ATP Yayın Dağıtım Pazarlama / ADA Kitap
Aç bir sırtlan gibi boz bulanık, uğursuz bir gün, pençelerini karlı dağların doruklarına geçirmiş, zifir zindan göklere dişleriyle asılmış, doğuyordu.
Havlayan köpeğin sesine yataktan kalkıp kapıyı açtığında, karın içinde bir hayalet gibi dikilen adamı görmüş, irkilmişti. Kapıyı üstüne atmasıyla duvarda asılı mavzerine dalması bir olmuştu.
Dışarıdan çekingen bir ses yanıtlamıştı:
"- Benim Yusuf Dayı, Sesera’dan Hüseyin."
Tanır gibi olmuşsa da, sormuştu.
"- Tahsin’in hısımı. Seni istiyor."
Uyku sersemliğini atmış, kapıyı açmıştı. Korkusunu gösterdiğinden rahatsız çağırmıştı adamı.
"- Gel, içeri gel. Ne o, sabah sabah dışarı mı attı, seni köroğlu?"
Adam, gülmüş olmak için, tütün sarısı dişlerini göstererek yüzünü buruşturmuştu. Pantolonu, artık kendisine dar gelen ceketinin etekleri su içindeydi, üşüyordu.
"- Donmuşsun yahu. Ocağın başına geç, ateşi yakayım."
Toprak zeminli yerevinin tam ortasındaki pilekinin yanına, postun üstüne çökmüştü Hüseyin. Yusuf, çıplak tavandaki bir keresteye kalın bir zincirle bağlı yal kazanını yana çekerek, yer ocağını çabucak yakmıştı. Gürültüye kalkan Yusuf’un karısı, konukla tek söz etmeden, kapkara bir tenceredeki sütü ateşe koymuş, ortadan yok olmuştu.
Sesara, dağların ötesinde, eski kaçakçı yolundaki bir köydü. Adam, atsız yürüyerek gelmişti onca yolu. Daha güvenli olduğundan, dere içinden, karakolun önünden geçmiş, o nedenle de silah da almamıştı yanına. Kurttan, kuştan korkmuş, ıslanmış, donmuştu. Ateşin ilk alevleri onu yalar yalamaz bütün giysileri yanıyormuş gibi tütmeye başlamıştı.
Bu denli önemli ne vardı, diye düşünmüşse de sormamıştı, Yusuf.
"- Bir at bulamadı mı, sana Tahsin? Gebereceksin, dur sana kuru bir şeyler getireyim."
Hiçbir şey istememişti adam. Sütü bile zor içmiş, Yusuf'u alıp hemen gitmek istemişti. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlamak zor değildi de, neydi? Yusuf, öğrenmeye çalışmıştı, ama Hüseyin huzursuzlanmıştı:
"- Nedenini ben ne bileyim? Git dediler, geldim," diye söylenmişti.
"- İyi o zaman gidelim. Yalnız bir atım var, dağ yolunda mecbur yürüyeceksin."
Adam ayağa kalkmıştı, hemen.
Kar dört bir yanı kefen gibi sarmıştı. Yol yolak olmayan, kurtların donmuş ayak izlerinden başka tek bir canlı izi taşımayan dağlara vurdular. Yol boyu konuşmadılar. Hüseyin, birkaç metre uzaktan, atın açtığı izden, zemheride değil, kiraz ayı ortasındaymış gibi sorunsuz yürüyordu. Yusuf, en kötülerinden başlayarak, niçin çağrıldığını düşünüyor, şudur, diyebileceği bir yanıt bulamıyordu.
Belki de Tahsin hastaydı. Belki de ölmüştü. O rakıyı güğümle içen, sonra deli bir Arap atının sırtında dağları dörtnala dolaşan adamla ölüm hiç yan yana durmuyordu ama… Beş yılı geçkin hısımlıklarında, sağlığından bir yakınmasını duymamıştı. E, ne oluyordu o zaman, ortada fol yok yumurta yok, sabahın köründe?
Yusuf'un haydi haydi devirlerinde, kaçağa gittikleri zamanlarda tanışmışlardı. Tütünü yükleyip ver elini Erzurum, Pülümür... İngiliz kumaşı, sigara kâğıdı ne bulurlarsa alıp gelirlerdi. Zor işti, belalı işti, ama ekmek aslanın ağzında olup başka çıkar yolunda, yoksa aslanı maslanı kim dinlerdi? Sonradan devlet jandarmasıyla, kolcusuyla, ihbarcısıyla dağlara söz geçirir oldu, hazır sigara çoğaldı. Onlar da kaçağa gitmekten vazgeçmişti. Atlar ahıra çekilmiş, tüfekler duvarlara asılmış, sadece anılar kalmıştı geriye. Sarp dağların doruklarındaki bir avuç, kuş yuvası topraklarıyla boğuşmaya dönmüştü yaşamları, ama dostlukları sürmüştü.
Yusuf’un yusufluğu, Tahsin’in tahsinliği sözde kalmak üzereyken o olay olmuştu.
Tek kızı vardı, Yusuf'un, canı ciğeri tek çocuk. Başka vermemişti Allah. Dolaşmadık hoca, yatır kalmamıştı, ama ne çare. Sonunda bir kız, Fatma doğmuştu. Ne zaman büyüdü, ne zaman göğüslendi kalçalandı, anlamadı ama bir duydu ki, köyün en çulsuzunun oğlu sevdalanmış ona. Ne tarla var oğlanda, ne de doğru dürüst ev. Babası ince hastalıktan ölüp gitmiş askerde. Anası genç ve güzel kalıvermiş, onca yoksulluğun içinde bir başına. Bırakıp da kocaya varmamış, onun bunun yardımıyla, üç kök mısırın dibine bakarak büyütmüş onu. Kimsesizlik her devir zordur, hele o devir... Yusuf istese kapar alırdı onu karısının üstüne. İstemedi de değil, ne var ki, rahmetliyle azıcık akrabaydı ve de milletin diline düşmek vardı. Almadı, korudu dahası. Zaman, taşı işleyen Rum ustanın elleri gibi işledi acımasızca kadını. İki günde çökertti, öz suyunu çekti aldı, pörsümüş derisinin altında kaç yaşında olduğunun anlaşılması olanaksız bir kocakarıya çevirdi. Kadın tükenip gitmişti ya oğlan, inadına sanki anasının kanından beslenir gibi gürbüz olmuştu. Güçlenip, palazlandıkça da bela olmuştu köye. Hırsızlık onda, kumar onda, içki onda… Onun bu hallerine, gençlik, der geçerdi belki, ama kızına sevdalandığını duyunca en birinci hasım olmuştu delikanlıya. Öyle kolayına, kimseyi kızına denk bulmazdı. Çulsuz bir dul karının oğlunun, kızının peşinde dolaştığını duymak bile onu deli etmeye yetmişti. Hele, komşuların küçük imaları... Eski Yusuf olmayacağını mı sanıyorlardı?
Gecenin orta yerinde, kadının evine varmış, yarısı çürük bir tenekeyle kaplı kapıyı bir tekmede indirip dalmıştı içeri. Pilekideki külde patates pişirmeye çalışan kadın, bütün zulümlere alışkın gözlerle bakmıştı ona.
"- Köpekler, ben olmasam ocağınıza incir ağacı dikmişlerdi."
Sesi yerevinin içinde top gibi patlamıştı. O anda içerdeki delik deşik duvarların ardındaki odadan çıkıp gelmişti oğlan. Gözleri bir bıçak ağzı gibi keskin bakıyor ve damla korku taşımıyordu. Çıplak omuzlarında güçlü kasları kımıl kımıldı. Yusuf, bu genç vücutla kendisi arasındaki eşitsizliği hemen fark etmiş, belli belirsiz rahatsızlık duymuştu. Yine de, onca deneyiminden bilirdi ki, kavgada alttan almak, yenilgiyi baştan kabullenmek demekti.
"- Sizin için onca yaptığımdan sonra..." Sözcükleri kendine bile inandırıcı gelmemişti.
"- Ne yaptın bizim için?" demişti oğlan, kupkuru bir sesle.
Yusuf, yaptığı hiçbir şeyi anımsayamamıştı. Oysa gelirken ömrünün yarısını onlar için tükettiğine yemin etmeye hazırdı. Gene de yanıtsızlığı yedirememiş,
"- Ne yapacaktım? Ben olmasam..." demişti.
Sözünü bitirmesini beklememişti çocuk:
"- Sen olmasan daha kötü olmazdı. Zart zurtların dışında bir şeyini görmedik. Ha, gördük, sınırı her gün biraz daha bizim tarlanın ortasına sürdün."
Oğlanın simsiyah, içi sonsuzluğa değin boş, beyazları dört bir yanı saracak dende geniş gözleri vardı. Derin, tehdit dolu bir tüfek namlusu gibi gözler, Yusuf'u deli eden anlamlar taşıyan gözler.
"- Ula!" demişti, boğularak.
Toydu oğlan, toyluğu kadar boğazına kadar hınç ve öfkeydi. Belki, birisinin gelip evinde, anasının yanında bağırıp çağırması erkeklik onurunu ayağa kaldırmıştı.
"- Bırak bunları. Adam gibi git evimden."
Yani, adam gibi gitmezse, kolundan tutup bir köpek eniği gibi kapı dışarı atacaktı, öyle mi demek istemişti? Yusuf'un gözleri önünde kırmızı benekler uçuşmuş, Bağbozumu’nun insanı boğan saldırganlığını duymuştu, onca yıl sonra. Eli yeleğinin altına kaymıştı bilinçsiz. O öyle silahını ararken düşünmeden tanıdık olana, onura dört elle sarılmıştı.
"- Ne o, bulamadın mı çakaralmazını?" demişti, zorlama olsa da gülerek.
Yaşamında hiç kimse, Yusuf'u öyle çaresiz, öyle üzgün ve utanç içinde görmemiştir. Hiç çocukluğunu yaşamamış, hiç ağlamamışlardandı o. Ne var ki, o an, yeleğinin altından bomboş çıkan eline, akla sığmaz bir olağanüstülüğe bakar gibi bakarken, kuru, çatlak dudakları titremişti.
Genç, yanındaki rafa atılmış, yağlı muşambanın içinden sıyırıp aldığı, uzun namlulu tabancayı sallamıştı havada. Vurduğu yerde yumurta kadar delik açan silah, canlanmış sanki vücudunun doğal bir uzantısı gibi olmuştu. Öyle yakışmıştı eline. Bunca yıldır duyduğu yetimliğin öfkesi, bütün dünyayı boğabilecek dende güçlüydü, o anda.
Yusuf şaşkındı ama korkmamıştı. O yaşamında korkma lüksü olmayan ender insanlardandı. Onu yıkan, çok uzun zamandır ilk kez birinin karşısına geçip meydan okuyabilmesiydi. Karşısındakinin gücünden daha çok, içine düştüğü güçsüzlük ve bunun birileri tarafından fark edilmesi zoruna gitmişti. Kendine çevrili silahı umursamadan, bir vurgun yemişçesine, daha on dördündeyken, gırtlağını kestiği Rum’un kanıyla yıkanan ellerine, yitirdiği nesi varsa ordaymış gibi bakakalmıştı. Öylece, gözleri ellerinde sırtını dönüp çıkmıştı. Ona mı, öyle gelmişti bilemiyordu, ama sanki baştan beri sonucu çok iyi bilerek yerinden hiç kımıldamayan kadın, ardından gülmüştü.
Azap dolu günlerdi, o günler. Uykuları kuş olup uçmuş, yemeden içmeden kesilmişti. Gece gündüz kollamıştı kızını. Artık, üstünden hiç eksik etmediği silahıyla tetikte beklemiş, kızın peşinde oğlanın saçının ucunu görse, şahadetsiz öldürmeye kararlı dolanmıştı. Kovulmanın onur kırıklığına alışmıştı, ama böyle bir belayı damat görme düşüncesine hiç alışamayacaktı.
Bir yaz akşamı, dağların dorukları pişkin bir ekmek gibi kızarmışken, beyaz atının üstünde her zamanki gibi çalımlı durmaya çalışan, ama artık sadece özenen Tahsin, çıkıp gelmişti. Gece boyu konuşmuşlardı. Bir zamanlar, görünen her bir tepede yer alan Rum kiliselerinden, Bağbozumu'nda yitip gitmiş babalarından, dedelerinden, çocukluk arkadaşlarından, kaçakçılık günlerinden söz etmişler, geçmişe övgüler düzüp yeni zamana ilenmişler, en son, ikisi birlik fısıltıyla, yaşlandık artık, deyip uzun süre sigaralarını içip susmuşlardı. Tahsin birden bire, biraz da sıkılarak:
"- Gardaşlık! Ver senin kızı, benim oğlana," deyivermişti.
Başka zaman olsa belki olmazlanırdı. O andaysa en iyi çözüm gibi gözükmüştü.
"- İstediğin kız olsun, al senindir."
Kimse, kızın yeri göğü tutan ağlamalarına aldırış etmemişti. Anası, bir iki kez ayaklanıp:
"- Yapma, Fatma istemiyor. Belki bir sevdiği vardır, " diyesi olmuştu ya Yusuf’un dehşet veren öfkesiyle çabucak vazgeçmişti direnişinden.
Düğün dernek gitmişti Fatma. Gidiş de o gidiş, bir daha da baba evine uğramamıştı. Ziyaretine gittiklerinde solgun, üzgün sanki yüzü ölüme dönük görürlerdi onu ya aldırmazdı. Kız kısmı böyledir, zamanla düzelir, derdi karısına. Gerçeği çok iyi algılamıştı, aslında. Demek kızının da o köp'oğlunda gönlü vardı. Unuturdu unuturdu, neleri unutmuyordu insan. Karnı tok, sırtı pekti ya ona baksın, diye düşünmüştü.
Atının üstünde birden kaskatı kesildi. Yoksa Fatma'ya mı bir şey olmuştu? Kız bir delilik yapmış ya da oğlan bir yerlerden izini bulup çıkıp gelmişse...
Tam sırtın üstündeydiler. Çok aşağılarda mavimsi sislerin arasından, beyaz köpüklerle akan ırmak zorlukla seçiliyordu. Vınlayarak esen rüzgârdan korunmak için kaputuna biraz daha sarılıp adamın kendisine yetişmesini bekledi.
- Fatma nasıl Hüseyin? diye yeniden sormuştu.
Soruyu zor anlayan adam bir süre anlamsızca yüzüne bakmış, sonra zaman kazanmak ister gibi ellerine hohlamıştı.
- Tuttun ahret sualine, dayı. Ben nereden bileyim, çağır, dediler, geldim.
Bu kez terslenmeden yanıtladı adam.
Bir daha konuşmadılar. Tarla açmak için yakılmış ormanlardan geçtiler. Öğle üzeri Sesara’ya vardılar. Tahsin'in evi, köyün hemen girişine kurulmuş, eski bir Rum eviydi. Yapan iyi yer seçmişti. Kartal yuvası gibi dört yana tepeden bakıyordu. Kıvrılarak yükselen bir yoldan kapının önündeki küçük düzlüğe ulaştılar. Tahsin'le oğlu kapının önünde oturmuş bekliyordu. Karşılamaları cansızdı. Biri, bir zon iskemlesi getirdi.
Atın yularını damadına verip oturunca garip bir koku duydu. Ateşe düşen tereyağının ya da etin kokusuydu. Savaş yıllarında, yakılıp yıkılan evlerden, dumanların içinden bu kokuyu, yanan insan vücudu kokusunu duyduğunu anımsadı. Benzerlik, anımsattıkları tüylerini diken diken etti. Bunca yıl sonra bu koku...
Her zaman, ta yolun başından onu karşılayan Tahsin’in bu kez suskunluğuna, hatır sormanın kendisine düşmesine içerlemiş mırıldandı.
- E, hısım, ne var ne yok?
Tahsin, gözlerini kar yüklü tepelere dikmiş, bakınıyordu. Yusuf, sabır çekti içinden.
Onca yıldır hiç adıyla seslenmemişti arkadaşına. Öfkesi burnundaydı. O pis koku da hiç eksilmiyordu.
- Büyük dert, Yusuf, çok büyük, diye mırıldandı Tahsin.
Bir şey demedi adam, sürünür gibi iskemleden kalktı. Ardından gelen Yusuf’la birlikte yerevine girdiler. Karın aklığıyla kamaşan gözleri bir süre bir şey göremedi. Ama o koku, insanı bayıltan yağ kokusu, iyice azmıştı. Yusuf, gözlerini kapatmış, açmış, karanlığa alışınca, onu görmüştü. Önce ne olduğunu, bir hayvan mı, insan mı, yoksa hiç duyulmamış bir yaratık mı, olduğunu anlamamış, ama görüntüde akıl durduracak bir şeyler olduğunu sezerek ürpermişti. Yer ocağının üstünde, tavandan sarkan bilek kalınlığında zincire asılı, üstünden hala dumanlar tüten, anası gelse tanıyamaz, kömür olmuş bir insan bedeniydi bu. Onca ölüm, onca kıyım görmüş Yusuf dondu kaldı. Sonra bütün vücudu zangır zangır titremeye, yüzünün bir yanı bir gölün dalgalanması gibi belirgin, seğirmeye başladı. Düşecek gibiydi. Tahsin, uzanıp tutmak istedi. Sıyrıldı, çıktı elinden. Kendine gelmiş, ne yaptığını bilerek yürüdü. Vücudun birçok yeri tamamen kömür kesilmişti. Hala eriyen yağları, külün içine damlıyordu. Kızına benzeyen bir şeyler, o dünya güzeli Fatma’sına değgin bir iz aradı. Yeryüzünde şaşıracağı bir şey kalmadığını sanırken...
Birden, Fatma'nın kalıntısında bir soluk, bir inilti duyar gibi oldu. O kömür kütüğünde yaşamla ilgili bir yeşerti hissetmek, yaşayabileceğini varsaymak, ölümünü kabullenmekten zor geldi Yusuf'a. Yaşlı beyni kafatasını parçalayarak dışarı taşmak için çırpındı. Yusuf, bir çınar yaprağı kadar sessiz yere yuvarlandı. Bayılmıştı.
Ayıldığında odada, sedire uzanmış yatıyordu. Olayın nasıl olduğunu öğrenmek isteyince anlatmışlardı. Fatma, hep aynıydı. Geldi geleli, ağzı var dili yok. Ne var ki, bundan bir yakınmaları yoktu. Temiz süt emmişliğine vermişlerdi. Böyle bir iş yapacağını kimse düşünemezdi. Beş yılı geçkin gelindi hoş. Tahsin’in karısı öleli iki yıl olmuştu. Bir dediği iki olmuyordu zaten. Kaldı ki insanoğlu bu, kafasının içinde ne vardı, kim bilir. Sabaha karşı kalkmış, ateşi yakmış, gaz tenekesini alıp hem odunlara, hem de kendi üstüne devirmişti. Çırpınıp da vazgeçmesin diye olacak, asmıştı kendini kazan zincirine. Alevler ipi kesmiş, boğulmamış, ama yanan eti zincire yapışıp kalmıştı.
- Çocuğun ağlamasına uyandım, dedi, damat. Sonra o kokuyu duydum, bir yer, bir şey yanıyor sandım. Ayılıp üstümü giyininceye kadar...
Tahsin, sarsılan, ağladı ağlayacak oğlundan sözü alıp sürdürdü:
- Dört bir yan silah sesi doldu. Ne olduğunu anlamadan koştum don gömlek. Oğlanı buldum dışarıda, konuşamıyor, ver ediyor havaya kurşunu. Tabancayı elinden alıp iki tokat attım. O anda fark ettim içerde kızıllığı. Koşarım ki, ne göreyim, gelin alev almış yanıyor. Ne kötü yanarmış, insan çıra gibi...
”Bilirim," diye düşündü, Yusuf. Ermeniler Hamdi’yi yakmışlardı, Aziz’in damda, canlı canlı. Adam gün boyu alev alev yanmıştı.
- Neden sonra, söndürebildik. Söndürdük yanlış, yandı bitti işte. Allah'ın hikmeti, neresinde canı kaldıysa kaldı, ölmedi. Öldüremedik de. Onu öldürmek bildik iyiliktir ama öldüremedik. Ben ne kadar büyüğüysem de sebebi hikmeti sizsiniz. Demem o ki, onu öldürmek şart görünüyor, ama senin bileceğin iştir. Belki sorarsın, zincirden niye indirmediniz diye, birincisi indiremedik. İkincisi insanoğlu dünyayla birlik değişiyor, ola ki sözümüze inanılmaz, iş jandarmalık filan olur, neme gerek... Üçüncüsü onu, oradan canlı indirmek zülümdür, zincir gömülmüş etine.
Yusuf, yerinden güçlükle ama kimsenin yardımını kabul etmeden doğruldu. Tüfeğini istedi, verdiler.
-Benim hiç jandarmalık işim olmadı, dedi, zorlukla dikilerek. Ona sizin bunu yaptığınızı düşünsem, bir Müslüman’ın bir Müslüman’a böyle bir zulmü reva göreceğine inansam, şimdi vururdum sizi.
Yerevine geçtiler. Zincirden kurtarmaya çalıştılar Fatma'yı. Olmuyordu. Yapışan ve yarı pişmiş etleri parça parça kopuyordu. O zaman da insanı dehşete salan garip sesler çıkarıyordu. Sonunda zinciri tavandan söktüler. Öylece büyük bir sepetin içine yerleştirdiler, bedeninden geri kalanı.
- Ne yapacağız bunu? diye sordu Tahsin. Bu haliyle gömülmez ya.
- Götüreceğim. Anası kızını son bir kez görsün. Onu öldürmeye gelince, ben çok adam öldürdüm, çok. Bağ bozumunda, sürüyle adam vurdum. Din için, vatan için, namus için ayrı. Fakat evlat öldürmek, iyilik bile olsa… çok zor. Varsa bir sepetle ata koyun.
Evin önüne çıktılar. Gökyüzünde parlak bir güneş dört bir yanı ışığa boğmuştu. Mavi göğün altında yükselen karla örtülü tepeler buzdan dev heykeller gibi parlıyordu. Derin bir soluk aldı Yusuf.
- Çocuk ne olacak? diye sordu, büyük bir sakinlikle. Evde kadın yok, ne olacak sabi?
Tahsin bunu hiç düşünmemişti.
- Yolu buluncaya değin götüreyim onu, büyük annesiyle durur.
Atı hazırlayan oğluna seslendi, Tahsin:
- Bak, çocuğu götüreyim diyor, kaynatan.
Kaynata, sözü üçüne de anlamsız gelmişti, nedense.
Recep de ne yapacağını bilmiyordu. En azından, her şey belirleninceye değin çocuğun orda kalmasına bir itirazı olmadı.
Çocuğu alıp getirdiler. Yusuf atına bindi. Kuş kadar zayıf torununu bir posta sarıp önüne oturttu. Bir bezle de sıkıca sırtına bağladı. Geniş paltosunu çocuğu da içine alacak biçimde ilikledi. Şimdi çocuk, Yusuf'un çenesinin altında, paltosunun yakasından uzanmış yumruk kadar bir kafa ve iki parlak iri göz olarak duruyordu. Üstünde sepet olan öteki at yedekte yola çıktılar. Köy dışına kadar geldi, Tahsin. Son anda, Yusuf'un korktuğu soruyu sordu.
- Fatma'nın bir sevdiği filan var mıydı?
Duymazlıktan gelip sürdü atı.
K
üçük vadilerin açıldığı, yaylalardan denize değin uzanan kanyon boyu akan derenin iki yanına dizilmiş köylerden çok yükseklerde, ıssız tepelerde at sürdü, Yusuf. Gün çoktan batıya devrilmişti. Yol biraz uzardı, ama aklı olan dereye iner, karakolun önünden geçen asfalt boyu güven içinde giderdi. Jandarmaya yakalanıp durumu açıklayamayacağı endişesiyle, dört yanı bembeyaz kesen kara bakmadan, ulu çamların bile zor seçildiği, dumanlı uçurumların kıyısından dolaşan kaçakçı yolunun geçtiği dağları seçti. Isıtmayan, ama alabildiğine parlak kış güneşi, batıdaki tepelerin ardına çekilip gökyüzünü bin bir renk yapana değin umduğundan fazla yol almıştı. Zorlu bir tırmanıştan sonra aştığı, çıplak bir tepede durdu. Gözleri kör eden aklığın içinde, bir çocuk resmi kadar renkli göğün altında bu ıssız akşam vakti, bir gerçek dışı görüntü gibi dikilip aşağılara şöyle böyle gözüken köye baktı. Üşüyen ellerini zorlukla kullanarak tabakasından bir sigara sardı.
Ter içindeki atını yokuştan aşağı dikkatli sürdü.
Aşağıdaki, çoğu, belki de bin yıldır orda duran evlerin bulunduğu köydendi Yusuf. Ona dün gibi gelen, oysa artık kimsenin anımsamadığı, dinlemekten bile sıkıldığı bir zamanda; şimdi evlerinin yerinde birkaç yabani incir, işlemeli taş ve yosunlu kavruk bir topraktan başka hiçbir iz kalmamış Ermeni'nin, Rum'un, Türk'ün birbirine fazla gelmeden yaşadığı günlerde doğmuştu. Beş yüz yıl sorunsuz yaşamış, kız alıp kız vermiş, cami ve kiliseleri de olmasa, kim Müslüman, kim Hıristiyan anlaşılamayacak insanların, birbirinin gırtlağına çökmesinden önce...
Babasına tütün kıydırmaya gelen, dağın üstünde, ormanın içindeki düzlükte oturan keşişi; kıvırcık, kuzgun siyah saçlı, menekşe moru gözlü, uzun sakallı, hep gülümseyen adamı çok iyi anımsıyordu
Babası, tahta sofrada uzun keskin bir bıçakla tütün kıyarken, keşiş onun delikanlılığa dönen başını okşar, adını genizden gelen garip bir sesle konuşur, cebinden çıkardığı hoş kokulu üzüm kurularını uzatıp,
"- Var say bizden bir kızı sana verdim, alır mıydın Türk?" derdi.
Simsiyah saçlarına ve sakallarına karşın kül rengi kaşları vardı keşişin. Aşağıya doğru dökülen kaşların altında, akıl almaz bir renkte, mor menekşe gözleri, ışık alan bir tüfek namlusu gibi parlardı.
Yusuf'un civcivleri vardı. Armut ağacının dibinde eşelenen civcivleri, kurda kuşa kaptırmama derdindeydi. Yükseklerden ala şahinler, hem de, en yırtıcıları bir ışık topu gibi patlayıp civcivlere geliyordu. Bir gözü onlarda, bir ayağı onlarda, diğer yarısı adamın avucunda tuttuğu kuru üzümlere sevdalı, düşünürdü.
Bir çocuk ne denli düşünebilirse...
Onca şahin ne olmuştu acep?
Babası orda sofranın başında, tütün kıymakla meşgul, sözde kulağı ve aklı başka yerde dururdu. Öyle durur, bıyık altından gülerdi.
Şimdi düşünüyordu da, annesi Gülizar, başka bir erkeğe, tanıdığa bile çıkmazken, keşiş geldiğinde bir sebeple ortalarda dolaşırdı. Gariptir, Rabia Nene de, elinde sopa homurdanarak kapının eşiğine ilişirdi her kezinde. Şimdi bile nedenini bulamıyordu Yusuf.
"- Mara Aba değil mi?"diye bildiği tek Rum kızı sorardı Yusuf, sıkılarak.
"- Vay," derdi adam, yapmacık bir kızgınlıkla. " Hem aba, hem de... He o Maria. Alacan mı?"
Gökteki şahin, civcivlerden vazgeçip yükselirdi. Yükselir, Karadağ’la bir olurdu. Dağın ta ucunda, çamların doruklarından yüksekte, mavi göğün içinde ölüm dolu bir nokta olur döner dururdu.
"- ...Gidenler gelmiyor. Vatana can kurban, kurban da, gidenlerden kimse geri gelmiyor." Babası keşişe anlatırdı. İçten içe öfke kaynayarak küfür dolu anlatırdı.
"- Vatanın özü nere? Bura. Tüket buradakini. Nere için? Yemen için, Trablusgarp için. Çoktan elimizden çıkıp gitmiş yerler için, hiç bizim olmamış yerler için. En birincisi, Arap satmakta bizi, sırtımızdan vuruyor İngiliz'le birlik. Bizse..."
Anımsıyordu Yusuf. O günlerde, evleri duyulur bir kahırla doluydu. Amcası, o, sigara ağacından en güzel patlangaçları, fındık eşkininden kuş sesleri veren düdükleri yapan amcası, bir güldü mü güneşler gibi açan amcası, Yemen denen bir yerlerde kalmış, artık hiç gelmeyecekti.
"- Kuşlar niye uçar amca?"
"- Akıllarının kıtlığından yürümeyi beceremezler, ondandır torunum."
O zamanlar, ne çok kuş vardı. Mavi gökler karatavuk sesi, Rusya’nın bilmem nerelerinden kopup gelmiş bıldırcın karası, düşsel dünyaların yolcusu ördeklerin özgür kükremeleriyle doluydu. Ne çok özenirdi onlara. Uçmaya, kanat açmaya…
"- Öykünme onlara torunum. Ne ala kanatlarına, ne özgür duruşlarına. Sanır mısın, farkındadırlar özgürlüklerinin, sanır mısın göğün farkındadırlar? En iyisi insanlıktır ve ondan büyüğü de yoktur. Onu, ondan başka yeneni de yoktur," derdi amcası. O güzel amcası…
Babası öfkeyle anlatırken, bir yandan da kıyarken tütünü, parmaklarını kestiği olurdu. Daha koyu bir renk karışırdı kızıl tütüne.
"- ... Dedem, babam hep bir yerlerde ölmüşler. Uzak diyarlarda, mezarları belli değil. Şimdi de İsmail. Padişah, yan gelmiş sarayına, yürü diyor, İsmail kulum yürü, yürü Ali kulum... yürü, yürü, yürü."
Son söylenenlerden keşiş de ürker, etrafına bakınıp uyarırdı babasını.
"- Deme. Yerin kulağı var."
Alttan alamazdı babası. Ona yakışmazdı. Sürdürürdü diklenmesini, nereden inceyse... der gibi.
"- Padişah efendimizin yok ama."
Tükürürdü yere. Hırsla, sessiz sürdürürdü kıyımını. Keşiş o sessizlikte Yusuf'a döner, yeni bir avuç üzüm kurusu uzatır, sorusunu yineleyecekmiş gibi, ama sadece gözleriyle gülümsemekle yetinip bakardı. Sonra, çekine çekine olsa da, söylemeden edemezdi.
"- Osmanlının hatası o. Taşıyamayacağı kadar büyüdü. O yüzden Urumeli, kendine hiçbir şey ayıramadan evlatlıklarını, hem de kötü niyetli evlatlıklarını beslemek zorunda kalıyor..."
Keşiş tütünlerin sarıp ormanlara doğru yollanmadan son kez sorardı.
"- Alacan mı, bizim kızı, Yusuf?"
Yusuf da utancını bir yana atar.
"- Üzüm verirsen, çok üzüm verirsen alırım," derdi.
Yusuf düşünüyordu da o zamanlar ne çok üzüm vardı. Ne olmuştu onca asma kütüğü? Karaağaç dallarında sallanan, ormanlarda ya da yıkıntılarda soysuzlaşmış, yabanileşmiş ama yaşamaya kararlı bir iki marazlı kökü saymazsan bir şey kalmamıştı. Bir bağbozumu başlamıştı; sade üzüme değil, bağcıya da yönelik. Öyle zamansız, öyle akla sığmaz. Ne üzüm koymuştu ne bağ, ne bağcı.
Sanki her şey birden başlamıştı. Gidip de dönmeyen askerlere değgin anlatılanlar dışında, Balkanlarda, İstanbul'da olana tümüyle yabancı bölge halkı, 93 Harbinden bu yana unuttuğu savaşın kıyıcı yüzüyle karşı karşıya kaldı. Askere gitmemek, adı sanı duyulmamış çöllerde, kurtarmak istedikleri Araplar tarafından sırtından vurulmamak için kaçanlarla birlikte dağlarda saklanan Yusuf da köye inmişti. Trabzon'u topa tutan gemiler, denizin üstünde kapkara birer leke, buradan bile gözüküyordu. Geceleri kentten yükselen alevler, bütün kuzey ufkunu kan kırmızısı kesiyordu.
Olanı biteni anlamaz anlamaz izleyen, nasılsa padişah efendimiz gelip mülkünü kurtarır, diye düşünen halk, İstanbul’un en azından mülkün bu bölümünden vazgeçmiş gibi duyarsızlaştığını görünce, sonunda harekete geçti. Akçaabat'ın oralarda, Rusların, görülmemiş büyüklükteki gemilerini, yeri göğü tutan bir patlamayla batırdılar. Ruslar da bir güvenlik kuşağı oluşturmak için dağları bayırları yol yapıp içerilere doğru ilerlediler. İşgal ettikleri yeni yerlerin güvenliğini de kışkırttıkları Rum ve Ermenilere teslim ediyorlardı. Ne zaman Ruslar geldi, uyuyan yılan uyandı, Bağbozumu bir yangın gibi başladı.
Onca yıl barış içinde yaşamış Rumlara, Ermenilere, o güler yüzlü, alçak gönüllü insanlara bir hal olmuş, Müslüman kanına susamış canavar kesilmişlerdi. Türklerin evlerini yaktılar, ahırlarını, bağlarını, bahçelerini yağma ettiler, insanları tavuk boğazlar gibi boğazladılar. Artlarında Rus askeri kadınlara saldırdılar, Azizin Kıran’da kocalarının gözleri önünde ırzlarına geçtiler, memelerini kesip, ana karnında bebeleri süngülediler. Yusuf'un babası da, dağlardaki direnişçilere silah kaçırıyor, suçlamasıyla işkenceyle öldürüldü. El ayak parmaklarını kesmişler, kafa derisini yüzmüşlerdi.