İbrahim Usta, besmele çekip marşa bastı...
Az sonra Sındırgı’dan çıkış levhasına vardık. Sındırgı küçük bir Anadolu şehri, varılmaz olur mu? Tabelanın yanına geldik bir de ne görelim, iki kadın el kaldırmış, “dur çekiyordu.” İbrahim Usta, benden tarafa baktı, bir şey diyecek oldu. Vazgeçti, hiçbir şey söylemeden durdu.
İbrahim Usta, nereye diye sormadan buyur etmişti. Aşağı inip rahat binebilmeleri için yardımcı oldum.
Sındırgı İzmir yolunun Kertil mevkisinde yol dardır. Dar olduğu kadar da bozuktur. İki araba yan yana kolay kolay geçemez. Bazı yerlerde durup yol vermek mecburiyeti vardır. İzmir’den İstanbul’a giden kamyonlar, otobüsler hep bu yolu kullandıklarından, her daim kalabalık olur. Kış günlerinde tam bir işkencedir. Buradan gitmeyip nereden gidebilirler ki başka gidecek yol mu var? Buna bir de kışın tahribatını ekleyince görün siz eziyetin kanlısını.
Kertil Çamlığı, yağmur bulutlarını üstüne çektiğinden çok yağmur alır.
Bir başladı mı yağmur, üç gün beş gün soluk almadan yağar: Hem ne yağmur, uzun bacaklı uzun bacaklı. Hani ilkokul çocukları yağmuru yukarıdan aşağıya uzayıp giden bir çizgi gibi çizerler ya işte tam öyle, yukarıdan aşağıya, aralıksız uzayıp giden bir çizgi.
Sındırgı’dan çıktıktan sonra, İzmir’e aşağı Türkiye’nin ekonomik yapısının aynası olan bu yol, kenarlarındaki ahlâtların kokuları, çamların reçine kokusundan daha baskındır. Armuda aşılanan ahlâtlar, silme armut değildir. Yanında, belinde, ahlât filizleri, ökseler. ‘Beni yok etmek kolay değildir, her babayiğidin harcı değildir,’ diyerek meydan okumaktadır adeta. Develerden uzak özgürlüğün tadını çıkaran çaltılar, yanlarından geçen taşıtları selamlayarak uzayıp gitmektedir göğe doğru…
Adının Melek olduğunu söyleyen kalın karakaşlı, etli dudaklı kadın, kulağıma eğilerek:
“ Tam tipimsin, hadi var mısın?”
Ne diyeceğimi bilemeden tutuldum kaldım. Birden kızarmaya, sonra domur domur terlemeye başladım. Gömleğimin üst düğmeleri açık olduğundan göğsümün üstünü kaplayan kıllar titremeye; sonra da rüzgârda başağa durmuş buğday tarlaları gibi dalgalanmaya başladı. Bu titreyiş, öyle bir titreyişti ki, dokunmayı, sarılmayı, ısıtmayı, bütün benliği ile arzulayan bir titreyişti. Birden, titreme fırtınaya döndü. Bir sağa, bir sola gidip gidip gelmeye başladı.
Kertil Yolu döne döne zirveye taşıyordu bizi. Önde bizim, arkada Kasarlıların kamyonun sesi yamaçlarda yankı bularak, geri dönüp Sındırgı Ovası’na doğru yayılıp gidiyordu. Egzozlardan çıkan dumanlar cennet yeşili kızılçamları, mazı çalılarını kömür karasına çevirmişti. Yağlı yaprakların üstüne azıcık bir yağmur çiselemeye görsün, elin değdiğinde alimallah derini yüzsen de çıkaramazsın. Artık o karalar zifte dönmüştür.
Etli dudaklı, cilveli kadına “hayır” demekle iyi mi etmiştim şimdi? Öyle söylemişlerdi, harama uşkur çözmek günahtır. Öyle işittim, öyle duydum babamdan. “Günah oğlum, harama uşkur çözenin evinin bedi bereketi olmaz, kesesinin deliği kapanmaz! Sakın oğlum, sakın ha! Bizim kitabımızda böyle şeyler yazmaz!”
Kamyondan indim, İbrahim Usta’ya hiçbir şey söylemeden yürüdüm. Önüme çıkan şeylere aldırmadan, çekip gittim. Usta, etli dudaklı kadının dediklerini işitmiş, yan gözle “haydi git, bitir işini, sen olmasaydın ben hallederdim” der gibi bir edayla süzmüştü ya! Şimdi, ona da kızıyordum,“eyvallah, hoşça kal,” diyecek halde değildim. O öfkeyle Kertil’in sık çamlı, balkanlık yamacına vurdum. Bir zaman hiçbir şey düşünmeden yürüdüm. Ayağımın altında gezinen börtü böceğe aldıracak değildim, verdim yürüdüm...
Sonra: “Ben, ben” olmalıyım, özümü yıkamalıyım. Kertil’in yamacından süzülüp inen serin soğuk sularla kırklanmalıyım, yüreğimi saran ihtiraslardan arınmalıyım. Özümü aklayıp pakladıktan sonra ona, adını bir türlü diyemediğim Maviliye çevirmeliyim yönümü. Sonra da tepenin en yücesine varıp bir çadır kurmalıyım. İşte orada, tam orada beklemeliyim. Bir nefes arası denilen ömrü onsuz geçirmemeliyim. İşte tam orada beklemeliyim.”
Tepeye baktıkça yaman bir korku kaplıyordu her yanımı. Yürüdükçe adımlarımı hızlandırdıkça, o kaçıyordu adeta. Tepeye varamamak, çadır kuramamak, tam orada, işte tam orada bekleyememek, onu kaybetmek, onu bir daha hiç görememek…
Yürüyorum, yürüdükçe üstümden geçen şehirlerarası elektrik aktarımını sağlayan yüksek gerilim hatlarının uğultusundan da korkmaya başladım. Küçük bir esintiyle bunca yükü taşımaktan yorgun düştüğünü haykırıyordu. Ha şimdi, ha birazdan ‘pat’ diye kopup ateşiyle yakacaktı beni. Bir yürüyor, bir koşuyor, tepeye ulaşmak için kan ter içinde kalıyordum. Üstümden geçen elektrik tellerine dikkat kesilmişken, bir Süleymancık da peşim sıra beni izliyordu. Süleymancık, bir kayanın üstüne çıkarak dile geldi:
“Kertil’in yücesine çık, bir çadır kur, sonra tekmil ağaçların secdeye gelmesini bekle. Ağaçlar secdede dururken; o, rüzgâr olup esecek, şimşek olup çakacak. Metanetli ol, serzenişte bulunma! O gelecek, al bir ata binip gelecek. Yedeğinde doru bir kısrak olacak. Eğer, doru tay yok ise onun sevdasını hak etmemişsindir. Sevda haktır, sevda emektir, sevda sabırdır, sevda onurdur. Hak etmemişsen, işte o zaman bir zaman daha beklemen gerekecek! Serzenişte bulunma, metanetli ol, sabret et!”
Yere dökülen ağaçların yaprakları, ayağımın altından kaydıkça sendeliyor, sendeledikçe mantar gibi kabarmış toprakla yüzleşiyordum. Bir müddet, diz gelmiş vaziyette, toprağı, inceledim. Rutubetli, iyice ufalanan kızılçamların iğne yaprakları, pırnalların dikenli yapraklarından oluşan homojen bir karışım. Bu karışım, bereketti “Al, toparla, bahçene hayattır bunlar,” diyordu, hemen üstümden yukarılara doğru uzayıp giden güngörmüş ulu bir ağaç.
Gözümü toprağın bereketinden alarak, çevre yanımı izlemeye koyuldum. Sağ yanımdaki uçurumu görünce soğuk soğuk terlemeye başladım. Ayağım bir kaysa, bir parçam bile kalmazdı akbabalara. Toparlandım. Bütün uzuvlarımla yeri iyice kavradım. Tırmandım, tırmandım… Gün akşama kavuştu, ortalık yavaş yavaş kararmaya yüz tuttu; sonra gece oldu. Karanlık koyu bir karanlık, bugüne kadar tanık olmadığım bir karanlık. Çakıldım kaldım bulunduğum yere. Ne kadar kaldım bilinmez... Yola koyulduğumda ara ara geriye dönüp baktığım çok olmuştu. Korkuyordum, bu Allah’ın dağında. Rüzgârın esintisiyle sallanan ağaçların dalları korkumu artırıyordu. Uğultu, korku film müziğini çağrıştırıyordu aynen. Hele adını bile bilmediğim, bugüne kadar görmediğim böceklerin sesleri, yüreğimi ağzıma getiriyordu.
Varıp en tepeye bir çadır kuracak, orada bekleyecektim Maviliyi. Bugün olmazsa, yarın; yarın olmazsa, elbet bir gün gelecekti. Bekledim… Yine gün battı, kaç zaman önce batmış bilmiyordum. O anda doğanın ürkütücü sessizliği dört bir yanı esir aldı. Kertil’in yabanıl hayvanları inlerinden çıkıp ava çıkmışlardı. Az öteden bir tilkinin “bang bang” sesi, aşağı tarafta Çoban Osman’ın köpeğinin sesini duyunca sokulacak kovuk arayan kızıl kurdun uluması... “Eyvah, ya bu dağlarda ayı mayı da varsa. Hemen yanı başımda gökyüzüne sırım gibi uzayıp giden çama tırmanmaya başladım. Oturabileceğimi düşündüğüm dalın çatalına oturdum. Yürürken yolda bulduğum urgan parçasını çamın gövdesiyle belime bağladım. İnsan kokusunu alan yabanıl hayvanlar aşağıya gelmiş, başlarını yukarıya çevirmişlerdi bile... Korkumdan bağıracak durumda değildim. Kertil tepesinin tekmil hayvanları kıçlarının üstlerine oturmuş, aşağıya inmemi beklemekteydi. Belki de bana secde edeceklerdi, kim bilir? Gecenin karanlığı, çamların koyu kara yeşilliği, korkuyu doğanın en ücra köşelerine kadar alıp götürmekteydi. Birden aklıma Seyyah Kaptan’ın Hacıbektaş’ın ceylanları söylencesi geldi. Yedi dağın ceylanları onun elinden yiyecek yemeye alışmışlardır ya… Bu yabanıl hayvanlar da benim dostluğuma gelmiş olabilirler miydi? Bu düşünceyle dalıp gitmişim:
“Üstümde uçan balondan, bir ip merdiven atıldı. Baktım, oydu, o! Tırmandım. Onca yılın verdiği özleme dayanamamış olacaktık ki tek kelime etmeden sarıldık. Yerden yaklaşık elli metre yukarıdaydık. Sındırgı’nın, Bigadiç’in, Balıkesir’in Karacabey’in Mustafakemalpaşa’nın verimli toprakları bir bir geride kalıyordu. Şimdi onca yıllık sevdanın özlemiyle sarılıyorduk. Yüreği karlı dağların özlemiyle billurlaşmış, gözleri, ceylanların sürmesiyle allanmış, dudakları vişnelerin kızıllığıyla kızarmış; al yanaklı, güneş yüzlü, tek gamzeli, yürek hoplatan bakışlı, bir konuştu mu bülbülleri, kumruları secdeye vardıran sevgili! Gemlik’in zeytin kaplı tepeleri. Ertuğrul Gazi’nin yiğit oğlu, Edebalı’nin damadı Osman’ın at oynattığı, Osmanlı’nın var olma tutkularının arşa kavuştuğu kanlı topraklar... Üstünden geçerek, dünyanın incisi, İstanbul eline vardık.
Sarıyer sırtlarından Boğaz’a baktık; sonra Boğaz’a aşağı yürüdük: Çalılık, fundalık, kömür karası çamlık… Sonra mavi suların üstünde yel gibi giden bir deniz otobüsüne bindik. “Mavilim!” diye haykırdım, Boğaz’ı çevreleyen yalılara karşı. Sait Halim Paşa, Vani Paşa...
Ötekiler ve Kuleli... Yeşili talan edilen tekmil Boğaz... Sonra birden o deniz otobüsü, köy kadınlarının ekmek yoğurdukları kocaman, kocamandan da kocaman bir ekmek teknesine dönüverdi. Arkadan büyük bir gemi hızla üstümüze doğru geliyordu. Bir çarpsa, param parça olurduk. Birden, tekne de biz de çivileme çakıldık bulunduğumuz yere. Denizin üstü süt beyaz köpüğe kesildi. İrili ufaklı tekneler, gemiler, çevre yanımızı sarıverdi. Bir gemiden sarkıtılan bir filikaya binerek kıyıya çıktık... Bir adım yürüyor, sonra durup bir bakıyorum. Tek gamzeli, yanağı, kestanenin kızılından da kızıl gözleri. O bakışlar, beni benden alıp da bilemediğim, romanlarda, atlaslarda, ansiklopedilerde dahi adını duymadığım ellere götür en bakışlar... İşte o... Şimdi el ele, yan yana Kertil Çamlığından daha ağaçlık bir yerdeyiz. Çamların karanlığıyla dört bir yan karanlıktan da karanlık! Batmaya yüz tutan güneşi görmek mümkün değil? Patika bir yoldan, aşağıya iniyoruz. Öyle bir yer ki buraları eskiden tanıyorum buralarda dolaşmışım. Nerede ne var, her şeyi, elimle koymuş gibi biliyorum. Üzerinde yürüdüğümüz patika yol, yüz yirmi katlı bir apartmanın yangın merdiveninden aşağıya doğru kıvrıla kıvrıla indiriyordu sanki bizi. Birden, hiç tanımadığım, aşina olmadığım bir yere geldik. Yol da nihayete erdi. Ne sağa, ne sola, ne de, önümüzde gidilecek bir yer yok! Eyvah, ufuktan kızıl bir ateş topu gibi başını gösteren ay da bir bulutun arkasına saklanıverdi! Her yan daha koyu, koyudan koyu bir karanlığa gömüldü. Sonra birden nasıl oldu, ne zaman oldu bilinmez Maviliyle Boğaz’ın bilmediğim bir yerinde tekne gezintisi yapmaya başladık. Boğaz sırtları, üstünden yol geçen sivri, sipsivri tepelere döndü. Bir kamyon yükünü almış, yolun dönemeçlerine bana mısın demeden kurşun gibi gidiyor. Pörtlek gözlü sürücü kudurmuşçasına sürüyordu. Ha şimdi, ha birazdan uçacaktı. Hava gidiyor geliyor, esiyor, yağıyor, dünyayı alt üst ediyordu bir an içinde. Korkudan bir avuç kalıp ufaldıkça ufalmıştık. Yaşamak, daha çok birlikte olmak adına sarılıyorduk birbirimize. Arkamızdaki küçük gemi birden tarifi imkânsız büyüklükte bir şilep olup üstümüze doğru gelmeye başladı. Deniz yükseldi, şilep yükseldi, deniz yükseldi, şilep yükseldi; neredeyse göğe çıktı. “Eyvah, yok olduğumuz andır! Hey, hey, kaptan, kaptan, dümen kırsana! Öldürecek misin bizi? Daha demin, yarım saat önce kavuştuk, hiç değilse birkaç gün birlikte olalım, ne olur izin ver!”
Kılımıza zarar gelmeden, ayağımız toprağa değdi. Her yer bağ: Üzüm bağları, üstelik kan yapan, enerji veren kara üzüm bağları. Kara kara üzümler suyundan yiyemesin, bir tanesini ısırmaya gör; her yanın su içinde kalır! Pekmez yapmalı bunları, en âlâ ilâçtan bile daha tesirli olur. Sonra o pekmezleri Uğur’lara, Yelda’lara içirmeli...
İstanbul sokakları: Sultanahmet, Bayazıt, Aksaray, Süleymaniye, Tophane, Galata, Pera... hepsi hepsi Osmanlı’nın yükselme döneminin ihtişamını haykırıyor! Yeniçeriler Caddesi. Osmanlı’nın adını dünyaya yazdıran, keçe şapkalı, Hacıbektaş ocağının korkusuz neferleri. Mehteranla, iki ileri, bir geri adımlarınız, Sekbanı Cedid askerleri ile vuruşmanız: Beyazıt’tan, Aksaray’a, Samatya’ya, Yedikule’ye kadar her yer silme ceset. Bir döneme damgasını vuran, Frenklerin korkulu düşü, Osmanlı’nın geri kalmışlığının vebali altında kalıp tarih sahnesinden silinip giden bahtsız topluluk, günah keçileri, olur olmaz kazan kaldırmanın, hak aramanın, hesap sormanın yolunu yordamını bilmeyen, ağalarının, hasekilerle, saray cariyeleriyle fink attığından bir haber topluluk...”
Bir rüzgâr, üstüne oturduğum çamı kökünden sallayınca kendime geldim. Uyumuş, uyuşmuşum! Ne o yollar, ne o Boğaz, ne yeniçeriler, ne Yedikule... Hiçbir şey, hiçbir yer yoktu görünürde. Aşağıda bekleşip duran yabanıl hayvanlar da gitmişlerdi. “Gün biraz yükselsin de ineyim,” diye düşündüm. Bir gecede, iki yüz yıllık yaşama tanıklık ettim, ne mutlu. Ne mutlu, onunla İstanbul sokaklarını, Boğaz’ın güzelliklerini birlikte dolaştık, ne mutlu! “
Çamın üstünden yavaşça indim, düşmemek için bütün dikkatimi topladım. Yosun tutmuş kahverenginin bütün tonlarına bürünmüş, bastıkça öğünü öğünüveren kabuklar daha bir dikkatli olmamı gerektiriyordu. Gözüme ilişen ağaçkakan yuvası aklımı başımdan aldı. Belki de kuş yavrularını yemeye alışmış karayılan oraya girmiş olmasın! Çocukluk yıllarımda öyle öğrenmiştim. Dalda dolaşan yalnızca sincap değil; bazen de kuş avcısı kara bir yılan da olabilirdi. Bunun örneğine kaç kez rastlamıştım. Bir seferinde duvar kovuklarındaki yuvalara dadanmış boz yılan, yumurtadan yeni çıkmış uçmayı bilmeyen yavruları yiyordu. Nurullah abi, tüfeğini tam o deliğe nişanlayarak ateşlemişti. Kurşunu yiyen boz yılan büyük bir şapırtıyla yere düşmüş; fakat ölmemişti. O anda yaralanan yılan birini yakalasa işini bitirirdi. Öğretmen adayı Ali Rıza, kürekle işini bitirmişti. Ya o yılanın soyundan biri bu delikte varsa, alimallah cırtladığı yere kadar kovarlar, öcünü alır. O korkuyla bırakıverdim aşağı kendimi. İnsan soyuna düşman Şahmaran’ın yedi göbekten bir yakını varsa... Garip çoban Şahmaran’ın yerini derdine çare bulunmaz padişaha söyleyince, yılanların öfkesini insanoğlunun üstüne çekmiştir ya. Rivayete göre iflâh olmaz bir derde yakalanan padişaha, hekimler, Şahmaran’ın kanını içince iyileşeceğini söylemişler. O padişah da Şahmaran’ın yerini bilenlere ödüller koymuş, her yerde onu aratmış; paranın yüzü tatlıdır derler ya, yapılan iyilikleri unutan, onu ölümden kurtaran Şahmaran’ın yerini bir kirli para uğruna söyleyivermiş çoban. O nedenle insanoğlu çiğ süt emmiştir, bir kalp paraya satar adamı. Padişahın adamları Şahmaran’ın gözünden akan yaşlara aldırmadan kalleşçe öldürmüşler, kanlarını efendilerine içirmişler! İçirmişler içirmesine de o günden sonra yılan soyunu insan soyuna düşman etmişler. Bunu söyleseler de anam,”sen kuyruğuna basmayınca, o sana bir şeycikler yapmaz oğlum. Sen bastığın yere dikkat et, yeter!” der.
Kamyondan indiğim yere geldim, İbrahim Kaptan’ın yerinde yeller esiyor. Ne Kasarlıların kamyonu, ne bizim kamyon! Oraya çöktüm, başımı ellerimin arasına alıp öylece kaldım. Doğanın sesleriyle oyalandım bir zaman. Başımın üstünden vızlaya vızlaya uçup giden sinekler, arılar; ötüşüp duran kuşlar, çatırdayıp duran çamların kozaları... Ara ara da az öteden gidip gelen arabaların sesleri...
Bir gölge kapladı dört bir yanımı sanki öyle bir kapladı ki, tarifi, imkânsız: Yabanıl hayvan desem; değil, ağaç desem, ağaç değil. Bugüne kadar hiç görmediğim garipliklerden biri olmalı. Bulunduğum alanda ileri geri koşturmaya başladım. Sonra çevre yanımda dönmeye başladım. Döndükçe döndüm. Sonra vardım mor bir kayanın üstüne oturdum. Burnuma gelen reçine, kekik, çitlembik, çam mantarı, küflenmiş, çürümüş yaprak kokularına aldıracak değildim. Ötüşüp duran, bağrışıp çağrışan, dünyanın bin bir çeşit kuşunun bir ağızdan bir şeyler demek istediklerini düşünerek dinlemeye koyuldum.
“Cik cik, cuk cuk, gak gak guguk guk, gurak gurak, cak cak...”
Kuşlar: Serçeler, üveyikler, ala kabaklar, karakargalar, gökçe kargalar, sığırcıklar, çobanaldatanlar, başı her yöne dönen felaket habercisi sayılan baykuşlar, akbabalar, alıcı kuşların tekmil çeşitleri ve ötekiler... hepsi ara ara, bir aynı ağızdan ötüşüp durmakta; sonra bir sıra halinde uçup durmakta üstümde. Sonra kimi uçmaktayken, kimi de kondukları ağaçların dallarından söylemeye başladılar:
“İbrahim Kaptan’a haksızlık ettin, hiçbir şey demeden alıp başını gittin, yakışık aldı mı Salih Efendi?”
“Senin, insan soyuna, kuş soyuna bir hayrın oldu mu Salih Efendi?”
“Rüzgâr kanatlı al atıma binip maviliklere süreceğim, dedin mavilikler ne tarafta kaldı Salih Efendi ?”
“ Umudum, arzum, şiirim, sevdalım, diyordun ne oldu, umudun, arzunun şiirini yazabildin mi Salih Efendi?”
“Al yanaklım, telli turnam, demiştin. Hani, ne oldu?”
“O benim yakışığım, yüreğimin sesi demiştin. Hani, ne oldu Salih Efendi?”
“Göl kıyıcığında, yeşilliklerin içinde küçük bir kulübede o ve ben demiştin. Ne oldu gölün kıyıcığındaki kulübeciğe Salih Efendi?”
“ O çalacak, ben kavuşmanın türküsünü söyleyeceğim, demiştin. O türküyü söyleyebildin mi Salih Efendi?”
“ Onsuz yaşam mahpustur bana, dedin. Hangi mahpustasın şimdi, hele ses ver?”
“Gözümün ışığı, gönlümün aşığı dedin. Gözlerinin feri çevrende olanları ayırt edebiliyor mu şimdi?”
“ Dünya bir tarafa, o bir tarafa, derdin. Şimdi o hangi tarafta?”
“Uğruna dağları delerim, kavuşamasam aklımı zail ederim. Vuslatım, dualarımın kabulüdür derdin. Bu ne demektir Salih Efendi, emek çekilmeyen sevdaya sevda denmiş mi, hiç duydun mu?”
“ Bir başına kaldın, terk edildin, bu hal ne hal, Salih Efendi?”
“Sen Salih Efendi, yine arzulamaz mısın eski günleri, o güzel gülüşleri, o sımsıcak bakışları, o görünce bir hoş olduğun anları...”
“O ceylan gözlüm, ömrüme ömürdür benim derdin. Ömrün uzadı mı, kısaldı mı?”
“Ömrüne ömür, canına can, yoluna yoldaş, soluğuna soluktu... sen yaşıyor musun Salih Efendi?”
“Yazıklar olsun sana Salih Efendi, bin kere yazıklar olsun!”
“Umudun, arzun, heyecanın hiçbir şeyin kalmadı... git, git, git, git... seni kimsenin tanımadığı ellere git!”
“Git, git, git... bu derdi, kıyamete kadar çek! Umut verip umudu tüketmenin bedelini öde!”
“Git, git, yalnızlığın katmerlisini yaşayacağın ellere git, sevdanın hakkını yedin, git bedel ödemeden de bir daha buralarda gözükme!”
“Git, bulutsuz, yağmursuz, gölgesinde kışlayacağın ağacın olmadığı yerlere cehennem ol git!”
“Git, sevdayı ihmal ettin, sevdanın hakkını yedin. İhmal ettin, ihmalin bir cana sebep oldu, git, kuş neslinin lanetini üstüne çektin, git, gözümüz görmesin!”
“Git, ucu bucağı olmayan çöller paklar seni, git, hak yedin, sevdanın hakkını yedin, sana sebep ağaçlar kuruyor, git!”
“Git, sana sebep tekmil doğa karaya kesti, git, utancından yemyeşil otlar karaya kesti!”
“Git, seven yüreklere kötü örneksin, hak etmediğin sevdayı kuruttun, bütün börtü böceği ağlattın, durma git!”
“Git, git, git, git, git t t t t t !”
Herkesi, her şeyi küstürmüşüm, bu ellerde yiyeceğimi bitirmişim, bu ellerde görüp edeceğim bir şey kalmamış besbelli. Gitmeliyim, kimsenin beni tanımadığı, doğanın başka, hayatın başka, bambaşka olduğu yerlere doğru alıp başımı gitmeliyim. Karaya kesen beyazımı belki oralarda ağartabilir, kim bilir... Bu karmaşık duygularla, bir sağa, bir sola saatlerce koştum. Sonra Kertil Çamlığının aşağısına doğru aldım yatırdım...
Comments