top of page
1/1074

Mecnun





Bir gezi grubuyla gelmiştim bu şirin kasabaya. Köylülerin yetiştirdiği ürünlerin doğrudan tüketiciyle buluştuğu pazar gününe denk gelmişti bu gezi. Grup olarak büyük bir keyifle dolaştık pazarda. Sonra çok değişik otların sergilenip satışa sunulduğu tezgâhın başındaki kadını gördüm. Gülümseyerek bana bakıyordu. Yanına gidip otların adını ve nasıl pişirildiklerini sordum. Bu soru ve cevaplar, koyu bir sohbetin başlangıcıydı. Nihayet bir süre sohbetten sonra sanki kırk yıllık tanışım gibi hissettiğim bu kadının yanından; bir gün ona, misafir olacağım sözünü vererek ayrıldım.


İşte şimdi bu sözden ötürü yeniden gelmiştim bu kasabaya ve köye.

“Köy minibüslerine bin, köy meydanında in. Hemen karşında kahve var. Bizim köyün erkekleri bütün gün orada otururlar. Çekinme git, Kırali’lerden Osman Dayıgillerin evini sor, herkes gösterir” demişti. Gerçekten dediği gibi kadının kocasıyla birlikte herkes evi göstermek için seferber oldu. Ancak, kadın evde yoktu. Tarladan henüz dönmemişti. İşte o sırada köyün yaslandığı dağın yamacında bir sürü çocuğun, bir karartı önünde bağrıştığını fark edip sorduğumda bana; “Köyün delisi, mecnunu… Aldırmayın, zararsızdır” dediler. Zamanım vardı ve ben, bu mecnunu merak etmiştim. Dağlara tırmanma sevdam da ayrı bir konuydu…


Dondurucu soğuk, sürükleniyordu rüzgârda. Ağaçların çıplak dalları, kırağı tutmuş küçük otların ve buz tutan suların üzerine doğru eğiliyordu. Bir tek o, hiçbir şeyden etkilenmeyen duruşuyla karşımda öylesine duruyordu. Ona baktım. Boynumu iyice içime çektiğim mantomun içinde yine de soğuğu hissederek baktım.


Saçları, uzun mu kısa mı belli değildi… Yapağı gibi yapıştığından rengi de… Beni hapis alan gözleri, perde arkasından bakar gibi olanca gizemiyle; kilitli içini yansıtıyordu…

Ama yine de ben, kör bir kuyu gibi karanlığa açılan ağzına bakıyordum. Evet, ağzı açıktı. Üst çenesinde sadece önde iki iri dişi, sarı safran gibi anlamsız bir yalnızlıkla uzuyordu.

Kirli ve hırpani giysisinin yırtıklarından meşin gibi eti görünüyordu. Onun karşısında nasıl durduğuma şaşarak bakıyordum. Şaşkın ve çaresiz…


Beni ona götüren çocukların komiklikleri giderek benden uzaklaşırken; önümde uzun bir yolun açıldığını ayrımsadım.

Giderek beni içine alan bu yol, bir sürü renk cümbüşüyle burkuluyordu. Her burgu, yeni bir durağa taşıyordu sanki beni. Bu duraklar… Ve bu duraklar arasındaki yollar… Offffff! Bir sürü karmaşık yol… Birbirine paralel ya da kesişen yollar… İçimden mi söyledim yoksa fısıldadım mı bilmiyorum ama kulaklarımda “Aysel” adının söylenişi çağıldadı.

“Aysel.”

İlk bakışta kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan o, gören gözlerin bakışıyla baktı bana ve “Aysel” dedi. Evet, bütün bedenimi sızlatan bu rutubetli ses, “Aysel” dedi. Ya da ben onun öyle dediğini sandım. Çünkü karşımda gördüğüm bu bedenden rutubetli de olsa böyle bir tını nasıl çıkabilirdi…


Onun karşısındaki ak taşa, sanki en kutsal emirmiş gibi oturdum. Değişen yüzün sersemlettiği ben, giderek gerilere akıyordum. Geçmiş yıllar yolundaydım. Ortaokul yılları ve sıra arkadaşım Aysel geldi gözlerimin önüne. Her bakanın başını döndürdüğü parlak ela gözleri… Bukle bukle omuzlarından aşağılara akan kestane saçları… İnce narin yüzünden hiç eksik etmediği gülüşü… Sözün kısası sınıfımızın ve okulumuzun güzeli Aysel…

Ne zaman yerimden kalkıp ona sarıldığımı anlamadan haykırıyordum; “Aysel… Aysel… Aysel…” gözlerimden akan yaşlar, onun kirli yüzünde; değişik şekiller çizerek akıyordu. “Neden” dedim, ona… “Neden?”

Söyledikleri pek anlaşılmıyordu. Onca zamandan sonra onu bulmanın, böyle bulmanın şaşkınlığı, üzerime iyice yapışmış gibiydi. Böyle şaşkın ve inanılmaz hallerimizin ne

kadar sürdüğünü bilmiyorum. Ama anlattıkları da onun bu yeni hali kadar şaşırtıcıydı. En son beş yıl önce bir dergide çıkan yazısını okumuştum. Yazı, yalnızlıktan kurtulmak için bize, aşkın gerekli olduğuyla ilgiliydi. Ona, beğenimi belirten bir ileti göndermiştim. O da her zaman ki sevecenliğiyle; teşekkür ediyordu. Birden onunla en son bağımız olan o iletiyi düşündüm. İnanılmaz bir hızla satır aralarında gezindim. Bir mesaj aradım, bulamadığım.


Sesindeki rutubetin nemi, dondurucu rüzgâra asılıp kuruyordu sanki… Tahta sertliğindeki elleri, avuçlarımdaydı. Ve bakışıyorduk… “Hiç hakkım kalmamıştı” dedi. “Yaşadıklarıma isyanım vardı. Kaç kere değiştirmek istedim. Ama yaşadıklarımız sadece bize bağlı değil. O kadar çok değişken ve bilinmeyenlerle sarılıyız ki… Ah, sendelemek, tökezlemek, düşmek ve yeniden ayağa kalkmak… Nasıl? Söyle… Söyleyebilir misin? Durmadan kendimizi ispatlamak

zorunda kalarak nasıl yaşanır, söyle? Öylesine tam bir teslimiyetle yaşamak bu kadar zor mu? O zaman ben, nasıl?”

Kendine sorulan soruları ve verdiği cevapları dillendiriyordu belki. Kim bilir? Ama o, Aysel’di. Canlı, neşeli ve her koşulda her mevsim de bahar olan… Onun yanında kimse yaşlanmaz gibiydi. Hatta ölümün bile yüzü kızarırdı. Aşkın ve sevdanın türküsü okunurdu bütün doğa paydaşlarınca ve Aysel, en büyük ressamın ya da en büyük şairin en güzel ürünü olarak salınırdı…

“Bir taraftan baktığımızda; bir sürü hatanın odağı, yaşamak dediğimiz… Bir taraftan baktığımızda da hata diye bir şey yok… Ama hep canı yanıyorsa insanın; orada bir sorun var

demektir, değil mi? Yo yooooo anlamıştım… Biriyle karşılaştığımızda önce onu, nerede kullanabileceğimizi bulmaya çalışacaktık. Ondan faydalanıp faydalanamayacağımızı…


Offffff bunu bizzat yaşayarak öğrendiğim halde bir türlü uygulayamamıştım. Yani kimse için böylesi bir yaklaşımda bulunamamıştım. Böylesi sorularla birine yaklaşmak veya uzaklaşmak; bu beni çok geriyordu. Onun için kendi seçimim olarak yalnızdım. Evet, evet yalnızdım özünde. Etrafımda bir sürü insan vardı. Her başarıdan sonra daha da artan bir çokluk… Ama ben, yalnızdım. Canım acımıyordu.

Ben, kendi seçimim olarak yalnızdım. Üstelik istemesem de yalnızlığı seçmek; mecburiyetim oluyordu; içinde yaşadığım koşullardan ötürü. Biliyorsun, ben, hep akarım. Daha doğrusu akıyordum. Durmak bilmez bir hızla. Yani hiçbir yerin yerlisi olamayacak kadar bir hızla… O zaman; bir an önceki ben, bir an sonraki ben’e yabancı oluyordu hep.

Öyle ki kendim bile olmayabiliyordum kendimin yanında. “ Kör kuyuya benzeyen ağzında yeniden o biçimli dudaklar şekilleniyordu. Burnuyla gözleriyle karşımda duran bu yüz, Aysel’in yüzüydü. Dağların arkasında saklambaç oynayan güneş, ayın ebeliğine itiraz eder gibi daha sık ortaya çıkıyordu şimdi. Rüyada gibiydim. Onu dinliyor muydum yoksa ben kendim mi bütün bunları uyduruyordum, belli değildi…

Bütün dikkatimle ona baktığım halde ağladığını yeni fark ediyordum. Anlatmayı bunun için bırakmıştı herhal… Aysel, sessiz sessiz gözyaşlarına bulanırken; dağların oyuklarından acının kan kırımızı nefesi bütün benliğimi sarıyordu.

Yargılanıyor gibiydim…


“Hiç kimsenin kimsesi olamayacak kadar yalnızdım. Kendime göreydim. Ne bir eksik ne bir fazla… İşte öylesine bir kadın... Dışarıdan bakıldığında başını kaşıyacak zamanı olmayan; sevilip sayılan bir kadın… Sonra biri… Adam ya da kadın, ne fark eder?” deyip dağları, yerinden oynatan bir kahkaha attı. Hiç beklemediğim bir anda attığı bu kahkahanın şiddetiyle sarsıldım. O, acıyı saklamayan gözlerine inat, neşeyle parlayan yüzünü buruştururken; “Hep birileri vardır, zaten bilirsin ki o zaman kendimiz olmayız. Olamayız…” dedi. Sadece başımı sallayıp yüzüne bakmaya devam ettim.

Birden sert bir öğretmen edasıyla ; “İnsan, ne zaman yalan söyler?” diye sordu. “Sıkıştırılınca, hoşgörü alanı daraltılınca, yasaklar artınca” diye mırıldandım…

Yıllarca aradığını, sonunda bulan insanların tavrıyla baktı yüzüme. Sonra kendini ödüllendirir gibi çırptı ellerini. Ardından gök gürlemesiyle yağan yağmurun bir anda duruşu gibi sessizleşip, durgunlaştı. Yeniden omuzları çökerken; gözleri dalgın, mırıldandı; “Ben, kimseyi sıkıştırmadım… Sadece; benimle ilgili kararların ya da uygulamaların bana, net bir şekilde söylenmesiydi beklediğim. Tek koşulum buydu.

Örneğin; benim kullanımıma da açılan oda, bir şekilde bana yasaklandığında; ben, bu yasağı, kapının önüne gelmeden önce öğrenmeliydim. Güvendiğim insanların, güvensizliği ki beni, nemin duvarı yıkışı gibi yıkıyor. Çünkü o zaman düşünüyorum; bu insanı, böylesine güvensiz yapan nedenleri… Yaşanmışlıklarını… Bu davranışıyla da benim yaşanmışlığıma güvensizlik tohumunu kattığının farkında olup olmayışını… Bütün bunlara katlanmamız neden?”


Asırlar süren bir suskunluktu yaşadığım. Aysel, asırlarca susulacak bir çemberin içine çekiyordu beni. Buraya neden gelmiştim? Nasıl gelmiştim. Benim, hiç akılda yokken, hiç planda yokken bu yollara düşüşüm ve buralara gelişim nasıl olmuştu? Aysel… Onu beş yıldır görmüyordum dahası onunla ilgili hiçbir bilgiye ulaşmıyordum. Onun, yaşadığım mekânlarda nefes alıp vermediğini fark edememiştim bile.

Bu birbirimizden ayrı düşüşlerle biz, ne kadar insandık...


“Ne çok örnek oluştu yaşantımda böylesi yanılmaları yaşadığım… Yanılıyordum… Çünkü özde değişiklik yapmıyordum. Yapamıyordum. Olmadığım gibi görünemiyordum. Rol yapmayı doğru bulmuyordum. İnanmadığım halde inanmış gibi davranamıyordum. Sevmediğim halde sevmiş gibi de…

Her yenilgiden sonra biraz daha kabuğuma çekilip yalnızlığımı büyütüyordum sadece. Sonra belki bir gün… Ah hayır! Bilirsin, hiçbir şey ya da hiç kimse ikna edemez beni, benden başka. Ben…

Acıyı bilen, gerçekten bilen, başkasının acı çekmesine nasıl eden olabilir? Bu olur mu? Neden tam bir teslimiyet yok?

O zaman, “Buldum” dediğimizden nasıl emin olabiliriz?

Sanki oltayla yakalanacak balıklar gibi olmak… Hep yeni yollara uçurulan alacalı kuşların uçuşmasını görmek…

Offfffffffff. Sen… Sen, niye geldin. Git. Lütfen git. Tekrar denemeye hakkım yok. Ben insan olmak istemiyorum.

Yani sizlerin, “insan” dediği değilim. Burası güzel. Bu kaya kovuğu güzel. Burada hesap yok. Kandırmaca yok. Sömürmek yok. Yazmak, çizmek yok. Güven sorunu yok…

Bunca güvensizlik ve bunca küçük hesaplar… Söylenenlerle yapılanlar arasındaki bu büyük uçurum. Artık yorulamıyordum bile… Git. “


Nasıl giderdim? Aysel’i orada bırakıp nasıl giderdim. Gerçek yaşamın dışına düşmek… Her an bir kandırılmışlıkla yüz yüze kalmak… Yaşamak… Bedeli ödenmeyen ekmeği yiyebilir miydim? Emek vermeden sevmeyi… Offf Aysel’in anlattığından farklı bir dünyada değildim ki üstelik. Ah, nasıl dayanılıyordu? Aysel ve Aysel gibilerin kopan düğmeler gibi yitirildiği bu dünyada örneğin; günbatımları, doğal coğrafya olayı olarak izlenecek… Hani içimizde; içimizin de içinde bir yer, anlatılamayan duygularla bezenir ya… İşte o duygular, giderek tamamen yok olacak. O zaman ben, hala nasıl ben olurum…



5 Şubat 2010 Cuma, İzmir

Etiketler:

12 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/2

mavi

ADA

2002

Hayat ve Sanat

Emek veren herkesin ADAsı

  • LinkedIn - Beyaz Çember
bottom of page