top of page
Yazarın fotoğrafıGülgün ÇAKO

Pompei, Napoli, Roma

Güncelleme tarihi: 27 Şub 2021


Pompei / maviADA / Gülgün Çako

Adriyatik’te Bir Gece


Selânik’ten İgoamenitsa’ ya 350 km’ lik dağlık bir yoldan gidiyoruz. Uzunlu kısalı pek çok tünelden geçiyoruz. Tünellerde oldukça gelişmiş ışıklandırma ve havalandırma var. Yollar otoban ve konforlu. Yunanistan’ın sallantıdaki ekonomik durumuna bakıp buna şaşırırken şoförümüz Ümit (-ki ona Driver Ümit diye hitap ediyoruz. Çünkü o kendine “Driver” diyor ve sol üst cebine takılmış böyle bir kokart taşıyor.) yolların ve tünellerin İngiltere tarafından yap- işlet- devret modeliyle inşa edildiğini ve elli bir yıllığına kiralandığını söylüyor.


Yunanistan’ın kuzay batısında, Adriyatik kıyısında dağlarla çevrili İgomenitsa’ ya geldiğimizde 700 km yol yapmış bulunuyoruz. Burası panoramik bir liman kenti. Buradan İtalya’nın Ancona,Venedik, Bari ve Birindisi limanlarına rutin feribot seferleri bulunmakta. Öğrendiğime göre 1479’da Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı yönetimine katılan Igoumenitsa 1913’teki Balkan Savaşları’na kadar Reşadiye ismiyle Osmanlı idaresinde kalmış. 1930’lu yıllara kadar küçük balıkçı kasabası iken II.Dünya Savaşı ‘nda tahribata uğramış, sonraki yıllarda ise İtalya’ya yakın konumda bulunması avantajı ile önemli bir liman kenti olmuş.


Doğduğum kasaba Gönen’deki Reşadiye Mahallesi’ni hatırlıyorum. Ve yörede “macır” denen “muhacir” yani göçmenlerin geldikleri yerlerin adını yerleştikleri yerlerde oluşturdukları mahalleye vermeleri. Bu güzel kenti bırakıp gelmek hiç kolay olmamıştır.

Check in yapmak için iki saat önceden limandayız. Akşam yemeğinde göçmenler gibi limana dizilip, yanımızda getirdiklerimizden oluşan menüyü yiyoruz. Şöyle bir bakınca çoğumuzda bir zamanlar bu coğrafyada yaşamız ataların izleri var.


Hava bunaltıcı değil ama sıcak. Limandan kalkan ve limana yanaşan gemileri izlemek güzel. Hava çoktan kararmışken gemimiz limana yanaşıyor. Otobüsten gerekli eşyamızı alıp gemiye biniyoruz. Biletimiz airplane seat tipi. Pullmanlarda geceleyeceğiz. Pullman yatar koltuğa verilen isim. Önce numaralı koltuklara yerleşiyoruz. Sonra bilet numarasına sadık kalmaksızın boş koltuklardan yararlanarak uyuyoruz. Önceden hazırlıklı gelen başkaları uyku tulumları vb.. ile yerde uyuyor. Kafede, güvertede uyuyanlar bile var. Kamarada uyumak isteyen 44 euro karşılığı yatak satın alabiliyor. Yolda rahatsızlanan bir arkadaşımız eşi ve çocuğu ile bu yolu deniyor.


Sabah kahvaltımızı gemide yapıyoruz. Adriyatik’te gecelediğimiz on saat yolculuktan sonra Bari Limanı’na ulaşmak güzel. Evet, İtalya’nın güneydoğusundayız.

İtalya’nın Napoli’den sonra en büyük kenti Bari’nin ne yazık ki yalnızca limanını görebiliyoruz. Bari, yoktan var eden anlamındaymış. Allah’ın doksan dokuz isminden biri.


POMPEİ

Pompei’ye doğru yola çıkıyoruz. Üç yüz kilometreye yakın yolumuz var. Yaklaştıkça gördüğüm rüzgârgülleri serinliği işaret etse de sıcaklık ortalamasının otuzlu dereceleri geçtiği cehennem yangını bir gün. Varacağımız şehir ise cehennemin dramatik şahidi.

Pompei Napoli’nin ilçesi. Çarşısında karnımızı doyuruyor, dondurmamızı yiyoruz. Mekan temiz, işlek ve çok güzel turtaları var. Hediyelik eşya satan dükkânları geziyoruz. Magnet ve anahtarlık benzeri ufak tefek hediyelikler alıyoruz. Satılanlar arasında küller ve taşlar da var!


Turizm bürosundan yanımıza bir rehber alıp, çarşının bitişiğindeki antik şehri görmek üzere yola çıkıyoruz. Rehberin İngilizce anlattıklarını Lütfiye Hanım Türkçe’ ye çeviriyor. O zaman fark ediyorum Can çocuğu. O küçük yaşına rağmen (11-12 yaşlarında ) cümleleri pıtır pıtır Türkçeleştiriyor. Öyle sevimli ki, yaşının üzerinde her hareketi onun için sıradan.


Antik Pompei sekiz kapılı bir duvarla çevrili. Rehberimiz Maria İtalyan’dan çok Meksikalı’ya benziyor. Esmer tenli ve tombul. Genç yaşların sonunda bir kadın. Haki renkte uzun kollu bir bluz ve dizlerinin altında siyah bir tayt giymiş. Güneşten korunmak için elinde şemsiye taşıyor. Bizi önce ahşap kaplı piramit müzeye yönlendiriyor. İçeri girmeden önce de şu bilgileri veriyor:



Pompei MÖ 5000 yıllarında Vezüv Yanardağı eteklerinde kurulmuş. Bağlar, bahçeler ve görkemli evlerle çevrili, çok güzel bir şehirmiş. Uğradığı son felaketten 179 yıl önce Romalılar’ ın eline geçmiş. Güzelliği ve ihtişamı ile Roma’nın aristokrat, zengin ve nüfuzlu insanlarını kendine çekmiş. 62 yılında depremle yerle bir olmuşsa da yeniden inşa edilmiş.

Arkamızdaki üç dağdan büyük olan Vezüv Yanardağı, diyor. (Bakınca aynı büyüklükte yanyana iki dağ görüyorum. Bunlardan biriymiş. Üçüncü bazen görünüyormuş anladığım. )

Yanardağ faaliyete geçince on sekiz bin metrekarelik alana sahip şehir küller altında kalmış. Yaklaşık yirmi bin kişi nüfus kükürt zehirlenmesi sonucu birkaç dakikada ölmüş.

Sonra müzeden içeri giriyoruz. Piramidin duvarlarında kazılar sırasında çekilen fotoğraflar var. Ortada ise heykelleşmiş insan bedenlerinden bazı örnekler…


Rehber Maria, insanların böylesi heykelleşmesinin nedenini, yanardağın püskürttüğü volkanik tozların sertleşmesi olarak açıklıyor. Bu lavlar kalıp oluşturmuş. Kazıyı yapan bir arkeolog bunu fark ederek boşluklara, yaptığı özel bir alçıyı döküp, ölen insanların ve hayvanların heykellerinin elde edilmesini sağlamış.

Felaket anında ne yapıyorlarsa o halde bulunmuşlar. Uyuyanlar, birbirine sarılan ve birbirine sığınanlar, o sırada cinsel ilişkide olanlar ve saklanmaya ya da kaçmaya çalışanlar var.

Dehşeti önünüze serilmiş bir şekilde izliyor ve insanları konumlarına bakarak bulundukları yeri gözümüzde canlandırıyoruz. Sonrasında ise fotoğraflarda görüyoruz.


Rehber Maria anlatmaya devam ediyor: Denize doğru kaçanlar dalgalarda boğulmuş. Küllerin yarattığı karanlıkta yönünü şaşırıp alev fışkıran dağa doğru kaçan bile olmuş. O an ne yapıyorsalar öylece kalmışlar. Fırından henüz çıkarılan ekmek var. Atlar ve köpekler de var. Küller onları yorgan gibi örtüğü için çürüyüp, yok olmamışlar. Tarih 23 Ağustos 79. Saat:13.00 (Bunu nasıl tespit ettiklerini çok merak ettim doğrusu.)


İlk kazıların, 1709 da Herculaneum da başladığını öğreniyoruz. Uzun çalışmalar sonunda, kent ortaya çıkarılmış. Kazılar ve çıkarılan eserlerin olması gerektiği yere yerleştirilmesi suretiyle tamamlamalar devam ediyor.

Yüzde altmışı asillerden, yüzde kırkı ise kölelerden oluşan şehirliler rahat ve bugünden bakınca edepsizce bir hayat sürüyormuş. Öyle zengin, öyle refah içinde yaşıyorlarmış ki sapıtmışlar. Gözleri zenginlik ve zevkten başka bir şey görmez olmuş. Daha çok yiyebilmek için boğazlarını kaz tüyü ile uyararak yediklerini çıkarmak en hafifi görünüyor. Eşcinsel ilişkinin yaygınlığı ve hatta kardeşin kardeşle ilişkiye girmesi gibi hazzın sınırsızlığını işaret eden anlatımlar var. İkinci bir Sodom ve Gomora vakası olduğu rivayet ediliyor. Bu yüzden doğal felaketin oluşturduğu bu sonuç bazıları tarafından tanrının insanları cezalandırması yorumlanıyor.


Ben en çok da insanların felaket anında yaşadıkları acıyı hissettim. Müzeyi irkilerek ve dehşet içinde gezdim. Akdeniz'in hafif deniz rüzgârlarını alan bu coğrafyada niçin yeni bir kent kurulduğunu düşünmeden de edemedim. Vezüv Dağı, yarattığı felaketi pazarlayan bu insanların üzerine tekrar püskürmez mi?

Forum, tapınaklar, tiyatrolar, amfi tiyatrolar, bazilikalar, caddeler, atölyeler, kenar mahalleler, hanlar, hamamlar, meyhaneler, çamaşırhaneler, değirmenler, fırınlar, kumarhaneler, batakhaneler, meraklı gözlerce fark edilebiliyor.


Rehberimiz Maria, birbirine paralel beş altı yassı taştan yola dik olarak oluşturulmuş yolu ilk yaya geçidi olarak işaret ediyor. Sokaklarda yola ara ara döşedikleri parlak taşlarla gece görüşünü arttırmışlar. İlk hamburger fırını, dediği ama tanımlamasından pizza fırını olduklarını sandığım fırınları gösteriyor. Bizim tandırların başka bir versiyonu.


Yolların birbirine geçişlerinde insan ya da aslan figürlü kurnasından hâlâ su akan çeşmeler var. Bazılarında durup su içiyoruz.


Bir genelevin içini gezdiriyor bize. Bu erkekleri neşelendirirken kadınlarda gerginlik yaratıyor. Ya da bana öyle geliyor. Duvarlarda bulunan ve müşterilerin cinsel ilişkinin şeklini seçmesine yol gösteren resimler kaba esprilerin havada uçuşmasına neden oluyor. Rehber Maria, tuvalet ve banyo olarak kullanılan mekanda ihtiyaçlarını bugünkü modern tuvaletler gibi çömelerek değil de delikli bir tahtaya oturarak giderdiklerini işaret ediyor. İçerdeki delikli tahta için dünyanın bilinen ilk klozeti, diyor.


Kölelerin hizmet verdiği daracık odalar penceresiz ve müşteriler uzun süre kalmasın diye yatakları ile yastıkları taştan oyulmuş. Duvara paralel, mesafesiz yerleştirilmiş. Günün fahişesinin günün menüsü gibi sergilendiğini ve mekânın penceresinde oturduğunu anlatıyor. Müşteri çekmek için köpek gibi ulurmuş.


Arenada, kölenin köleyle ya da aslanla mücadele ettiğini söylüyor. Gezdiğimiz bir evde ihtişamın kapı girişindeki masanın üzerinde sergilendiğini anlatıyor. Yukarıdan haznesine sular dökülen bir havuz ve aslan figürlü ayaklı bir masa kalıntısı var. Suyun şebekeyle ve borularla evlere getirildiğini gösteren kalıntılar var. Kızgın güneşin altındaki gezimiz en alt kapıda sona eriyor ve 25 km uzaklıktaki Napoli’ye gitmek üzere oradan ayrılıyoruz.


Napoli / Gülgün Çako /maviADA

NAPOLİ


Yola çıktığımızdan bu yana Driver Ümit hırsızlık vakalarının çok olduğunu söyleyip uyarıda bulunuyor. Diğer şoförümüz Kenan ise her ne söylense sessizce gülümsüyor.


Napoli’nin tarihsel şehir merkezi Unesco Dünya Mirasları listesinde. Tarih, sanat, kültür, mimari, müzik ve astronomi yönlerinden İtalya'da hayati rol oynayan bu şehir için ayrılan zamanda planlanan meşhur pizzasının tadına bakmak. O yüzden şehir merkezini turluyor ve uygun gördüğümüz pizzacı da tercihimiz olan pizzayı yiyoruz. Kimse de benimki güzeldi, demiyor. Açıkçası ben de yediğim mozerellalı pizzadan hoşnut değilim. Hamurunun pide hamurundan farkı yok. Biga’da Napoli Pizza’ da yediğim pizzalar çok daha lezzetli. Hatta daha iyisini başka bir yerde yemedim, diyebilirim. O lezzeti aşmasını beklediğimden belki hayal kırıklığına uğruyorum. Diğerleri de benim gibi.


Vitrinlerde indirim ilanları var. İndirim “ SALDI ” kelimesi ile ifade ediliyor. Bu aramızda espri konusu oluyor.

Akşam olmak üzere ve çok yorulduk. Roma- Napoli arası 250 km. Driver Umut saatte 80 km ile hesap yapıyor. Bu hesaba göre daha üç saatlik yolumuz var, diyerek uyumaya çalışıyoruz. Roma’ya vardığımızda saatin on olduğunu görüp, temizlenmek ve dinlenmek için odalarımıza çekiliyoruz.

/3 Ağustos

*

ROMA ve VATİKAN



Asırlar önce Roma, o yangına maruz kalmasaydı imparator Neron deliliğin simgesi olabilir miydi? Ya da, bir şehri ateşe verip sonra da söndürmeye çalışmanın delilikten öte adı nedir?

Roma’dayız. İki gece kalacağımız otel sakin ve temiz. Bu gece dinleneceğiz.

Sallama çayla yetinmek zorunda olsak da sabah yaptığımız kahvaltıdan olabildiğince memnunuz. Önce Vatikan’ı gezeceğiz.


Otobüsümüz bizi almak için otelin önüne geldiğinde bir sürprizle karşılaşıyoruz. Eyvah soyulmuşuz! Hırsızlara karşı bizi sürekli uyaran, yolların Evliya Çelebisi “Driver” Ümit, yüzü düşmüş bir şekilde otobüsün etrafında dolaşıyor. İçeriye girmemizi ve kayıp eşyalarımızı tespit etmemizi söylüyor. Şoförlerin otelde kahvaltı ettiği kısa zamanda hırsızlar otobüse girmişler. Şüphelenmeliydik. Çünkü otel görevlileri tüm ısrarlara rağmen otobüs için güvenli bir otopark göstermediler. Oysa bildiğim kadarıyla bu bir zorunluluk. Şoförler otobüste yatacaklarını ve merak etmememiz gerektiğini söylemişlerdi. Bu işte otel yetkililerinin de parmağının olduğunu düşünmeden edemiyoruz.


Sabah, otelin kapı giriş kapısında dikilen orta yaşlı ince- uzun bir adam vardı. Yetkili biri gibi duruyordu. Oldukça şık giyimliydi. Lacivert spor ceketi, gri pantolonu, cebinde bordo mendili vardı. Cepte işli armaya rağmen bir de mendil bulunması dikkatimi çekmişti. Bir eli pantolon cebinde, etrafı izliyor görünümündeydi. Ya da birilerini bekler gibi. Bu adamın on - on beş dakika önce serseri görünümlü iki kişiyle konuştuğunu gördüklerini söyleyenler var. O iki kişinin otobüsü soyanlar olması muhtemel.


Neron / Roma ve Vatikan

Driver Ümit’in cep telefonunun çalındığını öğreniyoruz ilk. Diğer şoförün oldukça pahalı olduğu söylenen gözlüğünü almışlar. Bir arkadaşın markalı eşofman üstü kayıp. Raflarda İpsala - Yunanistan sınırında aldığımız uzolar, Kavala’ dan aldığımız bademli kurabiyeler, yolda uğradığımız yerlerden aldığımız başka hediyelikler var. Onların da çalındığını düşünüyoruz. Ama hayır, hepsi yerinde duruyor. Hızlıca her yeri karıştırmışlarsa da anlaşılan kolay taşınacak ve kolay elden çıkarılacak şeyleri almışlar. Fotoğraf makinelerinin de çalındığı söyleniyor. Fotoğraf makinamı son anda yanıma aldığıma seviniyorum. Çektiğim fotoğraflara yanardım en çok. Ama diğer kayıplara üzülüyoruz. İkinci kaptan Kenan çok beğenilen güneş gözlüğünü denemek isteyenlere izin vermemiş. Bunu hatırlatıp, şakalaşanlar var.


Bununla kalsın, moralimizi bozmayalım, diyerek Vatikan’ a doğru yola çıkıyoruz.

Vatikan, Hristiyanlık dini Katolik mezhebinin yönetim merkezi ve dünyanın en küçük devleti. Aziz Petrus Bazilikası’nın önünde otobüsten iniyoruz. Bazilikanın açıldığı meydan aynı adı taşıyor. Burası dünyanın en büyük meydanlarından biriymiş. Her zaman çok kalabalık ziyaretçisi olduğu söyleniyor. Papa, halka seslenişini bu meydanda yapıyormuş. Bugün öğleden sonra 14.00’da da dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen ve kendisine saygı sunmak isteyen katolik gençleri selamlayacağını ve bir konuşma yapacağını öğreniyoruz. Bugünkü yoğunluğun asıl nedeni bu. Etrafta heyecanlı gençler dolaşıyor.

Sabah saatlerinde içeri giremezsek bir daha şansımız yok. Ama içeri girmek de mümkün görünmüyor. Oysa Sistina Şapeli’ ni görmeyi çok ama çok istiyorum. Buluşma noktası ve saati kararlaştırılıyor. Daha sabahtan kızgın güneşin altında, gelmeyecek sırayı beklemeyi göze alamayan arkadaşlarımız şehir turu yapmak üzere yanımızdan ayrılıyor. Öyle ya kişi başı on iki Euro ödeyip içeri girememekte var.


Kesinlikle içeri girmeliyim. Etrafı şöyle bir gözlemem yetiyor. En öndeki gruplardan birinin yanına yaklaşıyoruz. Hindistan’dan gelmiş bir grup bu. Sıcaktan bunalanlar bazilikanın serin sütunlarına sığınıyor. Dinlenince de sıradakilerden nöbeti devralıyorlar anladığım. Biz de kenarda oturuyor nöbet değişiminde sıraya geçiyoruz. İki kişi olduğumuzdan fark edilmiyor. Ama Hintli grubun arasında dikkat çekiyoruz. Sonra usulca öndeki Macar grubun arasına karışıyoruz. Tam içeri girme sırası gelmişken kapıda eşimi içeri giremezsin, diye yan tarafa ayırıyorlar. Çünkü üzerinde kolsuz tişört var. Oysa en az en az kısa kollu olmalıymış. Şortla, kısa etekle girmek de yasak. Hoppala biz sadece İslam dininde böylesi ritüeller var sanıyorduk. Eşim sen devam et, diyor. Çantamdaki beyaz pamuklu şalı ona uzatıp, yola devam ediyorum. O şalı omuzlarına almasını işaret edebiliyorum ancak. Çok sıkı kontrol var. İki kez elektronik cihazdan geçerek içeri girmek üzereyken eşim yetişiyor. Ayağında pantolon var ve şalı tişörtün kollarından geçirerek önünde bağlamış. Komik görünüyor ama önerim işe yaramış ve içeri girebilmiş. Şapelin içi de çok kalabalık.


Burası Papa’nın resmi ikametgâhı. Papa seçimleri de burada yapışıyor. Seçimi gerçekleştiren kardinaller buraya kapanıyor ve seçim bitince kullandıkları kağıtları yakıyor. Dışarı çıkan dumanın rengi seçimin sonucunu bildiriyor. Papa seçilmediyse duman siyah, eğer seçildiyse duman beyaz oluyor. Televizyonda haberlerde buna rastladığımı hatırlıyorum.

Dünya ne kadar küçük! Şapelin kapısından girer girmez Biga’dan bir aile ile karşılaşıyoruz. Uzaktan tanıdığımız bir çift. Dünyanın küçüklüğünü kanıtlamak istercesine birlikte fotoğraf çektiriyoruz.

Michelangelo’ nun Pieta’sı burada. Yani Sistina Şapeli’nde. Özellikle onu görmek istiyor ve heyecanla arıyorum. Bulduğumda ise gözlerimi ondan alamıyorum. Altından bir heykel bu. Meryem Ana,çarmıktan çıkarılmış İsa’nın cansız bedenini kucağında tutuyor. Gözlerim Meryem Ana’nın yüzündeki genç masumiyete adeta kilitleniyor. Ölüm ve masumiyet öylece camekanın ardında, kucak kucağa.

Duvarlarda eski ahitten bazı bölümlerin anlatıldığı sahneler ve önceki papaların resimleri var. Tavanda Michelangelo’ nun ünlü “ Adem’in Yaratılışı” , “ Havva’nın Yaratılışı”, ”Cennetten Kovulma” ve “ Kıyamet Günü” freskleri var. Pek çok yerde taklidi ile karşılaştığımız tanrının yeryüzünü sudan ayırmasını yani gökyüzünü yaratmasını; güneşi, ayı ve yıldızları yerlerine fırlatmasını ve karanlık bulutları bölerek ışığı açığa çıkarmasını anlatan freskler de dahil hepsine hayranlıkla bakıyorum.

İlerledikçe ibadet için gelen insanlara rastlıyoruz. Pek çok hamile kadının varlığı gözümden kaçmıyor. İbadet edilen yere gelince heyecanlanıp fotoğraf çekmeye kalkıyorum. İçeride papaz adayı oldukları söylenen defileden fırlamış gibi boylu, poslu, yakışıklı gençler ziyaretçilere göz açtırmıyor. Ve huşu içinde uyarılıyorum.


Nasıl büyüleyici bir yer böyle burası. Tanrıyı ve yarattıklarını anlatmaya çalışırken sanatın ve sanatçının kutsallığını hissettiriyor. İnsanın tanrısallığına dinin tutunuşu. Bu duygu öyle bir sarıyor ki ruhumu fotoğraf çekmekten vazgeçip gördüklerim karşısında hissettiklerime odaklanıyorum.

Buluşma noktasına geldiğimizde herkes yaptığı şehir turunun verdiği heyecan içinde. Şapele girdiğimizi söyleyince inanamıyorlar. İçeri girme girişimimizi ve gördüğümüzü, yaşadığımızı aktarıyoruz heyecanla.

Sırada Collesseum var. Gladyatör filminde mekan olarak kullanılan yapı dünyanın yedi harikasından biri. Giriş biletini aldığımızda bir hayli beklesek de içeri girdiğimizde serin köşelerin varlığı rahatlatıyor bizi.

Buranın diğer adı Flavianus Amfi Tiyatro, Bilinen en büyük amfi tiyatrolardan. Seksen bin seyirci alabildiği söyleniyor ve günümüzde bazen konser alanı olarak kullanılıyor. UNESCO Dünya Mirası listesinde.


Klasik tarzdaki Yunan amfi tiyatrolarının aksine bir yamaca yaslanmayan ve serbest duran dairesel yapı aynı zamanda Roma mimarisi ve mühendisliği açısından ortaya çıkartılmış en görkemli yapılardan bir tanesiymiş. Roma’nın tam ortasında yer alması sebebiyle Roma’nın kalbi olduğu söyleniyor. Her katını ayrı heyecanla geziyor, dinlenme noktalarında serin serin dinleniyoruz. Etrafındaki nadir türdeki bitkileri gözlemeye çalışıyoruz.

Alt kısmında gladyatör ya da yabani hayvanların arenaya getirildiği yollar bulunmakta, üst tarafı ise katmanlı bir amfi tiyatro özelliği göstermekte. Büyük bir kısmı hasar görmüş, taşlarından bazıları hatıra amacıyla turistlerce alıp götürülmüş anıtın restorasyon çalışmaları devam ediyor.


Yapılma amacı halkı ya da dönem dönem imparatoru eğlendirmekmiş. Yaygın olarak gladyatör dövüşleri düzenlenmiş. Halk gösterileri, taklitler, infazlar, savaş canlandırmaları, sembolik hayvan avları için de kullanılmış olan yapı Roma imparatorluğu döneminin sembolü olup en çok turist çeken mekânmış. Aynı zamanda dönem dönem dini bir merkez olarak da kullanılmış. Günümüzde de bazı stadyumlara, kütüphanelere, salonlara ve tiyatrolara ilham kaynağı olmuş ve bu yapıların planları tamamen bu dev anıtın planı örnek alınarak yapılmış.

Papa tarafından başlatılan kutsal haç yolu ayininin başlangıç noktası olduğunu da söylemeli.

Vatikan’ın yüz kişilik ordusunu oluşturan İsviçreli askerlerin nöbet değişim törenini izliyoruz. Kıyafetleri ve tavırlarıyla asırlar öncesinden çıkıp gelmiş gibiler.

Collesseum’ dan ayrılırken Aşk Çeşmesi ve İspanyol Merdivenlerini görmenin planını yapıyoruz.

Aşk çeşmesine ulaşmamız hiç de kolay olmuyor. Metroyu kullanmak zorunda kalıyoruz. Grubumuzdaki gençler ellerindeki turizm haritasından bakarak bizi yönlendiriyor.

Büyük aşkları konu eden filmlere mekan olduğu için bu ismi alan Aşk Çeşmesi’nin (Trevi Çeşmesi) tadilatta olması hayal kırıklığı yaratsa da suyu boşaltılmış havuza para atıp dilek dileyenlerimiz oluyor.

Dünyanın en ünlü çeşmelerinden biri olan bu yapıya üç yolun kavşağında bulunduğu için Trevi adı konulduğu söyleniyor. Üç yeraltı su yolunun bu noktada toplanıyormuş.

TREVİ ÇEŞMESİ  / maviADA

Trevi Çeşmesi deniz konulu. Deniz kabuğu şeklinde bir at arabası, denizden çıkan kanatlı atlar arabayı çekiyor ve arabada mitolojik bir deniz tanrısı Poli Sarayı’nın mimarisi ile hoş bir bütünlük oluşturuyor.

İspanya Konsolosluğu önünde yer aldığı için bu ismi alan merdivenlere ulaştığımızda güneş çoktan batmış durumda. Merdivenlerde oturan eğlenceli grupların arasına karışıyoruz. Aralarında bolca Türk var. Öyle ki bizi karelemesi için fotoğraf makinası uzattığımız genç İstanbul’ dan gelen bir öğrenci, bir başka grup İzmir’den gelmiş.


Merdivenlerin en tepesinde Trinita dei Monti Kilisesi bulunuyor. Aşağıda ise İspanyol Roma’nın ünlü çeşmelerinden olan kayık şeklindeki Fontana della Barcaccia var. İşte para atıp dilek dilemek için bir yer daha. Buralar pek çok Avrupa ve Amerika yapımı romantik sinema filmine mekan olmuş.

Çeşmenin karşısında ise şehrin en ünlü alışveriş caddesi olan Via Condotti var. Burası Roma’nın merkezi konumunda. Roma’ya gelip de İspanyol Merdivenlerinde oturup şarkılar söylemeden olmazdı. Öyle de yapıyoruz. Şarkılarımızın neşeli ezgileri gökyüzünde yerini alıyor.

Otele dönmek ayrı bir aksiyon gerektiriyor. Son metroyu kaçırmamak için koşturup iki metro değiştirerek otele dönüyoruz.

Dilerim ki dünya tarihine kalben şahitlik etmiş ve tanrıların kıskanacağı güzellikte eserlere ev sahipliği yapan aşıklar şehri Roma’yı bir daha kimse yakmasın!

*

/ 4 ağustos

14 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör