanrılara son adağım olarak Asude bir meneviş dağıtır kucak kucak Şahane bir istihkar irtifalar üstüne Nasıl ağızda yemiş zevk olup da erirse O yokluğunu nasıl lezzete çevirirse Varsın şekli mahvolsun, orda içime siner Benliğimin ilerde duman olacak özü Eriyen ruha söyler bir şarkıyla gökyüzü Nasıl değişmededir ulu sahiller… ÇEVİRİ: Sabri Esat Siyavuşgil Paul Valery (d. 30 Ekim 1871 - ö. 20 Temmuz 1945), Fransız şair, yazar ve düşünürdür. 20. yüzyılın en büyük şairlerinden biridir. 1894'ten başlayıp ölünceye kadar her gün düşüncelerini not ettiği Defterler yazarın yaşam aynası sayılır. Deniz Mezarlığı ise şiir sanatının doruklarına çıktığı eseridir. Bundan başka felsefe ve eğitim üzerine de yazılar yazmış, 1925'te de Fransız Akademisi 'ne seçilmiştir. Paul Valéry, Sembolizm akımının en önemli temsilcilerindendir.
- Cumhuriyet 102 Yaşında!
Ayşe ÇİRKOT * 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun Bugün, Türk milletinin bağımsızlık ve özgürlük yolunda attığı en büyük adımın, Cumhuriyetimizin ilanının yıldönümü. Bu topraklarda yeniden doğuşun, karanlıktan aydınlığa çıkışın adıdır Cumhuriyet. Atatürk’ün önderliğinde “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözüyle yükselen bu büyük miras, bize sadece bir yönetim biçimi değil, bir yaşam felsefesi kazandırmıştır. Cumhuriyet; kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla eşitliğin, adaletin, bilimin ve ilerlemenin simgesidir. Bizlere düşen en büyük görev, bu kutsal emaneti korumak, yaşatmak ve gelecek nesillere gururla aktarmaktır. Cumhuriyetimiz 102 yaşında ! Bugün, geçmişte verilen o büyük mücadelenin anlamını bir kez daha hissediyor, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı, rahmet ve minnetle anıyoruz.
- Cumhuriyet
MERAKLISINA Tarih içinde belli başlı yönetim biçimleri: 1. Mutlak Monarş i: Tek kişilik yönetim biçimidir. Devleti yönetme yetkisi tek bir kişinin elinde olup, kişi bu yetkisini ömrünün sonuna kadar kullanır ve yönetim soyuna geçer. Osmanlı Devleti’nde bu yönetim biçimi uygulanmıştır. 2. Aristokras i: İktidarın soylular sınıfının elinde olduğu bir yönetim biçimidir. Ortaçağda Avrupa devletleri, bugün sembolik biçimde İngiltere buna örnektir. 3 . Federasyon/ Konfederasyon: Birden fazla devletin bir araya gelmek suretiyle dış politika konusunda tek bir siyasal güç oluşturmalarıyla birlikte iç işlerinde özerk olmalarıdır. Almanya ve ABD gibi ülkelerde federal cumhuriyet yönetim biçimi uygulanmaktadır. 4.Komünizm: Eşit ve sınıfsız bir toplum yaratma amacı taşıyan ve tüm malların ortak mülkiyetini savunan siyasi bir sistemdir. Günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti örnek gösterilebilir. 5.Oligarşi: Belli bir zümrenin, azınlığın yönetimi elinde bulundurduğu sistemdir. 6.Teokrasi Devlet yönetiminden hukuk kurallarına kadar her alanda dine uygunluk aranır... 7. Totalimiz /Faşizm Bireysel özgürlüklerin devlet tarafından ortadan kaldırıldığı bir sistemdir. Her şey devlet içindir ve halk devlet için vardır.Eski Nazi Almanyası örnek verilebilir. 8.Cumhuriyet: Günümüzde dünyanın bir çok ülkesinde uygulanan Cumhuriyet halk egemenliğine dayanan bir yönetim şeklidir. Yönetenler, halk oylarıyla belli bir süreliğine ve belli yetkilerle göreve gelir. MERAKLISINA 2 : CUMHURİYETE ADIM ADIMTARİHİ SÜREÇ: Osmanlı Devleti, 1876 yılına kadar mutlak monarşi ile yönetilmiştir. Bu dönemde padişahlık kurumu, halk üzerinde mutlak bir egemenlik sürdü. Tanzimat dönemiyle beraber, cumhuriyet düşüncesinden söz edilmeye başlanmışsa da Osmanlı aydınları meşrutiyetin kurulmasını yeterli gördüler; Osmanlı Devleti, 1876-1878 ve 1908-1918 yılları arasında meşruti monarşi ile yönetildi. Osmanlı Devleti'nin yıkılması ile sonuçlanan I. Dünya Savaşı 'nın ardından Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlatılan ulusal mücadelenin daha ilk yıllarından itibaren artık yönetimde halk iradesinin egemen olacağı ilan edildi. Erzurum Kongresi 'nin ardından 23 Temmuz 1919 tarihinde yayımlanan bildirinin 3. maddesindeki "Ulusal Kuvvetleri etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak esastır" kararı bu anlayışın bir ifadesiydi. Ulusal iradeyi somut olarak gösterecek meclis, İstanbul'un işgal edilip Mebusan Meclisi 'nin dağıtılması üzerine, " Büyük Millet Meclisi " adıyla 23 Nisan 1920'de Ankara 'da toplandı. Olağanüstü yetkilerle donatılmış 390 kişilik meclisin başkanı aynı zamanda hükûmet ve devlet başkanı olarak adlandırıldı. Meclisin 20 Ocak 1921'de kabul ettiği ve bir anayasa niteliğinde olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adlı yasa ile egemenliğin Türk ulusuna ait olduğu ilan edildi. Saltanat hükûmetinin kendini halâ Türk ulusunun temsilcisi saymasına karşı bir tepki olarak meclis, 1 Kasım 1922'de aldığı kararla saltanatı kaldırdı . 1 Kasım 1922'den itibaren artık saltanatın olmadığı ülke, meclis hükûmeti tarafından yönetilmekteydi. Bu hükûmet sisteminde her bakan meclis tarafından seçildiğinden uyumsuz kişilerin bir araya geldiği hükûmet biçimine yol açmaktaydı; ayrıca her bir bakanlık için uzun süren tartışmalar yaşanmaktaydı. Yeni Meclis seçildikten sonra kurulan İcra Vekilleri Heyeti'nin üyeleri bu şartlar altına çalışmanın güçlüklerinden şikayetçi idi. Hükûmetin zayıflığı, 23 Ekim'de net bir şekilde ortaya çıktı. Aynı zamanda Dahiliye Vekili olan İcra Vekilleri Heyeti Başkanı Fethi Bey , Dahiliye Vekilliğini Ferit Tek Bey 'e bırakmak istemiş ancak meclis bunu kabul etmeyerek Erzincan milletvekili Sabit Bey 'i seçmişti. TBMM ikinci başkanı Ali Fuat Bey de görevi bırakmak isteyip yerine Yusuf Kemal Bey 'i aday göstermiş ancak meclis kabul etmeyerek Rauf Bey 'i seçmiştir. Bu durum üzerine Meclis Başkanı Mustafa Kemal , 25 Ekim 1923 akşamı hükûmeti Çankaya'da topladı. Toplantıda, Vekiller Heyeti'nin istifa etmesine ve yeni seçilecek Vekiller Heyeti'nde görev almamasına karar verildi. Böylece ülkeyi Cumhuriyet rejiminin ilanına götürecek bir hükûmet bunalımı oluşturuldu. 27 Ekim 1923'te Vekiller Heyeti'nin istifası TBMM'de okunduktan sonra, yeni bir vekiller heyeti kurma yolunda çalışmalar başladı. Muhalefetin yeni hükûmet kurma çabasında bir sonuç alınamadı. 28 Ekim'de Çankaya Köşkü'ndeki akşam yemeğinde İsmet Paşa, Fethi Bey, Kazım Paşa, Kemalettin Sami Paşa , Halit Paşa , Rize mebusu Fuat ve Afyon mebusu Ruşen Eşref Bey 'i misafir olarak ağırlayan Mustafa Kemal Paşa, kabine bunalımından çıkma yolu üzerine gö rüştü ve misafirlerine "yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz" dedi. Yemekten sonra Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa birlikte kanun tasarısını hazırladı. Mecliste 29 Ekim 1923 sabahı toplanan Halk Fırkası Grubu kabine değişikliği için görüşmelere başladı. Görüşmelerin çıkmaza girmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa'nın meselenin halli için görevlendirilmesine karar verildi. Çözüm için bir saat izin isteyen Mustafa Kemal, bir saat sonra kürsüye çıkarak yönetim biçiminin Cumhuriyet olması halinde hükûmet bunalımlarının yaşanmayacağının, bunun için rejimin Cumhuriyet olarak tescil edilmesi ve yönetim biçiminin buna göre düzenlenmesi gerektiğini ifade etti ve anayasa değişikliği teklifini sundu. Fırka toplantısında yapılan konuşmaların ardından teklifin önce bütünü, sonra ayrı ayrı maddeleri okunarak kabul edildi. Halk Fırkası Grubunun toplantısından hemen sonra meclis toplantısı açıldı. Meclis başka konularla meşgul okurken, teklif edilen kanun tasarısı Kanun-ı Esasî Encümeni tarafından usulen incelenip tutanağı hazırlandı. Biirçok konuşmacının "Yaşasın Cumhuriyet!" sesleriyle alkışlanan konuşmalarıyla kabul edildi. Ardından cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. 158 üyenin oybirliği ile Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal cumhurbaşkanı seçildi Cumhuriyetin ilanı, hukuksal olarak İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisinin 29 Ekim 1923 günü gerçekleşen oturumunda Mustafa Kemal 'in hazırladığı anayasa değişikliği teklifinin kabul edilmesiyle Türkiye Devleti 'nin yönetim şeklinin cumhuriyet olarak belirlenmesidir. Daha geniş anlamıyla cumhuriyetin ilanı; Türk toplumunu çağdaşlaştırmayı amaçlayan Türk devriminin bir parçasıdır, diğer yenileşme ve reformların da önünü açan bir siyasal inkılap hareketidir. "29 Ekim 1339 (1923) tarih ve 364 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun" ile 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu 'nun altı maddesinde (1, 2, 4, 10, 11 ve 12. maddeler) değişiklik yapılmış; birinci maddesi şu şekilde değiştirilmiştir: "Hâkimiyet, bilâkaydü şart Milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekl-i Hükûmeti, Cumhuriyettir." Anayasanın diğer maddelerinde yapılan değişiklikler ile cumhurbaşkanlığı makamı oluşturulmuş; Cumhurbaşkanının Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kendi üyeleri arasından seçileceği öngörülmüş; hükûmetin kuruluş usulü değiştirilmiştir. Hükûmetin kuruluş şeması bakımından meclis hükûmeti sisteminden vazgeçilerek parlamenter sisteme geçilmiştir. * CUMHURİYET * ŞENOL YAZICI * Monarşi; İmparatorluk, Padişahlık ve Cumhuriyet İlk üç kavram, ilk duyumda, monarşiyle çağdaş yönetimi bir arada yaşama şansına ya da şanssızlığına sahip olmayanlar için soyut, içi boşaltıldığından kulağa bir çocuk masalından taşınmış gibi duruyor. Çocuklarımızın dünyadaki her ülkeyi, seçilmiş insanlarca yönetilen demokratik cumhuriyetler sanması şaşılacak bir olgu değil. Öyle ya, mademki, yönetimi söz konusu olan halktır, onun kendisini yönetmesinden doğal ne olabilir? Çağdaş cumhuriyetlerin günümüzden sadece iki yüz yıl önce, Fransız ihtilaliyle birlik varolmaya başladığını, daha önce kul olmayan halktan ve onun yönetiminden söz edilemeyeceğini, koca devletlerin bir kişinin keyfine göre yönetildiğini nasıl anlatırsınız? İşte bu kişi yönetimleri yani monarşiler, bir bir yıkıldıkça yerlerine cumhuriyet yönetimleri kurulmaya başlandı. Saati geldi diye birileri lütfetmedi bunu. Sürü olmaktan bıkan halk, çoğu yerde bedelini kanlı bir biçimde ödeyerek kazandı. O zaman, kişi ya da kişilerin yönetimine bir tepki, bir tavırdır cumhuriyet, demek mümkün. Tanımları hepimiz biliyoruz. Halkın halk tarafından yönetilmesidir basitçe. Monarşilerde bir kişi tüm yetki ve hakları kendinde toplarken, genelin söz hakkı olmazken, cumhuriyette halkın üstünde bir güç yoktur. Cumhuriyetin kurucusu ulusal önder M. Kemal Atatürk’ün şu sözü cumhuriyeti tam olarak tanımlamaya yetmektedir. Egemenlik, kayıtsız, şartsız ulusundur. Halk bu egemenliği başkasına devredemez, bu anayasanın temel kuralıdır. Kaldı ki, halkını böylesine onöre eden, sıra insanın bile cumhurbaşkanını denetlemesini sağlayan hak nasıl başkalarına devredilebilir ki? Ben kendi kendimi yönetemiyorum, alın siz yönetin beni, nasıl der bir ulus? Der mi, der. Tarihte örnekleri görüldü bunun. Tarih Kuşkusuz varlığının ilk çağından bu yana, sosyalleşen, birlikte yaşayan ve böyle daha güçlü olan insan, uygun yönetim biçimini aramış. İşin ilginç yanı bu arayışın ilk bin yıllarında daha, Antik Yunan’da site devletlerinde cumhuriyeti kurmuş. Az sayıda insanın yaşadığı bu kentlerde insanlar meydanlarda toplanır her türlü önemli karara katılırmış. Sayı artıp toplanmak zorlaşınca bu kez temsilciler seçmeye başlamış. Ne var ki, kimi yurttaşlara seçme seçilme hakkı verilmemiş. Kimisinde kölelere, kimisinde kadınlara... bu yönüyle tam bir cumhuriyet saymak olanaksız. Sokrat’ı ölüme mahkûm eden cumhuriyet bunlardan biri. Roma imparatorluğu devrinde imparatorların keyfi uygulamaları halkı canından bezdirip patlamalara yol açınca cumhuriyetler kurulduğu görüldü. Ortaçağda daha gelişmiş cumhuriyet örnekleri var, Avrupa’da. Genellikle soyluların, aristokratların egemen olduğu derebeyliklere benzeyen cumhuriyetlerdir bunlar. Sonra monarşi... yüzyıllar süren monarşi. İçlerinde akıllı, yurdunu, halkını seven idareciler de var. Var da, bir kişinin ya da bir zümrenin istemleridir egemen olan. Genelin istemlerinin hesaba katılması söz konusu bile değildir. Sonra dedik ya, yönetenin sizi sevmesine bağlıysa kaderiniz, işiniz zor demektir, hep sevimli duramazsanız ya da ola ki sevmekten yorulursa yöneten ne olacak haliniz, bir düşünün. Bu tür bir uygulama yöneteni de suça teşvik eder. Hiçbir denetleyicisi olmayan insan doğasına terk edilen kaderlerin hazin sonlarını anlatmaya gerek yok. Halkı koyun bir yana Osmanlı sadrazamlarının başına gelenlere bir göz atmak bunun için yeter. Her ne kadar cumhuriyet sözcüğünün kökeni Arapça ise de, 1789 Fransız ihtilaliyle gelişen birey hak ve özgürlüklerine düşkünlük monarşinin keyfi uygulamalarını denetleme arzusu bilimsel başlangıç sayılıyor. Önce Fransa’da kurulan cumhuriyet, yönetimde yeni zamanların başlangıcı oluyor. 1789’ da Fransa, monarşiye karşı ayaklanır. İhtilalcilerin etkilendiği düşünürlerden J.J.Russo, Halk egemenliğinde birey istençleri ayrı ayrı ve kendiliğinden hukuksal değer taşır, demekte ve her vatandaşın egemenliğin bir bölümüne sahip olduğunu öne sürmektedir. Cumhuriyetin ateşli simgesi Robes Piyer, Cumhuriyetin siyasal ve toplumsal kurallarını geliştirmiştir. Ona göre amaç, özgürlük ve eşitlikten halkın barış içinde yararlanmasını sağlamaktır. Vatandaş yönetime, yönetim halka, halk da adalete uyruk olmalıdır. Politika ve ahlak birleştirilmeli, ahlaka aykırı olan her şey politikaya da aykırı olmalıdır. Yönetimler ahlaktan yoksun olduğu zaman halkın erdemi dayanılacak bir güç olarak kalır, halkın kendisi bozuldu mu cumhuriyetin dayanağı kalmaz. Cumhuriyet devrimi ahlaksızlık ve zorbalık düzeninden adaletli yönetime geçişten başka bir şey değildi, diyen Robespiyer, cumhuriyete, yönetimden de öte toplumsal bir etik yapı yüklemesi de yapmaktadır. Fransa’dan sonra Amerika’nın bir cumhuriyet olarak kurulması yeryüzündeki bu yönlü akımları güçlendirmiştir. Avrupa’da yıkılan her monarşi yerini cumhuriyete bırakmıştır. Bırakmış da, kurulan her cumhuriyet bir diğerinin aynı olmamış. Yeni ideolojilerin, toplumsal yapıların, geleneklerin ve liderlerin yapılanmada etkisi olmuş. Atatürk, yeni devletin yapısını belirlemek için çalışırken bu düşünürlerden ve deneyimlerden etkilenmiş. Cumhuriyet Türleri Hepsinin adları aynı, ortak yönleri de monarşiye tepki olsa da, birbirinden farklı çağımız cumhuriyetlerinin genel üç tipi var. İlki az gelişmiş ulusların cumhuriyetidir. Çoğu kez ekonomik, kimi de siyasi yönden bağımlı uluslardır bunlar. Egemenliğin, kullanacak yeterli bilinçli halk olmadığından belli bir zümrenin eline geçmesi şaşırtıcı değildir. İkinci tip cumhuriyetlerse, halk cumhuriyetleri diye de tanımlanan bir ideolojinin egemenliğinde olan cumhuriyetlerdir. Bu tip cumhuriyetlerde bir sınıf diğer sınıfları ortadan kaldırır. Eşitlik ve sosyal adaleti kuramsallıktan yaşama geçirmeye çalışırken doğal olarak bireysel özgürlükleri sınırlar. Batı tipi denilen üçüncü tip cumhuriyetler ki, birçok yönüyle bizim cumhuriyetimiz bu gruptandır, klasik anlamda demokrasiyi uygulayanlardır. Genel olarak parlamenter sistemle yönetilirler. Güçler ayrılığını esas alan bu sistemde yasama, yürütme, yargı erkleri birbirinden ayrıdır ve birbiri üzerinde denetleme yetkisine sahiptir. Anayasa ve yasalarla kişi hak ve özgürlükleri güvenceye alınır. Cumhuriyet yöneticisi bunları çiğneyemediği gibi, kutsal görerek saygı göstermek zorundadır. Bu cumhuriyetlerde, siyasal demokrasi, kişilerin örgütlenerek siyasal partiler yoluyla doğrudan iktidara katılması ya da baskı grupları kanalıyla iktidarı etkilemesi amacını taşır. Batı tipi cumhuriyetlerde bireyler örgütlenir, bunun için devletten yardım alır, özgür seçimlerde iktidarı ele geçirir. Bu hoşgörü, batı toplumlarının yüzyılları bulan gelişmeleri ve kültür birikimleriyle açıklanır. Demokrasi Sık sık demokrasiden söz ettik. Tam tanımı yok. Belki de kimi ülkelerde demokrasinin eksikliği ortaya çıkmasın diye ortak, kesin bir tanım getirilmemiş. Ne var ki, bir dış çerçeve olan cumhuriyete işlerlik, biçim kazandıran içerik denilebilir. Demokrasi kısa bir tanımla; halkın kendini yönetmesi, demek. İyi de, cumhuriyeti tanımlarken de aynı şeyleri söylüyoruz. O zaman demokrasinin ne olmadığını söylersek daha iyi anlaşılır. Demokrasi, her türlü otoriter, totaliter, dikta ve baskı rejimlerini reddeder. Adı demokrasi olsa bile... demokrasi de halk esastır, direktir. O seçer, o yetki verir, denetler, görevden alır. İktidar, sınırlıdır, topludur, belirlidir. Demokratik cumhuriyetlerde her grup kendini temsil edecek olanı seçer ve mecliste ses bulur, seçilen temsilcilerinin sayısı, çoğunluğu bulursa iktidarı ele geçirir. Buna çoğunluğun yönetimi ya da baskısı olarak düşünmek yanlış olur. Biraz önce değinildiği gibi cumhuriyet, halk topluluğunu oluşturan tüm bireylerin tek tek istençlerinin bir araya gelmesiyle oluşan bir bütündür. Cumhuriyetin özü budur. Bireylerin istençleri hangi noktaya doğru yönlenirse, halk egemenliği de bunu hesaba katar, halkı o noktaya doğru yönlendirir. Cumhuriyetin Zayıf Yönü Bu aynı zamanda cumhuriyetin zayıf yönüdür ve onu tehdit edebilecek bir tehlikedir. Eğer halk istenci yapılanmaya aykırı gelişirse ne olur? Cumhuriyet umulmadık bir yöne sapabilir ya da zorlanır. Bu zorlayıcı seçimleri halk, türlü etkilerle, uzun süren bunalımlara bir tepki olarak ya da yeterince kültür ve bilinci olmadığından yapabilir. Sonucu kestiremediğinden yapar. Belki de, dünyanın kimi yerlerinde cumhuriyet adı altında dikta yönetimler gelişmesi bundandır. Atatürk, Roma Devri cumhuriyetlerde halkın tutumu nedeniyle diktatörleşen Ogüst adlı imparatoru buna örnek gösterir. İşte bu nedenle cumhuriyet eğitimli, bilinçli, erdemli, kısaca çağdaş bir halk ister. Tek başına çok önemli gözüken bu kusur, diğer yönetim biçimlerini düşündüğümüzde, gözden kaçmaması gereken ama katlanılabilir bir kusur gibi gözükmektedir. Atatürk Cumhuriyeti Atatürk, dört halifelik devri dahil, insanlık tarihinde yer alan bütün yönetim biçimlerini inceledi. Fransız düşünürlerinin ve cumhuriyetçiliğinin birey hak ve özgürlüklerine verdiği önem hep ilgisini çekmişti. Bütün bu bulguları bir potada birleştirdi, Türk ulusunun yapısına en uygun yönetimi tüm ayrıntılarına değin tek başına belirledi. Yüzyıllarca geri, eğitimsiz bırakılmış halkın yanlış ellerde istenmeyen hedeflere rahatlıkla yönlendirilebileceği gerçeğini göz ardı etmedi, cumhuriyeti koruyacak ilkeleri de belirledi. Cumhuriyetin yaşaması, uzun ömürlü olabilmesi için bunlara gereksinme duyulur. Hepimizin iyi bildiği altı ilke; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, devrimcilik, devletçilik, halkçılık, laiklik cumhuriyetin işlemesi içindir. Bu ilkelerin herhangi birine yönelik saldırı cumhuriyetin özüne dönük demektir. Bu altı ana ilkenin yanı sıra, altı çizilen diğer tamamlayıcı ilkeler de vardır. Kimilerini kısaca şöyle açabiliriz. Halk Egemenliği: Atatürk ne yaptıysa halk için yaptı. Onun egemenliğini kural koydu. Monarşiyi reddedip yerine demokratik cumhuriyeti kurarken halkına güveniyordu. Cumhuriyet halka dayalı bir yönetim biçimi… Aydın, çağdaş, bilinçli ve erdemli bir halk temel unsuru. Eğitim, Kültür: Demokrasi ve Cumhuriyet halka yani insana dayanan yönetim biçimidir. Çağın yeni üretimlerinden biri olan siyasi aristokratlar ya da kimi zümreler istediklerini gerçekleştirmek için yönlendirebileceği, istediklerini seçtirebilecekleri eğitimsiz, kültürsüz bir halk isteyecektir. Halkın demokrasi dışında kalmaması, başkalarının haklarına da saygı duyarak özgür istençlerini belli etmeleri için erdemli, eğitimli, bilinçli, kültürlü olması gerekir. Bu kültürlü eğitimli halk, hem seçen hem de seçilen olarak cumhuriyete yani kendine sahip çıkacaktır. Tam Bağımsızlık: Atatürk’e göre asıl olan Türk ulusunun hakkı olan onurla yaşaması, özgür iradesiyle kendi kendini yönetmesidir. Bu da ancak bağımsızlıkla mümkündür. “ Ya istiklal ya ölüm” sözü bunun ifadesidir. Ulusal Bütünlük: Cumhuriyetin her gruba söz hakkı verdiğine değinmiştik. Atatürk’ün belirlediği ulusal sınırlar içinde yaşayan herkes Türk’tür ve kendini temsil hakkına sahiptir. Uluslaşmak ortak bir hedefe kilitlenmek demektir. Etnik kökenlerin yerini ortak geçmiş, gelecek idealinin alması birlikte çağdaşlaşmak ve bunun verilerinden yararlanmak demektir. Çağdaşlaşma: Ekonomik, kültürel, toplumsal gelişmeler çağdaş bir yönetim biçimi olan demokrat cumhuriyetler için gereklidir. Afrika’daki bir kabileyi bilinen cumhuriyetle yönetmeniz mümkün değildir. Barışçılık: “ Yurtta barış, cihanda barış” diyen Atatürk’ün bu görüşündeki insancıl nedenler bir yana genç cumhuriyetin ancak bir barış ortamında serpilip gelişeceği gerçeği vardır. Laiklik: Tarihten alınan dersler cumhuriyetçilikle laikliği örtüşür hale getirmiştir. Belki de bu yüzden üzerinde en çok konuşulan, en çok saldırıya uğrayan, bir yanından delinmeye uğraşılan ilke de laiklik olmuştur. Laiklik din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Din bireyin vicdani sorunudur ve kişiyi ilgilendirir. Türkiye cumhuriyetinin var olan tüm yasalarının hemen hemen hepsinin laiklik ilkesiyle bağlantısı vardır dersek abartı olmaz. Bunun nedeni, laikliğin ortadan kalkmasıyla oluşacak durumla çok sıkı ilişkilidir. Laiklik yasalardan çıktığında, cumhuriyet ve demokrasi halk egemenliğinden çıkıp bir zümrenin eline geçer. Diğer açıklaması ise, yönetimde geniş halk kitlelerinin istençleri değil, dini buyrukların yasa yerine geçmesi demektir. Kuşkusuz diğer tamamlayıcı ilkelerinde ayrı ayrı büyük bir önemi var. Bütün bunlar çağdaş Türk halkını hakka olan yaşama biçimine taşıma gayretinin sonucudur. O halk ki, yüzyıllarca acı çekmiş, Ulusal Kurtuluş Savaşı gibi bir savaşı hem padişaha hem de dış güçlere karşı tamamen kendi gücüyle utkuyla sonuçlandırmıştır. Ona, bu büyük savaşta öncülük etmiş, ama kendisine önerilen ya da ayağına gelen padişahlığı elinin tersiyle itmiş Atatürk’ün teslim ettiği bir hak. Eski takvime göre 1282 Doğumlu üç padişah görmüş, Kurtuluş Savaşını bütün dehşetiyle yaşamış büyük annem, bir yakınımız, üniversite aşamasında hangi okula gideceğine karar veremezken hiç unutmadığım şu sözleri söylemişti. "Daha önce biz sadece sürüden birer koyunduk, Yemen’de, Şam’da ölmesi gerektiğinde anımsanan. Ne zamanki Atatürk geldi, ben gidip okulun önünde oyumu kullandım, kendi muhtarımı vekilimi seçtim. İnsan yerine kondum. Nereye istersen oraya git, ama Atatürk’e göre bir adam ol." Biz seçimimizi yaptık. Sürü değil, insanız. Öyle kalmak için de uğraşmalıyız. Şurası kesin, kendi kaderimizi tayin etme hakkımız olan Cumhuriyetten asla vazgeçmeyeceğiz. Atatürk’e göre adam olmak, bilgisiz ama iyi niyetli taklitlerle önemli adımlar atabildiğimiz dönemlerde tabi ki çok önemliydi. Ama şimdi, cumhuriyete göre adam olmak önemli. Cumhuriyete göre bilinçli çağdaş insanlar olduğumuzda da zaten Atatürk’e göre adamlar olduk demektir. * 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Nedeniyle 1998'deYalova kenti askeri, sivil protokolüne ve kent halkına yapılan Cumhuriyet konulu konferans metnidir. * 29 Eki 2021 * ÇOK OKUNANLAR: 204 ZİYARETÇI, 12 BEĞENİ, 3 YORUM
- YİRMİ DOKUZ EKİM
Sami GÖK * Bizimkisi Bir sonbahar sevdasıydı Cumhuriyete ve hürriyete Özgürlüğe merhabaydı Sararan yapraklarda Tutsaklığa vedaydı… Oysa biz, ne ekimler görmüştük Kıraç topraklara ekilen Ama bitmeyen, çürüyen Teslimiyet gibi, ihanet gibi Kökleri tutmayan, kuruyan Nasırlı ellerde Ovuşturulunca, un ufak olan… Biz ne ekimler görmüştük Yüz yıl öncesinde Yürekli yüreklere ekilen Bağımsızlık gibi Özgürlük gibi Devrim gibi Cumhuriyet gibi Yediveren gül goncası Her yirmi dokuz ekimde çiçeklenen… Yirmi dokuz ekim bayramıydı Sokaklarda cıvıldayan çocukların Civan boylu delikanlıların Yürekleri mühürlü kadınların Umut yüklü anaların, babaların El ele verip, meydanlara yürüyenlerin… Hiç bitmedi, hiçte bitmeyecek İşe olan, aşa olan Hürriyete ve cumhuriyete Laiklik ve demokrasiye olan sevdamız… Bizler göçüp gitsek de Toprağa karışsa da Kitap tutan Tohumu toprağa atan ellerimiz Her cemrede yeniden filizlenecek Dalga dalga söylenecek Hep bir ağızdan Her yirmi dokuz ekimlerde Söylediğimiz türkülerimiz… * AYVALIK
- Aşık Veysel
/ Çağımızda Bir Halk Şairi / Tamer UYSAL * 25 Ekim 1894- 21 Mart 1973 * Ben giderim adım kalır Dostlar beni hatırlasın Düğün olur bayram gelir Dostlar beni hatırlasın »Halk şiir geleneği içinde Veysel, uzaktan birbirine benzeyen köyler içinde bir köydür« diyordu Sabahattin Eyuboğlu. Ona göre Veysel halkça düşünüp halkça konuşuyordu. Onun için herkes sevdi Veysel'i. Bütün çelişkilere ve uzlaşmalı taraflarına rağmen Veysel, olanı biteni birçok açık gözden daha iyi görüyor, Sivrialan Köyü'nden dünyaya açılıp tertemiz bir gönül ve bir ömür verdiği sanatıyla halktan, haktan ve iyiden, güzelden yana geliyordu... 1894 yılının Mayıs ayı. Sivas'ın Sivrialan köyünde bir ilkbahar günü... Her taraf yeşil otlara bezenmiş. Havada bir top bulut koşuşturup duruyor ancak yağmur yağacağa benzemiyordu. Köylü sağancılar sütlerini sağıp helkeyi bir kenara bırakmışlardı. Arta kalan süt için de kuzular sürünün içine bırakılmıştı. Bir yandan da anasından ayrıldıkları için kuzular sütleri dökmesin diye çare aramaktaydılar. İşlerini bitiren sağancıların bir bölümü köyün karşısındaki tepecikte toplanmış yerde yüzükoyun yatan kadına bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. "Kurtuldu anam" diyordu birisi. Gülizar Kadın böyle bir günde koyun sağmaktan dönerken doğurmuştu Veysel'i. Sivas'ın Şarkışla İlçesine bağlı Sivrialan Köyü'nde... Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya paçayı kaptırdığı, kurtulması güç bir hastalığa yakalandığı dönemlerdi. Bir yüzü kayalık, bir yüzü ormanlarla kaplı bir dağ vadisinde dünyalı olmuştu Veysel. Bu dağ köyünün adı Söbalan'dı. Alanın orta yerinde bulunan küçük bir tepecikten dolayı sonra Sivrialan denmişti. Sivrialan'ın tarihi çok eskilere dayanmıyordu. Veysel'in dedeleri de bu köye ilk yerleşen ailelerdendi. İlkin üç beş haneli iken iki yüz haneye ulaşıvermişti Söbalan. İlk göçenler sonra gelenlere de yer yurt vermişti Söbalan'da... Peki neydi bu göç? Bu insanların dağ vadisinde işleri neydi? Ve hangi üretimle ne kazanacaklardı bu insanlar? Kuyucu Murat Paşa'nın kıyımından canlarını kurtaran Kızılbaş Türkmenler, çorak mı, sulak mı demeden kuş uçmaz kervan geçmez yerlere göç etmişlerdi. İşte Söbalan da bunlardan birisiydi. Bu alevi kıyımının ne ilki ne de sonuncusu idi. Osmanlı yönetiminin çeşitli dinlere göstermiş olduğu hoşgörü nedense Alevi toplumuna çok görülmüştü. Veysel'in ailesi de böyle bir Osmanlı kıyımından kurtulup Söbalan'a yerleşenlerdendi. Anadolu'nun aleviler açısından kaderi de hep bu olmuştu. Şah Turna, Mevlüt İhsani, Ali Işık ve Ruhani gibi Veysel'in dünyası da çocuk yaşta kararmıştı. Yedi yaşında iken bir çiçek hastalığı salgınında sol gözü kör oldu, sağ gözüne perde indi. Geçmişiyle yetişen, geçmişin öykülerini yaşantılarını dinleyerek büyüyen Veysel, Birinci Dünya Savaşı'nın çıktığı yıllarda da delikanlılığının baharındaydı. Onun dünyaya geldiği Sivrialan kıraç, verimsiz topraklara sahipti. Dünya ile bağları kesik insanlarına burada üretilen şeyler kıt kanaat yetiyordu. Yeten de neydi ki? Hamur, bulgur, ve bunlardan yapılan yemekler... Çay ve şeker lükstü. Sivrialan Köyü'nde yaşayan insanlar yine de birbirlerine en güzel dayanışma örneğini veriyor ama Anadolu'nun birçok yeri gibi ilkel yaşam burada da yaşanıyordu. Karasabanla çift sürülüyor, kağnı, döven koşuluyor, yaba ile tığı savruluyordu. Her evde bir çift koşumluk öküz beslenirdi. Söbalanlılar aydınlanmak için gaz lambası yakıyorlardı. 1950'li yıllarda köyde bir tek radyo vardı. Herkes bu radyonun başına toplanır, haber dinlerdi. Derenin karşısında, tahta barakadan yapılmış bir okulları vardı. Yağmurlu havalarda sular kabarınca kimselerin giremediği bir okuldu bu. Köye gelen aşıkların, dedelerin ayrı bir yeri vardı köy yerinde. Onlar gazetelerin haberlerini okur, köylülere hükümetin çalışmalarını, partilerin durumlarını anlatırlardı. Köyde büyük bir odada toplanır, saz çalınır, semah dönülür ve cem yapılırdı. Veysel de bu toplantılara katılır, dinlerdi. Veysel'in çiftçi olan babası Ahmet oğlunun bu tutkusundan etkilenip hem de avunsun diye O'na bir saz satın almıştı. Tanıdıklarından Çamşıklı Ali adlı halk ozanı Veysel'e saz çalmayı öğretti. Veysel kısa sürede sazı öğrendi, özellikle köye gelen aşıkları dinleyerek bilgisini arttırdı. Sivrialan Köyünde altı ay üretim yapılırken, altı ayda da tüketilirdi. Eli kazma tutanlar yaya olarak üç ay gibi bir sürede Çukurova'ya, Adana'ya ve Mersin'e çalışmaya gider, para kazanırlardı. Devletin köylüyle olan ilişkisi asker ve vergi almaktan öteye gitmiyordu. Köydeki kültür alışverişi askerden gelenler, Çukurova'dan dönenler, aşıklar ve dedelerdi. Onların bıraktığı kültürden arta kalanlarsa salt günlük konuşmalardı. Bu koşullar Sivrialan'dan bir Aşık Veysel çıkartmaya yeterlimiydi ya da Aşık Veysel nasıl oldu da Aşık Veysel olmuştu? 1919'da ailesi onu Esma adlı bir kadınla evlendirmişti. Güzel bir kadındı Esma. Sekiz yıl evli kaldılar. Esma'ya göre gönülsüz bir evlilikti bu. Veysel ise kıskanç ve huysuzdu ama sevmişti Esma'yı...Veysel'in kıskanması rahatsız edince Esma komşularından Hüseyin isimli bir delikanlıyla kaçtı. Karısı kaçınca günlerce yemeden, içmeden kesilmişti Veysel. Ne yapacağını bilemiyordu. Kapı komşularından arkadaşı Kürt Kasım, bir gün Veysel'e "gel seninle Zara'ya gidelim, orası benim memleketim, akrabalarım var, rahat ederiz" deyince Veysel bu teklifi kaçırmadı. İlk kez Sivrialan'ın dışına çıkacaktı. Kültürel ilişkileri sınırlı, o kapalı daracık dağ köyünden çıkış Veysel için yeni bir adımdı. Gözlerinin görmemesi, istediği şeylerden yoksun kalışı, beynini ve hayal dünyasını geliştirmişti. Duyduğu her şeyi kafasına yerleştirmeye çalışırdı. Kendisiyle alay eden köy çocuklarıyla tartışmak, onlardan aşağı kalmamak için bütün zamanını öğrenmeye ve kendisini topluma kabul ettirmeye ayırıyordu. Köye gelen ozanları iyi dinleyerek, onlardan bir şeyler öğrenmeyi ilke edindi. Veysel'in yaşadığı çevre de Emlek diye anılıyordu. Şarkışla'ya bağlı bir dağ köyü ve Kızılbaş Türkmenlerinin yaşadığı bir yöreydi Emlek. Bir ozan yatağıydı. Veysel'den önce birçok ozan burada yaşamış ve Veysel'in yaşıtı olan büyük ozanlar hep bu köylerden çıkmıştı. Agahi, Kemter, Aşık Veli, Aşık Hüseyin, Ali İzzet, Devrani, Aziz Üstün Talibi, Veysel'le zamanla dostluk kuran büyük ozanlardı. Sivrialan Köyünden Molla Hüseyin, Ali Özsoy Dede, Hıdır Dede hepsi ozan ve öğretici aydınlardı. Hıdır Dede babadan kalma dedeliğini geliştirmiş, pek okuma yazması olmamasına karşın iyi saz çalıp türkü söylerdi. Veysel'in en çok ve zevkle dinlediği de Hıdır Dede'ydi. Molla Hüseyin ise zaten saz ustası olup Veysel'e ilk sazı öğreten yörenin aydınlarından birisiydi. Ali Özsoy Dede de hem Arap harflerini hem de Latin harflerinden okuyup yazan aydın bir dedeydi. Aşık Veysel'le yakın arkadaş olup bilgi alışverişinde birbirlerine çok şeyler öğretmişlerdi. Agahi, Aşık Veli, Kemter ise Veysel'den önce yaşamışlardı. Aşık Veysel'in yakın arkadaşı Aşık Hüseyin, yörenin en güçlü ozanlarındandı. Otuz bir yaşında ölmesine karşın ardında güzel şiirler bırakmıştı. Yörenin bazı ozanları onun şiirlerini topluma kendileri söylemiş gibi sunmaya çalışmışlardı. Ali izzet ve Devrani, aşık Veysel ile aynı köyden olup yakın arkadaştılar. Aşık Veli ise Veysel'i en çok etkileyen ozanlardandı. Yörede adını duyurmamış nice ozan vardı ki hepsi de Aşık Veysel'le dost ve arkadaştılar. Bu ozanlar Türkiye'nin çeşitli bölgelerini gezip görmüş, türkü söylemişlerdi. Aşık Veysel ise Sivrialan'dan dışarı çıkmamış, usta malı söyleyen, sesi güzel, güzel saz çalan kendi halinde bir ozandı. Veysel'in Kürt Kasım'la Zara'ya gitmesi birdenbire ufkunu değiştirmişti. Köyünden farklı şeyler hissetmesi ve ilk şiirlerini yazıp saz çalmasında Kürt Kasım'ın rolü büyük oldu. 1921'de anasıyla babası da ölünce Veysel yalnız kaldı. Kendini şiire ve saza veren Veysel önce karısı Esma'ya şiirler yaktı. Sonra dünyada daha güzel kadınların da varolduğunu anlayıp Esma'yı hem çok sevdiğini hem de ondan daha güzellerin olduğunu belirterek bunu dile getirdi: Güzelliğin on par-etmez Bu bendeki aşk olmasa Eğlenecek yer bulamam Gönlümdeki köşk olmasa Zara gezisi Veysel'in ilk gezisi olmasına karşın ufkunun da çok açık olacağını belirleyen bir gezi olur. Hem türkülerini rahatça çalarak söylediği hem de kendisine ikinci bir evlilik getiren yer olur Zara. Zara'da Yalıncak Baba diye bilinen bir türbenin işlerine bakan Gülizar Ana'yla evlendirilir Veysel. Artık Esma'nın sadece aşkının kalıntıları vardır Veysel'de. Giden gitti, bir daha dönüşü yoktur. Bu bilinçle kendisine bir yol çizer Veysel. Bu yol Veysel'i Sivrialan Köyü'nden evrensel bir boyuta ulaştırır. Bu evrenselliğe ulaşmanın başlangıç tarihi de 5 Ocak 1931'dir. Sivas'ta Maarif Müdürü Ahmet Kutsi Tecer'in öncülüğüyle bir Aşıklar Bayramı düzenlenmiştir. Bu bayrama Veysel'de çağrılır. 3 gün 15 aşık saz çalıp türkü söyler. Veysel derece alır. Ahmet Kutsi Tecer'in dikkatini çeker. Ahmet Kutsi Tecer Veysel'e "Halk Şairi" belgesi verir. Bu belgeyi alan Veysel çocukluk arkadaşı İbrahim'le birlikte yaya olarak Adana, Mersin, başta olmak üzere birçok vilayeti dolaşır. Seferberliğin bitimiyle ülkede yeni bir yapılanma hareketi başlatılmış, Mustafa Kemal'in geliştirdiği fikirler adım adım uygulanmaya konmuştu. Veysel de bu yeni ülkeyi gezip yaşayarak tanımakta, O'nun inkılaplarına manevi bir destek verip türkülerinde dile getirmektedir. Cumhuriyet'in 10.yılı dolayısıyla yazdığı şiir "Atatürk" adını taşır. Nahiye Müdürü yazdırdığı bu şiiri beğenerek onu Ankara'ya ulaştırmasını söyler. Arkadaşı İbrahim'le yola çıkar. Yaya olarak Sivas, Yozgat, Çorum, Çankırı, Kırşehir'den geçerek üç ayda Ankara'ya varırlar. Bir rastlantı sonu şiiri Hakimiyet-i Milliye gazetesine verirler. Şiir 3 gün üst üste yayımlanır. Veysel'in adı artık duyulmuştur. Okuduğu şiirler çevrede ilgi uyandırır, yankı yaratır. Veysel, Aşık Veysel olma şansını yakalamıştır. Aynı günlerde Ankara Halkevi'nde bir konser verir, çok beğenilir. Ayağında çarıkla, bacağında şalvarla geldiği Ankara'dan takım elbise ve ayakkabıyla ayrılır: Uzun ince bir yoldayım Gidiyorum gündüz gece Bilmiyorum ne haldayım Gidiyorum gündüz gece... Veysel'in ikinci büyük olayı da gerçekleştirdiği İstanbul düşüdür. M. Kemal'e duyuramadığı türküsünü mutlaka ulaştırmayı kafasına koyar. Ankara'da kendisine İstanbul'da bulunan Radyoevine gitmesi söylendiğinde yine arkadaşı İbrahim'le yollara düşer. İstanbul Radyoevi Müdürü Mesut Cemil kılık kıyafetlerini görünce baştan savmak ister. Ama Veysel'i dinledikten sonra akşama programa çıkartır. İstanbul'da bulunan M. Kemal radyodan Veysel'i dinleyince hemen ozanı bulup getirmeleri için talimat verir. Radyodan çıkan Veysel Sivaslı bir kapıcının evinde konuk olarak kaldığından bulunamaz. İkinci gün kendisini aradıklarını duyunca hemen Dolmabahçe'ye gider. Fakat yaveri M. Kemal'le onu görüştürmez "o bir anda geldi geçti, bir daha ararsa sizi bulurum" der. Bu olay Veysel'i çok etkilemiştir. Veysel'in sazı artık Anadolu'da köy köy, bucak bucak konuşacaktır. Her yere gider gelir. 1940'ta İbrahim'den ayrılıp Küçük Veysel adıyla tanınan arkadaşı Veysel Erkılıç'la dolaşmaya başlar. 1941 yılında Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İsmail Hakkı Tonguç ve Bedrettin Tuncel'in girişimleriyle Köy Enstitülerinde müzik öğretmenliğine başlar. Arifiye, Hasanoğlan, Yıldızeli, Çifteler, Akpınar, Ladik, Gülköy öğretmen okulunda Tonguç'un eğitim ordusuna katılarak, bir nefer gibi çalışır. Aşık Veysel'in yaşamında ve kişiliğiyle sanatının oluşumunda en büyük etken, hiç kuşkusuz bu köy enstitülerinde saz öğretmenliği yaptığı dönemdir. 1960'ta Küçük Veysel ölünce oğlu Ahmet'le Anadolu'yu dolaşır. 1965'te TBMM'nin çıkardığı bir yasayla kendisine aylık bağlarlar. 21 Mart 1973'te de Sivrialan'da, köyünde ölür. Aşık Veysel, köy enstitülerinde saz öğretmenliğine başladığı 1941 yılından ölümüne dek Türkiye'yi karış karış dolaşarak cumhuriyet ilkelerini, cumhuriyeti, laikliği sarsılmaz bir azimle savunur. Türkülerinde işlediği konuların ağırlığını Türkiye'nin kalkınmışlığı, çağdaşlığı, laikliği oluştururken, doğa sevgisi, birlik beraberlik gibi diğer konular da yer alır. "Halk şiir geleneği içinde Veysel, uzaktan birbirine benzeyen köyler içinde bir köydür" diyordu Sabahattin Eyuboğlu. O'na göre Veysel halkça düşünüp halkça konuşuyordu. Onun için herkes sevmişti Veysel'i. Bütün çelişkilere ve uzlaşmalı taraflarına rağmen Veysel, olanı biteni birçok açık gözden daha iyi görüyor, Sivrialan Köyü'nden dünyaya açılıp tertemiz bir gönül ve bir ömür verdiği sanatıyla halktan, haktan ve iyiden, güzelden yana geliyordu. "Âşık Veysel, tabiatı duyuşu, duyarlılığı, dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları, kâinat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir" diyordu Enver Gökçe. O da bir çok halk şairi gibi DP döneminin baskılarına uğradı. Ancak iktidara karşı muhalif kimliği sevgi, hoşgörü, inanç ve çalışmak gibi birtakım idealist ilkelere dayanıyordu. Yaşadığı hayat, yetiştiği koşullar, daha sonra tanışarak içli dışlı olduğu çevrelerin de etkisiyle bir toplum eğitimcisi gibi davranan Veysel bir yanıyla da eski halk geleneğiyle yoğrulmuş ve bunu sürdürmek isteyen, kendinden sonra gelen birçok sanatçıyı etkilemiştir. Demokrat Parti hükümetinin işbaşına gelmesiyle ozan geleneğini yaşatan, geliştiren köy enstitüleri, halkevleri birbiri ardına kapatılmıştı. Veysel'in köyünden ve kendinden halkına ve yurduna doğru uzanan sanatsal gelişim ve çizgisini belirleyen de kısmen bu kıyımdan önceki koşullardı. Bu koşullarla tanışan Veysel türkü geleneğinin özüne bağlı ama deyişleriyle gelenekten az çok sıyrılmasını, özünden evrensel olana ulaşmasını da bilmiştir. Buna karşılık egemenler Bedri Rahmi'nin senaryosunu yazdığı 1952 yılında Veysel'in hayatını anlatan filme bile sansür uyguladılar. Veysel'in yetiştiği Anadolu'nun yoksunluğundan, yoksulluğundan, ekinlerinin bodur oluşundan utanıp bu gerçekleri gizlemek istediler. Bir de ABD buğdaylarını gösteren kareleri koydurdular filme. Veysel'e kör bakanlar bu koşulların doğurduğu O'nu kör eden çiçek hastalığının varlığından utandılar... Aşık Veysel'in Sivrialan'dan çıkması ne bir rastlantıydı ne de bir tanrı vergisi. O sadece Sivrialan'dan yani Söbalan'da yetişmiş ozanların bir tanesiydi. Ama kendisini iyi yetiştirmiş ve toplumla çabuk kaynaşmıştı. Seçtiği konularla tüm Türkiye'ye mal olmasını da bildi. / Temel Kaynak: Bütün Yönleriyle Aşık Veysel Yaşamı Sanatı Şiirleri, Gülağ Öz, Ayyıldız Yayınları 1994.
- Aşık Cahille Sohbeti Kesti
Zeliha AYDOĞMUŞ * Aşık cahille sohbeti kestiğinden beri Varmıyor dilim umut demeye Tekdüze bir kısır döngü Zincirleme dudaklar Dağ başlarına çökmüş pençe pençe Diller kara bulutlara sövgüde Aranıp durduğum Kollarım uzadıkça kaybolan Bir şeyler var Ölümüne Can siperhane dövüştüğüm yerde Ne kadar da uzak Bulamadığım şeyler Orman ormana sabahlar Ağaçlar ve kozalaklar Yıkanmış yüzler nerede
- ROMA'nın SONU
Asiye ARSLAN YAZICI * TRABZON'un FETHİ * Trabzon'un Fethi veya Trabzon Kuşatması, Osmanlı İmparatorluğu'nun, Trabzon İmparatorluğu başkenti Trabzon'u 15 Ağustos 1461 günü başarı ile sonuçlanan kuşatmasıdır. Kuşatma, eş güdümlü ama bağımsız manevralar yapan büyük bir Osmanlı ordusu ve donanmasının uzun bir seferinin doruk noktasıydı. Trabzon'un Fethinin bir başka anlamı da vardı; Dünyadaki son Roma-Bizans devleti de tarih sahnesinden siliniyordu. Trabzonlu savunucular, Osmanlılar kuşatmaya başladıklarında onlara destek ve insan gücü sağlayacak bir ittifaklar ağına bel bağlamışlardı, ancak İmparator David Megas Komnenos'un en çok ihtiyaç duyduğu anda başarısız oldular. Daha zorlu olan Osmanlı kara seferi, gözü korkan Sinop’un yönetiminin kendi topraklarını teslim etmesi, bir aydan uzun süredir ıssız dağlık vahşi doğada, farklı muhaliflerle yapılan küçük savaşlarla devam etti ve en sonunda Trabzon’un kuşatılmasıyla sona erdi. Ortak Osmanlı kuvvetleri surlarla korunan şehri hem karadan hem denizden kuşattı. Kuşatma, Osmanlı İmparatorluğu'nun başka bir yerinde daha küçük toprak verilmesi, ailesinin ve saray efradının can güvenliği karşılığında David'in şehri teslim etmesine kadar sürdü. Bununla birlikte, Trabzon sakinlerinin geri kalanı daha az misafirperver bir muamele görmüştü. Sultan onları üç gruba ayırdı: bir grup, Trabzon'dan ayrılmak ve Konstantinopolis'e yerleşmek zorunda kaldı; sonraki grup, sultanın ya da onun yüksek memurlarının köleleri oldu; ve son grup, Trabzon'u çevreleyen ama duvarlarının içinde olmayan kırsalda yaşamak için ayrıldı. 800 erkek çocuğu alıp İslam'ı kabul etmenin koşul olduğu seçkin Osmanlı ordu birliği yeniçerilere asker olarak alınmıştır. ROMA'nın SONU Paleologos Hanedanı'nın son üyeleri önceki yıl Mora Despotluğu'nun düşmesi ile İtalya'ya sığınmıştı, Trabzon Bizans medeniyetinden kalan son yerdi, düşmesi ile Roma - Bizans medeniyeti sona erdi. "Özgür Yunan dünyasının sonuydu," diyen Steven Runciman, daha sonra Osmanlı egemenliği altında olmayan Yunanların hâlâ "yabancı bir ırkın lordları ve yabancı bir Hristiyan düzenin altında yaşadığını ve özgürlük bağlamında sadece hiçbir Türk'ün nüfuz edemediği güneydoğu Mora'da bulunan Mani Yarımadası'nın engebeli dağlarında bulunan uzak köylerde kaldığını" yazmıştı. Arka plan Orijinal kaynaklar, Mehmed'in Trabzon'a saldırmak için gerçek motivasyonlarını açıklamaları farklılık gösterir. Kritoboulos'ten sonra alıntı yapan William Miller'e göre David'in "haraç ödememe konusundaki isteksizliği ve Hasan ile Gürcü sarayları ile evlilikler, Sultan'ı imparatorluğu işgal etmek için kışkırttı. "Öte yandan Halil İnalcık, 15. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Kemalpaşazâde'den bir alıntı yaparak: Yunanlar, Karadeniz'in ve Akdeniz'in kıyılarında, çevredeki doğal engellerle korunan yaşanabilir iyi alanlarda bulunuyorlardı. Her bölge, bir tür bağımsız hükümdar olan Tekfur tarafından yönetiliyordu ve ona düzenli vergi ve askeri aidat veriyorlardı. Sultan Mehmed, bu tekfurların bazılarını mağlup etti ve geri kalanıyla aynı şeyi yapmak istedi. Amaç bütün bu insanları hükümdarlıktan çıkarmaktı. Böylece önce Konstantinopolis'in tekfurunu imha etti; O, asıl tekfur ve bu çıbanbaşı olarak kabul ediliyordu. Daha sonra, Enez, Mora, Amasra'nın tekfurlarını art arda çıkarmış ve topraklarını imparatorluğa eklemişti. Sonunda, Sultan'ın dikkati Trabzon tekfuruna çevrildi. 1450'lerde Osmanlı İmparatorluğu, Dördüncü Haçlı Seferi tarafından 1204'te Konstantinopolis'in yağmalanmasından önce Doğu Roma İmparatorluğu'nun sahip olduğu toprakların çoğunu ele geçirdi veya hakimiyet kurdu. Bu dönemde Mehmed'in seferlerinin birçoğu, hâlâ doğrudan doğruya yönetmediği kısım ve parçalardı: Enez, 1456 kışında bir şimşek yürüyüşünden sonra düştü; haraçlarının ödemekten ziyade kendi aralarında kavga eden Mora'ya hükmeden hayatta kalan Paleologos Hanedanı üyelerine anormal bir sabır gösterdikten sonra. Mehmed sonunda o yarımadada bulunan biri hariç tüm kaleleri fethetti, sonuncusu Mistra 29 Mayıs 1460'ta düştü; Amasra aynı zamanlarda Cenevizlilerden alındı; Trabzon, Ege Denizi'nde çeşitli Latin lordlarının yönetimindeki birçok ada hariç, Mehmed'in doğrudan yönetimi altında olmayan eski Doğu Roma İmparatorluğu'nun kalan son parçasıydı. Trabzon İmparatoru IV. İoannis, Bizanslı diplomat Georgios Frantzis'in, imparatoru XI. Konstantinos için bir gelin arayışı için Trabzon'a geldiği Şubat 1451 tarihinden itibaren II. Mehmed'in oluşturduğu tehdidin farkındaydı. İoannis, II. Murad'ın ölümü haberini alınca ziyaret eden diplomatlarla umutlu bir şekilde ilgilenmiş, artık imparatorluğu uzun süre genç II. Mehmed'in yöneteceğini düşünmüş, onun gençliğinin bir tehdit oluşturmayacağını sanmıştı. Fakat Frantzis farklı düşünüyordu. Mehmed'in gençliğinin ve görünüşte dostluğunun sadece pelerin olduğunu ve Mehmed'in her iki monarşi için babasının olduğundan daha fazla bir tehdit oluşturduğunu açıkladı. Nitekim genç Mehmed 1453'te İstanbul'u ele geçirecekti Trabzon Surları Trabzon Surları Trabzon kendini savunmak için önemli tahkimatlarına güvenebilirdi. Masif duvarlar onu her yönden korurken, doğu ve batı duvarları boyunca iki derin uçurum savunmayı güçlendiriyor, örneğin pazar yeri ve Ceneviz ve Venedik mahalleleri gibi kentin dışındaki parçaları da koruyabiliyordu. Bu duvarlar önceki birçok kuşatmaya dayanmıştı: 1223'te, surların 15. yüzyılın ortalarında olduğu kadar geniş olmadığı zaman, savunucular bir Selçuklu saldırısını püskürtecekti. Birkaç on yıldan fazla olmayan bir süre önce, Şeyh Cüneyd şehri hücum ederek almaya çalışmış, ancak çok az asker ile İmparator İoannis'in onu dışarıda tutabilmişti. Yine de, İoannis ittifak yapmaya çalıştı. Donald Nicol bunlardan bazılarını listeler: Sinop ve Karaman beyleri ve Gürcistan'ın Hristiyan kralları. Kardeşi ve halefi Davut'un, Michael Aligheri'yi-ve muhtemelen tartışmalı Ludovico da Bologna'yı-1460'ta arkadaş ve müttefik arayışları için Batı Avrupa'ya gitmesi için görevlendirdiği sanılıyor. Ancak, Trabzon İmparatorları'nın en güçlü ve güvenilir müttefiki, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'dı. Megas Komnenos ailesinin prenseslerinden birinin torunu olan Uzun Hasan, rakipleri Karakoyunluları yenerek Türkmenler arasında Akkoyunluları en güçlü boy haline getirmişti; İmparator İoannis'in kızı Theodora Komnini'nin (ya da Despina Hatun) güzelliğini duymuştu ve karşılık olarak Uzun Hasan onun baba ocağını askerleri, parası ve kendisi tarafından korunacağı sözünü verdi. 1456 yılında Hızır Paşa komutasında Osmanlı birlikleri Trabzon'a saldırdı. Laonikos Halkokondilis'e göre, Hızır kırsal bölgeye baskın düzenledi, hatta Trabzon pazar yerine girdi ve yaklaşık iki bin kişiyi yakaladı. Şehir veba nedeniyle terkedilmiş ve muhtemelen ele geçiriliyordu; İoannis ve Hızır'a aldığı esirleri serbest bırakması karşılığında yıllık 2.000 altın parça ödemesi yapmayı kabul etti. İoannis, kardeşi Davut'u 1458'de yaptığı II. Mehmed'in antlaşmasını onaylaması için gönderdi, ancak Sultan haracı 3.000 altın parçasına yükseltti. Her yıl 3.000 altın parçadan oluşan bir haraç, İmparatorluğun gelirleri için çok fazla olduğu kesindir, çünkü ya İoannis ya da Davut, Trabzon'un Osmanlı'ya olan bağlılığını kendisine devretmek konusunda Uzun Hasan ile evlilik yoluyla hısım olan akrabalarına ulaştılar. Uzun Hasan bunu kabul etti ve II. Mehmed'e elçiler gönderdi, ancak, bu elçiler sadece haracın Akkoyunlu'ya devredilmesi talebinde bulunmadıkları, Mehmed'in dedesinin Akkoyunlu'ya gönderdiği söylenen haraç ödemesini efendileri adına Mehmed'in devam ettirmesini istediler. Kaynaklar, II. Mehmed'in tam olarak nasıl cevap verdiğini konusunda fikir birliği içinde değildir, ancak her iki versiyon da hayra alamet değildir. Bir versiyonda, elçiye “elinden ne beklemeleri gerektiğini öğrenmelerinin çok uzun sürmeyeceğini” söyler. Diğer versiyonda, Mehmed'in tepkisi “Huzur içinde git ve gelecek sene bunları yanımda getireceğim ve borcu temizleyeceğim." şeklindedir. II. Mehmed'in ilerleyişi 1461 ilkbaharında, Mehmed 200 kadırga ve on savaş gemisinden oluşan bir filo oluşturdu. Aynı zamanda Mehmed Rumeli Ordusu ile birlikte Çanakkale'yi geçip Bursa'ya geldi ve Asya Ordusu ile birleştirdi. Bir kaynak, ordunun 80.000 piyade ve 60.000 süvariden oluştuğunu yazar. Dukas'a göre, Sultan'ın hazırlıkları, Osmanlı egemenliğini kabul etmiş ya da etmemiş olsalar da hedefin kendileri olduğu endişesiyle, Tuna'nın ağzında Lykostomion (ya da Chilia Veche), Kırım'da Caffa, Trabzon ve Sinop ve en güneydeki güneyde Sakız, Midilli ve Rodos dahil Ege Denizi'nin adaları gibi yerlerin sakinlerine ulaştı. Bunun Mehmed'in amacı olduğu anlaşılıyor, çünkü daha sonra bir sırdaşı bu gücün hedefini sorunca, Sultan kaşlarını çattı ve şöyle dedi: "Sakalımın bir telinin sırrımı bildiğimi bilirsem, onu çeker ve ateşe atarım." Sinop teslim oluyor Orduya komuta eden Mehmed, kara birliklerini Ankara ya götürdü, orada babasının ve atalarının mezarlarını ziyaret etti. Sinop Candaroğlu Beyi Kamaleddin İsmail Bey'e oğlu Hasan'ı Ankara'ya göndermesi için yazmıştı ve Mehmed şehre ulaştığında genç adam zaten oradaydı ve merhametlice biatı kabul etti. Mehmed amacını hemen anlattı: Dukas'a göre, Hasan'a, “ Babana Sinop'u istediğimi söyle ve eğer şehri kendi iradesiyle teslim ederse, onu Filipopolis (modern Filibe) ile ödüllendireceğim. Eğer ret ederse, o zaman hemen gelirim.” Şehrin geniş surlarına ve 2000 topçu tarafından yönetilen 400 topuna rağmen, Kemâleddin İsmâil Bey Mehmed'in taleplerini yerine getirdi; Mehmed'in Trakya'ya verdiği topraklara yerleşti ve burada 1479'da Huulviyat-i Sultan adlı İslami ritüel reçeteleri üzerine bir çalışma yazdı. Mehmed'in Sinop'u ele geçirmek için birçok nedeni vardı. İyi konumdaydı ve korunaklı limanları vardı. Aynı zamanda Mehmed'in toprakları ile nihai hedefi, Trabzon şehri arasında uzanıyordu. Kritoboulos, Mehmed'in Sinop'u almasının en büyük sebebinin, Uzun Hasan'ın Sinop'u ele geçirebilecek durumda olması ve bunu yapmayı planladığını, ele geçirmeye kararlı olduğuna dair birçok gösterge bulunduğunu Mehmed'in bildiğini belirtmektedir. Anadolu'da ilerleyiş Sinop'u yönetimi düzenlemesi için amiral Kasım Paşa'ya bırakan Mehmed ordularını iç bölgelere doğru yürüttü. Yürüyüş askerler için zordu. Bu seferde Osmanlı ordusunda görev yapan Konstantin Mihailovic, anılarını onyıllar sonra yazar. Ve biz büyük bir güçle ve Trabzon'a - sadece ordu değil, İmparator'un [başka deyişle Sultan Mehmed] kendisi için - büyük bir çaba ile yürüdük: ilk olarak, mesafe yüzünden; ikincisi, halkın tacizinden dolayı; üçüncü, açlık; dördüncü, yüksek ve büyük dağlardan ve ayrıca ıslak ve bataklık yerlerinden dolayı. Ve yağmurlar da her gün düştü, böylece yol her yerde atların karnına kadar yükseldi. Osmanlı ordusunun aldığı yol bilinmemektedir. Farklı birbirini tutmaz, bazen de akıldışı söylentiler vardır. Kritoboulos ve Dukas Toros ve Kafkas Dağlarını geçip Trabzon'a vardığını söyler. Oysa bunların yolun çok dışında kalan dağlardır. Bu da SULTAN'ın ordusundaki askerlerin nereye gidildiği konusunda bilgisi ancak "sultanın sakalındaki kıllar" kadardır. Ordu yola 17 gün daha devam etti. Sultan, Sivas'ı geçip Akkoyunlu topraklarına girdiğinde Uzun Hasan'ın annesi Sare Hatun'la karşılaştı; Sultan ve oğlu arasında bir barış antlaşması müzakere etmeye gelmişti. Mehmed, Uzun Hasan ile bir barış anlaşması yapmayı kabul ederken, Trabzon'u bir taraf olarak kabul etmeyi reddetti. Kasım Paşa Trabzon'u kuşatıyor Bu arada, Amiral Kasım Paşa'nın yönetimindeki ve Yakub adlı bir usta denizci tarafından desteklenen filo Sinop'tan ayrıldı ve Trabzon'un görüşüne girdi. Halkokondilis'e göre, denizciler banliyöleri ateş verdiler ve şehri kuşatmaya başladılar. Ancak Dukas, günlük saldırılara rağmen, duvarları aşacak "hiçbir girişimde bulunulmadığını" belirtmektedir. Kasım Paşa'nın filosu, sadrazam Veli Mahmud Paşa yönetimindeki Sultan'ın ordusunun ilk birlikleri Zigana Gecidini geçip muhtemelen Maçka ilçesi yakınlarındaki Skylolimne'de mevzi alana kadar 32 gün boyunca Trabzon surlarını kuşatmaya devam etti. MÜZAKERELER 1453'ki XI. Konstantinos'a yapıldığı gibi, İmparator Davut'a da Osmanlı saldırısı başlamadan önce, teslimiyet için bir fırsat verildi. Öneri özetle şuydu: Davut anlaşırsa sadece kendi hayatını ve zenginliklerini değil aynı zamanda saray sakinlerini kurtarmakla kalmayacak, aynı zamanda ona aynı geliri sağlayacak yeni mülkler alarak şehri teslim edebilirdi; aksi takdirde, daha fazla mücadele sadece Trabzon'un düşüşüyle sona erer ve Davut sadece yaşamını ve zenginliklerini kaybetmekle kalmaz, aynı zamanda hayatta kalanlar ele geçirilen bir şehrin kaderini de çeker. Bu teklifin nasıl sunulduğuna ilişkin ayrıntılar birincil kaynaklarda farklılık gösterse de teklifin içeriği herkesçe kabul edilir. Dukas'a göre, Sultan "imparatora ültimatom verdi". Ancak, Dukas bunu genel anlamda ifade etmiş olabilir, Mehmed bu teklifi bizzat kendisi yapmış değil; Dukas, teslimiyetin nasıl müzakere edildiği hakkında birçok ayrıntıyı atlıyor. Hem Halkokondilis hem de Kritoboulos, sadrazam Veli Mahmud Paşa'nın sultandan bir gün önce geldiğini ve teslim olma görüşmelerine başladıklarını belirtiyor. Halkokondilis ve Kritoboulos'un farklı olduğu yer, Trabzon'un protovestiarios'u olan Georgios Amiroutzes bu müzakerelerde oynadığı roldür. Halkokondilis, Mahmud Paşa'nın, Halkokondilis'in Paşa'nın kuzeni olarak tanımladığı Georgios Amiroutzes aracılığıyla Davut ile görüştüğünü ifade eder; Kritoboulos, bu görüşmelerde Amiroutzes tümünden bahsetmez ve Mahmud Paşa'nın, Katabolenos'un oğlu olan Thomas'ı bir haberci olarak İmparator David'e bu seçim sunması için gönderildiğini söyler. Modern tarihçiler, Halkokondilis'in anlatımını gerçeğe daha yakın olarak düşünürler ve David'in bu iki seçeneği tarttığı bir drama tasarlarlar. Trabzon'un duvarları masif ve özenli idi; David, akrabası Uzun Hasan'ın kuşatmayı rahatlatmak her an gelmesini bekliyordu ya da belki de müttefiki Gürcistan Kralı'nı ya da belki ikisini. Bu arada, Georgios Amiroutzes diğer taraftan, söylentilere göre, kuzeni tarafından Davut'a ihanet edilmesi nedeniyle ikna olmuş, imparatoru teslimiyetin ihtiyatlı bir yol olacağını tavsiye ediyordu ve Konstantinos'un Mehmed'in önerisini reddettiği için Konstantinopolis'e ne olduğunu hatırlatıyordu; belki de Amiroutzes, Sare Hatun'dan hiçbir yardım gelmeyeceğini bildiren mektupları David'e gösteriyor bile olabilir. Sonunda İmparator David, şehrini ve imparatorluğunu teslim etmeyi ve Sultan Mehmed'in merhametine güvenmeyi seçti. Burada yine birincil kaynaklar farklıdır. Halkokondilis'e göre Mahmud Paşa'ya bir mesaj gönderdi: Eşit değerde mülkler verilirse ve eğer Mehmed kızıyla evlenirse teslim olurdu. Miller, bu son hareketi, "imparatorluk diplomasisinin olağan aracı" olarak adlandırır. Mehmed ertesi gün ordusunun geri kalanıyla geldiğinde, Mahmud gelişmeleri bildirdi. David'in karısının Gürcistan'a kaçtığı haberi, Sultan'ı kızdırdı ve ilk olarak, şehri yıkıp ve tüm sakinlerini köleleştirmek istediğini açıkladı. Ancak Mahmud Paşa ile görüştükten sonra, Mehmed teklif edilen şartları kabul etti. New York Metropolitan Sanat Müzesi'nde sergilenen Apollonio di Giovanni di Tommaso'nun "Trabzon'un Fethi" tablosuyla Cassone, şehrin düşüşünden hemen sonra resmedildi Sultan Mehmed'e adadığı tarihinde Kritoboulos, olaya dahil olan bireylerin fiziksel hareketlerini tanımlar: Sultan Mehmed'in geldiği gün, Katabolenos'un oğlu Thomas bir gün önce önerilen teslim şartlarının tekrarlamak için Trabzon'un kapılarının önüne gönderildi. Trabzon halkı "birçok muhteşem hediye" hazırladılar ve "en iyi adamaları" içeren seçilmiş bir grup şehirden çıktı ve "Sultan'a saygılarını sundular, şartları kabul ettiler, karşılıklı yemin ettiler ve hem şehri hem de kendilerinin Sultan'a teslim ettiler."[40] Bu karşılıklı el değiştirmelerden sonra, David, çocukları ve saray efradıyla şehri terk etti, Sultan'a biat etti; Sultan "onu tatlılıkla ve kibarlıkla kabul etti, elini sıktı ve ona uygun saygıyı gösterdi", sonra "kendi yatak odasının yanında hem ona [David] hem de çocuklarına çok çeşitli hediyeler verdi." 15 Ağustos 1461 günü II. Mehmed Trabzon'a girdi ve son Roma başkenti düştü. Stephen Runciman ve Franz Babinger'in her ikisi VIII. Mihail'in Konstantinopolis'i Latin İmparatorluğu'ndan geri almasının 200. yıl dönümü olduğunu belirtirler. Mehmed şehirde hem savunması hem de sakinleri üzerinde detaylı bir araştırma yaptı, Kritoboulos'ten sonra alıntı yapan Miller'e göre, " O [Mehmed] iç kale ve saraya çıktı ve güvenliği, binaları ve diğerlerinin parlaklığını gördü ve takdir etti ve her halükarda şehri kayda değer buldu" Mehmed, şehrin merkezindeki Panagia Chrysokephalos Katedralini Fatih Camii'ne çevirdi ve Trabzonlu Hagios Eugenius Manastırı'nda ilk namazını kıldı böylece binaya Yeni Cuma ismi verildi. Miller, Trabzon'un fethi hakkında iki söylence derlemiştir. Bunlardan biri, şafaktan önce Sultan'a kuşatmayı kaldırmaya zorlayacak bir ordu bekleyen şehrin vatandaşlarının nasıl horozların ötme vakti teslim olmaya karar verdiklerini anlatır. ilki, Horozlar gecenin daha erken saatlerinde bir araya gelerek, şehir sakinlerini sözlerini tutmaya zorladılar diye yorumlanır. Diğeri ise karalar giymiş, sarayın kulesinde duran bir kızın her şeyin kaybedildiği zaman yüksekten nasıl atladığını anlatır; bu sebeple o kuleye Kara kızın sarayı denilmiştir. * ARAŞTIRMA, DERLEME, HAZIRLAMA ASİYE A. YAZICI
- Roman, İnsan ve İdeoloji
Şenol YAZICI * AYNA, AMA ASLINDAN DAHA MÜKEMMEL Roman yol boyunca gezdirilen aynadır, der Stendhal. Yolumuz neyse romanımız da, encamın da ancak odur. Ama... Asla gerçek değildir. Kitaba göre roman, töre ya da karakter incelemesi yapan bireyin iç ve dış çatışmalarını ele alan, tutku ve duygularını çözümleyen, hem nesnel hem öznel bir dünya kuran, gerçekle bağlantısı ne olursa olsun özünde kurgusal bir türdür... diye tanımlanabilir. Gerçeğe çok benzeyen, ona paralel, ama asla gerçek olamayan ikinci bir dünyadır. Yani aynanın sergilediği yol ne kadar değişirse, hatta tanınmaz olursa ama yine sevilirse o roman o kadar başarılıdır. Ayrıntılardaki “Pan’ın Nefesi”, şairin ve şiirin esrik gücü bütünde farkına varılmayan bir renk tayfına döner, o artık bir tarihli hayattır. Yukarıdaki tanımlara daha birçok tanım ekleyebilirsiniz, hepsinin birleştiği, roman ayrıntılı bir ya da birden çok öykü anlatır. Roman içinde birçok yardımcı öykücük içeren, gelişmiş serim, düğüm, çözüm bölümleri olan uzun ve ayrıntılı bir büyük öyküdür, kısa öyküden temel ayrılığı uzunluktadır. Bu uzunluk kısalığın ne kadar olacağı sorulabilir. Ne var ki, egemen estetiğe göre bin yıldır durmadan değişen yasalara sahip roman, bunu yanıtlamaz, anlatı biçimini bir şablona bir kalıba bağlamaz. Romanın kendi diyalektiği, estetik yasaları, sahip olduğu bir tür anarşist özgürlük onu tanımsız kılar. Öyküyle arasında varsa fark, hissetmekle ilişkilidir. Roman Tarihli, Ayrıntılı Bir Ana Öykü Anlatır Roman tarihli, ayrıntılı bir öykü anlatır. Bu anlatıyı bütün sanat yasalarını bozarak, kırarak, gereksinmesine göre yeniden kalıplaştırıp yasa yaparak, varolanları aşarak gerçekleştirir. Bütün türleri içselleştirir, tür ve akımlardan özgün kendini kendisi yaratır, var olan yazınsal, kültürel kazanımları kullanır, pragmatik bir yaklaşımla bütün bilim dallarından kendi yararına olacak her şeyi alır. Zaten kesin yasaları ve şablonu olsaydı, köklerini dayadığı romanslardan ve halk hikayelerinden yeni bir türe geçiş gereği duymazdı onu yaratan devrimci burjuva. Ne var ki, öyle kalsaydı feodalitenin binlerce yıllık gücüne karşı koyabilir miydi, belirsiz. Roman başka, ama bir yapıdır, karmaşık, içinde bir çok üniteyi barındıran bir yapı… Şiir onun bir odasıyken, deneme bir başka odası. Tarih salonu olur. Kendi kurallarını üretip kendi tarihini yazan, kendi öğretisini savunan ikinci dereceden bir dünyadır. Bu dünyada her şey, her yapı taşı yerine denk düşmelidir. Roman bir burjuva ürünüdür ve kentlidir. Sanat bütünüyle yerleşik, kentli insanın işi olsa da, kimi alanlarında feodalitenin de başarılı örnekler verdiği görülür, örneğin müzik de… Ama hiçbir romancı feodalitenin ufkunu, doğal edinimlerini kullanarak roman yazamaz. Feodalitenin yaratabildiği anlatma sınırlıdır. Romancının sergilediği faydacı yaklaşım, yararcılık felsefesi doğasını terk edip kentsel düzenekte ve sanayide zenginleşen, ama yaşama alanları daralan insanın, her duruma uyma gayretini ve yeteneğini sanki tanımlar. O Bir Aristokrattır. Gelmiş geçmiş bütün bilgelerin sözünü ettiği bir romancı vardır başlangıçta. İonya bilgeleri, klasik Heleda filozofları ve yasa koyucuları, İskenderiye, Bergama filozofları, Roma’nın büyükleri Homeros’tan söz eder. Antik medeniyetin en büyük bilgini Amasyalı Strabon, onun yanılmaz, bir usta, her şeyi bilen bir bilge olduğunu söyler. Herodot “ Homeros benden 400 yıl önce yaşadı” diyerek tarih düşer. Homeros’un İ.Ö.1200 yıllarında yapılan Truva savaşlarını ve gemicilerin dönüş serüvenlerini anlatan nazım romanı, uzun dönem epos(söz), ziraat, ilmihal, fen, tarih, hikmet, ahlak kitabı, bibl’i (tevrat ve incili) ve devrinin ansiklopedisi olacaktır. Çetin ALTAN, son Nobel ödülü sonrasında kopan tartışma ortamında, "ne kadar yükseltirseniz yükseltin hiçbir bayrak, edebiyatın bayrağı kadar uzaklardan gözükmez, " demektedir. Yorumlanışının getirdiği sisli ortamda, Pamuk’un kullandığı sözlerin ödüle etkisi tabi ki tartışılabilir, ama Türkiye’yi her suçlayanın ödül alması söz konusu olsa, ortalık Nobel dolardı, düşüncesini de göz ardı etmeden bakarsak, Pamuk, ödülü bizden farklı bir beğeninin yeğlediği Türkçe romanlarıyla almıştır. İnsanlığın binlerce yıllık bilinen tarihinde, resim gibi, şarkı gibi, dans gibi ruhunu göklere uçuran ama buza yazılan bir yazı kimliğini de kaybetmeyen, bu yönüyle de burun kıvrılan, kanında esriklik olan insanların işi diye alınan, sanatın tüm türleri içinde antik devrin bir Zeus tapınağı kadar görkemli, elle tutulur ve güçlü durur roman. Ne şiirin dokunma kırılırım haline, ne denemenin kolay unutulan benliğine, ne kısa öykünün haz veren ama anlatılamayan sihrine, ne de tarihin kuru didaktizmine ve değişmezliğine sahip değildir, o onların hepsini içinde toplar, bundan dolayı anakaradır. Kuralsızlık ve kurallar yığınıdır. Kendi kurallarını her kezinde kendi yazan, ama anlatılan, ama yaşanan, ama çok insansı bir sanat türüdür. O yüzden salt edebiyatta değil, tüm sanatlar içinde binlerce yılı aşabilecek tanrısal ayaklara sahip bir aristokrattır. Seçkinci, kavimci ve üretmeden sadece tüketen olduğundan değil, insanlığın çok derinlerine uzattığı köklerinden ve kalıcılığından ve insan üzerindeki anlaşılmaz sihrinden dolayı aristokrattır. Roman Egemen İdeolojiyle Çok İlişkilidir. Montaigne, yaklaşık beş yüz yıl önce her insan, her insanın her türlü özelliğini üstünde toplar, derken, insanın tek ve sabit bir özellik taşımadığını vurgulamaktadır. Satre’ye, Mevlana’ya, Yunus’a göre de insan her gün yeniden doğar. Her gün kendini yeniden kurar, yaratır. Ama romanın büyük ustası Balzac’a göre, insan başında neyse yaşam boyu odur. Cimriyse bir kez cömertleşmesi beklenmez.… Elgörür biri, bir bencil olamaz. Bu egemen olan ideolojiyle sıkı ilgilidir. Balzac’ın yaşadığı dönem XIX yy Fransa’sı Katolik anlayışın baskın geldiği idealizmin tüm eski dünyada yükseldiği bir dönemdir. Ama Satre’nin çağı aynı değildir, o bilinen tüm değerlerin sarsıldığı bunalım çağının çocuğudur. Her iki çağda aynı romanın yazılmasını beklemek nasıl ki doğru değildir, kahramanların da bilinen çerçevede, aynı olması da olanaksızdır. Ayrıca kabul etmek gerekir ki, ister roman kahramanı ister gerçek insan olsun, onu yaratan tarihidir. Burjuvanın yükseldiği dönemde yanı sanayi devriminin güçlendiği zamanda onun güçlü ürünü, deyim yerindeyse dünya görüşünü aşılayacak vurucu silahı romandı. XIX yüzyılın ilk yarısı romanın altın çağıdır, bir yıl içinde basılan kitap sayısı, öncekinin beş katına ulaşır, çoğu romandır. Dünya tarihinin en büyük romancıları, Dicken, Bronte Kardeşler ve benzerleri bu kısacık dönemde büyük romanlar yazar. Roman insanın güzel şeylere hakkı olduğunu işler; bireyin kahramanlığını anlatırken kentin hümanizmasını yansıtır. Dünyanın en eski, aynı zamanda en güzel romanlarından biri olan İlyada ve Odesa’nın gücü epik anlatımı kullanmasından gelir. 19.yüzyıldan sonra yeniden yeşeren epik anlatım betimleyicidir. Nesne ayrıntılı, insan işlevli, şiirseldir, somuttur. Günlük yaşama, sıradan insana ve ülkülere göndermeler yapar. Bir omurgaya sahiptir ve anlatılabilir. Tolstoyun Savaş Barış’ının güçlü ayakları bu unsurları iyi kullanmasına dayanır. Betimleme öykülemenin kendisidir. Bütün öğeler anlamlıdır, ondaki öğeleri anlamlandırmak için, dolaylı anlatım gerekmez. Bu yüzden epik öyküleme ve betimleme hayata aittir. Yani hayata ait olan nesne öykü olunca, unutulmaz. Roman Feodalizme Karşı Burjuvanın İdeolojik Mücadelesidir. Birçok edebiyatçı, romanın, feodalizme karşı burjuvanın bir ideolojik mücadelesi olduğunu savunur. Gene bir çoğu burjuvanın 1848’lerden sonra yani sanayi devriminin güçlenmesi, burjuvanın egemenliğini perçinlemesiyle romanı, romancıları da silahlarından yalıttığını düşünmektedir.… Hal böyle olunca roman da hızla evrimleşecek, Balzaclar, Stendhallar da, roman anlayışları da değişecektir.. Burjuva yeniliğe açtır. Onun devrimci yapısı buradan kaynaklanır. Kentsel egemenliği ele geçirip kurallarını yerleştirince yeni adımlara gereksinme duyacaktır. Tarih romancıyı ve ideolojisini harmanlar, kentsel kültür çok hızlı bir biçimde romanın yerini alacak medyatik olanakları ve kurgusal anlatımsal değişimleri de hazırlar. Yeni denemelerde kullanılan tekniklerin yanı sıra, anlatım biçimleri de değişmeye başlar. Nesne karakterlerin önüne, eylem ve hareketin dışına çıkar. Nesne, eylem ve hareketin dışına çıkarsa yani öykünün dışında kendi anlamını yüklenmeye başlarsa insanla ilişkisi azalır, postmodern sanatta bu vardır. Çok ilgisiz gibi duran bu nesneleri birbirine bağlama işlevini üstlenecek unsurlar aranır ya da yaratılır. Yazılan salt kurmacaya ya da anlatmayan bir söz yığınına döner. Nesne ilişkisi, kurulmayan romanlarda karakterler, nesnelerin anlamını açıklamaya yarayan onları birbirine bağlayan gevşek bir ilmek biçimine döner. Aşırı betimleme, yani doğalcı olmaksa okuru romanın içinden dışına iter, onu seyirci yapar. İçeriksel bu değişim, başka değişimleri de yanında getirecektir. 2.Dünya Savaşı sonrası dünya, başka bir boyuta taşınır, soğuk savaş döneminin rüzgarı, romancıyı da etkileyecektir. Egemen ideoloji dünyaya açılmaktadır artık, daha doğrusu saldırıya uğramaktadır. Her şeyin doğru, her şeyin yanlış olabileceği bir çağ başlamıştır. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde dünya siyasasına egemen olan ideoloji, evrensel ideolojinin kalın kabuğunu zorlayacak, çatlatacak, yani Marksizm burjuvanın bu güçlü silahını kendi dünya görüşü için kullanacak, belki de yüzyıl bu deneylerle yaratılan irili ufaklı romanlarla anılacaktır. Milan Kundera’nın “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” roman dünyasında bir devrimdir. Gündelik yaşam felsefesi müziksel bir bakışla yaşama yerleşir. “ Sanchez’in Çocukları” ise klasik roman için sonun başlangıcıdır, çünkü o roman bir bant kaydıdır. Burjuva gelişkin güçleriyle kendine daha çok uyacak sanatlar yaratmak için yağlıboyayı da, kemanı da, romanı da terk etmiş gözükmektedir. Ama aynı dönemde U. Eco’nun betimleyici anlatıma yaslanan, klasik romana sadık Gülün Adı görkemli bir çıkış yapar. A. Maalouf’un Semerkant'ı da bu dönemin başyapıtları arasında anmak gerek. Bizde Tanzimat’ın birinci döneminde seçkin yapıtın kalem anlayışının beklentisinin altında toplum ve yaşam gerçeğine yön verme kaygısı vardır. Bütün edebiyat dalları toplumu ve sistemi onarma, ideal olana çekme düşüncesiyle kurgulanır. Halen çocuk edebiyatımızda çok yoğun biçimde görülen bu özellik, sanatın bir terbiye yolu olması gerektiğine olan inancın sonucudur ve bu anlayış edebi ürünlere yansır. Bu süreçte emek verenler siyasi kavgaları nedeniyle saygıyla anılsalar da yapıtlarının, sanatsal değeri tartışılır. Oysa Tanzimat’ın ikinci döneminde yani topu topu 25 yıl sonra yaşanan baskı nedeniyle görev edebiyatı bir yana atılmış, romancı topluma seslenememiş ama roman tekniğimiz kısa sürede hızla gelişip Batı seviyesine ulaşmıştır. Yalnız bu kez de aydınlara seslenme gayreti, romanı anlaşılmaz deyim ve tamlamalara boğacaktır. Bu dönemde Edebiyat-ı Cedidecilerin dışında kalan, ama bir öğreti amacıyla değil, halka yönelik yazan Hüseyin Rahmi günümüzde bile zevkle okunabilecek kitaplar üretmiştir. Roman İdeolojinin Çıplak Silahı Olamayacak Kadar Nazenindir Ülkemizde bu sanatsal gelgitler sık sık görülecektir. 1940 - 50 li yıllarda evrenselleşme gayretleri, altmışlı yıllarda toplumsallaşma çabası, seksenli yıllarda kimliksizlik, 2000'li yıllarda yeniden kendini arama egemen ideolojinin bir uzantısı ya da ona karşı koymanın bir yansımasıdır. Tabi romanımız da durmadan değişecektir. Kargaşadan bunalan insanın ideolojiyi, egemen ve yaygın olanı ya da azınlık ideolojisini araması çok doğaldır. Çünkü ideolojinin farkı buradadır, o hayatı ve romanı bir düzen içinde, yani anlatılabilir ister… ki bu da romandan beklentilerle örtüşür. Doğuda burjuva sınıfı olmadığından Türk romanı, Batılı romana benzemez, onu taklit eder, ama bunu yaparken bile Doğuludur. Romanımız bir sınıf üzerine kurulmaz, bir tarihe sahip değildir. Toplumsal yapımız, yani egemen ideoloji nedeniyle Orhan Pamuk’la Ahmet Altan, Yaşar Kemal’le Oğuz Atay romanı aynı dönemde yükselir. Günümüzde Balzac gibi yazanlarla Homeros vari anlatımı yan yana görürüz. Ne var ki postmodernist roman öyle değil, o dünya geneliyle eş zamanlı yürümekte. Orhan Pamuk Batılı çağdaşlarıyla aynı anda yazıyor. Oysa edebiyatçıların birleştiği bir nokta vardır, postmodernist anlatı asla roman olamaz. Postmodernizm her şeyin içini boşaltma, anlamsızlaştırma üzerine kuruludur, çünkü ancak kendi değer yargıları olmayan, ilkesiz bir yaşam sürene istediğinizi dayatır, istediğinizi satarsınız, oysa roman anlamsız olanı bile anlamlandırma işidir. Bu ülkenin insanı, başından beri ayrılıkçılığa ve kötü niyetli "dış mihraklara" karşı milliyetçi, ulusalcı; sistemi ve yaşam ayarlarını tehdit eden baskıcı teokratik ya da oligarşik yönelişe karşı çağdaş ve demokrat; batı taklidi yozlaşmaya karşı tutucu, hatta bağnaz; bağnazlığa ve donmaya karşı özgürlükçü, laik ve akılcı; gündelik yaşamını olağan götürebilmek için de eyyamcı...yani her dem siyasi olmaya, gündeme göre siyaset belirlemeye kuruludur. Bu kendi aklının ürettiği değil, üst aklın yani sistemin on yıllarca öğütlemesiyle oluşmuş bir ezberdir. Yazarı, sanatçıyı anlamak için öncelikle ülkeyi ve insanı iyi görmeli. ...ve siyaset, hem de olgunlaşmamış, felsefe, akıl ve bilimle donanmamış ilkel, mahalle efsanesi bir siyaset, o nedenle insanlar asılsa hapse de atılsa, sanılanın aksine bizde KUTSALDIR. Karnıyarık pişirmekten aciz, temel hak ve özgürlüklerinizi, asgari ücretin alımgücünü ya da bakkaldaki ekmeğin fiyatını bilmeyen olabilirsiniz, o nedenle her fırıncı başka fiyatla satar, ama başbakanın "nerden nereye koştuğunu", her gün çizdiği zigzagların akılcı açıklamalarını ezbere bilmekle mükellefsiniz, bana ne, ben bir garip çingeneyim, telli zurna neyime demek lüksünüz yoktur. Çünkü ister muhalefet ister iktidar olsun, tebaasının çizeceği zigzaglardan ya da özgürlük arayışından dehşetli korkan liderinizin, yönet diye seçtiğinizin gözü üstünüzdedir, yasalar başka dese de beceriksizliğinden ya da "dış mihraklardan" çaresiz kalır, ıslık çalarsa koşacaksınız . Öteki zamanlarda da işine bak, siyaset yasak ... formatına geçmeyi de iyi bilmelisinız. Rusya'nın devrim yılları gibi, her roman Gorki'nin anası olmalı beklentisi vardır. Kutsal kitaplar gibi "ötekini" lanetlemesi beklenir. Oysa hayat bir bütündür ve onu kategorize etmek birilerinin işiyse bile edebiyatçının değildir. Bu anlayıştaki coğrafyalarda özgür roman geç gelişir. Yaratılışı Özgür Romandan Kul Roman üretmek Olanaksızdır. Batılı tarzda ya da 1940'lardaki kadar bile özgün romanlar üretemeyişimizin nedenleri arasında gensel, sosyolojik, ekonomik... çok şey sayılabilir, ama en çok hilkat garibesi özgün siyasetimiz vardır. Oluşumundan beri bir hesaplaşmaya dönen, yerine oturmayan, her on yılda bir deprem yemiş fay gibi kayan, ya askeri ya sivil darbelerle allak bulak olmuş toplumsal ve siyasi yapımızın insanımızın olduğu gibi yazarın psikolojisini derin etkilediği bir gerçektir, çünkü bu ülkenin yazarı, tıpkı insanı gibi günlük siyasete göbekten bağlıdır. O bağlanmak istemezse bile canı çektiğinde insanını siyasete yasaklı, canı çektiğinde sistemin askeri yapmayı iyi bilen egemenler, ağzı laf yapan, isterse siyahı beyaz gösteren yazarı rahat bırakır mı? Bir şekilde onu taraf yapar. Kendini sıra yurttaştan daha fazla manganın önüne koyan, topluma karşı sorumlu hisseden, gaz yemeye çok müsait yazar da, dönemine göre ya eyyamcı ya bildirili, görevli; ya burda ya tam karşıda romanlar yazmaya çalışmış, bundan bir yarar ummuş. Oysa her eylemi misyonuna göre yönlendirmek isteyen dini edebiyat, ardına son dönemde hayli yol kat ettikleri siyaset, bilgisayar ve yayıncılık sektörünün güçlerini alsa da, henüz kayda değer bir roman üretmeyi başaramadı. Romanın Kökleri Vardır Romanımızın başarısızlığının altında bu köksüzlük bir etken olabilir. Sanıldığının aksine roman, sihrini kendi toplumundan alır ve onu anlatırken, bizde roman, dahası bizzat hayat özünde taklit olduğundan köklerini hiç bir yere dayayamaz, ortada kalır. Bir yabancılık sezersiniz. Bu da romandaki etkileyiciliği sağlayan sahihlik duygusunu doğal olarak yok eder. Roman kendinden önceki esinlendiği ya da kullandığı türlerden hiç biri gibi örneğin halk aşk öyküleri, romanslar, trajedi, destan gibi kalıplarda bir hiyerarşik diziliş sergilemediğinden örnek alınamayacak kahramanlar yaratır. Bu kahramanların hepsi kendine özgü bireydir. Günümüzde toplumsal yapı, insan coğrafyası alabildiğine çeşitlenmiştir. Sürekli zorlanan ve değişmeye mecbur bırakılan, egemen olmaya çalışan ideolojilerin kıskacındaki insanın ideal kabul edeceği tipleri yaratmak artık kolay olmasa gerekir. Romancının başarısı da yarattığı tiplerde yatar, bu tipin ille de toplumsal kabul gören bir tip olmasına çalışmak zorlamadır, o yönlü bakılırsa Kafka’nın tipleri kabul görecek tipler değildir, ama başarılıdır. Romanda çok önemli bir unsur olan kişiler genellikle gerçek anlamda evrensel değildir. Tip yaratmak, tipin bizzat içinde bulunduğu özel ortamıyla, tarihi ve nesnel örgüsüyle ilgilidir. İyi bir romancı ele aldığı tip ya da modelin nesnel koşul ve ilişkilerini başarıyla örüp sunduğunda görevini yapmış demektir. Unutulmalıdır ki roman bir denge ve dengesizlik üzerine kuruludur. Bu nedenle çatışan karakterlerin özellikleri kendi tarihlerine ve roman gerçeğine uymalıdır, hayata ve öğretilere değil. Onlar azınlıklarıyla, örneksizlikleriyle ve romanın nicel yaygınlığı sonucu her okuyanda, böyle de olurmuş hissini yaratma gücüyle evrenselleşir. Yoksa gerçekte her roman yaratımı kişi, bir insanın yani yazarın, yaratabileceği tiplerden sadece biri, yani gerçek bir insanın belki yüzde biridir. Romanlarda tipler geniş bir alan ortalamasıyken, kişilikler inanılmaz tutarlıklarıyla hayranlık uyandırsa da (Harpagon’un cimriliği, Kaptan Ahap’ın bir balinaya karşı beslediği intikam duygusu) insan gerçeğini zorlarlar. Bu yönüyle karakterler, esneyen, değişebilen özellikleriyle yaşama daha uygundurlar. Ne var ki roman kendi kuralsızlığında bunlardan hangisine gereksinme duyuyorsa onu seçecektir, bu nedenle roman kahramanı gerçekle bağı ne olursa olsun, bu bağların nicel olarak kaldığı kurgusal kimliğe geçer ve geçebildiği oranda da başarılı olur. Her romanda Roma İmparatorluğunun lejyonlarını yenen köle Spartaküs, nicelik olarak aynı olsa da, nitelik olarak aynı insan değildir. Lord Kinros’taki Atatürk’le, Çılgın Türkler’deki Atatürk ya da Herman Hesse’nin Bozkurt’undaki Atatürk aynı değildir. Yazar kendi kurgu kuramını herkesçe bilinen tarihe ve kişiliklere yamar, bundaki başarısı da onun üstünlüğünü kanıtlar. Eğer Stendhal’ın söylediği doğruysa, yani roman yol boyunca gezdirilen bir aynaysa, günümüz romanı da çağının kahramanını yaratacaktır. İnsan nasıl ki artık eskisi gibi aynı tutarlılıkları sergileyebilen, granit gibi durmaya uğraşan insan değilse, yaratı kahramanlar da öyle bir şey olacaktır. İyi yönleri yükseltilse bile yeniçağın eski değerleri yok ettiği, yerine yenisini henüz üretmediği düşünülürse hepsi de dünyasına yenilmiş bireydir artık ve örnek alınacak kadar yüksek duramayacaklarını kabul etmek gerekir. Günümüzdeki romanlarda hayran bırakan tutarlı kahramanlar yoksa buna türlü nedenler aramak olasıdır, ama en başta yaşamın değişmesi, insan gerçeğinin değişmesi, yoğun bir dış kültür bombardımanı altında yaşayan insanın kendi içinde sığınacağı, kendi olacağı bir alanının kalmayışı büyük bir etkendir. Zemin artık inanılmaz kaygandır. Bundan nasiplenen yazarın kendi örnek tipi olmayınca, sahi gözükecek kahramanı yaratması güçleşmektedir... Her romancının kendine özgü, kendince seslendirdiği bir yazma hikayesi vardır, hiç birinin diğerine benzemeyeceği gibi, hangisinin içsel ve doğru yanıt olduğu da tıpkı romanın kuralsızlığı gibi boşluktadır. Ama ortak bir yan olduğu gerçektir, bir sağaltım vardır, zevk alınan bir sağaltım. Her kitap yazarına yönelik, kendi inanıyla, yani rasyonel gerçeğiyle farklı bir arenadır. Peyami Sefa’nın kitaplarına göz attığımızda kadın kahramanlarda ortak paydalar görürüz. Vitrindekiler, yani güçlü ve aşık olunan kadınlar, ahlaken Doğulu olmaları beklenen, ama iyi eğitim görmüş Batılı anlayışta kentli kahramanlardır. Piyano çalar, dil bilir, erkeklerle aynı ortamları ve ilgileri paylaşırlar. P.Sefa, bir erkekle karşılaştıklarında onlardan Doğulu bir kadın gibi cumbasında bekleyen bir kadına dönüşmelerini bekler ve romanın çatışması / dengesizliği başlar. Bu tiplemede, yazarı tanıyorsanız, onun yaşam gerçeğinin yoğun bir etkisi olduğunu hissedersiniz. Otobiyografik bir roman olan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu bunun sırrını sezdirir. Sevdiği Avrupa eğitimi almış kız, hasta ve içli Peyami Sefa’nın yerine zengin ve Batılı anlayışa sahip biriyle evlenir. Sefa tüm romanlarında o hanımla hesaplaşmasını sürdürür gibidir. Bu terapi özelliği sanıldığı kadar romanın görünen tarafı olmayabilir. Güstave Fluabert “ Bayan Bovary benim” derken ruhunun hangi yanını tanımlamıştır bilemiyoruz. Melville, Beyaz Balina’da balina mı, yoksa Kaptan Ahap mı ya da kurtulup bütün öyküyü anlatan İsmail midir, yanıtı bulmak zor. Ama Yakup Kadri’nin Yaban’ında Ahmet Celal’ın yazarın kendisi olduğunu anlamak kolaydır. J. Landon’ın yükselen Marksizm’in etkisiyle yazdığı kitaplarda, örneğin Demir Ökçe’de oligarşiye ve sermayeye kafa tutan kahramanın, yazarın 1900 yıllarda devrim bekleyen ezilen Amerikan işçisinin yanan ruhuna soğuk su çarptığını hissedersiniz, İnce Mehmet feodalitenin ezilen yüzünden gelmiş Yaşar Kemal’in başkaldıran tarafıdır belki. Yani yüzyılın ilk yarısında büyük bunalımlar karşısında ruhsal direnme gücü arayan Amerikan sanatının yarattığı süper kahramanlar gibidir biraz. Ne var ki bunu her romanda yüzde yüz yakalamak mümkün mü? Ayrıca insan ters mekanizmalarla da ruhunu rahatlatmaya çalışamaz mı? Ya da hiçbir büyük amacı olmadan anlatamaz mı? Her romancı değil, ama her roman kendi gerekçelerini kendi üretir, çoğu da yazarın iddia ettiğinin dışında bir gerekçe olur bu. Roman Bireyi Önemli Bir Noktaya Oturtan Bir Tarihtir. Ne kadar uzun olursa olsun insanlık tarihiyle kıyaslandığında dar bir zamanın tarihidir. Estetik kaygısıyla bilinen tarihten ayrılır. Roman kişisinin insanlık tarih ve deneyimiyle ilişkisi bu kısa zamanla orantılı bir bağıntı taşır. O romanın gereksinme duyduğu ve yansıttığı kadarıyla kendi tarihinden deney ve beceri kazanır. Hal böyle olunca romandan gerçek bağlantısı beklemek bilimsel olmayacaktır. Romanın etik değeri ve toplumsal sorumluluğu da yazarın yapısalcı bakış açısıyla, insan yanıyla sınırlı kalacaktır. Romancı kendi dünyasında ne olursa olsun, romanında öznel bakış açısını yitirmeden gerçeğe öykünecektir. Bu bakış açısı ya da kişisellik ne kadar nesnel olabilir ki? Güstave Fluaburt bir yazısında “ Roman olanaklarının, yani edebiyatın en geniş olanaklarını kullanan alanının yaşamdaki her şeyi karşılayamayacağını, bu nedenle tüm anlatıların, özellikle roman anlatımının boş olduğunu…” yazar. Romancı topluma sorumludur. O zaman romancının yaşam gerçeğini zorlayan bir görevin dar kalıplarından ya da salt estetiğin rasyonel gerçeğe kapalılığından değil, romanın insanı temel aldığını düşünüp insana aydınlık ve umut veren yönden bakarak yazılması en doğrusudur. Ama özgür ve muhalif bir ruhun tam anlamıyla somutlaşması olan yazarın hangi esin perisinin ve ideolojinin türküsünü dinleyeceği her zaman belirlenebilir mi, o ayrı bir konu. Çünkü hiçbir yazardan iyi bir asker olmaz. Pierre Machaey yazınsal yapıtın bir ürün, yazarın bir işçi, malzemeninse mitleri simgeleri, ideolojisiyle hazır olduğunu söyler. Yazar önceden hazırlanmış gereçleri bir tasarımla bir araya getirir. Marksist görüş de yazının dilin ve deneyimin ürünlerini bir araya getirmek emeği olduğunu savunmaz mı? Hal böyleyse yazar malzemesini ödünç aldığı topluma karşı borçludur, vefa duymak zorundadır. Yaratıcı özgürlüğünü kullansa da topluma zarar verecek bir örneklemenin içinde yer alamaz. Eğer alırsa bu kendi köklerini de budamak anlamına gelecektir. Ne var ki, bu yazar, sadakatinin, toplumsal bir dalkavukluğa, egemen ideolojinin alkışına dönmesine de razı gelmeyecek kadar ruhlu olmalıdır. Yazarın toplumuna ve insanına sorumluluğu vardır, ama bu sorumluluğun sıra insandan öteye geçmesinin altında yatan onun bir düşünce adamı, bir aydın olmasıyla ilişkilidir. Bir başka sanatçıdan, ressamdan, müzisyenden beklenmeyen bir bilgelik ona yakıştırılır. Ne var ki yazdığı romanın gerçeği, planlanan kurgu gerçeğini zorluyor, onun dışında bir yerde gelişiyorsa yazar, günlük yaşamında toplumsal sorumluğunu duymayı sürdürmeli, ama roman gerçeğinde estetiği unutmamalıdır. Çünkü onun gerçek işlevi politika değil, roman yazmaktır. Zola’nın tavrı bir roman değil, bir toplumsal tavırdır. Kralcı Balzac’ın romanlarında Jakobenleri alkışlaması ve bunda başarılı olması onun artistik gücüyle sıkı ilişkilidir, gerçekçiliğiyle değil. Başkaları aynı yolu izlemiş ama başarısız olmuşlardır. Romancının egemen ideolojiden etkilenmesi kaçınılmazdır, ama estetik açıdan nesnelerle insan bağlantısını iyi kurması, kullanacağı malzemeyi seçerken insan yararı gözetmesi onun büyük yapacak adımların ilkidir. Yazar tabi ki umut vermelidir, ama bu umudun rasyonel temelleri de olması gerekir. Kimi zaman köksüz rasyonel temelleri olmayan ütopik bir tavır inandırıcı olmayacaktır. Gücünü bir ideolojinin emrine vermek belki yazarın bileceğidir, belki gereklidir de, farklı anlayış ve arayışlar insanlığın gelişmesini tetikler, yoksa statükocu bir hayatı yeğleyip hala mağara duvarlarına resim yapıyor olabilirdik, ama o ideolojinin uzun dönemde nereye varacağını görmek gibi bir tanrısallığı olmayan yazar, sırf öyle sanıyorsa, aksi durumda yapıtının başarısını da peşinen gölgelemeyi kabul edecek demektir. Yazar gündelik yaşamında düşünen bir aydın olarak toplumsal sorumluğunu iyi taşımalı, ama yapıtında estetik ve poetikaya öncelik vermelidir. İdeolojinin anlamı yaşamı bir yarar ve düzen içende görme eğilimidir. Evrensel ideoloji hayatı yaşama, anlama, yorumlama yeteneğimizin doktrine açıklamasıdır. Olmadığında ideolojisiz betimleme, gözlem ve yaşamdaki düzenin yerini alır. Buradaki ideolojiyi bilinen anlamda gündelik politikanın ürettiği değişken ideolojiyle açıklamamak gerekir. Bu engin bir kültür ve tarihle beslenen insanlık ve sanat ideolojisi yani poetikadır. * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN
- Sokak Fenerleri
Ali Canip YÖNTEM * Ölü bir camdan ağlayan korku İnliyor serserî ve boş geceye; Kaldırımlar bütün sükût, uyku... Her duvar, her kovukta şimdi niye? Bir büyük göz niyâz eder, ağlar "Bitsin artık bu gizli şüphe! " diye... Korkarım... Saklanır heyulâlar... Bana der: İşte bir sahîfe oku, Sarı gölgemde hasta kalbin var! Ölü bir camdan ağlayan korku... * Ali Canip Yöntem (1887 İstanbul - 26 Ekim 1967), Türk şair, yazar, edebiyat tarihi araştırmacısı ve siyasetçi. Selanik Hukuk Mektebi mezunudur. Öğretmenlik, Yazarlık, TBMM Milletvekilliği yapmıştır. Türk edebiyatının batılılaşma sürecindeki önemli edebiyat hareketlerine katılarak bu gelişmelerin de tanığı olmuş bir edebiyat adamıdır. Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp ile birlikte Yeni Lisan Hareketinin kurulmasına öncülük etmiş; Millî Edebiyat akımının teorisyenleri arasında yer almıştır. Şiirleri ve teorik yazılarıyla dilin sadeleşmesi, Türk şiirinin millileşmesi için çalışmıştır.
- Çiçek Masalı
György Somlyo * Odanın içinde aşağı yukarı dolaşıyorum, çömeliyorum masanın yanındaki sandalyenin üzerine, bir kitap karıştırıyorum, bir yudum bir şey içiyorum, sözcüklerimi arıyorum. Kocaman, pembe şakayık kımıldamadan duruyor vazonun içinde. Paltomu giyip dışarı çıkıyorum, işlerimin, işlerim olduğunu sandığım şeylerin peşine düşüyorum, geri dönüyorum sonra. Aynı yerde duruyor şakayık, bana dönmüş durumda; kocaman taç yapraklardan başıyla bakıyor bana. Hep bana bakıyor. Bıkmıyor benden, yorulmuyor. Açılmış, iri iri açılmış bir göz gibi gramofon borusu gibi güneşi gibi tıpkı Notre Dame'ın. Nasıl konuşsun, ne söylesin? Konuşmak istemiyor şakayık. Kendi kendinin eşi, başka bir şey değil, o kadar. İşte bu yüzden bunca güzel. Gene de nasıl duyarlıdır! Yanından geçecek olsam, bütün taç yapraklarıyla titremesi için yeter döşemedeki adımlarım. Bitki yaşamına mı özeniyorum, bitkilerin bilinçsizliğiyle insanlığımı avundurmak mı istiyorum? Hayır. Kendim olmak istiyorum, başka bir şey değil, o nasıl yalnız kendisiyse ben de olmak istiyorum. Çiçek olmak istemiyorum, onun gibi. Çiçeğin çiçekliğince, ben de insan olmak istiyorum, o kadar. Pembe, kocaman bir şakayık György Somlyo Çeviren: Özdemir İnce György Somlyo: György Károly ( Károly György ; d. 31 Ağustos 1953, Budapeşte – ö. 26 Ekim 2018, Szigetszentmiklós ), Macar şair ve yazardır. Yaşamı ve kariyeri 31 Ağustos 1953'te Budapeşte 'de doğdu. İlk şiirlerini Élet és Irodalom'da (“Yaşam ve Edebiyat”) adıyla yayınladı. 1980'lerde şiirsel olarak birikimlerine yön vermek için sessizce köşesine çekildi. 1990'lı yıllardan itibaren tekrara aktif olan şair ve yazar György Károly tekrar yazmaya başlamıştır. En ünlü eserleri arasında; Folyamatos május ve Dunakanyaró sayılabilir. Ölümü Macar şair ve yazar György Károly 26 Ekim 2018'de Szigetszentmiklós , Macaristan'da beyin kanseri sonucu 65 yaşında ölmüştür.
- "KAR" ROMANI VE ORHAN PAMUK
SUAT DELİBAŞ * Romanı okuduktan sonra Nobel ödüllü, kitapları en çok satan bir yazar hakkında bir iki şey yazmak veya yazmamak konusunda tereddütler yaşasam da buna bir okuyucu olarak hakkım olduğu kanaatine vardım ve…. Öncelikle romanı sıkılmadan ve bir solukta okudum belirteyim. Peki, neden bunu en baştan söylüyorum çünkü aşağıda yazacağım eleştirilerden önce “sıkılmadığımı” özellikle belirtmek istedim ki bir çelişki olmadığı anlaşılsın. Roman, üç ana tema üzerine kurgulanmış diyebiliriz. Birinci planda öne çıkarılmaya çalışılan konu, tepeden inme bir devrim olan cumhuriyet rejimi ile hesaplaşan ve mücadele eden Türkiye’deki bazı şeriatçı grupların yaşadıkları sorunlar ve mücadeleleri, türbancı (türbancı yazarın deyimi) kızlar ve Kars minimalinde anlatılmaya çalışılmış. O.PAMUK’un ikinci olarak ön plana çıkarmaya çalıştığı konu ise aşktır. Ama ne yazık ki romanda aşk kirli bir düzleme taşınmış ve çok beceriksizce, bu işi bilmeyen, insanları ve duygularını tahlil edememiş, bunu hiç yaşamamış, özümsememiş bir yazarın kaleminden resmen boca edilmiş. Belki romanda yaşanan aşkı bu düzlemde anlatmaya çalıştı diyebiliriz ama ben amacın bu olduğunu sanmıyorum. Diğer önemli bir konu ise solcular. Yazarın solcularla kesinlikle bir problemi olduğu ve bu probleminden ötürü roman boyunca solcuları aşağılayıcı, küçültücü hiçbir ifadeden, yakıştırmadan kaçınmadığı aşikâr. Ka ve Orhan arasında gidip gelen gözlemler ve anlatımlar değişik bir tat katmış romana… Ayrıca her başlıkta bir olayın yeni bir olay ve entrikaya açılması, içerdiği gizemler, sürprizler romanı sürükleyici kılmış. Dili sade ve akışkan ama açıkçası Nobel ödüllü bir yazardan beklenilen bir dil ve anlatım yok maalesef. Roman, üçüncü tekil şahıs dili ile yazılmış gibi görünse de bir anlatıcı var ve bu anlatıcı Ka’ nın arkadaşı Orhan’dır. Bütün bu olup bitene tanrısal bir anlatım olan üçüncü şahıs dili olmadan (bu roman için) hâkim olması çok zor . ( Ka’nın bazı notlarından ve bazı videolardan bunları çıkarıp yazması imkânsız). Arada Orhan'ın araya girip ben dili ile bir şeyler anlatması okuyucuya gerçeklik hissi yaşatması açısından romana farklı bir güzellik katmış. Roman normal seyrinde devam ederken, şehrin tarihsel süreci, batı, Anadolu, geçmişte burada yaşamış milletler, siyasetler, cumhuriyet rejimi, Jakobenizm, Marksizm, Kürtler, türban sorunu, aşk konuları birbiriyle bağlantılı olarak işlenmiş ancak tüm bunlar çok yüzeysel ve taraflı bir şekilde dile getirilmiş. Kurgusunda ise bazı sıkıntılar olduğunu düşünüyorum. Özellikle kardan dolayı yolları kapalı bir vilayette darbe girişimi bir romanda fazlaca gerçek dışı bir kurgu gibi duruyor. Bu bölüm “Deli Deli Küpeli” filmini aratmıyor. Herkesin, her bir kurumun dinlendiği takip edildiği bir şehirde aranan İslamcı bir militan, nasıl oluyor da saklanabiliyor, sevgilisi ile buluşuyor ve çeşitli faaliyetlerde görüşmelerde bulunabiliyor. Bir diğer sıkıntı ise gizli görüşmeler, insan taşımalar için kullanılan at arabasının hiç dikkat çekmemesi zorlama, daha fazla masalımsı bir kurguya dönüştürmüş romanı... Son olarak da Atlas otelde şeriatçı, solcu, liberal Kemalist, Kürt milliyetçisi grup temsilcileri bir araya geliyor ve Avrupa’da bir gazetede yayınlanmak üzere ortak bir metin hazırlıyorlar. Yok, daha neler (!) Bu durum kurgu olmaktan çıkmış bir vakaya dönüşmüş. Roman, ülkede kurulan cumhuriyet ile Cumhuriyeti özümsememiş grupların çatışması üzerine kurulmuş tepeden inme bir devrimin halk nezdinde pek de sindirilmediğini anlatmaya çalışmış. Kars’ın değiştirilen cadde ve sokak isimleri, salon isimleri ile devrim halkın zihnine yerleştirilmeye çalışılmış. Örneğin; Atatürk Caddesi, Halit Paşa Caddesi, Kazım Karabekir caddesi gibi… Bu da tepeden inme devrimi kabullendirmek için bir zorlama olduğunun kanıtı olarak sürekli tekrarlanmış. Ayrıca geçmişin izleri; (Ruslar’ dan, Ermeniler’ den, Osmanlı'dan) bu isimlerle veya baskı içeren uygulamalarla silinmeye, toplumun hafızası yok edilmeye çalışılmış gibi anlatılıyor. Ki bu durum tüm siyasal, ideolojik devlet değişim dönüşümlerinde karşılaşılan bir durumdur. Günümüz örneklerle doludur. Orhan PAMUK, roman boyunca, İslamcı gruplara çeşit çeşit ve abartılı güzellemeler yapıyor. Ka’nın Şeyh Efendi Hazretleri’ni rüyasında görmesi, Şeyhin de onu rüyasında görmesi mektup yazıp çağırması. Ka’nın bir kadeh rakı içip hoşgörülü şeyhin yanına gitmesi, elini öpmesi, Şeyh hazretlerinin de onun elini öpmesi, Ka’nın bu olaylardan çok etkilenip Allah’a inanması… Muhtar’ın sarhoşken ve donmak üzereyken, sokakta yığılıp kalmışken ve hatta ölmek üzereyken bir anda doğrulup Şeyh Hazretleri’ nin yanına gitmesi ve onun da şeyhten çok etkilenmesi ardından Refah Partisi belediye başkan adayı olacak kadar dine ve siyasete girmesi… Lacivert adlı aranan şeriatçı bir militanın da ne hikmetse gençliğinde babasına kızıp solcu olması ve romanın makûs kaderi sonucu, gerçeği görüp bir şeriatçı militan olması da yine solla bir hesaplaşma olsa gerek. Lacivert’in, roman boyunca bir kahraman, korkusuz bir militan ve gezgin, güçlü ve etkileyici bir lider, çok iyi bir dindar ve çevresindeki birçok kadınla hatta iki kız kardeşle birlikte olabilen, kadınların dilinden çok iyi anlayan bir erkek olarak anlatılması bu güzellemelerin doruk noktası olmuş… Ön plana çıkarılmak istenilen aşkın (kendisi de belirtiyor bunu), Orhan PAMUK’un anlatabileceği bir konu veya duygu olduğunu hiç düşünmüyorum çünkü Orhan PAMUK aşkı hiç bilmiyor veya anlatamıyor. Mesela Ka, İpek’e aşkını o kadar sıradan bir şekilde ilan ediyor ki sanki pazarcıdan iki kilo iyi elma istiyor: " Hiç tanımadığın halde bana nasıl âşık oldun?" "Güzel olduğun için... Seninle mutlu olacağımızı hayal ettiğim için... Sana her şeyi utanmadan söyleyebildiğim için. Durmadan seviştiğimizi hayal ediyorum ." Tam bu ilanı aşk sahnesinde İpek’in Almanya'da ne yapıyordun sorusuna direk; “….bir çekiyordum .” Cevabını yapıştırması Orhan PAMUK’un aşk anlayışı ve sıradanlığı olsa gerek. Bu kaba cevap ve sonrasındaki aşkla ilgili entrikalar aşkı aşk olmaktan çıkarıp sıradan bir boyuta taşımış. Yani “Orhan PAMUK, bilmiyor aşkı!” Gelelim Orhan PAMUK’un sol düşmanlığına; roman boyunca aleni bir şekilde sol düşmanlığı yapmaktadır. Bir intikam peşinde koşmuş, özellikle 12 Eylül sonrası yenilmiş solu, bireyler üzerinden veryansın ederek, aşağılayarak tüm sosyalist grup ve düşünceyi bireylere indirgeyerek saldırmış. Marksizm’i ideolojik anlamda çürütmek yerine gruplar ve yarattığı kişiler üzerinden saldırarak; yarattığı karakterlerdeki zaafiyetler üzerinden (kendince) alaşağı etmiş. Düzen adamı olmuş solcular, İslamiyet’e sığınmış solcular, Kemalist olmuş solcular, mafya, çete, insan kaçakçısı olmuş solcular, yurt dışına kaçıp siyasi sığınmacı olan ve maaş alan solcular say say bitmez Orhan Pamuk’a göre (!) Yine roman boyunca işlediği Kürt ve şeriatçı gruplardan söz ederken, Kürt militanlar, İslamcı Militanlar diye bahsederken; sol grup üyelerinden solcu teröristler, eli sopalı şiddete meyilli solcular, solcu hayaller için gençliğini feda edenler diye bahsediyor. Kitapta iki eski solcu arkadaşın karşılaşmaları ve aralarında geçen diyalog PAMUK’un sola bakışını bir nebze de olsa anlamamıza yardımcı oluyor; " Muhtar'ın bir sorusu üzerine, bir zamanlar 'dergide üçüncü dünya üzerine yazılar yazan' kıvırcık saçlı, Malatyalı Tufan'ın delirdiğini işittiğini gülümseyerek söyledi. Onu en son Stuttgart merkez istasyonunda elinde upuzun bir sopa, sopanın ucunda ıslak bir bez ıslık çalıp koşarak yerleri silerken gördüğünü anlattı. Sözünü sakınmadığı için sürekli azarlanan Mahmut'u sordu daha sonra Muhtar. Ka onun şeriatçı Hayrullah Efendi nin cemaatine katıldığını, bir zamanlar sol için girdiği kavgalardaki hırsla, şimdi Almanya'da hangi camiye hangi cemaat hakim olacak kavgalarına karıştığını söyledi. Bir başkası, Ka’nın gene gülümseyerek hatırladığı sevimli Süleyman ise Bavyera'da üçüncü dünyalı siyasal sürgünlere kucak açan bir kilise vakfının parasıyla yaşadığı küçük Traunstein kentinde o kadar sıkılmıştı ki hapse tıkılacağım bile bile Türkiye'ye dönmüştü. Berlin'de şoförlük yaparken esrarengiz bir şekilde öldürülen Hikmet'i, bir Nazi subayından dul kalmış yaşlı bir Alman kadınıyla evlenip onunla beraber pansiyon işleten Fadıl'ı ve Hamburg'daki Türk mafyasıyla çalışıp zengin olan Teorik Tarık'ı hatırladılar. Bir zamanlar Muhtar, Ka, Taner ve İpek ile birlikte matbaadan yeni çıkmış dergileri katlayan Sadık, şimdi Alpler'den Almanya'ya kaçak işçi sokan bir çeteye elebaşılık ediyordu." Şunu da eklemeden edemeyeceğim; romanın bazı bölümleri bende, sanki 28 Şubat sürecinden ve yaşanılanlardan esinlenilerek yazılmış hissini de uyandırdı. Tankların yürümesi, tiyatro sahneleri, Sultanbeyli olayları, Erbakan’ın Libya ziyareti vb. Netice itibarı ile bir güzelleme, bir karalama, kötü bir aşk anlatımı olan, karakter tahlilleri ve tasvirleri hiç olmayan, düz ve sığ bir dili olan roman okunabilir …
- Hasan Suat DELİBAŞ
BÜTÜN YAZILARINI OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYIN SUAT DELİBAŞ Delibaş kitabı hakkında yazılan bir yazıyla ilk kez Ocak 2025'te maviADAlı oldu. Eylüi 2025'te maviADA'ya yazılarıyla katılan eğitimci-yazar arkadaşımızın 3 baskı yapmış "Göçler Zamanı" adlı bir çocuk kitabı var. Öğretmenlik yapan yazarın öğrencileriyle birlikte hazırladığı bir dergisi ve iki de masal kitabı bulunmakta. "01.05.1970 Tarihinde Van Erciş’te dünyaya geldim. Dicle Üniversitesi Eğitim Yüksek Okulu sınıf öğretmenliği bölümünü ardından Anadolu Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği lisans tamamlama bölümünü bitirdim. Erzurum’da başlayan öğretmenlik hayatıma daha sonra Van ve son olarak Bursa’da devam etmekteyim. Evli iki kız çocuğu babasıyım. “Eleştirel Pedagoji” dergisinde yayınlanmış iki adet makalem bulunmaktadır. Ayrıca “Bir Sınıf Değişir” adlı eğitim sitesinde yayınlanmış eğitim üzerine yazılarım ve “Bursa Tanık” gazetesinde yine arada yazmış olduğum eğitim üzerine yazılarım yayınlanmaktadır. “Göçler Zamanı” adlı öykü kitabım (8-12 Yaş grubu) 12.01.2024 Dionysos Yayın Grubu tarafından (1000 adet), Ahbap Kitap tarafından 12.07.2024 (3000 adet) ve 14.03.2025 tarihinde ( 3000 adet) basılmıştır. Ayrıca Mahlas Yayınları tarafından 2002 yılında hazırlanan “Masal Kumbarası” adlı kitapta “Ormanda Üç Yavru” adlı bir öyküm yayınlanmıştır. Öğrencilerimle hazırlamış olduğumuz “Bizim Çocuklar” adlı dergimiz ve iki adet “masal ” kitabımız bulunmaktadır. Çeşitli çevre örgütlerinde, eğitim alanında örgütlü sendikamda ve doğa sporları kulüplerinde aktivist olarak çalışmalar yürütmekteyim." Hasan Suat DELİBAŞ maviADA Emek Verenindir. "Bu Dergide Emek Verenin Önceliği Vardır" Yine de güncelle ve kültür sanat tarihiyle bağlantıyı yitirmemek için dergiye uyan her yazıya ve yazara yer verir. *Bir dergi yazanlarının aynı zamanda kartvizitidir. Bu nedenle herkese adil olmaya çalışan DERGİ, olumlu iz bırakanlara, dergiye emek verenlere öncelik verir. *YAZARLARDAN en az BEŞ yazısı yer alan, emeği geçen kişiler yazar listelerinde gösterilir. Listede ilk 10'da öncelik o anda fiili olarak yazan yazarlardadır. *YETKİLİ YAZARLAR sayfaya düzenli yazarlar ve yazar listelerinde öncelikle ve en başta yer alırlar. 10'luk yazar listelerinde gösterilirler. *AYRILAN YETKİLİ YAZAR: Kabul edilir bir gerekçesi olmadan bir aydan uzun süre yazmaya ara veren yazarların yetkileri geri alınır. Dahil oldukları gruplardan çıkarılır. Varsa diğer yetkileri bırakmaları beklenir. Yazılarının geleceğine dair kendisi karar verir, isterse siler. Dönüşlerine değin öncelikleri, kazanımları, yetkileri saklanır. Yazar adları ve yazıları istenirse kalır. *Beş yazısı yayınlanan yazara profil yapılır, dergiden ayrılsalar bile tanıtımları ve öncelikleri saklanır. Dilediklerinde konuk yazar olarak yer alırlar.
- KÜRT SORUNU BÖYLE ÇÖZÜLMEZ
Zeki Sarıhan * Bir yıl önce MHP Genel Başkanı ve Türk Milliyetçiğinin önemli temsilcilerinden Devlet Bahçeli’nin gizemini koruyan girişimiyle yeni bir “Kürt Açılımı” başladı. Böyle yüz yıllık bir geçmişi olan ve hem Kürtlerde hem Türklerde derin yaralar bırakmış bir sorunun bir çırpıda halledileceğini sanmak doğru değildir. Bu nedenle önce Türk kamuoyu hazırlanmaya çalışıldı, sonra Mecliste adında “Millî Dayanışma”, “Kardeşlik”, “Demokrasi” sözcükleri bulunan bir komisyon kuruldu. Barış sözcüğü de yeniden dolaşıma sokuldu. Siyasi parti temsilcilerinden başka toplumun çeşitli kesimlerini temsil eden kişiler de komisyonda görüşlerini açıklamaya devam ediyor. DEM milletvekilleri Abdullah Öcalan’a bilgi vermek ve onun görüşlerini alıp devlete iletmek üzere İmralı adasını su yoluna çevirdiler. Hükümetin yorgunu yokuşa sürdüğü açık. Kürt Sorunu Böyle mi Çözümlenir? Verilen demeçlerden, gazete yazılarından ve televizyon tartışmalarından anlaşıldığına göre DEM’in temsil ettiği Kürt tarafının bu fırsattan yararlanarak Kürtlerin siyasi konumunu ve haklarını genişletmeye çalıştığı, Abdullah Öcalan’ın ve PKK’lı mahkûmların serbest bırakılmasını istediği anlaşılıyor. Devleti temsil edenlerin ise şimdilik kamuoyunun eğilimlerini ölçmeye çalıştığı anlaşılıyor. Sosyalistler dışında kalan Türk çoğunluğunun buna henüz hazır olmadığı da anlaşılıyor. MHP dışındaki milliyetçi partiler, Kürt taleplerine karşı ateş püskürüyor. Nihayet, tarafların birbirine ne kadar kızgın oldukları kullandıkları “Alçak!” hakaretinden de anlaşılıyor. On yıllar boyunca PKK üzerinden Kürtlere karşı olumsuz duygularla doldurulan halktan da açılımın başarıya oluşacağına inananlar fazla değil. Sosyal Demokrat CHP ise “İki arada bir derede.” Parti yönetimi, Kürt seçmenlerinin desteğine ihtiyaç duyduğu için onların taleplerine cepheden karşı çıkmıyor, kendi seçmeni de çoğunlukla milliyetçi. Diğer milliyetçi kesimden de oy beklentisi olduğu için durumu idare etmeye çalışıyor. Böylece, şiş de, kebap da yanmaktan kurtulacak. Muhalefet gazetelerinin yazarları ise baştan beri aleyhte yayın yapıyor. Bu kesimin açılıma razı edilebilmesi hayli zor olacak. Sorun Böyle Çözülmez Zaten Kürt sorunu böyle çözülmez. Arap saçına dönmüş Yüz yıllık bu sorunu çözebilmek için, onu çözmeye adaylığını koyanların elinde bir anahtar olması gerekiyor. İlk önce Kürt sorununu ne olduğunu anlamak lazımdır. Kürt sorunu özetle, Kürt adında bir millet olduğu, onun dört ülkede ve ülkelerin belirli bölgelerinde çoğunluk nüfusu oluşturduğu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İran’ın kuzeyinde Mahabat adında bir cumhuriyetle, günümüzde Kuzey Irak’ta özerk bir yönetim dışında bağımsız bir devlete sahip olamadığı gerçeklerini içeriyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de birden çok milletin yaşadığı devletler var. Türkiye’de olduğu gibi tarihsel gelişmelerin bir devlet içindeki milletlerden birini kurucu ve başat konuma getirdiği olur. Ancak bu durumda, azınlıkta kalan milletin hakları da fiilî ve yasal olarak tanınmak zorundadır. Türk milliyetçiliği uzun yıllar Kürtlerin varlığını, dolayısıyla farklı bir millet olmaktan doğan haklarını inkâr etmiştir. Ancak bir hayli kavga döğüşten sonra Kürt varlığı fiilen kabul görmüş ve buna ilişkin bazı reformlar da yapılmıştı. Kürtçe televizyon, bazı üniversitede Kürtçe Kürsüsü, Kürtçe dil kursları açmak bunlardandır. Kürtlerin parti kurma hakları ise daima tehdit altındadır. Kürt partileri kapatılmış, Kürt milletvekilleri Meclis’ten atılarak tutuklanmıştır. Kürtlere politika yapmak tamamen yasaklanmak istendiyse de bu başarılamamış olmakla birlikte Selahattin Demirtaş gibi Kürt önderleri hapiste rehin tutulmaktadır. Kürt bölgelerindeki bir hayli Belediye hâlen kayyımla yönetiliyor. Açılımın amacı nedir? Hangi dağda Kurt ölmüştür? Açılım, Orta Doğu’daki gelişmelere bakılarak Kürtleri Türkiye’de ve Türk halkıyla birlikte tutmak için mi ortaya atılmıştır. Öyle ise bu neden açıkça dile getirilmiyor? Yoksa, Kürtlerin ağzına bir parmak bal çalmak mı niyetleri? Bu balın kaç kaşık olması gerektiği konusunda bile henüz bir plan ortaya konulabilmiş değildir. Yoksa, siyaseten zayıflayan ve ilk seçimlerde iktidarı kaybedeceği anlaşılan iktidar bloğu seçimlerde Kürt oylarını kendi taraflarına çekmek, böylece iktidarlarını uzatarak, ekonomik kaynakları yandaşları arasında bölüştürmek ve milliyetçi-İslamcı bir düzeni kökleştirmek mi istiyor? Millet kavramını anlamak Bütün bu belirsizlikler, oyalamalar, yoklamalar, Kürt sorununu daha doğrusu millet kavramını anlamamaktan kaynaklanıyor. Oysa yüz yılı aşkın bir süre önce hem ABD, hem Sovyet politikalarında millet sorunu bütün dünyaya duyurulmuş bulunuyordu. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyaya verilecek siyasi biçim konusunda ABD Başkanı Wilson’un, Osmanlı devletinin Türklerle meskun bölgelerinin Türkiye’de kalacağını ilan etmesi, Türklerde ne büyük bir rahatlama yaratmıştı. “Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı” onlarca milletin bağımsızlığının tanınmasıyla sonuçlandı. Kurtuluş Savaşı önderleri de Sovyet etkisiyle bu hakkı tanıdıklarını ilan ettiler. Örneğin, Arap halkının, Kars Ardahan Batum’dan oluşan Üç İl’in ve Batı Trakya’nın kendi geleceğini tayin edeceğini programlarına aldılar. Kürtlere gelince, onlar için de bu hakkı inkâr etmediler. Kürtlerin Türkiye’de kalmayı tercih ederek bu hakkı kullandığını belirtmekle birlikte 1921 Anayasasında vilayetlerin muhtar olacağı, birçok konuda kendi kendini yöneteceği belirtildi. Türklerle Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme ve padişaha karşı kurduğu cephenin sebebi buydu. Kurtuluş Savaşı’nın önderinin de bu konuda verdiği sözler vardı. Günümüz Türk milliyetçileri “millet” kavramının yalnız Türkleri tanımlamak için kullanıldığını sanıyorlar. Empati Yapmak Bile Yeterdi Yalnız empati yapmak yani kendini başkalarının yerine koymak bile Kürt sorununu çözmek için yeterdi. Daha 13-14. Yüzyılın Anadolu bilgesi Yunus Emre “Sen kendine ne sanırsan ayrığa da onu san” diyerek “Dört Kitap’ın içeriğine bu anlamı yüklüyordu. Yurt dışında Yunus Emre adına Kültür merkezleri açanlar, onun dile getirdiği empati, barış ve kardeşliği anlamış olsalar iyi olurdu. Belli ki, günümüzde “Türk milliyetçisi” olduğunu söyleyenler, başka milletlerin de “milliyetçi” insanlar yaratacağını kabul etmek istemiyor. Bu tarz bilgisizlik, ne yazık ki dağdaki çobanda, tarladaki çiftçide, fabrikadaki işçiden çok, gazete köşe yazarlarında, Meclis’te bulunuyor. Ancak tahsille elde edilebiliyor…
- Çocuk Şehrim-2
Foto: Yusuf Erbay 3 Şehrin pişman şairi Uyaksız bakışıyla Beni uğurluyor / el pençe… Sararmış bir sohbette Sıkışıp kalmış dostlar Ve gençliğin şen kızı Gidişimi kutluyor… -Az önce soludum Çıkmaz sokaklarda Bıraktığın nefesi- 4 Çoktan terk ettim Doğduğum şehri Dönüp bakmadım Gizlenen çocukluğuma… Bahçeler uzak şimdi Akasyalar kayıp Mavi dönmüyor misketler… -Beklemezdim Yabancı bir balkonda Sona ersin şölenim…
- İBRADİ
İBRADİ’YE NEDEN GİTTİM? * Hasan GÜLERYÜZ * Antalya’nın önemli turizm ilçeleri yanında adı sanı duyulmamış olan bir yazlık, önce köy ve 1990’da ilçe olan bu dağdaki ilçeye yerleşime neden gittim? İbradı, 300’ün üzerinde devlet ve iş adamı çıkarmıştır. Antalya’nın İbradı İlçesi, geçtiğimiz 100 yıl içinde yetiştirdiği değerlerle tarih kitaplarında yerini almıştır. Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde ‘taşlık ve çalılık olduğu için ulaşamadım’ dediği İbradı’ya 19.10.2025 günü gittim. İki gün önce de Merak Bireyin Bilme İsteği ve Potansiyel Enerjidir başlıklı bir yazı yazdım. Seydişehir, Bozkır’dan inerek, Güleroğlu Mağazasından alış veriş yaptık. Ayrıca birinci sınıf oto galerisi de var. Kim bu Güleroğulları dediğimde, Bozkır’ın zenginleri. Onlar Akseki’den geldik derler. Bozkır’ı Konyalı Mehmet Çimen, Nalan Mustafa Ceyhan, Mustafa Torun’a sorarız! Bize çay ikram edene İbradı’yı sordum, çok yakın, görmeye değer dedi. Büyüleyiciydi doğa. Yeşilçamlar arasında sararmış, kayın, akkayın, kavak yaprakları arasından aktık. Yol bakımlı yeni asfalttı. Akseki kavşağından ayrılarak 20 km yolu, bu keyif ve heyecanla eşimle 1100 metreye tırmandık. Beni ilgilendiren entelektüel ve yazarlar vardı. Bir kısmını yakından, bir kısmını kitaplardan tanıyordum. Ve burayı yirmi yıldır merak ediyordum. İbradi'nin Arapça "soğuk yer anlamı taşısa da "ibr, İbra" heceleri etimolojik bir anlam ifade ediyordu. Ad önemli olduğu için Aydınkent demediler, İbradi'de karar kıldılar. Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkan Alman araştırmacı Hans Peter Leguer’in “Osmanlı Mezarlıkları ve Mezar Taşları” kitabında İbradı İlçesi’ndeki mezar taşlarının Osmanlı’nın diğer yerlerindeki mezar taşlarından farklı bir yapısı olduğunu anlatır. Bu dergiyi biliyorum, umarım ulaşırım. Kısa zamanda burada bir inceleme yapmam mümkün değildi. Bunu da düşünmüyordum. Benim yapacağım, yerle bilgiyi teyit eden bir gözlem olabilirdi. İlçede sağa sola doğru gezdim. CHP ilçe Başkanlığının altındaki kahvede oturdum. Maden suyu, çay içtim. Kahveci İsmail’le konuştum. İlk sorum “keyfin nasıl?” sorusu oldu. İdare ediyoruz işte! Size kim derler? Durdu, düşündü, Yörük müsünüz? Evet, Yörük sayılırız. Buranın tarihi çok eskilere iner. Okuma yazma oranı yüzde yüz. Benim gücüm bunu açıklamaya yetmez. Burası üç kere yandı, yeniden yapıldı! Belediye Başkanı çok amaçlı lise mezunu bir kadın! Taştan Halk Kütüphanesi ilgimi çekti. Oraya yöneldim. Fotoğraflar çektim. İlçenin tuvaletleri temiz ve ücretsizdi. İbradı Köyünün ünlüleri: 1. Halit Nazmi Bey 1897 yılında İbradı’da doğdu, 1946 seçimlerinden sonra kurulan CHP kabinelerinde maliye bakanlığı yaptı. 2. CHP eski Genel Başkan Yardımcısı Hakkı Süha Okay’ın ailesi İbradı’lıdır. 3. İbradı’lı Mekki Keskin ve Ziya Keskin Bey’ler de Konya Milletvekilliği yaptılar. 4. Bursa’nın en zengin işadamlarından ve aynı zamanda Bursa millet vekilliği de yapmış olan Faik Yılmaz İpek de bu küçük kasabanın yetiştirdiği isimlerden. 5. Kandilli Rasathanesini geliştiren Prof. Osman Sipahioğlu da, bu ilçenin yetiştirdiği ender insanlardan biridir. Türegün ailesi İbradı’lıdır. Hazım Türegün 1952’de Danıştay Başkanlığına seçildi. Torun Ayşe Türegün ise Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’la uzun süre evli kaldı. Pamuk'un bunlarla ilişkisi nereden? 6. Ankara’da bir eğitim kurultayında izlediğim ve Öğretmen Hareketi kitabını incelediğim Muammer Aksoy, akşam yemeğini yerken 31 Ocak 1990 günü (73 yaşında) silahla öldürüldüğü haberini tv’de izlerken kaşık elimden düşmüştü. Zürih Üniversitesi Hukuk ve Devlet Bilimleri Fakültesi'nden Hukuk Doktoru derecesini aldı. İbradı doğumluydu. Düğmeye basılmıştı. Ardından, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Adnan Kahveci’ye uzanacaklardı! Ortada gizli bir tarih var! Muammer Aksoy’un kardeşi Prof. Muzaffer Aksoy da Türk tıp tarihine geçmiş bir doktordu. 7. Ve bilinmez, Adana’da çok etkili Kasım Gülek Köprüsünden her geçerken CHP’nin gedikli genel sekreterini düşünürdüm. Gülek 1905 yılında adana da doğmuştur. babası ittihat ve terakki cemiyeti Adana sorumlusudur. Paris’te ecole des sciences politiques, columbia üniversitesi, Londra üniversitesinde, Cambridge üniversitesinde, Berlin ve Hamburg üniversitelerinde öğrenim görmüş ve çalışmalar yapmıştır. Yedi dil bilen bir politikacıydı. DSP’li Tayyibe Gülek de bu şirin kasabanın ünlülerindendir. Sonra bu Gülek sanırım Akp’ye geçti! Politikanın enlerinden bu aile... Türkiye siyasal yönetiminin arka yapısını gösteriyor. 8. Ünlü folklor araştırmacısı, Ankara Dil Tarih öğretim üyesi Pertev Naili Boratav ve sosyalist, iktisatçı Prof. Korkut Boratav ve ilk doktorlarımızdan Müeyyet Boratav da İbradı İlçesi’ne kayıtlıdır. Müeyyet Bey’in oğlu CNN TÜRK’ün başındaki Ferhat Boratav olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım. 9. Zeki Triko’nun sahibi Zeki Başeskioğlu şöyle diyor: “Aksekilidir aslımız, Firavun’dur neslimiz. Hind-ü Çin’de gezer yırtık feslimiz.” Aksekili Zeki Triko’nun sahibi Zeki Başeskioğlu şöyle diyor: “Aksekilidir aslımız, Firavun’dur neslimiz. Hind-ü Çin’de gezer yırtık feslimiz.” Bu ad İbradılı ile bağlantılıdır. 10. Ali (Hüsrev) Bozer de, İbradı’nın yetiştirdiği önemli siyasetçilerden biridir. Ali Bozer Belediye Parkına gezdik. Prof. Bozer, Başbakan Yardımcılığı ve Devlet Bakanlığı yaptı. Anap'ın vazgeçilmezlerindendi! Kardeşi Prof. Yüksel Bozer ise uzun yıllar Hacettepe Üniversitesi’nin rektörlüğünü yaptı. 11. Bayındırlık eski Bakanı Safa Giray da İbradı doğumludur. Diyarbakır Milletvekili Kamil Tayşi, Niğde Milletvekili Asım Eren, Bilecik Milletvekili Ahmet Esen ve Ali Esen’in yanı sıra Kayseri Milletvekilleri Reşit Turgut Yusuf Ziya Turgut da İbradı’lı milletvekillerinden. 12. CHP’nin parti sözcüsü Hakkı Süha Okay İbradılıdır. Konya daima İbradılılar için bir siyaset arenasıdır. 13. Mevlüt Çavuşoğlu da Alanya 1968 doğumludur. İbradı kasabasıyla oldukça ilişkiliydi ve sık sık burayı ziyarete gidiyordu. İngilizce, Japonca ve Almanca biliyor. Uzun bir dönem AKP Dışişleri Bakanlığı yapmıştır. 14. Halit Nazmi Keşmir, 1897 yılında İbradı’da doğmuş, bu köylü Ortaöğrenimini Saint Joseph Fransız Koleji‘nde tamamlamıştı. 1946 seçimlerinden sonra kurulan CHP kabinelerinde maliye bakanlığı yapmıştı. Bu köyden İstanbul’un en gözde kolejine uzanmayı nasıl başarmıştı? 15.Tarık Minkari kimdi? İbradı’lı en ünlü ailelerden biri Minkariler’dir. Hani şu geçenlerde kaybettiğimiz ünlü cerrah, yazar, eğlenceli dünya insanı Prof. Tarık Minkari’nin ailesi. İlk tanınmış Minkari ise bir şeyhülislamdı. Yahya Minkari, Sabetay Sevi’nin yargılanması sırasında hemen yanı başında bulunan bir din adamıydı. Ama Sabetay Sevi ile birlikteliği bununla sınırlı kalmadı hiç kuşkusuz. Sabetayist olduğunu açıklayan ender kişilerden biri olan Halil Bezmen’in ailesi ile Minkariler akrabaydı. Sonuç: Bu dağ köyünden: Hukukçu 109, İdareci 58, Tıp Doktoru 55, Mimar-Mühendis 40, Subay 21, Maliyeci 15’tir. Bu mesleklerden milletvekili ve bakan olanların sayısı 24, profesör olanlar 21, Yargıtay Danıştay, Sayıştay başkanı ve üyesi olanların sayısı da 25 kişidir. Hiç böyle bir kasaba gördünüz mü? Bu dağ köyünü ve ilçeyi görmek istemez misiniz? Bu kadar üst düze yönetici, akademisyen, hukukçu yetiştiren İbradı’yı ekonomik, sosyolojik olarak merak etmez misiniz? Kayna k: Erdoğan Bişkin, İbradı Kasabasının Sırrı ve Şanslı Türklerin Gizemli Başarısı, Milli Çözüm Dergisi, 2016. Ekşi Sözlük, https://eksisozluk.com › ibradi--945838
- Yaralı
YAŞAR MİRAÇ * Bir yaralı sevdalıyım Göğsümün gürgün pınarı Gonca güller karanfiller Moran gelincikler kanar Bir kırık badem dalıyım Yurdumun yorgun kuşları Ala şahinler turnalar Yuvaları dağıtılan Toy kanatları kırılan Emekcen gurbet kuşları Sürgün kuşlar bana koşar Bir çamlıbel maralıyım Ayçe sudan içmedeyken Gökten bala geçmedeyken Avcılar ağına düştüm Yarıldı göğsümün narı Yaralıyım yaralı Defne Dalım Sarın Beni Yaralıyım yaralıyım Güvercinim örtün beni Irmaklarım yunun beni Yıldızlarım malaklarım Dağlara kaçırın beni maviADA 9. sayı. GÜZ 2006

Hayat ve Sanat
DERGİSİ
Emek veren herkesin ADAsı



























