top of page

Yaza Yaza Vardım Bir Güzel Yaşa

Nurten B. AKSOY

*


Küçük bir kız çocuğu; uzun yıllar önce kurak, sarı sıcak topraklarda gözlerini açar dünyaya. Çok da iyi hatırlayamadığı bu toprakların özlemini çeker hep yıllar boyu. Çocukluk yıllarından elinde kalan birkaç fotoğraf ve birkaç yanık hatıra; bir baston, minik bir yavru kedi, kırmızı bir oyuncak araba, bitmez tükenmez tünellerde yol alan bir kara tren ve düşler içinden gülümseyen simalar... Sonra sisler arasından güneşle birlikte doğan bir şehir, bir dünya güzeli; İSTANBUL…


İstanbul'la başlayan tutku, zamanla bir sevdaya, hatta bir kara sevdaya dönüşür... Okumayı söktüğü ilk günden beri okur, okur, hep okur, ne olursa olsun okur... Minik hikayelerle başlar ilk okumalar, sonra romanlar sonra şiirler, şiirler, şiirler... Ders kitaplarındaki tüm şiirleri farkında olmadan ezberler, bu yüzden daha ilkokuldayken bayramlarda ona okuturlar hep şiirleri, o minicik boyuyla haykırır:

"Bu vatan, toprağın kara bağrında

Sıradağlar gibi duranlarındır…”

Ömer Seyfettin’le başlayan ilk öykü okumaları Binbir Gece Masalları'yla devam eder. Bir de arkadaşlarla değiş tokuş yaparak okudukları eğlencelik Tommiksler, Teksaslar, Tentenler yoldaşı olur boş zamanlarında ona. Zaman geçer, genç kızlığa doğru ilk adımlarını atar; aşk romanları, cep fotoromanları ve duygusal şiirleri daha çok sevmeye başlar;

"Yeşil pencerenden bir gül at bana

Işıklarla dolsun kalbimin içi

Geldim işte mevsim gibi kapına

Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ”


Sonra lise yılları, heyecan ve korkuyla beklediği edebiyat dersleri. Okuduğu her bir şiir mıh gibi yüreğine saplanırken, kompozisyon dersleri kâbusu olur. Okumayı bunca seven bu genç kız niyeyse yazmaktan korkar hep; sınavlarda arkadaşlarından medet umar, bir iki cümle de ona söylesinler diye. Yazarken tutulur kalır, belki not korkusuyla dökemez içini satırlara; ama şiirleri hiç unutmaz, her fırsatta tekrarlar durur; divan edebiyatıymış, halk edebiyatıymış hiç fark etmez. Bir gün;

"Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı

Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı" diye dolanırken; ertesi gün

"Yeşil başlı gövel ördek

Uçar gider göle karşı…” diye gezinir durur.

Rüyalarını doldurur şiirler:

"Bu akşam bilmediğim bir âlem içindeyim

Ya rüyada bir seyyah, ya semavi Çin'deyim…"


Edebiyat dersleri yetmez şiirlere, milli güvenlik derslerinde, ders hocası yakışıklı teğmen de şiirler okur onlara:

"Şeytan dağında bir mağarada

Yaşayan büyücü bir kadın varmış

Aşka inanmayan taş kalplileri

Büyüler büyüler de kara sevdalı yaparmış...”

Kavak yelleri eser başında, şiir defterleri tutar; ilk sayfaya da "Annabel Lee'yi yazar özlemle ve hicranla...

“Senelerce senelerce evveldi

Bir deniz ülkesinde

Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz

İsmi; Annabel Lee…”

ya da Ahmet Arif dizeleri ile doldurur defterlerinin sayfalarını gizli gözyaşları akıtırken:

“Seni anlatabilsem seni

Yokluğun, cehennemin öbür adıdır

Üşüyorum, kapama gözlerini...”


Zaman bir "rüzgâr gibi geçer" adeta, üniversite yılları başlar... Kader onu hiç de farkında olmadan Edebiyat Fakültesinin sıralarına savurur.

"Alp Er Tunga öldi mü/Issız ajun kaldı mu” diye başlayan şiirler; "Dinle neyden kim hikâyet etmede/Ayrılıklardan şikâyet etmede" diye Mevlânâ'nın Mesnevi'si ile devam eder. Fuzûliler, Nedimler, Nâbiler… Daha sonra Namık Kemaller, Tevfik Fikretler, Yahya Kemaller ve nicelerinin dizeleri.


Hepsi bir oya gibi işlenir zihninin ve yüreğinin bir köşesine, günü geldiğinde kullanmak üzere kitler onları yüreğinin sandığına. Arkadaşlarıyla oyun gibi dizeler yazarlar birbirlerine yarışırcasına, atışırcasına. Kimi zaman romantik satırlar bir kitabın ilk sayfasında bir hediye gibi gelirken, kimi zaman da bir mektubun içine saklanır bir sırmışçasına...


Sonra öğretmenlik yılları başlar. Kendi yazamasa da öğrencilerine yazma ve güzel şiirler öğretme çabaları, şiir günleri, şiir dinletileri...

Ve bir rüzgarın savurmasıyla başlayan ilk gurbet günleri, İstanbul'a hasret günler. Şiirler, şarkılarla dindirir hasretini gurbette: "Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul"u okur Bolaman tepelerinde, "İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı" derken hırçın Karadeniz'in kıyılarında, o masmavi Marmara'yı düşler hep.


Derken evlilik ve Karadeniz'den Akdeniz'e yolculuk... Bir Antalya sevdalısını çıkarır kader karşısına, yasemin kokulu, portakal çiçeği kokulu şiirler yazan bir eş. Kendisine;

"Hayatında kara günün olmasın

Ümitlerin açılmadan solmasın

Yüzün gülsün, gözün yaşla dolmasın

Bahtın açık ufkun aydınlık olsun" diye şiirler yazan bir eş...

Nisan tutkunu bir şair; yazar da yazar... Sonra da yazmalara doyamadan göçer gider bir başka sevdalısı olduğu şehirde, İstanbul'da. Ardından hep şu dizeler dökülür sevdiklerinin dudaklarından:

“Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

Ve serin serviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”

***

Kitaplarla dostluğu hiç bitmez; hem kendi çocuklarına hem öğrencilerine rehberlik eder, okuyun hep okuyun diyerek. Çok okumanın yazmanın harcı olduğunu söyler onlara her fırsatta. Ama kendi bir türlü kalemi eline alamaz; ne korkusunu yener ne de zaman bulur yazmaya. Yıllar bir rüzgar gibi geçer, önce öğretmenliğe, ardından Antalya’ya veda eder, sevdalısı İstanbul’a yeniden kavuşur. Emekliliğin getirdiği boş zamanlar sanal alemle tanışmasına vesile olur. Eski dostlar, eski arkadaşlar çıkıverir karşısına sosyal medya sayfalarında. Bir bakar ki bilen bilmeyen, yazan yazmayan herkes şair-yazar olmuş kendince. O çok korktuğu YAZARLIK ayağa düşüp, pazara çıkmış meğerse…

***

Yıllar içindeki okuma sevdasını anlattığım o küçük kız artık büyümüş, öğretmen olmuş, anne olmuş, yıllarca hayatın bütün yükünü taşımış ve sonunda kendiyle baş başa kalmıştı. Şimdilerde yaşı kemale eren bir zamanların o küçük kızının yazma aşkını kendi ağzından dinleyelim bakalım.


Bir salkım söğüdün altında oturdum, kaldım

Gün kavuşurken akşama

Daldım gittim mavi sulara...

Gençliğimi aradım yanı başımda,

Yasemin kokan sokaklarda koştum nefes nefese

Kanat çırpan martıları sordum hırçın denize...

Yüreğinden vurmuşlardı Zümrüdüanka’yı

Kafdağı'na varamadım,

Güneş boyarken dünyayı kızıla,

Bir başka alemde uyandım sandım...

n.b.a


***

Otuz üç yıl öğretmenlik yapıp emekli olduktan ve kendi çocuklarımı da yuvalarına uğurladıktan sonra nihayet kendimle baş başa kalmıştım. Artık bol bol okuyacak, gezecek, kendimi ve sevdalım İstanbul’u anılarımı da yanıma alıp yeni baştan keşfedecektim.

Yollara düştüm yeniden, günlerce çocukluğumun sokaklarını gezdim tek tek; kimi zaman gülümseyerek, kimi zaman yaşlı gözlerle. Sokakları, doğayı, insanları seyrettim bu gezmelerde. Eve döndüğümdeyse bilgisayar başına oturup gözlemlerimi, izlenimlerimi yazmaya başladım. Sanki dilimdeki kilit kırılmış, kapılar açılmıştı. Sözcükler cümle, cümleler paragrafları oluşturuyordu. Yazmaya başlamıştım, yazıyor yazıyordum…


Sonra bu yazdıklarımı biraz ürkek biraz çekingen sosyal medyada yayınlamaya başladım. O bir zamanlar kompozisyon öğretmenlerimin dudak kıvırıp, düşük not verdiği yazılarım okunuyor, beğeniliyordu. Her ne kadar bu beğenilerin bir kısmı belki hatır gönül işiydi, ama edebiyatçı arkadaşlarımın beğenilerini, takdirlerini almak bende “sen bu işi beceriyorsun” duygusu yarattı. Artık kalemimin ucu açılmıştı; minik öyküler, anekdotlar, dizeler yazmaya başladım.


Yalnızlık günlerimin en iyi ilacı olmaya başlamıştı yazmak. Emekliliğimin ilk günlerindeki can sıkıntısının yarattığı boşluğu yazarak dolduruyordum ve zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum artık. Bazen mutluluğumu bazen deneyimlerimi bazen de öfkemi ve umutsuzluğumu döküyordum sayfalara. Kendi ufkumu genişletirken belki bir nebze de birilerine ışık tutup yol gösteriyordum. Bundan daha büyük bir mutluluk olur muydu?

2014 yılıydı, küçük oğlum edebiyat, kültür, sanat yazıları yayınlayan ve binlerce takipçisi olan bir sitede çalışıyordu. Birgün patronundan gelen bir teklifi bana iletti. Bu medya organında haftada iki gün edebiyat ve gezi yazıları yazmam isteniyordu. Bu teklif beni hem heyecanlandırmış hem ürkütmüştü. Gerçekten becerebilir miydim bu işi?


Ve ilk yazım yayınlandı Listelist’te, hız kesmeden devam etti, ta 2018 yılının sonlarına kadar. Bana maddi ve manevi anlamda çok büyük katkıları olan, adımın önüne YAZAR sıfatının eklendiği bu macera bu yoldaki en önemli adımdı. İkinci şansım ise 2014 yılının sonlarında maviADA Dergisi ile yolumun kesişmesiydi. Sosyal medyadaki yazılarımı ortak arkadaşlar vasıtasıyla takip eden Şenol Yazıcı dergiye katılmamı teklif ettiğinde sevinerek kabul ettim ve o günlerden bu günlere geldim. Gerek Listelist gerekse maviADA yazma maceramda bana ışık tutan, yolumu açan ve aydınlatan birer okul oldular. Bu arada maviADA da dahil pek çok basılı dergide ve internet dergisinde yazılarım yayınlandı. Hepsine müteşekkirim…


Yaş altmış beş, bilmem yolun neresi

Yorgun geçen bir ömrün belki son merhalesi

Çiçek açan ağaçlar, solan sarı yapraklar

Kocayıp giden ömrün en güzel hazinesi...


Nurten B. AKSOY




22 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

댓글