Küçük Mavi Kuş
top of page

Küçük Mavi Kuş




Pir Sultan deyişi bir kadın sanatçının sesi ile daha bir etkileyici, dinleyenin yüreğinin yağını eritiyor adeta.


Şu karşı yaylada göç katar katar

Bir güzel sevdası serinde tüter,

Bu ayrılık bana ölümden beter,

Geçti dost kervanı eyleme beni…”


Bir güzel sevdası serinde tüter. Başı dumanlı dağın yücesinden ta buralara kadar tutuyor, estikçe insanın başını döndürüyor, döndürdükçe sarhoş eden tatlı bir esinti.

Yosun tutmuş taşlar, öfkeye kesmiş yürekler. Vurgun yemiş sevdalar, umudunu yitirmiş kuşlar: Şahinler, doğanlar, martılar, muhabbetler, küçük mavi kuşlar…

Küçük Mavi Kuş varmış, onun kapısının önünde bir yılan dururmuş. Ne kuşu, ne yeli geçirdiği yokmuş! Kapı önünden bir şeyin geçmesi mümkün değilmiş! Oralarda Karayılan’dan gayrı vızlar sinek yokmuş! O kâh sürünüyor, kâh kuyruğunun üstünde, dört dönüyormuş…


Bir gün Küçük Mavi Kuş’un sevdalısı bir başka yılan çıkıp gelmiş. Küçük Mavi Kuş’un sevdalısıymış ya, gün aşırı o da gelir olmuş. Karayılan’ın çatal dilini dışarıda gördü mü, hiç bakmaz geçer gidermiş. Bu gelişler genellikle kuşluk vakti olurmuş. Gün öğleye vardı mı, mümkün değil uğramazmış… Yapamamış, böyle onulmaz bir sevdaya tutulunca kaderini kendi yazmak istemiş. Bu böyle olmayacak deyip kozunu paylaşmaya karar vermiş. Güneşin en tepeye çıktığı saatlerde kızıl bir taşın üstüne yatmış, günün kızıllığı, taşın yalımı kızdırdıkça kızdırmış yerinde duramaz olmuş. Öfkesinden enerjisinden oraya buraya koşturmaya başlamış. Kendini iyiden iyiye hazır hissedince Küçük Mavi Kuş’un kapısına varmış. Kapının altından süzülmüş. Başını kaldırınca Karayılan’ı karşısında bulmuş. İki yılan öfke dolu gözlerle birbirini süzmüş, başlarını yukarıya kaldırıp “ben hazırım,” demişler birbirlerine. Yaman bir kavga başlamış Küçük Mavi Kuş’un kapısında. Her yanları kan revan içinde kalıncaya kadar ısırmışlar birbirlerini. Karayılan kavgada mertlik olmaz anlayışını doğrularcasına bir yolunu bulup hasmını yere sermiş. Yenik yılan bir zaman yattığı yerden kalkamamış. Yılanlığının yasasında: Sırtı yere gelen yılan bir daha oralarda dolaşmaz, alır başını gidermiş. O da bir daha ortalıkta görülmemiş…


Küçük Mavi Kuş’un mekanı Meşeli Tepe’nin hemen eteklerinde şehrin bir ucundadır. O da lânetlenmiş yılan gibi bir başına kalmış. Gülünce güller açan, ağlayınca gökyüzü ağlayan Küçük Mavi Kuş, kara bulut çökmüş gibi kararmış. Gülmüyor, konuşmuyor, yemiyor, içmiyormuş. Karayılan’ın yılanlığına o da böyle tepki veriyormuş. Elinden ne gelebilir ki? Garip kimsesiz, sefil bir mavi kuşmuş. Denizinden ayrı kalmış bir balık, dalından koparılmış bir gülmüş artık o. Ama ne çare, hakikat buymuş işte.


Meşeli Tepe’den doğan ince derenin sesine kulak veriyormuş geceleri. Geceler sakittir. İnce derenin sesini net olarak duyabiliyormuş…


“Dışarıda deli dalgalar,

Gelip duvarları yalar,

Seni bu sesler oyalar,

Aldırma gönül, aldırma.”


Sabahattin Ali şiiri ile dayanmaya çalışıyormuş, “aldırma, dayan Mavi Kuş” diyormuş. Bir de seher yeli çalıyormuş kapısını. Başkaca da bir Allah’ın yaratığı uğramıyormuş. Ötmek, ötüşmek yasakmış. Uzaktan, ta Meşeli Tepe’den aşıp giden cinsleri, türleri bilinmeyen öteki kuşlarla selam yollayabiliyormuş yalnızca.


Haftanın iki günü, bir salı bir de pazar günleri, evlerinin cumbasına çıkar, tahta çıtaların arasından seyredebilirmiş. Bunun dışında gördüğü kireçle badanalanmış duvarlarmış. Önceki cumbalı günleri Pazar ve çarşambaymış Çarşamba adı bir isyan, türküsünü söyletiyor diye cumbalı günleri: Salı gibi sallansın diye salıya alınmış. Pencereler yek pare demir levhayla, bacalar harçla kapatılmış. İğne deliği kadar bir delik bırakılmamış. “Zalimin zulmü varsa sevenin Allah’ı vardır,” sözünün kifayetsizliğini düşününce, ‘isyankâr oldum ben,” deyip hemen tövbe ediyormuş. Arkadaşlarına sabır öneren Mavi Kuş’un sabrı bitiyormuş sanki.”Ne olur güzel Allah’ım, büyüklüğünü göster de bu zulüm bitsin,” diye tam yedi senedir Karayılan’dan gayrı gördüğü başka bir şey yokmuş. Küçük Mavi Kuş, kendi kendine durmadan şiirler türküler okuyarak direnmeye çalışıyormuş, Karayılan’ın zulmüne. İçinden sesiz; ama öfkeli, cini gelesi haykırmaktaymış:


“Kara dağın Karayılan’ı

Gelir dolanı dolanı,

Yedi sene gurbet gezsem de

Unutmam seni vuranı

Yandım anam, anam

Öldüm anam, anam

Yağlı kurşun yedim

Anam oy oy!”


Sonra:


“Oy dere Kızıldere

Böyle akışın nere,

Biz de hâl mi bıraktın,

Sana can vere vere!”


Ağıttan ağıta, türküden türküye, şiirden şiire geçip işte böyle karşı durmaktaymış Karayılan’ın yılanlığına. Şiirler, türküler, söylenceler, hikâyeler… İyi ki onlar vardır, iyi ki öğretmiştir Dede Kuş. Yoksa şimdiye çoktan Karayılanın yılanlığına teslim olacakmış. Onlarla karşı koyuyormuş Karayılan’a. Ustaya hak verircesine onlarla direniyormuş. Hani demiş ya Thales: “Bir ülkede türküleri yapanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür.”


Türküler, şiirler tükenmez umutlardır… Pir Sultanlar, Yunuslar, Karacaoğlanlar, inadına inadına “Enel Hak”, diyen Hallacı Mansurlar, direnişin ozanları Mahsuniler…


Birden bire İblis’in Cennet’ten kovulması gelmiş aklına. Havva’ya yasak elmayı yediren İblis’i ağzında taşıyan yılanla, kendi Karayılan’ı arasındaki bağlantı az da olsa onu rahatlatmış.


Rivayet odur ki, Cennet’in kapıcılarından olan Yılan, İblis’i Cennet’e alınca Tanrı'nın gazabına uğrayıp dört ayağını da kaybetmiş! İşte o günden beri sürünür durur, beli yerden kalkmazmış. Haziranda kızgın güneş altında ısıracak şey ararmış! Hele bir de kuyruğuna basılırsa… Karayılan Küçük Mavi Kuş’u bir odaya hapsetmiş, gün güneş göstermezmiş.


Öyle olmuş, günler, haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalamış. Yeni doğan güne bir dosta hasret ölüp gidecektir artık Küçük Mavi Kuş. Ötüştükleri, söyleştikleri cankuşların seslerini, sözlerini duyamamış. Mektep günlerinde dediği, “Tanrı’nın bana vereceği en büyük ceza, sevenlerimden ayrı koymasıdır.” Onları görememek ifade edilebilir; lakin seslerini duymamak ölümdür. Hele Muhabbet’ine hasret ölürse, bir daha sesini duymazsa…


İşte bu ölümdür, ölümden de beterdir. Tam yedi yıl türkülerle dayanmış Karayılan’ın yılanlığına. Bildiği türküleri, şiirleri doksan bin defa tekrar tekrar okumuş. Hani Ali’m doğduğu gün doksan bin kötülüğün evi gark olmuş ya! İşte o da doksan bin kez bildiği türküleri, deyişleri, şiirleri okumuş kötülükler, çirkinlikler yok olsun diye… Sabrı tükenmiş, artık tekrarlamaya mecali kalmamış. Şöminenin üstündeki çırayı yakmış. Hani papazlar başpapazı seçmek için bir odaya kapanırlar da seçim yaparlarmış ya; seçimin sonucunu bir dumanla haber verirlermiş ya… İşte başpapaz seçiminin ateşini yakmış Küçük Mavi Kuş...


Bu teslimiyetle yüzündeki güzellik, gözlerindeki fer, elinin yüzünün nuru uçup gitmiş. Ezbere bildiği türküleri, şiirleri birden unutmuş. Sevdaya, Muhabbete dair bildiği ne var, ne yok bilgisayar çocuklarının windowsu gibi çökmüş. Meşeli Tepe’nin ağaçları, ağaççıkları bir bir kurumuş. Göğün mavi bulutları kapkara kararmış! Meşeli Tepe’den doğan ince dere de kurumuş buna sebep! Çıranın isli dumanı Karayılan’a umut demekmiş; lâkin yaşama dair umudu yok etmiş. Dara çekilen Mansur’un, derisi yüzülen Nesimi’nin, recme edilen Pir Sultan’ın, kemikleri sızlamış. Küçük Mavi Kuş, adına uygun küçüldükçe küçülmüş, yok olmuş!


Her sabah günaydın diyen gökyüzünün özgür kuşları üstünden uçmaz olmuş. Odasındaki kireç badanalar kara toprağın karasına dönmüş. Tekmil renkler, ya karaya; ya da griye dönmüş. Başını dik tutamaz olmuş. Odasındaki aynaların hepsini kırmış. Utancından kendine bakamaz olmuş. Işık saçan güneş gözleri, ayın on beşi gibi parlayan yüzü tükenişin, teslimiyetin, onursuzluğun utancı ile çirkinliğin nişanesi olmuş…

Karayılan, güle oynaya, yüzünde gülücüklerle çalmış kapıyı.

“Tık tık!”

“Kim o?”

“Benim, tatlın, kıymetlin!”

“…”

Karayılan büyük bir keyifle, çözmüş zincirleri. İçeri girer girmez sarılmış Küçük Mavi Kuş’a. Küçük Mavi Kuş’un elleri bedeni cevap olmamış lakin. O gözü kapalı teslim etmiş kendini; sonra da döle yatmış…


Artık Küçük Mavi Kuş’a hayat ya hep kıştır, ya hep yazdır... Artık “buda gelir, buda geçer ağlama diyemeyecektir,” Âşık Daimi gibi. Direnç günlerinde büyük bir aşkla söylediği bu türkünün sözlerini bir daha anımsayamayacaktır. Denizlerin, direncini gösterememiştir. Üç yiğit ömürlerin baharında işkencecilerin karşısında çelikten bir duvar gibi durmuşlar, Bir kere bile onurlu mücadelelerinden pişmanlık duymamışlar. Küçük Mavi Kuş, Karayılan’ın yılanlığına teslim olup fır dönen fırdöndülerin yolundan gitmeyi seçmiş.


Küçük Mavi Kuş’la Karayılan’ın tıpkısı bir Karayılan daha gelmiş dünyaya. Kimse, hoş gelmiş sefa gelmiş dememiş, demeye de dili varmamış zaten. Telsiz telefondan sesini duyduğu Muhabbet’ini de duyamaz olmuş. Muhabbet direnmiş, özgür sevda günlerinin aşkına, yaşadıkları üç güzel senenin aşkına üç kere, on üç kere daha aramış Küçük Mavi Kuş’unu. On üçüncü seferinde, on üç’ün uğursuzluğundan mıdır nedir, hışmına uğramış Küçük Mavi Kuş’un.


“Sesin, avazın güzel! Ben güzelliğe karşı intikam duyguları besliyorum! Artık seni duymak istemiyorum, ben doğu ekspresinde yerimi aldım. Fır dönen fırdöndülerin yolundayım, arama beni, aramam seni. Ben artık senin Küçük Mavi Kuş’un değilim. Ben artık bir anayım, Karayılan’a bir karayılan verdim. Artık beni arama, ben yokum, dayanamadım, senin gibi inançlı bir yaşamı seçmedim. Benden bu kadar, affet beni demeyeceğim. Ben kendimi affedemiyorum. Senin affetmen bir şeye karşılık gelmez. Seni rüyalarıma bile kapattım. Seni rüyamda bile görmem utancımın derecesini artırıyor. Ben utancımla yan yana yaşamak istiyorum, utancımla baş başa kalmak istiyorum. Düne dair ne var, ne yok, hepsini dumana verdim. Meşeli Tepe’den esen zalim bir rüzgâr düne dair her şeyi alıp gitti. Dün yok, mektep yok, bodur çam ağaçları yok, kestane kızılı saçlarımı okşayan beni benden alıp sana veren, yüreğimi hoplatan ellerin yok, Arzu yok, Kamber yok; Leyla hiç yok… Yok… Hiçbir şey yok…”


Küçük Mavi Kuş, o günden sonra da dışarı adımını atmamış. Aradan iki yedi yıl daha geçmiş. Küçük Karayılan’ı büyümüş, Küçük Mavi Kuşların peşinden koşmaya başlamış. Küçük Karayılan’ının eli ekmek tutuncaya kadar bu işkenceye katlanırım demiş, sonra zaman uzun demiş, nasıl olsa bir mektebe girdi, bundan sonra başını kurtarır. Ben olsam da olmasam da bir şey fark etmez demiş!

Meşeli Tepe’nin üstünden kopup gelen akşam yeli deli bir rüzgâra; sonra bir kötülüğü haber vermeye çalışan felâket tellalına dönmüş. Rüzgârın içinden bir ses Küçük Mavi Kuş’un kulağına bir şeyler söyleyip:


”Haydi, verdiğin süre doldu. Unutma söz verdin, yerine getirmen lâzım. Söz namustur, söz vermek bir şeye benzemez, sözü yerine getirmek, adam olmak demektir… Sen adamlığı ne bilirsin? Sen umudun, direncin, insan olmanın erdemlerini tükettin, sen insanlık tarihinin bütün türkülerini söyledin de direndin Karayılan’ın yılanlığına! Yüze yüze kuyruğuna gelmişken pes ettin. Onca yiğidin direncine bir utanç abidesi olarak kazındın. Rehberim, dediğin Denizlerin, Pir Sultanların, Hallacı Mansurların, Galileo’ların kemiklerini sızlattın. Sen adam gibi adam olmanın ağırlığını taşıyamadın… Sen türküleri, şiirleri, deyişleri kirlettin, sen umudu kararttın, sen sevdanın, sadakatin yüz karasısın!”


Küçük Mavi Kuş, üç yedi yıl bir güne bir gün evin cümle kapısından çıkmamış. Karayılan’ın yasakları ilk yedi yılın sonunda bitmişti. Bitmiş bitmesine de o yine de bayram benim neyime diyerek, bu utancın ezikliği ile yaşamış. Bir gün bir çıkacaktı, pir çıkacaktı…

Küçük Mavi Kuş, Meşeli Tepe’ye doğru yürümüş: Üç yedi yıl önce hatırladığı doğanın mavisi, yeşili, geçtiği yerlerde siyaha dönmüş. Güneş bile utancından kızıla dönmüş.

Meşeli Tepe’nin eteklerindeki bodur meşeler, çaltılar, pırnallar, süpürge otları, fatmagüller, kurtkuyrukları, karadikenler, eşekdikenleri, kengerler, pıtrak otları... Onu görür görmez sırtlarını dönüyor; sonra da kömür karasına dönüyorlarmış. Aradan üç yedi yıl geçmiş, doğanın güzellikleri, tekmil yaratıklar affetmemiş Küçük Mavi Kuş’u. Bu utançla nasıl yaşayacaktı? Bu ağır bir yüktü, daha fazla taşıyamazdı. Nasıl olsa Küçük Karayılanı iyi bir mektebe girmişti ya, ondan sonrası Karayılan’a kalmış. Meşeli Tepe’nin yücesine vardığında güneş, iyot yatağı Marmara’nın ufukla kesiştiği yere doğru yaklaşıyormuş. Gün batımından esen ‘”dur acele etme,” diyen bir rüzgâr göğüslerini okşamış. Sımsıcak bir elmiş bu el. Umuda arzuya yeniden merhaba demeye çağıran bir dost eli. Belki de Muhabbet’in eli… Sonra birden aksi istikametten gelen bir esinti, “Haydi durma geçtiğin yerlerin otları kurumakta, suları çekilmekte, bir dakika bile durma, oksijeni tüketme, haydi… “ demiş!


Küçük Mavi Kuş, uçurumun kıyısına kadar varmış, uçmayı unutmuş, süpürge sapı kanatlarını bir iki çırpmış, bırakmış kendini uçurumdan aşağıya. Düşerken başını keskin taşlara çarpmış; yaman bir acıyla sarsılmış. Bu acı aklını başına getirmiş. Eline bir melengiç dalı geçmiş, can havliyle yakalamış. Öyle bir yakalamış, öyle bir yakalamış. Kesseler bırakacak değil… Yaşama yeniden merhaba demek için yardım dilenmiş. Muhabbet ve eski dostları hatırına gelince daha çok bağırmış. Yaşama davet çağrısını bir Anka duyarak gelmiş. Varmış, sırt vermiş, sonra da “atla, durma” demiş. Atlamış o da. Sonra uçmuşlar… uçmuşlar… uçmuşlar…


118 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

DEĞİŞİM

1/3
bottom of page