top of page

SALLANIR SALLANIR

Süleyman REİS


Süleyman REİS



  • Avdan dönmüştük. Islanmış, çok da üşümüştük. Uşbağar dükkânında gürül gürül yanan dev sobanın etrafını sarmış, kâh sırtımızı, kâh ayaklarımızı ısıtıyor, bir taraftan da birbirimizin morarmış dudaklarına, kızarmış burnuna, yapışmış saçlarına bakıp gülüyorduk. Yol tarafındaki pencerelerin önündeki masalarda oturan birkaç koyuncu, mezereci ya da yolcu kendi hallerindeymiş gibi görünmeye çalışırlarken bir yandan da kaçamak bakışlarla bizi izliyorlardı.    

                                                                 

Her yıl Ekim ayı sonları Kasım ayı ortaları aynı yerlerde avlanıyor, Uşbağar dükkânında biraz dinleniyor, dükkân sahibinin o meşhur kavurmasından yiyip dönüyorduk.


Dükkân, yayla yollarının birleştiği noktada yapılanmış, yolcuların dinlendiği, mezerecilerin ve koyuncuların ihtiyaçlarını temin ettiği bir mekândı. Tek katlı, Üstü beton, briket duvarlı, içi dışı sıvalı idi. Çift kanat bir demir kapıdan girişi, girişin solunda ahşap bir kapının açıldığı fırın ve bakkaliyesi, sağ tarafta ise yine ahşap bir kapıdan girilen kahvehane benzeri kahvaltı salonu ve çay ocağı vardı. Biz dışarıda arabadan iner inmez sağa sola bakmadan bu salona dalmış, tüfeklerimizi masaların üzerine koymuş ve sobayı sarmıştık.


Orada oturanlar bizi göz ucuyla süzerken bir taraftan tüfeklerimize, bir taraftan da askılıklarımıza bakıyorlardı. Bunca perişanlığın karşılığında ortada bir av, hatta avın emaresi bile yoktu. Artık hakkımızda bir hükme varılmışlardı. Biz onların nezdinde birer çaylak avcıydık.


Aslında ne demeli, haksız da sayılmazlardı. Çok keklik bulmuş ama bir tane bile vuramamıştık. Araba bizi Sesli Kayada bıraktı ve dağın öbür tarafındaki Tuzlak boğazında bekleyecek ve alacaktı. Nemli ve yoğun bir sis vardı. Geniş bir araziyi taramış, Kuyalar’dan dolanarak yarım daire çizmiş, tepenin arkasından yola varmıştık.


Umduğumuzdan fazla keklik bulmuş ancak bir tane bile vuramamıştık. Sis nedeniyle ormanlardaki bütün keklikler atmaca ve doğan korkusu kalmadığından çimenlere dağılmış, sere serpe her tarafa yayılmışlardı. Biz onları görmeden onlar bizi görüyor, pırr diye bir ses çıkarmalarıyla sis bulutunun arasında kaybolmaları bir oluyordu. Ateş etme bir yana tüfek dahi yöneltemiyorduk. Her seferinde hırslanıyor, hırslandıkça inatlaşıyor, inatlaştıkça da takibe devam ediyorduk. Tuzlak boğazına vardığımızda hızımızı alamamış, Mil dağının iki yakasını da taramış ama yine de neticeyi değiştirememiştik. Çok yorulmuş ve perişan olmuştuk. Bir an önce kendimizi yanan bir sobanın yanına atmaya karar verdik.


Dağ dükkânına vardığımızda gürül gürül yanan sobanın karşısında ısınmış, biraz olsun kendimize gelmiş, ardından da sandalyelere oturmuştuk. Bir yandan siparişlerimizi verirken bir yandan da gelen çaylarımızı yudumluyorduk. Diğer masadakiler bize dönerek ”Merhaba arkadaşlar, tekrar hoş geldiniz, Nerelisiniz? Nereleri gezdiniz? Ne avına gidersiniz?” biçiminde sorular yöneltmeye başlamışlardı. Biraz kendimizden söz ettikten sonra sadece çulluk ve keklik avına gittiğimizi söyledik.


İçlerinden biri anlatmaya başladı: “Ben de çok ava gitmişim. Ama ben çakal ve domuz avına giderdim.” Bir diğeri, “Çakal kolay kolay can vermez derler, doğru mudur?” diye sormuştu. Bir başkası, “Doğrudur. Bir zamanlar ben de çakal avına gitmiş, bir çakal vurmuştum. Köpekler hırslarından onu bir müddet silkeleyip boğduktan sonra biraz dinlenmek için oturmuştuk ki ne gördük dersiniz, çakal kalkmış var gücüyle kaçıyordu.” Bir diğeri ”Kaçar, kaçar. Aynı şey benim de başıma gelmişti. Bir çakal vurmuştum. Köpekler de onu silkeleyip iyice boğduktan sonra derisini yüzmüş, biraz yorgunluk atmak için oturmuştum ki, ne gördüm dersiniz, çakal kalkmış kaçıyor..”


Anlatılanları sabırla, olgunlukla dinliyor, bir taraftan da bir şeyler atıştırıyorduk. Başka birisi başladı anlatmaya, “Arkadaşlar yılan da kolay kolay ölmüyor. Geçen yıl güzün köye dönmek üzereyken kelifin yakınlarında sırık kadar bir yılana rastlamıştım. Onu öldürdüm, herkes görsün diye çamaşır ipi olarak kullandığımız demir teline astım. Daha sonra kışı geçirmek üzere köye gittik. Yaz başı geldiğimizde baktım, yılanın kuyruğu hâlâ sallanıyor.”


Bu sefer bizim arkadaşlardan biri orta tonda ve kararlı bir sesle “Sallanır, sallanır.” dedi. Herkes dikkat kesilmiş, bütün bakışlar hayretle bize dönmüştü. Arkadaş aynı kararlılıkla devam etti, “Sallanır, sallanır ama rüzgâr esince.” dedi. Dört tüfeğin aynı anda patlaması misali bir kahkaha tufanı koptu. Artık herkes kendi haline, böylece her şey de normale dönmüştü.

 

      Süleyman REİS

Trabzon, 18 Nisan 2020

57 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Hatırlamalar 2

Cadı Avı

Comments


1/369