Okur İşkencesinde Yazar Sorgusu
top of page

Okur İşkencesinde Yazar Sorgusu

Güncelleme tarihi: 8 Oca 2021


OKUR soruyor

YAZAR yanıtlıyor

Bir Öykünün İncelenmesi

/


NOT: Okuyacağınız tartışmada önyargıyla taraf olmamanız için lütfen önce konu edilen Çarmıhtaki Güvercin öyküsünü okuyun.

*


BİLGİ: Düz yazılar Akay Aktaş'ın yorumları, italik yazılanlar Çarmıhtaki Güvercin öyküsünden alıntı, mavi yazılar yazarın yanıtlarıdır.


Akay AKTAŞ: Emekli Türkçe öğretmeni, yazar, Iğdır'da gazeteci...


Başlık çok ama çok çarpıcı. Okuyucuyu hemen sarıyor. Doping yapıyor. Final ile pek uyumlu olduğunu ise sonuçta anlıyoruz... ANCAK;


Şenol Yazıcı: Övgüler için teşekkürler, herhalde bir öykünün ilk adı özel olmalı, giriş de...

Akay AKTAŞ: Okul ne okulu. Orta lise, veya üniversite belli değil. Çocuklar kaç yaşlarında. Sol sosyalizm filan dediklerine göre asgari lise bir iki olmalılar ama yazar bunu açık etmemiş.

Şenol Yazıcı: Her şeyi anlatarak okuru aptal yerine koymamalı derler, ayrıca veriler sizde yarattığı gibi öteki okurda da yaş ve okul algısı oluşturacaktır diye umut etmişim demek ki.


Akay AKTAŞ: ... Bazı eleştirilerim de var. "Aralık pencereden..." Aralık pencere yavan bir deyiş. Açık ya da aralık duran olmalıydı.

Şenol Yazıcı: İlgi ve dikkatle okumanıza sevindim. Eleştiriye gelince fark eder miydi? Bu galiba tümüyle kişisel tercih ... Söz denen un çuvalı, he zaman tozutur ve daha iyi bir söyleyiş hep bulunur.


Akay AKTAŞ: "Herkes evinin önünü süpürürse bütün kent temiz olabilir. "

Bu düşünce biçimi sosyalist değildir. Bireyseldir. Sosyalizmde kamu adına örgüt vardır. Ve bu onun marifetiyle yapılır. Kişilere sırf sosyalistsiniz, hadi evinizin dükkanınızın önünü süpürün derseniz kimse süpürmez. Nitekim süpürmemiştir de. Ne Çin’de ne Rusya’da.

Şenol Yazıcı: Bunu bilemem, ayrıca yazının konusu da değil. Düğüm oluşturacak, çatışma yaratacak farklı bir etken gerekliydi, o söz seçildi. Ayrıca sözün sahibi rahibe de sosyalizmi bilmezdi, ama sorunların çözümü için iyi, çok da sivri olmayan bir öneri gibi duruyor. Öğretmeni kızdıracak ne yanı vardı diye düşünmeli? )


Akay AKTAŞ: Boyundan büyük, ezbere bir laf ettiğinin farkında hoş görülmek için gülümsüyordu kompozisyon dersinde yazdığımız sözü söylerken.


Uzun zorlama ve gereksiz devrik edilmiş birleşik bir cümle. Dolayısıyla muğlak olmuş.

Şenol Yazıcı: Uzun cümlesi olmayan kısır bir edebiyattan söz eder bazı edebiyat ustaları, yani gerektiğinde kurmasını bilmeli. Ayrıca yazı söze göre olanakları dar bir alandır, çünkü söz de anlatıyı destekleyen beden dili vardır, o da renk katar. Düz cümleler hareketliliği azaltan, anlatan yazılara daha iyi giden, yaratıcı yazını zorlayan bir dil gelir bana; zaten sıkıcı olan bir konuyu renklendirebilir devrik cümleler, diye düşünüyorum.)

Akay AKTAŞ: Garip bir şey oldu, sanki onu hissediyordum. Eyleminin olası sonuçları aklına gelmiş olacak ki,

Hissedilen ne. Garip olan mı, o mu? İkinci cümle aslında hissedilen daha doğrusu sezilen.

Şenol YAZICI: Zor da olsa okura neyi hissettiğini anlatmayı başarmışım demek.


Akay AKTAŞ: Eyleminin... kelimesi de yerine oturmamış. Yaptığının, attığı dayağın… Sol jargon adına anlatım bulanıyor.

Şenol Yazıcı: Buna hak verdim, bugünün gözüyle bakınca hak verdim,"yaptığının" diyebilirdim. Ne var ki dilde bu tarzın moda olduğu, hatta siyasetin belirleyicisi olduğu çağda yazıldı bu öykü, yani 30 yıl sonrasında ülkenin içine gireceği yeni dönemi görememişim. Görsem de tasam olmayabilirdi. Savaş ve Barış bugünü görerek mi yazılmalıydı?


Akay AKTAŞ: Sınıfın tanıklığını kendinden yana çevirmek istiyor.

Sınıf içinde ders görülen, odanın salonun adıdır. Onun tanıklığı olmaz. Sınıftakilerin, arkadaşların olmalıydı.

Şenol Yazıcı: İyi ki siz öğretmenken elinize düşmemişim. Yine de bunu başka yerde söylemeyin... Sınıf derken sınıftakileri, ordu derken askerleri kastedebilirsiniz. Edebiyat bir ad aktarma sanatı ve eğretilemedir, derler. Yoksa gazete muhabirinden ya da tarihçiden farkımız kalmaz ki...

Akay AKTAŞ: Dayak ucuz, kolay, etkili birincil eğitim yöntemiydi.


Öğretmen burada öğrencisini eğitmek için değil refleks-tepki göstererek cezalandırmak için dövmüştür. Eğitimde dayak, kulağa küpe olması için sert ama pek geçerli bir dürtü-motive aracıdır.

Şenol Yazıcı: Sizi anlasam da çağ ve bakış değişti. Bu anlayışınızı her yerde söylemeyin.

Sınıf, yanıtsız önüne bakıyordu. Gördüklerinden korkmuşlardı, yine de kimse onaylamadı. Bu onaylamayış öğretmeni tedirgin etti. Etti ki, daha sağlam bir dayanak aradı. Bana döndü:

- Öyle değil mi? O asılan üç kişi de böyle konuşuyordu?

Bu hiç beklemediğimdi. Vursa beni daha iyiydi.


Akay AKTAŞ: Yanıt kelimesini hiç sevmemişimdir. Sınıf suskun sessiz önüne bakıyor aslında değil mi?

Şenol Yazıcı : Dilde değişim başına buyruk ve esastır. Elinizden geliyorsa sokaklardaki Arapça, İngilizce tabelaları değiştirin. Görünen...Siz sevmezseniz kuşlar süzülerek de uçamaz sanki.

Akay AKTAŞ: Gördüklerinden de korktuklarını hiç sanmıyorum zira bir öğretmenin, öğrencisini dövdüğünü yeni görmüyorlar ki.

Şenol Yazıcı: Bu da bir mantık elbette, ama biz en çok dayak yiyenler ya da en çok iğne vurulanlar, yeniden aynı duruma düşsek, bu tanıdık demez korkarız gibi geliyor bana. Korkmak bir reflekstir, önlem almanızı da sağlar.

Akay AKTAŞ: Asılan o üç kişi. Denizler onlar, ama daha belirgin ifade edilebilirdi. O üç vatan haini de…

Şenol Yazıcı: Elbette, ama herkese malum olanı gereksiz yere demek olmayacak mıydı, ayrıca bir dönem onların adını ağzına almanın bile yasak olduğunu hissettirmesi bakımından doğru seçim sanırım.

Akay AKTAŞ: Vursa beni... çok gereksiz bir devrik hatta devirme. Beni vursa denince anlaşılmayacak mı?

Şenol Yazıcı: Herhalde anlaşılır, burada sizin de anladığınız gibi... Bunu "öldürse daha iyi... "çok şaşırdım"... ya da benzeri demek mümkün, ama sonuçta bir şey değişmeyecektir, sanırım. Yani kişisel seçim...

Akay AKTAŞ: Tarih ne. MC hükümetleri dönemi mi? Ecevit’in 1974 koalisyonu mu?

Şenol Yazıcı: Önemli olan bu değil, 74'ten 80'e her dönem uyar sanıyorum, resme uyuyor mu ona bakmalı; bir dönemin toplumsal yapıya olan katkılarını anlatan bir öykü sonuçta... 70'li yıllar olduğu hemen belli oluyor zaten. Bunu bir 1960'a çekseniz uymaz, tartışma bu boyuta varmamış, bir 1980'e taşısanız, hiç uymaz, bir mezar sessizliğiyle babam ne derse o, diyerek ezber üstünden gittiğimiz dönem o da ...


Akay AKTAŞ: Ben onun tam dişine göreydim. Biraz önce dövdüğü arkadaşım gibi değildim. Eski giysilerime, bir türlü kentli olamayışıma, yoksulluğuma aldırmayan tek arkadaşım gibi değildim. Her zaman korkardım. Şimdi bu sınıfta benden çok korkan birisi olduğunu sanmıyorum. Her dem öğretmenlerin şakşakçısı bendim, güçlünün onaycısı... Yaşamında bir kez bile kimsenin gözlerinin içine bakıp da haykıramamış, haykıramayacak biriydim. Toplumun arasına lütfen kabul ettiği..


Çok haksız zalimce insafsız bir eleştiri. O çağda ve o yaşta birisi bunları düşünemez ki. Bu günün gözüyle de, o gün böylesine yargılanamaz.


Şenol Yazıcı: Hak verecek bir yan bulmaya çalıştım ama bulamadım. Öncelikle yukarıdaki alıntı paragraf bir dönemi değil, bir bireyin kendini algılamasına tariftir, sizin ilgisiz hissiyatınızı anlayamadım ama bu bir siyasi bilinç değil, insani bir olgudur, ergen bir gence kendini iyi ya da kötü hissettiren etmenler görünüm, giysiler, moda araçlar ve geldiği ailedir, o zaman da şimdi de... Bu evrensel bir çatışma nedeni değil midir? Hele ergen de...

Öyküdeki gence gelince, anlamak için önce o dönemi iyi anımsamalı, siyasetin ortaokula indiği, çocukların yaşlarının büyütülerek asıldığı bir dönem, ailelerin kardeşlerin o taraf bu taraf diyerek ayrıştığı ya da birilerince siyasete mecburen taraf yapıldığı... Bilinç değil, dayatılan ezberin doğruya dönüşüp moda olduğu... O dönemin lise son sınıfında okuyan bir genç için, örneğin benim için bunlar çok yabancı algılar değildi. Belki bu biçimde düzgün ve siyasi bir jargonla ifade edilemezdi, ama aynı anlamda düşünülürdü. Kaldı ki, öykünün kahramanı bu olayı ileri ki yaşlarında anımsamakta ve anlatmaktadır. Sanırım bu bölümleri dikkatle okuyamadınız, öykünün kahramanı dayak yiyen arkadaşının ülke kaosa sürüklendiği zaman öldürüldüğünü görür gazetelerde, bunu da anlatır. Yani öykü sonradan anlatılandır. Yine de zor anlayan dikkatsiz okurlar olduğu da düşünülüp daha belirgin yapılabilir bu elbette. Ama yaratıcı yazın bunu yaparsa güdümlü bir eğtim kitabına dönüşür. Ya da Gorki vari Edebiyata...


Eleştirinin haksız ve insafsız olduğunu düşünmekse o dönemi bilmemek değil, insan gerçeğini bilmemek olmaz mı? Çünkü bu insan gerçeğiyle ilgili tam "maaleseflik" ama doğru bir yargıdır. İnsanlar ötekini ilk çağdan bu yana mağrasına, silahına, giysi, makam, rutbe ve malına, dayısına... göre değerlendirirler önce, kabul gördükten sonra insanı değerler konu olur.


Akay AKTAŞ: Varsıl kelimesi zorlama ve tutunmadı.

Şenol Yazıcı: Size katılıyorum, maalesef tutunmadı değil de yaygınlaşmadı, ama varlıklı var, yoksul var, kim fukara der ki, ne var ki eş anlamlı sözcükler bir dilin zenginliğini kanıtlayan temel unsursa o da zengin, paralı ...gibi dağarcıkta yerini aldı, isteyen kullansın diye... Ayrıca o dönemin dili buydu, yani iyi bir örnekleme yakalamış olmuyor muyum? Az kullanımı o sözcüğü kötü gösterecek ve beni engelleyebilecek bir olgu değil. Keşke daha çok olsa... Galiba siz Türkçeleşme akımına da karşısınız, anlaşılan... İyi ki yazarlar okurlarının görüşlerini alıp yazmıyor, yoksa çok zormuş, gönüllerini yapmak...


Akay AKTAŞ: Bir çok yerde zorlayarak yeni Türkçe kelimeleri kullanan birisi pekala tutunmuş ve öne geçmiş olan duygu kelimesini his yerine kullanmalıdır.

Şenol Yazıcı: Düşünmeli bu önerinizi. Bir devir Öz Türkçe kullanıyorsun diyerek sürdükleri bir öğretmenim, inatla da kullandım, çünkü edebiyatçı olsam bile Arapça Farsça yazmak bana zor ve yanlış geliyordu. Annem bilmez, babam bilmez, mahalle hiç bilmez ben neden Osmanlıca konuşacaktım, sorusuna yanıt bulamıyordum. Şimdi ise yaygınlaşamayan kimi sözcüklerin çevrem tarafından anlaşılamadığını fark ederek, ayrıca öz Türkçenin sınırlı eş anlamlarıyla ve sözcük dağarcığıyla yeterince renkli anlatıma yetmediğini görerek gündelik dilin olanaklarını da kullanmayı yeğlemeye başladım. Hepsi benim dilim değil mi? Ödünç ya da Amerikan yardımıysa asla kullanmam... Ayrıca o Türkçeleşme gayreti keşke siyasi ayrışmanın bir silahı değil de herkesin taraf olduğu bir eylem olsaydı. Bugün sokağa çıktığınızda ya da medyayı izlerken medya dahil kaç sözcük bırakın Türkçe'yi, Osmanlıca ki? Kimsenin tam anlamını bilmediği ama sezdiği yepyeni yabancı sözcüklerle kendimizi anlatıyoruz, keşke öz Türkçe akımı sürseydi... Atı alan üsküdarı geçmiş galiba. Türkiye kaybetti...


Gelelim verdiğiniz örneğe... Bu olanaksız geldi bana. "Onu hissettim" deyişi empati içerir. Onu algıladım, onu anladım, sezdim gibi... Burada onun ne düşündüğünü anladım, ama emin değilim anlamında kullanılmış. Ki hissetmek aklı da içeren karma bir sözcük olabilirken duygu tek yönlü kalmaz mı? Sizin öneriniz olan duygudan türemişi nasıl kullanabiliriz, bulamadım? "Onunla duygulaştım," filan mı olur? )


Akay AKTAŞ: Şimdi kalkmış bana soruyorsunuz. Nasılsa sizi alkışlayacak tek kişinin ben olduğumu biliyorsunuz. Alçaklar ve korkaklar kolay tanınıyor demek ki. Köpeklerin kalabalıkların içinde korkağı tanıyıp saldırması gibi, siz de beni tanıdınız. Yolum yok, biliyorsunuz.


Çarpıcı ve pek gerçekçi bir yorum.


Beni can arkadaşıma tanık etmeyin.

Anlam yetersiz. Arkadaşım aleyhine tanık etmeyin filan olmalıydı.


Şenol Yazıcı: Anlam yetersiz çok keskin bir yargı, ille de mahkum edeceksek o da anlam kapalı, olabilir belki, ama edebiyat hani ad aktarma ve eğretileme sanatıydı. Ayrıca bu denli basit bir deyişi herkesin anlayacağını düşünüyorum.


Akay AKTAŞ: Ne suçu vardı, Nevzat'ın sanki? Kompozisyondan aynı sözü ödev yazdık hepimiz: Herkes kapısının önünü süpürse tüm kent temizlenir. Ne var bunda kızacak? Suçsa nasıl yazdırdı o öğretmen? Nevzat ne bilir sosyalistliği, ben ne bilirim? Herkes diyor, biz de diyoruz işte. Saçını uzatan sosyalist oluyor, İspanyol paça giyen sosyalist… Biz saçımızı uzatmak istiyoruz, geniş paçalı pantolonlar giyinmek, filmlerdeki gibi kentli olmak istiyoruz. Kolyeler takmak, mini etek giymek, kabuğumuzu kırmak istiyoruz. Sandığınız kadar ahlaksız ve rezil değiliz ya da ancak sizden öğrendiğimiz kadar reziliz. Sadece derdimiz kentli olmak. Herkesten, sizden, sokaktan, kitaplardan, filmlerden öğreneceğiz. Öğrenmenin başı taklit değil mi?


Köy kökenliler kentliye özlem duyanlara solcu dedi. Onlarda köylülüğü kutsayarak içe kapandı. Fena bir sarmal...


Doğruyu demek gerekirse... Haklı değilsiniz… Bence hocam. Arkadaşımın söylediği sözü kompozisyon dersinde yazılı sorusu olarak yanıtladık biz. Suç olduğunu nerden bilelim?

Sesim titriyor, ama tamamladım. Kendime inanamıyorum. Ama müthiş bir şey bu, artık korkmuyorum. Karanlığın yüzüne, karanlık olduğunu söylemek ne güzel bir duyguymuş.

Sesim ne kadar boğuk, anlaşılmaz, kimliksiz, ama insan, ama onurlu, ama yürek dolu ve güzelmiş. Gözlerimden yaşlar akıyordu, ama ne önemi var? Erkek adam ağlamazmış, hadi canım, o insan değil mi? Hem ben bugüne değin bir tek kez erkek olmadım ki. Şeyi olmakla olmuyor işte...

Öğretmenin yüzüne tokat atsam bu kadar sarsılmazdı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, huzurum bozuldu, biliyorum. Yine de bir kez onurlu olmanın, korkusuzluğun tadına vardım. Sanki ben ben değilim, üstümde kim bilir kimin eski giysileri yok. Zayıf omuzlarım, güçsüz gövdem devleşiyor. Acı çeksem de, onurlu olmak değer.

- Seni it, seni köpek!.. diyor bana şaşırmış, dehşet içinde.


Olanı yaşananı değil olmasını istediğin biçimde yazmışsın. Sınıfta köylü ezik bir genç bunları öğretmene demez. Diyemez. O da öğrenciyle it köpek değil itoğlu it der.


Şenol Yazıcı: ( :) Bunu bilemiyorum, ben kişinin kendisiyle sınırlı tuttum, siz yedi sülalesini de karıştırdınız. Gelelim gerçekçiliğe; öyle bir mecburiyet yoksa bile, bu ya da daha fazla yüreklilik gösteren çok insan tanıdım o dönemde... Unutmayın o dönem bir patlama ve başkaldırı dönemiydi. Amacıma hizmet edecek biçimde yazdığım doğru, temel tezi doğrulayacak veriler bu olayda saklı çünkü. Yoksa öyküyü niye yazayım?


Akay AKTAŞ: Öğretmenin yüzüne tokat atsam bu kadar sarsılmazdı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, huzurum bozuldu, biliyorum. Yine de bir kez onurlu olmanın, korkusuzluğun tadına vardım. Sanki ben ben değilim, üstümde kim bilir kimin eski giysileri yok. Zayıf omuzlarım, güçsüz gövdem devleşiyor. Acı çeksem de, onurlu olmak değer.

- Seni it, seni köpek!.. diyor bana şaşırmış, dehşet içinde.

Bunlar doğru, yüreğim yanıyor ama doğru. Ben bir itim. Yok, öyleydim belki, ama artık değilim. Siz beni bana aştırdınız, artık tıpkı o kitaptaki Romalı köle gibi kendi çarmıhıma yürüyorum biliyorum. Bu ilk adım.

Beni Dülger Balığı yaptın hocam. O hikayedeki dülger balığı gibi yaptın, artık ne yapsan aldığım bu tadı unutmam...


Özgün ve isyankar sözler. Kişilik arayışının çarpıcı anlatımı.


orantısız güçlere yenilen mazlumların gururuyla...

Yenilmenin gururu olmaz. Hele mazlumun hiç. O ezikliğini kaybetmenin duygusal sömürüsünü yapar.


Şenol Yazıcı: Bunu bir kuşak hep yapmadık mı? Ancak öyle kendimizi kandırabildik. Ya da hala yenilen insanlar bunu yapmaz mı? Çok insani ve sık rastlanan bir davranış... Sahi siz hiç yenilmediniz mi, yenilginize gerekçe aramadınız gözüküyor...


Akay AKTAŞ: Bunu bir bilebilsem. İnsanın doğal hali korkaklıktır, gelir bana.

Benzetme edatı olmalıydı. Gibi gelir bana…

Şenol Yazıcı: Bunu neye göre hata gösterdiğinizi inanın anlamadım, sonuçta aynı anlam çıkmıyor mu?


Akay AKTAŞ: Boztepe'ye dev radarlarıyla yerleşik Amerikalıların uzak ülkelerinden getirdiği ve buraya dökülmeleri kısmet olan çöplerine saldırıyordu. Kola şişeleri, kâğıt tabaklar, bizim kadınlara pek benzemeyen çok güzel kadınların süslediği dergiler, kadın iç çamaşırları, ta Newyork'tan, Teksas'tan buralara değin gelmişti. Gün olur da, bir kıyamet sonrasında, uzaylılar dünyamızın geçmişini incelemeye kalktıklarında, çok şaşıracaklardı her hal. Bu az gelişmiş ülkede, bu kâğıt tabakları, jartiyerli kadın çamaşırlarını, kutu kolaları, olağanüstü güzel baskılı renkli dergileri görünce …


Trabzon ABD üssü mü burası. O tarihlerde jartiyerde vardır playboyda. Ama kentsoylularda. Taşrada da,1955 lerde Iğdır’da annemin çorapları öyleydi.

Şenol Yazıcı: Sizin Iğdır ilerideymiş ve şanslı çocuk ve gençmişsin, ben ancak dergilerde gördüm, galiba bunları giyinen kadın sıradan biri olsa iyi gözle de bakmazlardı çok yerde...


Akay AKTAŞ: İlk kez, böyle yakınım birinden duyduğum bu sözcüğü hiç sevmedim. Ne anlama geldiğini de soramadım. Onun da bildiğini sanmıyorum. Çok sonraları, bu siyasi içerikli sözcüklerin hiçbirinin anlamını bilmeden çılgınca sahiplenerek, uğurlarına yıllarca hapislerde yatanlar, bir sevgili için ölür gibi ölenler olduğunu öğrendikçe dehşete düşecektim. Bunu yaşayınca, tarih dersinde okuduğumuz, bana hep garip gelen, aman aman bir çıkarımız olmadığı halde, bir Avrupa kralını kurtaracağız diye, kırk yıl boyu Viyana kapılarında niçin ölmeye razı geldiğimiz de açıklanır hale gelecekti.


Cemaat,tarikat biat itaat kültürünün doğal sonuçları bunlar.


- Öğretmen kötü, ama Hitler’e hiç benzemiyor, dedim aptalca. Bir şeyler bildiğimi de göstermek için de okuduklarımı sıraladım.

-İyi de Stalin iyi miydi? Sonra Rusya iyi mi sanki? Bir işçi sınıfı oligarşisi değil mi oradaki?

J.Landon’un Oligarşisini okudum ya… Nevzat azıcık şaşırmış baktı bana:

- Solcu sadece Rusya'da değil ki, Amerika'da da var, Fransa'da da. Solculuk bir görüş işte, bir bakış tarzı.

Hissediyordum. Nevzat artık bir solcuydu. Dayağı yediği anda, hiç bilmediği kimi kavramları tümüyle sahiplenmişti. Solculuk ne ki, bir yıkıcı anarşist gibi öğretmenin temsil ettiği her şeye düşman olmuştu. Evrensel bir doğru, bireysel bir doğruyla örtüşmüş bir tepkinin, haklı bir tepkinin adı olmuştu. Bu haliyle de çok inandırıcıydı. Ancak dayağı o yemişti, ben değil. Haksızlıktan nefret ediyordum, ezilmekten, horlanmaktan nefret ediyordum, ama bunların ne olduğunu kavrayamadığım kimi yabancı yöntemlerle değil, bildiğim yollarla düzeltileceğine inanıyordum. Atatürk'ün yaptığı gibi, Köroğlu'nun yaptığı gibi, Ecevit'in yapmaya söz verdiği gibi...

- Ecevit'i seviyorum, dedim. Dedem de severdi, belki ondan. Ama solculuk, sağcılık... Aman müdürün yanında böyle şeyler deme, çok tehlikeli sözler bunlar. İş çıkarma başına.

- Korkma, dedi. Korkma bir şey olmaz. Korku kültürünün unsurlarını onlar yaratıyor, dayatıyorlar, biz de yutuyoruz.


Lise öğrencisinin çapını çok aşan felsefi iedolojik değerlendirmeler. Yazar 30 yaşında iken kendini lise öğrencisi sanıyor. Tek gerçekçi ifade dedem Ecevit’i severdi…


Şenol Yazıcı: Galiba sonuçta gerçek aydınlandı. Siz bu kitabı yani BAĞBOZUMUNU ayık kafayla okuyun. Bu onun içinden bir parça; kahraman büyümüş ve geçmişi anımsamaktadır, kendini olduran önemli olayları, yani yetişkin yorumlarıdır o zaten... Ayrıca yazar demeyelim de olayın kahramanı diyelim... Yani tespitiniz doğru, öykü kahramanı çocukluğunda yaşadığı bu olayı otuzlu yaşlarında anlatmaktadır. Olaylar böyle böyle başlamış, bütün ülkeyi sarmış, Nevzat öldürülmüş, kahraman da yaşayacağını yaşamış, şimdi anlatıyor. Yani tam bir ergendir. OKURLARI ELEŞTİRME ŞANSI VARSA GALİBA SİZ BİRAZ KÖTÜ OKURSUNUZ...


Akay AKTAŞ: Müdür, filmlerdeki Kont Drakula benzeri duruyordu masanın ardında.

O tarihlerde filmini izlemiş olman pek zor. Erol Taş, Hüseyin Baradan Atıf Kaptan daha inandırıcı olurdu.

Şenol Yazıcı: BUNU UNUTMANIZA ŞAŞTIM. Şahsım adına soruyorsanız o dönem siyah beyaz versiyonları dahil en çok vampir, Kont Drakula filmleri yapıldığı bir zamandı ve ben de tutkulu bir film izleyicisiydim, ne var ki konu ben değil olayın kahramanı...


Akay AKTAŞ: Masanın yanlarındaki koltuklarda da birileri oturuyordu, ama bakamadığımız için kim olduklarını bilemiyorduk. O anda, bu adamların eğitim adı altında bir şeyleri öldürdüklerini, çok önemli bir şeyleri öldürdüklerini şöyle böyle düşündüm. Böyle bir eğitimden geçen bizlerin kişiliğinde çok ciddi bir şeyler hep eksik kalmayacak mıydı? Kitaplarımızda kötülenen Cumhuriyet öncesi falakalı eğitimden ne farkı vardı? Bakalım biz kimlerden hıncını alacak, kimlere acı çektirecektik böyle...


Yine bir lise öğrencisinin çapını çok aşan felsefi yorumlar. Ve doğruda değil.1923 te Cumhuriyet ilan edildi diye her şey birden bire güllük gülistanlık olmadı ki. Kültürel birikimler devam eder. Ve hala günümüzde de vardır. Ve işin garibi hala geçer akçedir dayak. Zira babası döver ağbisi döver kocası döver kaynanası döver mahallenin kabadayısı döver. Askerde komutan döver. İliklere işlemiş bir uygulamayı şıp diye kesip atamazsın.

Dayak cennetten çıkmadır. Kızını dövmeyen dizini döver. Kadının gözü de yaş olacak saçı da .Döver de sever de….


Şenol Yazıcı: El insaf.. Zaten öyküdeki tez de bu. Yanlışlar yığınla... Ne yapmalıydı kahraman, çok tanık olduğu için dayağı sevmeli miydi? O zaman öykü olmazdı değil mi? Doğru olmayanları düzeltmek için o çocuklar kendilerini ateşe atmadı mı?.. Kimi İspanyol paça giymek, kimi daha rahat saç uzatmak, kimi mahalle baskısından kurtulmak, kimi sistemde sözsahibi olmak için kendini siyasetle eşleştirmedi mi? Sınıf bilinci, güncel partizanlik sonradan üstüne geldi..


Akay AKTAŞ: Ne var ki, bu şiddeti yadırgamadık. Okulda okuyan hiçbir öğrenci bunu yadırgamaz, sorgulamaz sanırım. Daha küçük bir bebekken bu şiddete alıştırılır da belki ondan.


Doğru doğal olan bu yaklaşım diyorum ben de


Şenol Yazıcı: O çocuk demiyor ama... Sizinki de farklı bir mantık; mahallede herkes bir şekilde ölüyor diye ölümden korkulmaz mı? İnsanlık bu gerçeği bile bile varını yoğunu ömrünü artırmak hatta hiç ölmemek için kullanmıyor mu?


Akay AKTAŞ: Öpsün istiyordum, öpsün ve bitsin bu olay. Nevzat kendisiyle boğuşuyordu. Kabuklanmış yaralarına dokundu elleriyle.

Pencereden denize baktı. Kararsızlığını gören müdür, belli ettiği zayıflığından dolayı müthiş öfkelendi.

- Sürerim ulan seni, veririm tasdiknameni eline...

Bu Nevzat'ı düşünmekten kurtardı.

- Sürün, dedi. Elini öpmem. Eğer soruşturma açmazsanız, milli eğitim müdürlüğüne gideceğim.

Müdür yardımcısı ayağa fırlamıştı. Duramıyordu. Müdürün önüne geçmek istemiyordu, ama belli ki arkadaşımı büyük bir hazla parçalayabilirdi. Müdür, sözcükleri birbirine karıştırarak bağırıyordu. Yaşamında bir öğrencinin böylesi bir meydan okumasıyla ilk kez karşılaşıyor olmalıydı. Tavır koyabilecek öğrencilerin sorunları, zaten bu aşamaya gelmeden aşıldığı için, ancak hesabı bitirilecek olanlar buraya gelirdi.

- Defol köpek, defol! Cehenneme git be, defol! Velin gelsin, tasdiknameni alsın.

Yerinden kalkmış masayı aşıp Nevzat'a ulaşma derdindeydi. Nevzat, zerre kadar tepkisiz ve korkusuz kapıya yürüdü, açtı, gitti. Yanımdan geçerken gülümsüyormuş geldi bana: Acı çekermiş gibi, inandığı nesi varsa yitirmiş gibi, ama küçümseyerek hoş görür gibi, iğrenç bir şeyi hoş görmek zorunda kalmış gibi gülümsüyordu. Beni unuttular. Müdür, odanın içinde dört dönüyordu. Öğretmense devamlı alnını ovalıyordu. Sanki bir leke vardı orada, çıkarmak istiyordu.


Bu tablo tamam. Öğrenci ve öğretmen olarak benzerini çok yaşadık


Yazdım. Bir pislik gölüne tepe üstü düşmüştüm.


Pislik gölü ?????

Şenol Yazıcı: b.k gölü yazmıştım ilk, sonradan değiştirdim, yakışıksız bulmuştum, yani gerçeklerin bendeki izlenimlerini anlatıyorum ama çirkin gerçekçi değilim.


Akay AKTAŞ: - Beni sattın değil mi? İçeride beni sattın değil mi?

Yumruklarını sıkmıştı. Vuracak sandım. Vurmadı. Keşke vursaydı. Belki içimdeki iltihap deşilir, utancım azalırdı. Keşke, benim ne büyük bir alçak olduğumu söyleyip tükürseydi yüzüme, tükürmedi. Yere tükürdü. Çekti gitti.


Derin bir travma yaşamışsın. İzleri her satıra sinmiş.


Şenol Yazıcı: Sevgili öğretmenim, galiba ruh sağlığıma da ilginiz var, elbette çok travma yaşadım, herkes gibi... Ama bunu yaşamadım, şükür, yani kahraman ben değilim...Vallahi billahi değilim. Siz bu yargıyla bakmaktan kurtulsanız öyküye başka bakacaksınız, ama bir türlü olmuyor. Tıpkı ilahi anlatıcı gibi birinci tekil şahıs anlatım da vardır tekniklerde... Yine de size bu hissi vermişse o öykü zaten başarılıdır.


Akay AKTAŞ: Sizden hep nefret edeceğim, Avni Bey. Sizden çok kendimden nefret edeceğim.


Bir daha görmedim Nevzat'ı. Olaylar sadece büyük kentlerde değil, dört bir yana pis bir örümcek ağı olup sardığında gazetede resmini gördüm. Kanlar içindeydi. Vurulmuştu. Orda da ölmüştü. Gözleri açıktı. Ne varsa dünyada iğrenerek, küçümseyerek bakıyor, sanki gülümsüyordu.

Şenol Yazıcı: İşte en azından bu bölüme dikkatle baksaydınız kişİnin olayı sonradan anlattığını, yani ergen çocuk olmadığını görecektiniz, yazık olmuş. Belki de iyi olmuş, buza yazıyordum geliyordu bana. Sayenizde birilerince okunduğunu gördüm.


Akay AKTAŞ: Utandım. Hiçbir zaman utanmadığım dende utandım. Onursuzluklar yapıp utanmak ve korkmak en çok yaptığım iş olsa da, daha bir utandım. Sanki her şey, havada uçan martı, parktaki palmiyeler, büyük Atatürk heykeli, sokaklarda giderek bana benzeyen aldırışsız, korkan ve utanan insanlar ve ilk sarı gülü bana armağan eden o kız, sevmeyi bilmiyorum, öpmeyi, öğretsene, diyen o altın saçlı, düşsel kız, yüzüme yüzüme tükürüyorlardı.

Bu kentten kaçmalıydım. Bu kentten kimsenin beni tanımadığı bir yere kaçmalı, onurumu geri almalı ve yeniden insan olmayı başarmalıyım. Utancımı yüzüme vuran bu sokaklardan, bu ikiyüzlü, alçak, güçlüye karşı yumuşacık, ama güçsüze karşı canavar insanlardan kurtulmalıydım. Şimdi kurtulamam. Şimdi hiçbir şey yapamam. Aklımdan geçenleri haykıramam. Çatlar bu yürek biliyorum, ama diyemem.


Dayanmak için bir şeyler yapmalıyım. Onurlu insanların, namuslu insanların kazandığı dünyaları anlatan bir kitap bulmalıyım.

Kimsenin görmeyeceği bir köşeye çekilip, beni rahatsız eden gerçek dünyayla bağlarımı koparıp ona dalmalıyım. İyilerin kazandığı, kötülerin cezalarını bulduğu bir kitapla bulaştırıldığım pisliği unutmalıyım.


Seni unutmayacağım şehrim, bana yaptıklarını da yaptırdıklarını da... Ama merak ediyorum, bütün güzel çocuklarını, konacak yer bulamayan o güvercinleri bir bir çarmıha geriyorsun, yarın ne yapacaksın?


Final çarpıcı özgün. Harikulade. Ama ütopik ve masalsı.


İşin en acı tarafı da bu olayları solcuları destekleyen sanıldığı gibi Sovyet Rusya değil ABD ve Nato idi. Amaç 12 Eylül’e varmaktı.


Muzaffer Erdost’un ve Ortam adlı gazeteyi ABD dolaylı çıkarttırıyordu. Solculuk yayılsın. Onlara karşı da tosuncuklar harekete geçirilsin. Ve olgunlaştığında da vatan millet adına ordu ya da Kenan Evrenler iktidara el koysun. Çünkü daha tarım toplumundan çıkamamış, sömürecek bir alan yer bulamayıp kendi burjuvasini yaratamamış ve devlet desteği ile partilerine yakın buldukları kişilere para kaynak aktarmakla da burjuva olamamışlardır. Kitaplıklarına metre ile kitap almışlar. Metres tutmuşlar. Yalı almışlar ama asla istihdam yaratacak burjuva olamamışların ülkesinde işçi sınıfı yok. Demokrasi de olmamıştır. Laiklikte.


Aydın da taklitçinin allahı ve onların en kralı Aziz Nesin. Oğlunun adı Ali. Çetin Altan'ın oğullarının adı Ahmet Mehmet. Yani Çetin Altan bile babasından geride.


Hikayedeki çift kişilik hemen hepimizin yaşadığı bir bilinç karakter çatışmasıdır. Yazar iyi yakalamış ama o yaşlara inememiş. Çocukların duygu ve gözü ile değil yıllar sonraki bir öğretmen ruhu ile kaleme alması sosyal realizmden uzaklaştırmış. Üçüncü ve babacan bir kimlik ile Şekspir’in İlahi Komedyası benzeri tepeden üçüncü şahıs ve geniş zaman ile anlatıp araya girmesi belki de yazıyı çok daha farklı kılardı.


Şenol Yazıcı: Bu 1980'lerde yazılmış, sonradan bir kitabın parçası olarak defalarca basılmış bir öyküdür. Çocuklar için çocuk diliyle yazılmış bir öykü değil, aksine yetişkinleri amaçlayan bir öyküdür. Böylesine bir vahşeti içeren yazıların çocuklara okutulması bile akla aykırıdır, yani amacım olmayan bir yere niye ineyim ki?


Akay AKTAŞ: Tabii bir elbisenin güzel dikilip dikilmediğini söylemek ile dikmek arasında müthiş bir fark vardır.


Selam ve sevgilerimle

*

Sevgili Akay Aktaş, kuşkusuz söylediğiniz gibi üretmekle üretileni didiklemek ayrı ayrı şeyler, ayrıca kabul etmeli ki dışarıdan bakan bir göz başka, yaşayan başka, anlatan başka hisseder. Ne var ki sanatsal yapıtlar okur denilen meçhul sevgiliye ulaşmak derdindeyse mümkün olduğu dende çok okurun paydasında buluşmayı başarmalıdır. Yani nesnel olması gereken yazar da hedef kitlesini gözeterek bir tür objektifliğini zorlar.


Arada gerçekten bir okur rolünü de aşıp şahsıma da sataşan medeni cesaretiniz beni de size uymaya zorlasa da farklı bir deney oldu. Düşündüm de keşke her yazarın sizin gibi okurları olsa, o yazar da bir daha yazmaz, hatta yazan elini götürüp hızara verir gibi gözükse de herhalde okur beklentilerini de görerek yazmanın avantajını kaçırmazdı.


Size yanıt ve yer vermemiş olsaydım, siz yaptığınızı göremez bense ilk saldırıda sarsılmış, yaptığıma güvenemiyor duruma düşerdim. Kimse bilmezdi, ama ben biliyordum ya, yeter. Mimar Sinan'ın öyküsündeki gibi şimdi minareyi iple çekerek düzeltmeye çalıştık. Ne kadarsa...


Ne var ki benim için hoş bir deney olduğunu söyleyemem. Bir zamanlar ADA kitabımla ilgili bu sitede de yer alan yazdıklarınızı anımsadım, gerek kitabı gerekse kullandığım Türkçesi hayli fazla dili beğenmeniz beni şaşırtmış olmalı. Ön yargısız yer vereceğime söz verdim. Zorlandım biraz ama başardım sonuçta, insan kendi yarattığına katlanmayı da öğrenmeli.


Yine de yaptığınız az değil. Emeğinizi takdir ediyorum.


Bu çalışmanın size de yol gösterici olacağını bir sonrakinde edebi eser değerlendirimi ile yazar değerlendiriminin, hele güncel gazete yazılarının başka şeyler olduğunu fark ederek yeni yazılarla katılacağınızı umuyorum.


Öykünün KAHRAMANI değil, yazarı ben Şenol Yazıcı ve maviADA size teşekkür eder.

*


42 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page