Elveda Alyoşa
top of page

Elveda Alyoşa


Fıstıki yeşil, patlıcan moru entarilerim; gündüz insan, gece kurt yaşamım; yalnız evimin duvarlarına renkli tebeşirlerle yazdığım aşk dizeleri, yarım kalmış bir tutkuyu sökmek için yaşanan kaçamak çılgınlıklardı. Meze tabaklarına düşen erik baharları; Buzbağ şarabının kadehimizdeki koyu vişne rengi; aylı gecelerde, olmayan bir denizi özlemle aramaya çıktığımız Çankaya tepeleri; birden aklımıza esip kendimizi attığımız, ertesi sabah İstanbul'da, İzmir'de, Bursa'da, Bodrum'da uyandığımız Anadolu otobüsleriydi.


Karpuz yüklü kamyonların arkasında Tuz Gölünü geçip Peri Bacalarına vardığımız; ilk Hıristiyanların gizli tapınaklarının sükûnetinde, dörtnala sonsuz bir koşu olan hayatımızın tatlı yorgunluğuna çare aradığımız; ufak tefek taşlı yokuşlardan nefes nefese kaleye tırmanıp, alev alev yanan avuçlarımızı ve alnımızı binlerce yıllık tanrıçaların, Hitit heykellerinin, donuk mermerlerin serinliğine yasladığımızdı. Forumlar, yürüyüşler, mitingler, işgallerdi. Kongreler, toplantılar; tutkulu, ateşli tartışmalar; hırslı, keskin karşıtlıklardı. Yurtlarda, kampuslarda öğrencilerle birlikte nöbet tutup sabahladığımız; tüm saatlerin, tüm hayatların bilinmeyen bir devrime ayarlı olduğu, "Ho, Ho Ho Şi Mihn, daha fazla Vietnamlı", "Son sözümüz söylenmedi, kavga yeni başlayacaktı, çılgın umutlarla dolu masal günlerimizdi. Yazı yazarak, yazı tartışarak sabahladığımız; dünyayı, yaşamı, savaşı, devrimi, sosyalizmi, insanı, kendimizi belki bir daha hiçbir zaman yapmadığımız kadar ciddiye aldığımız inançlı, coşkulu, özverili, umutlu 25 yaşımız, 30 yaşımızdı. Külüstür mavi kaplumbağa arabaya balık istifi doluşup, çantalarımızda sosyalizm üstüne, faşizm üstüne kitaplarla cılız çamların altında gizli köşeler aradığımız; yaklaştığını sezdiğimiz fırtınaya karşı çocuksu önlemler, romantik çözümler bulduğumuz; evlerimizden bir sabah çıkıp bir daha uğramadığımız; kuşlar gibi hür, bulutlar kadar uçucu olduğumuzdu. Dört bir yana dağılışımızdı sonra... Bir gün ders ortasında kürsüden alınıp götürülüşüm; evlerimizi, hayatlarımızı, kimliklerimizi didik didik eden Tomsonlu, postallı Haki'ler -Birkaç afiş, birçok dergi, kitap, külüstür daktilom, arkamdan mahzun bakan küçük kara kedim, kuşkulu, korkulu bakışlarını üzerimde hissettiğim apartman komşuları; bir bölük silahlı asker arasında komik miki filmlerini andıran ufacık, gülünç halimdi.

Gözü bağlı götürüldüğüm kışlaların rutubetli, taş işkence odalarındaki kapana kısılmış fare korkum, kadınlar koğuşunun havalandırma avlusundan görülen mavi boyalı yoksul gecekondular, sonbahar sislerinin masal bahçelerine dönüştürdüğü kırlar, söğüt ağaçları, demir kapılar kapandıktan sonra içilen demli, sıcak çayların buruk mutluluğuydu. Bugün, içimde incecik bir hüzün, seni düşündüm Alyoşa. Oysa aramızda hüzne en yabancı olan sendin. Duvarlarımdaki aşk şiirlerini "-Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi/geceleyin ateşler içinde uyanıp ağzımı musluğa dayayıp su içer gibi" -Nazım'dan bile olsalar, devrimciliğe yakışmaz sayıp çocuksu bir öfkeyle silmeye çalışırken; öğrenci forumlarında, tartışma toplantılarında, işçi mitinglerinde kendine ve fikirlerine sonuna kadar güvenli, kendi doğrularından hiç kuşku duymayan ateşli konuşmalar yaparken; kendi aramızdaki bitip tükenmez tartışmalardan sıkılıp, lafı "Az laf, çok iş," diye noktalarken; ya da keyifli bir gününde, koca bir tepsi hamsili pilav yapıp, yarısını daha sofraya oturmadan silip süpürdüğünde, gözlerini yere eğip mahcup gülümserken, hüzün yanına yaklaşmaya bile cesaret edemezdi. Kedileri, kağıttan bin bir çeşit hayvan yapmayı, hamsiyi ve tatlıları severdin. Alyoşa adına hak kazandıran çocuksu iyimserliğin, saflığın, gözükara aceleciliğin, hep harekete, işe, eyleme dönük didinmen... Belki biraz da küçümsediğim doğallığın, saydamlığın... Bir yanından bakınca öte yanı görebileceğim duygusuna kapılırdım. "Yaşam dolu" denilemez, hayır! Ağaçlar, otlar, geyikler, kediler, sular gibi yaşamın, doğanın gıllıgışsız, dümdüz bir uzantısıydın sen! İnsanları biraz buğulu, biraz gizemli kılan, coşkuyu törpüleyen, heyecanı yatıştıran, eylemi arkaya itip duyguyu öne çıkaran hüznün ne ilgisi vardı seninle! Dört bir yana dağılmış kitaplar, dergiler, kağıtlar arasında nasıl da coşkulu, hummalı, hırslı çalışırdık... Hatice Abla fasulye pilakisini, havuç salatasını; zeytinyağlı dolmaları dünden yapıp buzdolabına koymuş olurdu. İşe içki karışmamalı kuşkusuz! Yine de bir yerlere zula ettiğim şarabı son dakikada biraz ürkek, biraz mahcup masaya koyarken bir tek senin gözlerini arardı gözlerim. Yine böyle bir gündü: Hani Alyoşalık payesini artık bir daha hiç birimizin unutmayacağı biçimde hak ettiğin sonbahar akşamı... Kızgın kızgın homurdanma! Yüz yaşına gelsek bile, birlikte her sofrada, her içki masasında anımsayacağız. Adaşımın bir yerlerden bulduğu, günün sürprizi olarak sakladığı siyah etiketli Skoç viskiden payına düşeni, "Ben içmem," diye itiraz etmeye de çekinip, kimselere göstermeden gizlice mutfak musluğuna dökerken yakalamıştık seni. Alyoşalığın bir kez daha tescil edilmişti o gün. Bahçelievler son durak... Elimde köşedeki kuruyemişçiden alınmış leblebi, şamfıstığı, dutkurusu, fındık, üzüm paketim. Çantamda bir küçük konyak ve notlar, kağıtlar, kitaplar, dergiler... Tam donanımlı askerler gibi hazırlanırdık çalışmaya. Yine sabahlayacağız. Derginin yetişmesi gerek. Dünyanın, tarihin, Türkiye'nin, tüm insanların sorumluluğu omuzlarımıza yüklü. Buram buram inanç, umut, sosyalizm, devrim olan Ankara günlerimiz!

Daktilo başında sabahladığımız; geleceğin ve dünyanın avuçlarımızın içinde olduğuna inandığımız; gece otobüslerinde, Ankara'yı İstanbul'un işçi semtlerine, öğrenci eylemlerine, basımevlerine, grevlere bağladığımız; serin şafak vakitlerinde iğde kokulu yollardan geçerek evlerimize, işlerimize dağıldığımız Ankara günlerimiz!.. Belki de bugün, şafakları iğde kokan uykusuz gecelerden onlarca yıl ve binlerce yol uzakta, sabah erken bastıran hüznün asıl anımsattığı, sen değildin de, o günlerdi Alyoşa. Tüm yaşantımızın hem çok gerçek, hem de masal olduğu; hayallerin, coşkuların, umutların sınırının nerede bitip gerçek dünyanın nerede başladığının bilinmediği; henüz yaşanmamış acılara, ayrılıklara, ölümlere, işkencelere, zindanlara, geleceği acılı, karanlık kılan ne varsa hepsine meydan okuduğumuz günler... Belki Türkiye'den gelmiş bir gazetenin iç sayfalarında gördüğüm küçük fotoğrafındı sabah sabah hüzünlendiren beni. Hiç yaşlanmayacağını sandığım, çocuksu, aydınlık, hiçbir şey saklamayan, hiçbir gizi olmayan yüzün... Belki de hüzün o fotoğraftaki biraz bezgin, çok, ama çok yorgun ifadede, aklaşmaya yüz tutmuş saçlarında, sertleşmiş çizgilerinde, yorgun bakışlarındaydı; belki de, gazetecinin yönelttiği sorulara verdiğin ölçülü biçili, ağırbaşlı yanıtlardaydı. "Alyoşa'nın önüne geçilmez yükselişi" şakamızda saklı olandı; yazdığın son mektubunun "Kendimi yorgun hissediyorum. Artık viskileri musluğa dökmüyorum, kendi çapımda çok içtiğim bile söylenebilir" dediğin satırlarıydı...


Ama asıl, ne çocuk yüzündeki yorgun ve yaşlı bakışlar, ne içki içmeye başlamış olman, ne bir daha asla yakalanamayacak güzel bir geçmişe duyulan özlem! Hayır, hiçbiri değil, asıl gazetecinin sorularına verdiğin yanıtların kahredici ölçülülüğünde, sağduyuya uygunluğunda, "aklı başında"lığında, hesaplılığındaydı hüzün. "Artık iyimser olamıyorum," demendeki gizli boyun eğişte, kanıksamışlıkta, artık olduğun gibi olmamanda, artık hiçbirimizin eskisi gibi olamamamızdaydı... İstanbul günlerimizde, Cağaloğlu'ndan Sirkeci'ye yorgun argın inip bir an dinlendiğimiz Üsküdar vapurlarında, bir yandan güneşi batırıp bir yandan usul usul konuşurken -Ne çok konuşurduk, ne kadar çok sözümüz vardı söyleyecek!- batan güneşin Sarayburnu önlerindeki oynak denizde bıraktığı izleri görmediğini düşünürdüm hep. Sofralar daha kurulurken oburca bir iştahla yarıladığın mezelerin tadına varamadığını; içkilerin tadı gibi karmaşık duyguların tadını da alamayacağını düşünürdüm. Seni, biraz da bu yüzden, hiçbirimizin tam beceremediğimiz bir işi, Alyoşa olmayı başarabildiğin için severdik. Şimdi, güneşi dünyanın dört bir yanında batırdıktan sonra, ufuktaki son kırmızı çizgilerin güzelliğini, nadide mezelerin ağır ağır yenmesi ve konyağın balon kadehlerde, avuçta ısıtılarak içilmesi gerektiğini, karmaşık duyguları, sinsi acıları, yengileri, hele de uzlaşmaları öğrendiğinden beri, Alyoşa adı artık hiç uymuyor, hiç yakışmıyor sana. Gazetenin iç sayfalarında bir köşede, senin küçük fotoğrafının yanında, Kızıl Meydan'ın köşesindeki o peri masalı kiliseciğinin resmi var. -Geceleri, sütlü lacivert gökyüzünde Kremlin'in kızıl yıldızı parlardı. Masal kilisesinin rengarenk, çiçek çiçek kubbelerinin, kulelerinin hemen karşısında Lenin'in anıt mezarının önü, törensel nöbet değişimini izlemeye gelenlerle dolardı. Arkada kızıl bayraklı, kızıl yıldızlı Kremlin, yüzyılımızın gerçekleşmiş sandığımız en büyük masalının, en güzel umudunun kutsal simgesi gibi kale duvarlarının ardında saklanırdı. -Masal kilisesinin resminin altında Kızıl Meydan değişiyor, başlığı... Senin fotoğrafının yanına iri siyah puntolarla, senden bir alıntı: Çağın değiştiğini görmek, değişime uymak zorundayız. Ne olur bu kadar doğru, gerçekçi, akıllıca konuşma Alyoşa! Ne olur en pahalı, en nadide içkileri yine musluğa dök. Böyle kibar bir doygunlukla oturma, oburca saldır yemeklere. Tüm aşk şiirlerini duvarlardan değil kitaplardan bile söküp at istersen! Ne olur eskisi kadar aldırmaz, coşkulu, hesapsız, aceleci, öfkeli, uzlaşmasız ol. Siyasal hasımlarına söv, say! Yalan söyle: "Hiçbir şey değişmedi, dimdik ayaktayız" de! Yüzündeki o yaşlılık maskesini, bakışlarındaki donukluğu at, çocuk gülüşünle gül gazete sayfalarında. Masal bitmesin Alyoşa, korkuyorum! Masal şatoları yıkılmasın. Cadılardan, devlerden kaçarken yolunu yitiren çocuklara yollarını, gösteren yakuttan masal yıldızları yere düşmesin, parçalanmasın!.. Her şey yıkılıyor... Duvarlar, kaleler, şatolar, yıldızlar, heykeller, hayaller, inançlar, değerler, geçmişe bağlanan her şey... Her şey tuzla buz, paramparça!.. Merhaba yeni dünya! Elveda Alyoşa!...

33 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

DEĞİŞİM

1/3
bottom of page