ÇEMBER
top of page

ÇEMBER






Hoyrat, kocaman bir el, yün yumağı gibi sıkıp sıkıp bırakıyor beni… Boşalamayan gözyaşlarım içime akıyor. Yanan göz kapaklarım birer çizgi…


Mevsim yine güz…

Dere kenarını salkım söğütlerin öptüğü taşlı yolda yürürken hatıralar kafamın içinde bir avuç arı, oğul veriyor… Elimde, umut yükü boşalmış, tahta bavul…

Terkedilmiş kerpiç evin duvarı sırtıma dayanak oluyor bir an. Tabakamdan çıkarıp yaktığım, sarma tütünün zehri, içime zamk gibi yapışıyor…

Güneşin ışıkları oynaşan suyun içinde renkli bir taş gülümsüyor minik ellerime:

- Hamit! Bak ne buldum burada?

- Ne buldun la?..

- Taş ama bildiğin taşlar gibi değil… renk renk…

- Essah mı?

- Ne sandın, ta essah, bak!.. Ne güzel renkleri var di mi? Bak bir de deliği var ortasında. Kolye gibi.


Çıldırıyoruz… sanki ne?..

Gün akşama kadar, taşın bir eşini arıyoruz Hamit’le sırılsıklam. Bulamıyoruz.

Köyü karanlık basmış, analarımız merakta. Sürüyü nerde bıraktığını unutan iki çocuk… Bir temiz dayak yiyoruz dönüşte.

Ben renkli taşımı özenle ceketimin iç cebinde gizliyorum. Halide’ye hediye edeceğim diye. Anam öfkeli, hayvanları ne yaptığımızı sorup duruyor:

- Ula oğlum, nerde bu hayvanlar?

- Ana, onlar otluyordu, derenin öte yanında, biz Hamit’le biraz eğlendik derede. Sonra…Bilmiyorum.

- Neyi bilmiyorsun? Bilmez misin ki, onlar emanettir, bizim aşımız, ekmeğimiz. Bir daha emanet ederler mi sana?.. Hayvanları kaybedersen...


Hamit, azığımı bölüştüğüm, yaz geceleri damda bir döşekte sabahladığım, ergenlik sırdaşım, can arkadaşım… Bu renkli taşı Halide’ye vereceğimi, onu çok sevdiğimi de bir bir anlatıyorum Hamit’e.

Köy çeşmesini kollayıp, eline tutuşturduğum renkli taşı saklamasını tembihliyor, kaçamak bir öpücük konduruyorum yanağına.

Usulca Halide’ye:

-Öğretmen olup dönünce alacağım bu taşı… Seni de. Sakla onu… olur mu? Diyorum.

Bal sarısı gözleri parlıyor. Yanakları al al, sıkılarak:

-Beklerim, diyor.


Çobanlık yaparak değil, okuyarak hayatımı kazanmamı isteyen dayım, öğretmen okuluna yazdırmak için anneme söylenerek ayırıyor beni köyden.


Sonrası… uzun bir yolculuk… Salt okumak değil elbet; yaşama dair öğrenilmesi gereken ne varsa… Köy Enstitüleri… bir yaşam üniversitesi.

Zaman hızlı geçiyor. Annemi de alıp götürüyor o arada.


Dağ köylerinden birine atanıyorum, köy muhtarı diye bir şey yok… Ahırdan bozma bir yer gösteriyorlar okul diye… Hem muhtar hem öğretmen, hem müdür, hem sıhhiye memuru… Okulu adam edecek bir Allah kulu çıksa tapacağım… Yardım edecek kişiler hep o köyden olmadıklarında iddialı nedense.

Hayvan barınağından, harika bir okul ve kalacak lojman yaratıyorum.

Keşke anam sağ olsaydı da görseydi bu günleri… “ Öğretmen oğlum var” diye amma gururlanırdı köy yerinde. Dayım ne kadar destek olsa da erinin olmayışı… Bir başına didinerek o kadar tutunabilmişti işte.


Her şey hazırdı, ben hazırdım… Köyümü, ille de Halide’yi çok özlemiştim. Ben hazırlanırken her şey, herkes durağandı sanki. Okul öğretime açılacak, ben yaşama…


Onca o kadar eğitimli kız arkadaşlarım oldu okurken. Hele Çiğdem…

Ne çok koşmuştu peşimden.

El ele verirsek başaramayacağımız, ideallerimizi gerçekleştiremeyeceğimiz hiçbir şey yoktu oysa. Ayrılırken salya sümük ağıtları içimi sızlatsa da, söz verilmiş sevdaları saklayan yüreğime dinletmek ne mümkün.

Halide… Ne umutla beklerdi kim bilsin?

Yol boyunca uyku tutmamıştı. Umut yüklü tahta bavulumla, gün ışırken köye girdiğim bu sabah, olanlardan habersiz, türlü kavuşma hayalleri kurmuştum. Bitsin istemediğim sabahlardan biri olmasını dilerdim.


Garip bir sessizlik çökmüştü köye. Rastladığım kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Hamit’e, can arkadaşıma koştum. Avlunun ortasındaki taşa çömelmiş, iki elinin arasına aldığı başını umarsız sallıyor:

-Ben ne edeyim, nasıl diyeyim ?.. Ne söylerim ona?..

Beni karşısında dikilir bulan Hamit, Azrail görmüş gibi… bet beniz geçmiş, boynuma atılıyor, çocuk gibi hıçkıra hıçkıra:

-Haa lide… Halide… Su aldı onu…

- Ne suyu?.. Hangi su?..


Halide’nin, boynundan hiç çıkarmadığı renkli taşın ipi incelmiş olmalı ki, çamaşırları tokaçlamak için hareketlendiğinde boynundan akan suya fırlamıştı. Kendisine arkadaş olsun diye yanında getirdiği küçük kardeşi, ablasının suya dalışını, çırpınıp duruşunu anlamaz, epey bir zaman izlemiş, gelmediğini görünce… umarsız avazı çıktığı kadar bağırıp ağlamış, sesi köyü tutmuştu.

-Birlikte, birlikte!.. arayalım, Hamit!..

Hamit’le gün akşama kadar bir eşini aradığımız taş yerine şimdi… yitik bir can… Bir çember gibi etrafında dönüp durduğumuz bu yaşam, tuhaf oyununda üstlenemeyeceğim roller giydirmişti…

Bir bahar, bir de güz aylarında azgın akan bu derenin, Halide’mi alıp götüreceğini, sonsuza kadar getirmeyeceğini, bu kadar zalim olacağını aklım almıyor,

İsyanım bitimsiz büyüyor, büyüyordu…

Gözlerim karardı… Dipsiz bir kuyuya bedenimi çeken suya salıverdim kendimi…

Ne var ki, kısmet, öldürmeyen Allah öldürmüyor 

67 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

DEĞİŞİM

1/3
bottom of page