“Bu kadar olur yani, diye düşündü. Slovenya’ nın nerede olduğunu hiç kimse bilmiyor. Oysa Slovenya diye bir yer vardı işte; dışarıdaydı, içerideydi, çevresindeki dağlarda, şu anda baktığı meydandaydı; Slovenya onun ülkesiydi.” Veronika Ölmek İstiyor / Paulo Coelho
Evet, Veronika ölmek istiyordu. Uyku haplarını tek tek içti. Tam da ölmeye başladığı anda eline bir dergi geçmişti. İşte onu sarsan o soru okuduğu yazıda bulunuyordu:
Slovenya Orta Avrupa’nın güneyindeydi. Küçük bir ülke. Başkenti olan Lübliyana’nın adını ilk bu romanda duymuştum. Çünkü Veronika Lübliyana’da yaşıyordu. İlgimdeydi. Lübliyana yani…
İtalya gezisinden dönüyoruz. İtalya’da gezdiğimiz son yer Venedik. Yunanistan’dan başladığımız geziyi Slovenya, Hırvatistan ve Bulgariristan’ın başkentlerini gezerek bitireceğiz.
Venedik Lübliyana arası iki yüz seksen kilometre. Üç saat otobüs yolculuğu sırasında aklımda kalan: Mısır tarlaları, mısır tarlaları ve mısır tarlaları… Öyle böyle değil. Çok sık ekilmiş ve henüz taranmış saçlar gibi intizamlı sonsuz gibi görünen tarlalar yolun iki kenarını süslüyor.
Ve Lübliyana. Alpler’ in eteğindeki bu yerleşim hem bir Balkan şehri, hem Avrupalı. Üstelik Akdeniz kokuyor. Adı “ Sevgili ” anlamına geliyormuş. Sevilen yer ya da…
Alpleri eski yüzyıllara ait kontes giysileri içinde bir kadın olarak hayal ediyorum. Kontes giysisi de nasıl oluyor, demeyin. Hani kabarık etekli, bol dantelli. Giymesi de, taşıması da özen isteyen. Zahmetli ama şık ve güzel. Alpler hayalimdeki kontes ise etekleri Lübliyana. İşte öyle.
Şehrin ortasından geçen ve vadiyi yararak şehre ismini veren nehrin üzerindeki her köprü eteğinin bombesindeki o zarif kurdele sanki. Şehre ayak basar basmaz sizi o güzel kontes karşılıyor ve zarif bir reveransla kolunuza girip sizinle birlikte geziyor. Sanki gördüklerinizi o anlatıyor:
Yunanlı kahraman Jason buraya yerleşen ilk insanmış. Jason ve Argonotlar Colchis'teki “altın postu” bulduktan sonra ( Kral Aites’i yendikten sonra) Ege Denizi'ne dönmek yani güneye gitmek isterken yanlışlıkla Tuna Nehri'nde yol alarak kuzey yönüne varmışlar. Giderek, Tuna'nın bir kolu olan Sava'nın etrafından Lublianika ırmağının kaynağına gelmişler. Gemilerini batıdaki evlerine dönmek için Adriyatik Denizi'ne taşımış, karaya çıkmışlar. Argonotlar, günümüz şehirleri Vrhnika ve Lübliyana arasında, bataklıkla çevrili bir göl bulmuşlar. Nehrin kaynağı olan bu gölde kahraman Jason bir canavarı devirmiş. Şehrin arması ve bayrağı üzerinde bulunan ejderha işte bu canavarı temsil ediyor.
Otobüsümüzü önüne bıraktığımız parktan geçip şehri kolumuza aldığımızda ilk karşılaştığımız meydanda bir yemek festivaline denk geliyoruz. Öyle bir atmosfere sahip ki orada pişirilen ve servis edilen yemekler hem görsel bir şölene hem de kokularıyla enfes lezzetlere sahip. İlgimizi çekenleri satın alıp, tadıyoruz. Öğle vakti ve güneş tam tepede olmasa daha iyi olurdu.
Slovenya mutfağı; Balkan, İtalyan ve Orta Avrupa yemeklerinden oluşuyormuş. Tadına baktıklarımızdan ” Struklji” mantıya, “zganci” keşkeğe benziyor. Gibanitsa dedikleri börekleri nefis.
İlerlediğimizde karşılaştığımız yerel ürün tezgahlarından bal likörü ve tahta çocuk oyuncakları alıyoruz. Satın aldıklarımızın en ilginci de bebeğin düşen ilk dişinin saklandığı minik ahşap kutu.
Yüzde sekseninin ormanla kaplı olduğunu öğrendiğimiz Slovenya’da bal üretimi oldukça yaygın. Tezgâhlarda bolca da ceviz var.
Az ilerdeki açık halk pazarından aldığımız elmalar bizim yaz elmasına benziyor. Pembe beyaz ve gevrek. Yolculuk boyunca hasret kaldığımız domates mis gibi kokuyor. Daha doğrusu domates gibi kokuyor. Son yıllarda az karşılaştığımız organik domates kokusu bu. Bizim köy pazarlarına benzeyen bu yerde günlük sebze, meyve ve ayrıca bolca çiçek satılıyor. Satıcıların İngilizce konuşuyor olması iletişimi kolaylaştırıyor.
Kontes alışveriş merakımızdan sıkılmış gibi köprünün başında bekliyor. Gidelim.
Dragon (Ejderha) Köprüsü'nün iki yanını Çok kanatlı ejderhalar süslüyor. Bu köprü şehrin simgesiymiş aynı zamanda. Bir başka köprü, Butchers (Aşıklar ) Köprüsü ise üzerinde asılı büyüklü küçüklü rengarenk kilitleri ile ilginç. Sevgililer aşklarının sonsuzluğunu dileyip bu kilitleri köprünün korkuluklarına takıyormuş. Sonsuzluğa kilit vurmak mı sonsuzluğa kilitlenmek mi? Sağa doğru ilerlerseniz bağcıklarından tutulup elektrik tellerine atılmış ayakkabılarla karşılaşıyorsunuz. Bu ayakkabıların kaderini ister istemez merak ediyor insan. Onların yakında ayakkabıcılar çarşısının olduğunu işaret ettiğini söylüyor kontes.
Sakin adımlarla, adını ünlü Sloven şair France Preseren’den almış olan Presernov Meydanı’na geliyoruz. Şairin meydanda bir heykeli var. Heykelin bakış yönündeki binanın duvarında kabartma bir kadın figürü. Genç ve güzel bir kadın, yüzünden meydana taşan hüzünle pencereden bakıyor. Bu figür şairin kavuşamadığı sevgilisi Julija’ya aitmiş. Hemşehrileri şairin adını verdikleri meydanda onların aşkını ölümsüzleştirmek istemiş anlaşılan.
Meydandaki Pembe renkli Fransisken Kilisesi dikkat çekici. Kilisenin önündeki dilencinin fotoğrafını çekmek istesem de öyle bir huşu içinde ki saygısızlık edeceğimi düşünüyor ve vazgeçiyorum. O, bildik dilencilere hiç benzemiyor. Baştan aşağı siyaha bürünmüş bir genç kadın. Başörtüsü bile siyah. Simsiyah da değil ama. Güneşten solmuş, karanlığı açılmış bir siyah. Bu genç kadının yakıcı sıcakta böyle huşu içinde dilenmek için nasıl bir sebebi olabilir ki? Bilmek isterdim. Dilencini yanındaki para konacak kap kaldırım taşlarıyla bütünleşmiş, zor seçiliyor. Dua eden her Hristiyan gibi iki elini birleştirmiş ve alnına dayamış. Yüzü yere eğik oturuyor. Bir tür trans halinde sanki. Tasına atılan metal paranın çıkardığı “tık” sesi diğer paraları yerinden kıpırdatsa da dilenen bu kadın hiç oralı olmuyor.
Üçgen şeklindeki Tromostvje (Triple ) köprüsü üç bölümlü taş bir köprü. Onu geçince eski şehir merkezine varıyoruz. Romalıların burada kurduğu Emona şehri kavimler göçü sırasında yıkılmış ve Bavyera Herzogturm yönetimi tarafından tekrar kurulmuş.
Tarihi binaların arasında ilerleyip şehrin kalesine çıkmak üzere fünikülere biniyoruz. Bu asansör ile teleferik arası bir araç. Kaleye çıkmak istiyorsak da bazıları onu gördüğümüze pek sevinmiyor. Açıkça yükseklik korkuları olduğunu söylüyorlar. Biraz ileride kaleye yaya olarak çıkabilecekleri bir yol var. Hava çok sıcak. Bu sıcakta rampayı çıkmayı da göze alamıyor ve aşağıda kalıyorlar.
Fünikülerden indiğimizde cam fanusta bulunan bir heykelle karşılaşıyoruz. Günümüze ait bu hareketli heykel metalden yapılmış. Trampete vuran bir adam var. Adam trampete kalp ritminde vuruyor. Anlam yüklediğimiz pek çok şeyin aslında anlamsızlığa hizmet ettiğini hatırlatırcasına vuruyor, vuruyor, vuruyor…
Ortaçağdan kalmış olan kale son zamanlarda sanat galerisi gibi kullanılıyor,diyor kontes.
Daha sonra karşılaştığımız tablonun tuval üzerine tamamen kurşun kalem ile çalışılmış olduğu söyleniyor. Açılmış kitap ya da mektup diyebileceğimiz sayfalardan sol taraftakinin üzerinde siyah başörtülü yaşlı bir köylü kadın resmedilmiş. Tablo adeta siyah beyaz fotoğraf gibi duruyor. Kadının yüzündeki hüzün sitemkâr. Sağ sayfasında ise mink pabuçları, yamalı kısa pantolonuyla bir çocuk var. Sağ eliyle yüzünü kapatan çocuğun başı karanlık ve üzerinde koruyucusuna ait olduğunu düşündüğüm şemsiye tutan zarif eller var. Çocuğun pabuçlarındaki küçük inek figürü imza gibi duruyor.
Tablonun solundaki minik etikette: Filep Sandor yazıyor. Macar asıllı grafik sanatçısı aynı zamanda ressam ve müzisyen.
Tablonun Adı: Tolnay- Baudelaire Ölçüsünün 190X280 cm olduğunu öğrendiğim tablo kontesin söylediğine göre Baudelaire’nin “Kuğu “ adlı şiirinden esinlenmiş. Beni çok etkiliyor. Ondan sonra ne görsem sıradan geliyor.
Daha pek çok güncel sanat eseriyle karşılaştığımız kale ayrıca bir gözlem kulesine sahip. Oradan bakınca şehrin tamamını görmeniz mümkün. Yetmiş bin üniversite öğrencisinin de yer aldığı yaklaşık üç yüz bin kişinin yaşadığı şehir birden gözünüzde genişliyor. Yeşillere bürünmüş bir güzeli seyrediyorsunuz.
Slovenya için olduğu gibi başkenti Lübliyana için de kültürel gelişim çok önemli. “Kultarr Günü” adıyla kutlanan milli bayramları var. On beş müze, kırk iki sanat galerisi, on bir tiyatro ve yüz elliye yakın kütüphanesi olan şehir için bu şaşırtıcı değil. Ama yılda on binin üzerinde kültürel etkinlik, bir o kadar konser, tiyatro ve gösterinin sergilendiğini bilmek bizim için alışıldık değil. Kaleye girişinde bir sokak müzisyenine denk geliyor ve onu keyifle izliyoruz.
Lübliyana’da her taraf tertemiz, düzenli; parklar gezilesi, yaşanılası; bisiklet kullanımı çok yaygın, şehir turu için bisiklet kiralamanız mümkün. Kışın sırtını dayadığı Alpler’de kayak yapmanın ne kadar güzel olabileceğini bir düşünün. Yoksulluğa neredeyse hiç rastlanmadığı söyleniyor. İnsanı sevecen ve yardımsever. Konuştukları dilin yani Slovence’nin sert akustiği kavga ediyorlar havası verse de yüzlerindeki gülümseme böyle olmadığını anlatır nitelikte.
Yerleşim doğayla içiçe, çevre bilinci oldukça gelişmiş, neşeli ve bir o kadar da huzurlu. En güzeli de burada keşfedilecek pek çok ayrıntının olması.
Jason ile Medea ‘nın aşkını düşünüyorum, France Presen ile Julija ‘nın kavuşamamasını ve ölmek isteyen Veronika’nın sonrasında yaşama sıkı sıkı sarılmasını hatırlıyorum .
Eğer bir şehirde kadın şefkati, merhameti, zarafeti hissediyorsanız o şehirde sürprizlerle karşılaşmak hiç zor değil. Sürprizleri seviyorsanız Lübliyana gizemli bir sevgili ve uzakta değil!