Ne kadar da heyecanlıyım. Oysa hazırlığın son aşamasında, eksik gedik olmasın diye danışmanlığına başvurduğumuz ve rehberliğimizi yapacak olan arkadaş ise bu kez heyecanlı olmadığını söylüyor. Evet, doğrudur bu onların aynı grupla ve ailece çıktıkları dördüncü yurt dışı gezisi. Bizimse ilk. İlkler hep daha heyecanlı ve coşkulu değil midir?
Yurt dışına çıkmayı istemişimdir hep. Kim istemez ki… Bu isteği gerçekleştirmenin kenarından, kıyısından döndüğüm oldu. Yani tam gidecekken bir aksilikle karşılaştım. Gitmeyi kurduğum ama ölü doğmuş bir bebek gibi canlandıramadığım da…
Örneğin, İsviçre’de yaşayan arkadaşlarımızdan davet almıştık bir keresinde. İki aile birlikte tam da gidecektik bir trafik kazası geçirdik. Maddi hasarlı kazada canımızı kurtardığımıza sevindik sevinmesine de gidişimizi iptal etmek zorunda kaldık.
Bir de şu var aklımda; erkek kardeşimle, o on sekiz yaşına geldiğinde Venedik’e gidip gondola binme hayalimiz vardı. Kardeşim o yaşa gelmeden evlendiğimden bu hayali gerçekleştirmek mümkün olmadı. Neden böyle bir hayal kurmuştuk ve hedefimiz neden on sekiz yaştı bilmiyorum. Ama kurduğumuz hayali geliştiremedik. Unutuldu gitti sanırım. Bugüne kısmetmiş ne yapalım.
Otobüsle gidilecek bir gezi bu. Bu nedenle gezimizin ana hedefi İtalya ise de yolumuzu başka ülkelere de düşüreceğiz.
Sadece yol ve konaklama parası ödeyerek katıldığımız gezide yeme-içme, alış-veriş ve müze ziyaretleri için bütçemizi ayarlamamız gerekiyor. Rehber arkadaşımız tuvalet alışkanlıklarının farklı olduğu uyarısında bulunuyor. Klozetlerde sifon harici su olmadığını söylüyor. Yanımıza bolca ıslak mendil almalıyız.
Başka öneriler de alıyoruz. Tecrübesine dayanarak Yetsel ablam ayaklarımızın şişmemesi için minik bir tabure, oğlum ise boynumuzun tutulmaması için boyun yastığı öneriyor. Yanımıza bol su almamızı ve sırt yastığı bulundurmamızı söyleyen oluyor. Kahvaltılık malzemeleri vakumlatıyoruz. Karnımız doyurma fırsatı bulamadığımızda atıştırmalık çerez paketleri hazırlıyoruz. Olmazsa olmazım elmalar tek tek yıkanıp paketleniyor. Yedek sularımız var. Her gün için temiz giysiler sayarak yerleştiriliyor. Yanımıza havanın durumuna göre giyilecek kalın ve de ince giyseler alıyoruz. Şapka ve mont ikilisi kurtarıcılar arasında. Yağmurluk ve şemsiyemiz de var tabi ki. Havlu ve çarşaf da var. Otobüsle seyahat edecek olmanın avantajından yararlanıyoruz.
Yollar biriken tozlarımızı alacak üzerimizden yenileri savrulurken havada.
Gece geçmek bilmiyor. Uyur uyanık bir haldeyim. Ya uyanamazsam psikolojisi. Saati kurmama rağmen, ya çalmazsa sendromu…
Gece saat 3.00. Saat çalıyor ve uyanıyorum. Ne kadar uyuyabildiysem işte. Hazırlanıp arabaya binmek bir saate mal oluyor. Ve Lapseki’deyiz. Arabamızı bir haftalığına öğretmenevi bahçesine park edip 6: 00 feribotuyla Gelibolu’ya geçiyoruz.
75. Yıl Cumhuriyet İlkokulu’nun önünde duruyor otobüsümüz. Taksiyle oraya vardığımızda yerleşme telaşındaki yol arkadaşlarımızla karşılaşıyoruz. Herkes yanında götürmek için getirdiklerine yer bulma telaşında. Biz de bagajımızı yerleştiriyoruz. Şoför öğretmen edasıyla elindeki listeden yerimizi bulup gösteriyor. Turu düzenleyen öğretmen arkadaşlarla ön görüşme yapıyoruz. Kural gereği her gün bir arka sıraya geçip yolculuğa devam edeceğimiz söyleniyor. Herkesin pozitif enerji yaydığını hissetmek güzel. Hoş bir samimiyetin ortasındayız. Bize bu turu öneren arkadaşların pozitifliği ve samimiyeti de etkili bunda tabi ki. Herkes kendine bakar durumda aslında. Bizim yabancılığımız yabancılık değil. Benzer mesleklere sahip, benzer yaşantılardan çıkıp gelmiş, aynı yörenin insanlarıyız. Kendini bu ortama ait hissetmek zor değil.
Çok neşeli bir şoförümüz var. Komedyen Ata Demirer’e oldukça benziyor. Öyle ki Ata Demirer’in sol yanağındaki ben onun sağ yanağından gülümsüyor. Ata Demirer’in negatifi sanki, diye düşünmeden edemiyor insan. Bunun farkındalığı ile bolca izlediği komedyenin jest ve mimiklerini kullanıyor sıklıkla. Öyle sevimli ki ortamı ısıtıyor. Yola revan oluyoruz. Gelibolu, Keşan, İpsala…
İlk geçtiğimiz kapı Türkiye İpsala sınır kapısı. İlk dikkatimi çeken her iki ülke sınırındaki geçiş korkulukları. Türkiye tarafında kırmızı beyaz, Yunanistan tarafında mavi beyaz. Her iki tarafınki de örümcek bağlamış. Hava sıcak. Boş durmuyor örümcekler. Yunan bayrağının yanında lacivertin üzerine sarı yaldızlı on iki yıldızın bulunduğu Avrupa Birliği bayrağı dalgalanıyor. Pasaportlarımızı onaylatıp sınırı geçiyoruz. Ne bekliyorsam, pek de bir şey fark etmedi ne kadar da ülkemize benziyor derken düzgün yollar, çoğunda mısır ekili düzgün taranmış saçlar gibi tarlalar ve bolca zeytinlikle karşılaşıyoruz. Tek bir çöpe rastlamak mümkün değil.
Önce Alexandroupoli (Dedeağaç), Komothini (Gümülcine ) ve Xanthi (İskeçe)’yi geçiyoruz. Kavala yakınlarında bir dinlenme istasyonunda durup ilk kahvaltımızı etmek güzel. Gecenin üçünde yediklerimi henüz sindiremediğimden sadece tesiste ikram edilen çay ile geçiştiriyorum. Çok sevdiğim Kavala kurabiyelerinden alıyoruz. Tam yeri olduğu ve yolda gördüğümüz onca badem ağacına rağmen kurabiyelerde badem ara ki bulasın. Oysa İstanbul’dan gelip aslen Edirne’den tura katılan Hülya Hanımın ikram ettiği Kavala kurabiyelerde bol badem içi var. Adı farklı. Minik karelere ayrılmış bir lokmalık. Ne ince davranış biz neden böyle bir şeyi akıl edemedik, diye düşünmeye kalmadan Hülya Hanımın eşinin o kurabiye firmasının sahiplerinden olduğunu öğreniyoruz.
Kahvaltı sonrası hedefimiz Selânik.
Selânik’ te uzun kalamayacağız ne yazık ki. Programda yalnızca Atatürk’ün doğduğu ev var.
Kahvaltı molamızdan iki saat sonra hedefe varıyoruz. Yakınında park eden otobüsümüzden indiğimde aklımda evin karşısında denizi görmek var. Oysa ev denize bakmayan bir çarşının içinde. Bugün müze olarak kullanılıyor ve bitişiğinde Türk Konsolosluğu var.
Bulunduğumuz mahallenin Aya Dimitriya Mahallesi ve evin bulunduğu caddenin Apostolu Pavlu Caddesi olduğunu öğreniyorum. Kapı No:75
Evin caddeye bakan yüzü kitaplarda gördüğümüz o pembe gülümsemesi ile bizi selamlıyor. Ama bildiğimizden biraz solgun. Eski ya da harap olduğundan değil gayet bakımlı aksine.Sanırım bakımını yapanların yeni tercihi bu olmuş. Sağ yanından bahçeye girdiğimizde evin bodrum katıyla birlikte üç katlı olduğunu görüyoruz. İlk dikkatimi çeken bahçedeki nar ağacı.
O ağacı Ali Rıza Bey dikmiş. Ağacı alışkanlıkla içten selamlıyorum. Öğrendiğimden yaptığım yorumla kiracı olunan bir eve dikilen ağacı daha bir anlamlı buluyorum.
Bahçede bulunan levhada şöyle yazıyor: Selanik arşiv belgelerine göre, şimdi müze olan Atatürk Evi, 1870 yılından önce Rodoslu müderris Hacı Mehmed tarafından yaptırılmış olup önce İbrahim Zühdü adlı birisine, daha sonra da yine Selanik halkından Abdullah Ağa ve Eşi Ümmü Gülsüm'e satılmıştır. Bu kayıtlardan anlaşıldığına göre ev, Atatürk'ün babası Ali Rıza efendi tarafından inşa ettirilmemiş, sahiplerinden kiralanmıştır.
Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey’in kereste ticaretiyle uğraştığı söylenirdi. Oysa o bir süre Selanik Evkaf katipliğinde bulunmuş, gümrük memurluğu yapmış, 1876 yılında da Selanik Asakir-i milliye taburunda birinci mülazım olarak görev almış, daha sonra serbest ticaret hayatına atılmış..
Selanik'in tanınmış ailelerinden Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa'nın kızı Zübeyde Hanım'la 1878 yıllarına doğru evlenen Ali Rıza Bey Kırmızı Hafız diye şöhret bulan babası Ahmed Efendi'nin (Subaşı) mahallesindeki evinden ayrılarak Koca Kasım Paşa mahallesindeki aslı vakıf olan şimdiki evi sahiplerinden kiralamış, eşi ile birlikte bu eve taşınmışlar. Ev o zamanlar, etrafı yüksek duvarlarla çevrili olup, harem ve selamlığı olan üç katlı tapu kayıtlarına göre ( Bir bab fekani oda ve bir divanhane ve bir tahtessema ve iki bab tahtani oda, bir çeşme bir miktar avlu) klasik, çıkartmalı bir evmiş. Dış yüzü sıva üzerine pembe boyalı olup alt pencerelerine demir, üst pencerelerine de ahşap kafesler yapılmış. Atatürk 1881 yılında bu evin ikinci katındaki sol tarafa düşen ocaklı odada doğmuş.
Odaların kullanımına ev halkının maketlerini katmışlar.
Zübeyde hanım oturmuş İstanbul’daki oğlunun yolunu gözlüyordu. Mutfakta gurbete çıkmanın hüznü içinde henüz delikanlı bir Mustafa Kemal oturuyordu. Bir başka odada cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk vardı.
Evi gezerken gördüğüm bir ayrıntıdan söz etmeden edemeyeceğim. Ziyaret eden çocuklar için bir kütüphane oluşturulmuş. Minik sandalyelere oturup sinevizyon izliyorlar. Kitap okuyabiliyorlar. Raflarda Rıfat Ilgaz’ın “Bacaksız Okulda” kitabı dikkatimi çekiyor.
Atatürk’ün karnesi ve cumhurbaşkanlığı mührü evi gezerken objektifime takılan ayrıntılardan.
Aramızda daha önce de Atatürk Evi’ni ziyaret edenler var. Önceden böyle değilmiş. Evin gerçeğine uygun döşenmiş halinin daha anlamlı olduğunu söylüyorlar. Ben günümüze müzeciliğine uygun bu halini de sevdim.
Bu ev hep bizimleydi zaten.
Köşedeki ağacı görmezden gelemezdim elbet. Fotoğraf makinemle kareliyorum ağacı.
Pazar günü olduğu için mağazalar ve dükkânlar kapalı. Yalnızca oturup dinlenecek, yenip içilecek yerler açık. Cadde ve sokaklar nerdeyse bomboş.
Grup rehberlerimiz Lütfiye hanım, soğuk bir kahve türü olan Frappe’yi denememizi öneriyor. Selanik’e gelip Frappe içmeden dönmek olmazmış. Deniyoruz, çok da iyi geliyor. Üstü köpüklü buzlu bir kahve bu. Pipetle içiliyor.
Öğrendiğime göre, ilk defa 1957 yılında Selânik’te yapılmış. Nestlé firması için çalışmakta olan Yannis Dritsas, çocuklar için çikolatalı pratik bir içecek (çikolatalı karışımı suyla çalkalamaktan ibaret) tanıtımı yaparken, yanında çalışan Dimitris Vakondios bu yöntemi standart hazır kahveyi sıcak su yerine soğuk su ile hazırlamak için kullanmış. Böylece, tesadüfen de olsa Frappe'yi bulmuş.
1957’den sonra Yunanlılar Frappe'yi ulusal kahve içecekleri olarak benimsemişler. Yunanistan'dan hızla komşu ülkelere yayılan Frappe, bugün yaygın şekilde içilen bir soğuk kahve türü. Hazır kahvenin kahve piyasasına hakim olduğu ülkelerde daha yoğun şekilde içilmekteymiş.
Otobüse binip Selânik’ten ayrılırken bu ziyaretin eksikliği içindeydim. Yine gelmeli ve şehri daha bir tanımalı.
Otobüsü park ettiğimiz yerdeki o güvercin gözlerini uzaklara dikmişti.
GELECEK HAFTA: İTALYA; POMPEİ