Türk edebiyatının en iyi öyküleri arasında sayılan ‘Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesinde, fotoğrafçı dükkanlarının vitrinindeki mutlu insanlara özenen adam, bir gün öyle mutlu bir fotoğraf çektirmek ister; fakat olaylar istediği gibi gelişmez. Kahramanımız bir gün ismi ile müsemma bu fotoğrafçıya gider ve vesikalık çektirmek istediğini söyler; tabii ki aklında bin bir hüzünlü düşünce ve bin bir soruyla... Fotoğrafı çekilirken öyle bir ifadeyle bakar ki kameraya, fotoğrafçı özür dilemek zorunda kalır: “Beyim, kusura bakmayın, sizin resminizi çekemeyeceğim, burası mesut insanlar fotoğrafhanesi." İşte mutsuzluğun en yalın hikayelerinden birini yazan, edebiyatımızda “Yedi Meşaleciler” diye bilinen topluluğun yedi üyesinden biri olan Ziya Osman Saba…
Hiç olmazsa unutmamak isterdim
Eski geceler, sevdiklerimle dolu odalar...
Yalnız bırakmayın beni hatıralar.
Az yanımda kal çocukluğum,
Temiz yürekli uysal çocukluğum...
İlk şiirim, ilk arkadaşım, ilk sevgim...
Doğduğum ev… rahatlayacak içim, duysam
Arıyorum aklımda bir ninni bestesini...
Böyle uzaklaşmayın benden, yaşadığım günler.
Güneş, getir bir bayram sabahını.
Çocuk dizlerimdeki yaralar,
Mektebim, sınıflarım, oturduğum sıralar...
Yalnız hatırlamak hatırlamak istiyorum
Nerde kaldı sevgilim seni ilk öptüğüm gün,
Rengine doymadığım o sema,
Ahengine kanmadığım ırmak…
Bırakıp her şeyi nereye gidiyorum…
Nedendi ağladığım, nedendi güldüğüm?
Çağdaş Türk hikâyeciliğinin mihenk taşlarından olan Sait Faik, 1930'larda başladığı yazı hayatı boyunca “sorumlu avare, gözlemci balıkçı, çakırkeyf sirozlu, küfürbaz şair, müflis tacir, züğürt yazar, hamdolsun diyemeyen rantiye, anadan doğma çevreci” gibi çeşitli sıfatlarla anılan Abasıyanık şöyle der: ““Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım, içinde hikâye kokusu var dediler. Demek ki ben ne hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.”
Sana koşuyorum bir vapurun içinden
Ölmemek, delirmemek için.
Yaşamak; bütün adetlerden uzak
Dünyada büyük fırtınanın koptuğu böyle günlerde
Eli elimin içinde olmalı.
Bana su, bana ekmek, bana zehir
Yaşadığı dönemde tiyatro, sinema ve şiir dünyasının önemli isimlerinden olan ancak günümüzde çok da fazla tanınmayan Cahit Saffet Irgat’ın şiirleri, savaşın, terörün, yoksulluğun canlar yaktığı günümüzde bir kez daha anlam kazanır. Zaman tüm hızıyla gelip geçse de acılar ve korkular hiç değişmiyor… “anne girmem bu oyuncak dükkanına / orda toplar, tayyareler, tanklar var / ben yaşamak istiyorum / ağaç gibi sessiz sessiz ve rahat…”
Her yerde aynı hava, aynı koku, aynı dert
Gökler bile değişiyor lahzada
Güneşiyle bulutuyla gökyüzü
Bütün şehir, bütün deniz, yeryüzü
Özellikle ilk aşkını anlattığı eseri olan “Kırık Kanatlar” ile Doğu'nun ‘arabesk kadercilik’ üzerine kurulu ve adaletten uzak tavrına bir başkaldırı niteliği taşıyan “Asi Ruhlar” isimli eserlerinden sonra aforoz edilip “Bir dağın değil, bir şiirin ismidir” dediği memleketi Lübnan'dan sürgün edilen Halil Cibran'ın, bunların yanında edebi anlamda da sürgüne maruz kaldığından ve hep palto altında okunan bir yazar olduğundan bahseder, memleketlisi olan Amin Maalouf. Evet o, bir edebiyat sürgünüydü ama bir asır sonra hâlâ edebiyatın başköşesinde yerini alan bir sürgün…
derler ki, çakal da, köstebek de
aslanın susuzluğunu giderdiği
Ve kartal ve akbaba gagalarını
Tanrısal eliyle arzularımı dizginleyen,
ve onura ve gurura olan açlığımı
ve susuzluğumu arttıran sevgi...
İçimde güçlü ve değişmez olanın,
zayıf benliğimi baştan çıkaran
ve yüreğim kavrulsun susuzluktan,
yeter ki senin doldurmadığın bir bardağa
veya senin kutsamadığın bir kaseye uzanmasın elim.
1935 doğumlu İranlı şair, yazar, oyuncu, yönetmen ve ressam. Kısacık bir hayat yaşamış ama 32 senelik ömründe sanatın her alanına dahil olmayı başarmış bir kadın o. Üstelik bütün bunları, imkansızlıklarla dolu yıllarda; bir imkansızlık ülkesinde yapmış. Daha uzun yaşasaydı, muhtemelen tüm dünyaya duyuracaktı adını. Ve herkes bilecekti onun en etkileyici betimlemelerle dolu dokunaklı cümlelerini. Ancak Füruğ, her şeye rağmen, yaşadığı süre boyunca Fars edebiyatının en güzel şiirlerini yazdı; şair oldu, ödüllü bir yönetmen, ressam, eş, anne, aşık oldu. Bu duygulu kadının “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” isimli şiirinden alıntılarla, kısacık bir yaşama neler sığdırdığına bakalım:
küçücük gecemde benim, ne yazık
rüzgârın yapraklarla buluşması var
küçücük gecemde benim yıkım korkusu var
karanlığın esintisini duyuyor musun?
bakıyorum elgince ben bu mutluluğa
bağımlısıyım ben kendi umutsuzluğumun
karanlığın esintisini duyuyor musun?
şimdi bir şeyler geçiyor geceden
ay kızıldır ve allak bullak
ve her an yıkılma korkusundaki bu damda
bulutlar sanki, yaslı yığınlar misali
bu pencerenin arkasında gece titremede
ve yeryüzü giderek durmada
bu pencerenin arkasında bir bilinmez
seni ve beni merak ediyor
yakıcı anılar gibi ellerini,
bırak benim aşık ellerime
benim sevdalı dudaklarımın okşayışına bırak
ŞÜKÛFE NİHAL (1896 – 1973)
“Şükûfe Nihal hemen her görenin aşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. Güzel denemezdi pek; gözleri çukurdu ve ufaktı… Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da bu dünyaya metelik vermeyen haliydi. Ya o sıralar, hayran olunacak kadın sayısı mı çok değildi, ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hala sevdiğimi biliyorum. Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı. Evet, pek çok kişi sevdalanmıştı, zamanın en gözde şairlerinden biri olan bu kadına.” (İsmet Kür’ün Yarısı Roman adlı eserinden)
Şükûfe Nihal’in hayran kitlesi arasında; Nazım Hikmet, Ahmet Kutsi Tecer, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi ünlü şairlerin yanında Cenap Şahabettin’in kardeşi şair Osman Fahri de vardır. Aşkına karşılık bulamayınca önce İstanbul’u terk ederek öğretmenlik yapmak üzere Elazığ’a gider, ama aşkını unutamaz ve 1920 yılında kafasına tabanca dayayıp intihar eder. Şükûfe Nihal ona karşı bir şey hissetmemiş olsa da sonrasında kara sevda yüzünden canına kıyan Osman Fahri’yi ömrü boyunca unutamaz. “Zaten insan hayatında bir kez sever. Gerisi kapılış aldanış. Ben bütün şiirlerimi bir tek şahıs için yazdım. Hep onu anlattım, ona seslendim. Tek aşkım odur. Beni tek seven odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı” diye dert yanar.
Adını ellerimle çizdim altın kumlara
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra,
Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk taş!..
İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine;
Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu…
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…
Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!
“Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere”
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…
MÖ. 615 yılında dünyaya gelen ve Antik Çağ'da adından en fazla söz ettiren isimlerinden biri olan, aynı zamanda da Yunan'da ilk kadın şair olarak ünlenen Sappho, Lesbos şehrinde (bugünkü adıyla Midilli adasının Mytilene şehrinde) yaşayan aristokrat bir ailenin üyesidir.
Bir Afrodit kültü rahibesi olan Sappho, bağlı bulunduğu kültün de kendisine vermiş olduğu rahatlığa dayanarak özgürce içinden geçeni söylemiş, Açık ve yürekli bir tutum sergilemiştir. Dilindeki bu içtenlik ve açıklık sayesinde eserleri, tüm ardıllarını ve benzerlerini geride bırakarak yüzyılların ötesine geçmiş, çağlar boyu öykünülmüş, eleştirilmiştir.
Atlılardır der kimi en güzel
evrende: yayalar, gemiler kimi,
kimi severse kişi odur bence
öyle kolay ki kanıtlamak bunu
bakın en iyisi diye Helena
gördüğü bunca kişinin içinde
görünce onu, ana babasını
çocuğunu bile bir kez anmadan
Kypris’in; böyledir kadın yüreği
kolay çıkar baştan, tutkulanınca…
Anaktorya düşer usuma şimdi
sevgili yürüyüşünü görmeyi,
ışık saçan yüzünü yeğlerim
yaya arabalı savaşçılarına
Türkçesi: Azra Erhat-Cengiz Bektaş