Evet evet, bu garip görüntüyle beş yıl önce ilk kez karşılaştığım günün sisli sabahında nasıl hatırladıysam şimdi de aşağı yukarı öylesine canlı hatırlayabiliyorum. Düş ve gerçek arası bir görüntü. Bir dizi film gibi beş yıldır sürüyor. Başlangıçta daha sık görüyordum. Neredeyse her gece. Sonra sonra azaldı. Ama gene de sürüyordu. Israrlı bir biçimde. Son zamanlarda ise neredeyse unutmuştum.
Bir alan görüyordum. Sapsarı, güneş içinde. Genellikle boğa güreşi alanlarında ''öğleden sonra beşte'' görüldüğü gibi güneş ve gölge çizgisi yoktu. Tümü güneşti. ''Ne kadar benziyoruz İspanyollara'' diyorum sessizce, ''Ve İstanbul ne kadar benziyor Endülüs'e...'' Çünkü bu tıpkı bir corrida alanı idi ve üstelik Taksim'di. Daha da tuhafı alanı çevreleyen ve çok eski taşlardan yapılmış surların hemen öbür yanında uçsuz bucaksız bir bozkır uzanıyordu. Belki de Mardin ya da Harran düzü. Taşların aralarından yabani incirler fışkırmıştı ve yabani güvercin yuvaları fark ediliyordu. Sanki alanda kimse yokmuş gibi duvarın yüzünü yalayan rüzgarı duyabiliyordum. Bakarken hafifçe ürperiyordum.
Yönetmenin adı Witold Giersz. Polonyalı bir çizgi film ustası. Kırmızı ve Siyah'ı ilk kez Krakow'd görmüştüm. Birden bir pencere açılıyor, güçlü bir esinti masanın üstünde duran kırmızı ve siyah çini mürekkebi şişelerini deviriyordu.
İri, kırmızı ve siyah taneli bir yağmur gibi sapsarı alanın güneşli zeminine dökülüyordu mürekkepler. Ve şaşırtıcı bir hareket başlıyordu. Büyüklü küçüklü boğa kırmızı güreşçileri, siyah boğalar arasında. Aynı zamanda hem bir dövüştü bu, hem de bir şölen. Boğalar hınçla saldırıyor, güreşçiler kılıçlarını zarif çalımlarla parlatıyorlardı. Zaman zaman kışkırtıcılar doluyordu alana. Siyah atların üstündeydiler ve ellerinde uzun kargılar vardı. Sarı giysilerinden ötürü alanın zemini üstünde kendileri görünmüyordu. İzleyiciler coşkundu. Şapkalarını sık sık havaya fırlatıyorlar, zaman zaman hızlarını alamayıp alana fırlatıyorlardı.
Ben hemen kıyıda duruyordum. Yanımda karım, çocuklarım. Az ileride sevgilim duruyordu, kendi ailesiyle birlikte. Sonra komşular, çalıştığım iş yerinin siyah pileli eteklik ve beyaz ipekli bluz giymiş sekreterleri. Az ilerde avukatları fark edebiliyordum. Nedense topluca duruyorlar ve ellerini kollarını sallayarak tartışıyorlardı. Teknisyenler, hatta gümrük komisyoncuları bile vardı. Hep birlikte bu tuhaf şöleni izliyorduk. Tuhaftı, çünkü tüm coşkunluğuna karşın, bir şenlikten beklenmeyecek kadar şiddetle doluydu. Sevinç, zafer, incelik, kan, öfke ve hınç bir aradaydı.
Uzaktan gülüşüyle beni okşayan sevgilime ''Korkma!'' diyordum, ''Sadece bir film bu...'' Yüzünden bir gölge geçiyordu. ''Zaten korkmuyorum. Üzülüyorum...'' Oysa ben korkuyordum. Geceye ya da savaşa giden çocuklar gibi korkuyordum. Parterle sahne arasındaki görünmez sınırı aşarken duyulan korku.
Hızla bir halk karnavalına dönüşüyordu alanın görüntüsü. Bir ayine, bir sevişme törenine ya da özgürlüğün ilk günü yaşanan çılgınlığa. Dönüyordum çocuklarıma gururla ''İşte böyle zamanlar yaşadık biz'' diyordum, ''Ben gördüm bütün bunları... Sizler de mutlaka göreceksiniz.'' Ama gene de tuhaf bir durumdaydım. Sanki eski bir filmden söz ediyordum, aynı zamanda onun gösterdiği gerçekliği de yaşayarak.
Çünkü hep böyle olur. Bir an gelir, kopar film. Umulmadık bir anda tutulur güneş. Gece vakitsiz iner.
İşte tam öyle oluyordu. Ağır ve karanlık bir kapak gibi iniyordu gökyüzü, alanın üstüne. Masadaki renklerin çıldırdığı paletlerin, boya ve mürekkep şişelerinin, fırçaların üstüne siyah bir örtü. İnsanlar şaşkın kaçışıyordu, yüksek duvarların çevrelediği alanın kıyılarına doğru. Gene de çoğu kalıyordu içeride. Biz, kıyıda, kıpırdamadan duruyorduk. Hep aynı soruyu sorarak: ''Niçin?''
Savaş, deprem, salgın ya da karabasan. Gerçekti, ama biz inanmadık hiçbir zaman bunlara. ''Bu kadarı olamaz... Bir düş bu!'' diyorduk.
Ne düşünürsek düşünelim, alanın ortasında, içinde insanlar bulunan o kara örtü, çağdışı bir heykel gibi duruyordu. Kentin tam orta yerinde, her gün binlerce insanın geçtiği yerde böylesine garip bir nesnenin bulunuşuna bir türlü alışamıyorduk. Bir şeyler yapabileceklerine inandığımız her yere başvuruyorduk. Üniversitelere, basına, yetkililere. Hiçbir sonuç yoktu. Duruyor ve geçen zamanla sağlamlaşan bir beton yığını gibi meydan okuyordu hepimize.
Kimi zaman gözüpek kişiler çıkıyordu aramızdan. Bileklerine güvenerek bir ucunu kaldırmaya çalışıyorlardı örtünün. Ama o tuhaf kitle, etobur bir bitki gibi bir an açılıyor ve onları da alıyordu içine. Uzun süre kimse haber alamıyordu onlardan. Çevrede arada sırada gözü yaşlı, sessiz kadınlar görüyorduk. Utancımızdan bakamıyorduk onlara.
Düşün sonlarına doğru, karabasan içinde karabasan gibi daha da korkunç gelen bir sahne izliyordum. Alanın kıyısında, iri taşlardan örülmüş duvarın önünde duruyordum. Çevremde kimse yoktu. Taş aralıklarından görünen bozkır bomboştu. Rüzgar yabani incirlerin tozlu yapraklarını hafifçe sallıyor, duvar dibinden ince bir toz bulutu kaldırıyordu. Gittikçe uzaklaşan bir ses duyuyordum. Ağıt, dua, ayin benzeri bıktırıcı bir ses. Alan ise canlıydı. İnsanlar her günkü yaşamlarını sürdürüyorlardı. Pırıl pırıl otomobiller, troleybüsler, ayakkabı boyacıları, birahaneler, gazete kulübeleri, yaya geçitleri, seyyar satıcılar her zamanki gibiydi.
Boğulur gibi bir sıkıntıyla insan yüzlerine bakıyordum. Bir şaşkınlık, bir yadırgama ifadesi bulmak için. Yoktu.
Alnın ortasını boydan boya kaplayan o karanlık kitle öylece duruyordu ve kimse dönüp bakmıyordu bile. Alışılmıştı ya da unutulmuştu. Evet evet unutulmuştu.
İlk zamanlarda düşünüyordum, acaba bir sanrı mıydı bu? Bir hastalık mı? Şimdi pek aldırmıyorum. Çünkü ben de daha seyrek görmeye başladım bu düşü. Yakında, biliyorum, tüm ''normal'' ve ''uysal'' vatandaşlar gibi alışarak kurtulacağım bu karabasandan.
Ama yine de bir kaygı yok değil içimde. Herkes unuttuğunda kim hatırlayacak o örtünün altındakileri?
Comments