top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

BAĞBOZUMU - I

Güncelleme tarihi: 22 Oca 2022

PAZAR KİTAPLARI;

BAĞBOZUMU

Şenol Yazıcı

roman,
188 sayfa,
ATP yayın dağıtım / ADA kitap
2006
Cağaloğlu / İstanbul

*

I. BÖLÜM

SELAM SÖYLEYİN AY IŞIĞINA


Burada doğdum. Karadeniz’in ucunda, Trabzon’dan başlayıp içerilere doğru, dere boyu uzayan ve birden bire duvar gibi yükselip geçit vermez Zigana’ya dönüşen vadinin dibinde, Sümela’da. Melas’ı, dağa bir salıncak gibi asılı duran yüz odalı manastırı atalarım yaptı, ben orda eğitim görüyorum, papaz olacağım. Kaderim bu, papaz olup İsa’ya hizmet edeceğim.


Adım Yasef. Ama herkes Yusuf diyor. Tüm kutsal kitaplarda geçer; dünyanın en güzel, ama o nedenle de en talihsiz peygamberinin adı…


Çocukluğum da burada geçti. Onu da burada tanıdım.


Güneşin gül rengi ışıkları, tepeleri bir gelinlik gibi örtünce ormanların dumanlı yeşili simsiyah kesilir, bütün vadiler birbirini kesen gök kuşaklarına boğulur, erguvani bulutların dantele gibi işlendiği gökyüzünde ne varsa, deli, oynak bir maviye boyanırdı. O zamanlar sabahlar, dünyanın bütün kırmızılarını, sarılarını, eflatunlarını giyinip kuşanıp öyle gelirdi. Karatavukların şarkılar söylediği, ince bir deniz yelinin mısır püsküllerine, çamların doruklarına sevdayla dokunup dağlara doğru çekildiği, tavukların neşeli bir şamatayla ortalığa döküldüğü saatlerdi. Ne güzeldir uyuması…

Nerde? O sabahlara çoğu kez babamın öfkeli bağırmasıyla uyanırdım.

Zalimliğinden değildi. Babam, annem diyesi, pek belli etmese de ipek gibi bir adamdı aslında. Ağaçların bile uyku açtığı, gökyüzünün yeşil ile mavi karışığı, uyu, diye fısıldadığı, sadece çocuklara özgü o uyku saatlerinden beni başka türlü koparamazdı ki.


Ormanlara yorganımı üstümde taşırdım sanki. Çoğu kez bir ördek gibi iki yana savrulan ayaklarımla, değil inekleri, kendimi bile yönetemezdim. Diğerleriyle bir araya gelen hayvanlar, güdülmeye gerek duymadan yolu bulur, çizgi gibi keçi izlerinden yaylımlara doğru yürürlerdi. Bizler de, her yaştan, her dinden kızlı erkekli bir yığın çocuk, şarkılarla, türkülerle arkalarından yükseklere, hortlakların, hayaletlerin hala var olduğuna yemin edebileceğim harabelerin düzlüğüne çıkardık. İnekleri sarıçamların altında yayılmaya bırakır, yitip giden uykularımızı unutur, oyunlara dalardık. Erkek çocukları, sert oyunları, çelik ve lagoyu severken, kızlar esir ve gizlenbeci yeğlerdi her nedense.


O gün yeni oyun için kız erkek el ele tutuşmuş, bir halka oluşturmuştuk. Başlamıştık ki, izleyen kızlardan biri yerinden kalkıp, elleriyle elimi bir kerpeten gibi kavrayan kız arkadaşımı halkadan koparıp onun yerini almıştı. Canım yanmıştı. Öfkeyle döndüm, ama bir şey diyemeden bakakaldım. Derin mi derin, durmadan renklenen, hareli yaprak yeşili bir çift göz, yemin ederim çok derinlerde bir yerden, yüreğinden gülümseyerek, ama sarsarak, içimi okur gibi bakıyordu. Ona kızamazdım. Annem gibi içinden, tüm yüreğini yükleyerek, ama sanki daha başka, bir hoş bakıyordu. Onun gibi gözlerimle gülmeyi çok isterdim. Başarabilsem konuşmadan her şeyi anlatabilirdim. Dünya beni anlardı artık. Gül kırmızısı, etli dudakları aralanmış:


"- Acıdı mı elin?" demişti. Sesinde bir büyüğün küçüğe gösterdiği ilgi ve özen vardı. Nedense önce utandım, sonra da üzüldüm.

Oysa gömleğinin önünü geren göğüsleri, giysilerine sığmayan bedeniyle belli ki benden büyüktü. O benim küçük yaşımın erişemeyeceği, ama garip bir biçimde hızla erişmek istediği bir şeydi. Daha önce küçük olduğuma hiç bu kadar üzülmemiştim.

"- Hiç acımadı, " demiştim, bana çok çirkin gelen bir sesle. Acımadığını ispat etmek için de hafifçe sıkmıştım elini. Sıcaklığını hiç unutamam. O eli bırakmadan ömrümce durabilirdim.


Ona sorarsan önceden tanışmışız, oysa anımsamıyorum.

Sorarsan hiçbir şeyi unutmazdım. Tahta çemberimi sakladığım çalılığı, kuş avladığım sapanımın durduğu duvardaki yeri, dağdan topladığım ekşi elmaları, ayı armutlarını gömdüğüm tarladaki kuyuyu, hiçbir şeyi unutmadım.

Delireceğim ama onu gördüğümü unutmuşum işte.


Daha üç yaşımdayken annemin anlattığı adımın öyküsünü bile unutmadım. Çok güzel ve akıllı bir adamın öyküsü. Güzelliğinden, aklından dolayı kardeşleri istemiyor, kervancılara satıyorlar onu. Zindanlara, kör kuyulara atılıyor, ama sonunda kurtulup büyük adam oluyor firavunun yanında. Firavunun ülkesi, denizlerin ötesinde, buralara hiç benzemeyen, salt kumla örtülü, sıcak mı sıcak bir ülke. Yılan, çıyan dolu. Burdaki kurbağalar, ateş böcekleri kadar çok, ineklerimizden büyük ejderler varmış. Gene de korkmadan yarı çıplak dolaşırmış orda insanlar.


Bunları annemden öğrenmedim. Anlatılanı unutmadım ve yıllar sonra manastıra gitmeye başlayınca sordum soruşturdum. Melas'taki büyük kitaplığın sorumlusu duvara yapılmış bir renkli tabloyu gösterip Yusuf’un öyküsünü anlatmıştı. Harmaniye sarılmış güzel yüzlü, uzun saçlı bir adam, küçüklü büyüklü bir yığın erkekle kucaklaşıyordu. Onu kervancılara satan hain kardeşleriymiş adamlar. Resim bir kopyaymış. Aslı ata yurdumuzda bir yerde, Büyük Melas'taymış. Büyüyünce oraya gideceğim. Önce İstanbul'a, sonra ata yurduma.


Anneme gösterdim resmi, ama ona gösteremedim. Ailesi buraya göndermez biliyorum. Gönderse de, Melas'a dinimizden olmayan kimse giremiyor. Olsun, ben, ona resmi de anlatacağım, adımın öyküsünü de.


Ben de öyküdeki Yusuf gibi büyük adam olacakmışım? Annem öyle diyor; çünkü güzel ve akıllıymışım. O inanıyor buna, ben de inanıyorum. Gerçi, hikâyelerini dinlediğim büyük adamların doğumlarında belirtiler varmış, bende yok, belki büyüklüğün tek işareti doğumda değildir. Herkes gibi doğmuşum. Dini bütün, sıradan bir Rum köylüsünün oğlu olarak. Olsun, kutsal İsa da Nasıralı marongoz Yusuf’’un oğlu değil miydi? Ayrıca babam, yakın zamanda sıradanlığı bıraktı, manastıra hizmetli girdi, ama yaşamımız pek değişmedi. Diyeceğim, birisi, ‘ sen doğduğunda yüzün yarım ay, gözlerin mavi bir ışık seli...’ diye başlayan bir öykü uydursa neyim varsa alabilir. Gerçi ona anlatmak için benzer birçok öykü uydurdum ya bakmayın, bilinen annemin her sefer değişik anımsadığı sıradan doğumumdur.


Büyük savaş sırasında, padişahın dört yanda yenildiği 93 Harbinde, bir kalandar gecesi doğduğum kesin, belki bu bir işarettir. Doğum günümün unutulmayışını bile ona borçluyum. Yeni yılı kutlayan çocuklar, meyve almak için evimize torba atmışlar o gece. Anlatılanlara göre, nesi varsa uzak ülkelerde yitirmiş padişah, Ruslar İstanbul'a bile girmiş. Buralardaysa, şuraya, dağların ötesine kadar gelmişler. Top sesleri duyuluyormuş hesapla. Bizimkiler, Osmanlı'dan, kurtulduk diye bir sevinmişler, sormayın. Müslüman'a karşı savaşmak için, Rus ordusuna katılanlar bile olmuş. Bastonların içini oyup altınlar göndermişler yardım olsun diye. Neyse, savaş bitmiş, tam öldü derken, bir de bakmışlar Osmanlı dimdik ayakta. Öyle de, asıl kıyamet buralarda kopmuş. Uzak diyarlarda savaştan kaçan insanlar, kimisi dağları aşarak, kimisi denizden salla, kayıklarla çıkıp gelmişler. Dağ taş adam olmuş, renk renk, çeşit çeşit. Din din, dil dil, bizim bura insanlarına hiç benzemeyen insanlar. Hele ovadan gelenler simsiyah, kömür gibiymiş. Oralar çok sıcaktır, ondan diyor, annem. Buranın rutubetine, sıtmasına dayanamamış çoğu. Ya ölüp gitmişler ya da alıştıklarına benzeyen yerlere göç etmişler.


Onlar da, o zaman gelmiş, annesi, babası ve büyük kardeşiyle. Rus Trabzon'u da alır nasılsa bu gidişle diye, içerilere, buraya kadar çıkmışlar. Daha yeni yürüyor. Ben de yeni doğmuşum. Yerleşmişler, evimiz, tarlamız olmuş. Ortalık durulmuş, yeniden eski muhabbet, komşuluklar, düğünde dernekte birliktelik, kilisesi olan kilisesine, camisi olan camisine... Bunları hep annemden öğrendim. Annem çok şey bilir, anlatır da. Babam bilse de anlatmaz.


Onu tanıdıktan sonra, nesi varsa öğrenmeye hevesli sordum anneme. Niçin onu daha önce hiç görmediğimi sordum. Garip bir biçimde gülerek anlatmıştı. Niye güldü, anlamadım. Şimdi anlıyorum, tabi.

"- Onlar Müslüman," demişti.


Bunun onu göremeyişime neden gerekçe olduğunu ise çok sonra anladım. Yalnız dinleri, ırkları ayrı olanların yaşamlarında ortaklıklar oluşturmalarının çok güç olduğunu hemen sezdim. Onu görebilmek için, Müslüman olmaya karar verdim Çocuk dünyamda bana çok basit ve önemsiz geldi bu, ama anneme babama hiç de öyle gelmediğini ve bunun şakasının bile yapılamayacağını kavramam uzun sürmedi. Görmeme karşı değillerdi, ama Müslüman olmama kesinlikle izin yoktu. Böylece oynadığım çocuklarla, görünüm olarak benzeşsek de, aramızda aşılması mümkün olmayan bir ayrılık, elle tutulmayan, görülemeyen ama çok kesin bir farklılık, bir duvar olduğunu ilk o zaman kavradım.


Onu tanıdığım gün, benim için hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissetmiştim. O gece hiç uyuyamamıştım. Yorgun düşüp dalıncaya değin tüm ayrıntılarıyla, belki yüzlerce kez o anı yaşadım. Elinin sıcaklığını, gözlerinin derinliğini anımsadım ve bu kez gün doğumunda babamın azarını işitmeden ayaktaydım. Gelmeyecek diye ödüm kopmuştu, ama ordaydı. Elini tutabilmek, dokunabilmek için neler vermezdim. Ne var ki, ayrı oyun guruplarındaydık. Oysa neler kurmuştum akşamdan. Sandığı kadar küçük olmadığımı kanıtlamak için nasıl davranmam, konuşmam gerektiğini bile belirlemiştim. Olmadı. Yüzüme bile bakmadı. Hiç kimse benim kadar mutsuz olamazdı. Birisi dokunsa ağlayabilirdim. Oyunlardan koptum. Bir sarıçamın gölgesinde oturup onu izlemeye başlamıştım.


Zibilankelerin, moraların, bin bir çeşit otun sardığı fındıklıklarda her kes bir yana kaybolur giderdi. Biz yaşta olanlar bir süre saklansak bile sıkılır, bulunamayacağımız anlaşılırsa kendiliğimizden çıkardık. Büyüklerse bir türlü gözükmezdi. Oyunun kurallarını sarsacak kadar zaman geçer, çoğu kez inekler, alev alev yanan güneşin batışıyla evin yolunu tutar, kimse ortaya çıkmazdı. Aşağılardan düzlüğe inmiş bir ineğin böğürtüsü duyulunca, bir koşuşturma başlar, dalların arasından eteklerini çekiştiren, açılan yakalarını toparlamaya çalışan yanakları al al kızlar çıkar, oğlanlar bir zaman sonra, uydurma bir öfkeyle ortaya fırlar, güya kaybolan ineklerin peşine düşerlerdi. Bu uzun süren ortadan kayboluşların nedenini o gün birden anladım. Komşumuz Eleni’nin kızına, “ O pisliklere bulaşıp çalılıklarda kaybolma ha, duymayayım, ” deyişinin nedenini de sezdim. Benim yaprak gözlümün de, birileriyle bir yerlere kaybolacağı düşüncesi beni kahrediyordu. Sırtıma binlerce iğne batırılıyor, sanki en değerli oyuncağı birileri tarafından zorla alınmış ama hiçbir şey yapamadan oturmanın onursuzluğuyla ezilerek, gözlerim köpürmeye hazır dolu, öylece, nasılsa olacak diye teslim olmuş, son darbeyi bekleyerek, yüzüne bile bakmaktan vazgeçip sadece patlıcan rengi eteklerini izliyordum. Yapabileceğim hiçbir şey olmayışı korkunçtu. O da gidecekti. Büyüktü çünkü. Hangi iğrenç şeyleri yapıyorsa büyükler, çok hoşlarına gidiyor olmalıydı, çıkmıyorlardı hiç, o da yapacaktı. Dikkat ediyordum, bir kez öyle ortadan kaybolan çift, ondan sonra hep beraber oluyorlardı. Oyunlarda da, kayboluşlarda da. Dışardan kimse onların arasına girip ellerini tutmuyordu. O zaman yaprak gözlü de, benim elimi hiç tutmayacaktı. Ölmek istiyordum. Sarıçama sarılıp engelleyemediğim gözyaşlarımla ağladım.


Çevremde aldırış etmediğim ayak sesleri dolandı durdu. Ağlamamı kim olursa olsun görsün istemezdim, dönmedim. Bir el, o çok iyi anımsadığım annemin sıcaklığına benzeyen sıcaklıkta bir el, binlerce el arasından dokunmasını tanıyacağım o el, gömleğimle saçlarım arasındaki tenime dokunmuştu.

"- Bir yerin mi ağrıyor?"

nanılır gibi değildi ama gitmemişti. Sevincimden gözyaşlarımı unutup dönmüştüm. Güneşi ardına almış, güzel yüzü ter içinde, gözleri ellerinizle dokunmak isteyeceğiniz kadar parlak ve yaprak gibi hare hare yeşil üstüme eğilmişti. Bahar gibi kokuyordu.

"- Sen saklanmadın mı?" demiştim şaşkınlıkla.

inanılmayacak bir şey daha yapıp yanıma oturdu, küçük testimi alıp bir yudum su içti. Dudağının izi kaybolmasın diye, eve dönünceye değin su içmemiş, kim bilir kaç kez aynı yeri öpmüş öpmüştüm.

"- Çoraplarım mahvolur oraya girersem, annem de beni öldürür. Hem de canım da çekmiyor," demişti.

Herhalde bana, senin için gitmedim, diyecek değildi ya. Annesini tanır tanımaz ellerinden öpecektim. Ayaklarından çarıklarını çıkarmış, yeni, üzüm nakışlı, ponponlu, beyaz çoraplarını gösteriyordu. Çorapların bittiği yerle patlıcan rengi eteğinin arasında, sevimli bir tombullukla uzayan bacaklarında güneşin altında altın gibi parlayan minicik tüyler vardı. Baktığım için utanmıştım. Yaptığım büyük bir günah gibi gelmişti, iğrençtim. Yanıma gelip oturuyor bense... ya anlamışsa.


O ise gözlerime bakıyordu. Ağladığımı anlamış olmalıydı. Yerin dibine geçebilirdim.

"- Gözlerin ne kadar güzel," demişti.

İlk kez, tuhaf renkli gözlerime annem dışında biri, güzel, demişti. Uzanmış, sarıçamın kökleri boyunca, küçük siyah elmalarını toprağın üstüne boncuk gibi dizerek yayılmış menekşelerden birinin çiçeğini koparmış, yüzüme doğru tutmuştu. Eli yüzüme yaklaşmıştı. Soluğum kesilecekti, dokunsa ölebilirdim. Dokunmamış, çiçeği gözlerimin önünde tutmuştu.

"- Bunun renginde, ne kadar hoş, " diye yinelemişti.

Alay ediyor, sanmıştım. Babam hep eğlenirdi. Annem, her ne kadar, sevdiğinden öyle diyor, dese de gözlerimin garip rengiyle alay ettiğini düşünürdüm. Onun da alay ettiğini düşünsem de, benimle ilgilenmesinden mutlu olmuştum. Biraz da cesaretlendim.

"- Adın ne senin?" deyivermiştim.

"- Gülizar. Seninki?" Bu kez sanki benden büyükmüş gibi konuşmamıştı.

"- Adın da çok güzel! Benim ki Yusuf," dedim. "Yusuf diye bir peygamber var biliyor musun?" diye ekledim bir övünçle. Beğensin istiyordum, sevsin istiyordum. Bütün vücudum ateş gibi yanıyordu. Kalktım. Duramazdım. Uslu uslu otlayan ineklerin yanlarına koşturdum.

Giderken kendi kendime yineliyordum.

"- Gülizar, Gülizar."


Onu, böyle tanıdım, böyle sevdim.

Onsuz yapamıyorum. Şimdi gördüğüm, dokunduğum her şeyde, her türküde, her hüzünde, her sevinçte ondan bir parça var. Bütün ağaçlara kazıdım çiçeğimin adını. Ormandaki gövdesi geniş kestanelere, kayınlara, çamlara, her yere. Tam yazamadım, başkaları anlar diye. Çiçeğimizin resmini, beş yapraklı menekşeyi çizdim. Arapça okuma yazma bilmiyorum. Yunanca birazcık. Manastırda öğrendim. Menekşeye Viola diyorlar kitaplarda. Ben de, büyük "V" ler yazdım ağaçlara. Ona da söyledim, görünce anlasın diye. Babamın yeni diktiği kiraza bile yazdım. Büyüdükçe, güçlendikçe kabukları örttü, yeniden yazdım. Babam da dövdü beni. En son yazdığımdaysa kızmakla yetindi. Ya bıktı ya da büyüdüğümü düşündü her halde.


Onunla evlenmek istiyorum. Ödüm kopuyor, benden önce biri ister, evlenir diye. Anneme dedim, anladı annem, gülümsedi. Daha çocuksun, dedi. Vermezler, dedi sonra. Baktı ki, ben ciddi ciddi inat ediyorum, gülümsemesinin yerini sanki bir öfke aldı. Olmaz, dininiz ayrı, dedi. O senin dinine geçemez, sen geçeceksin ki, hiç olmaz. Manastırda çalışan baban keser seni bil, dedi.

Çıldıracağım.

Gülizar’la konuştuk. Kaçalım, dedik. Bir başka yere. Dinlerin olmadığı bir yere. Dinlerin olmadığı yer, var mıydı? İstambul'a kaçardık bizde. Kostantinepolis'e. Orda puta tapanlar bile varmış.

Rusların saldırısında süngülenerek öldürülen büyükannemin adını takmışlar bana: Gülizar…


Şimdi Osmanlı sınırlarının ötesinde kalan bir yerlerde doğmuşum. Halam, dayım, tüm akrabalarımız orda kaldı. 93 Harbinde yeni yürüyormuşum. Ruslar, o savaşta dört yanda galip gelmişler, padişahımızın mahremine bile girmişler, büyükannemi, akrabalarımızı öldürmüşler. Batum ve çevresindeki birçok Gürcü gibi dağlara kaçan babam, göçmeye karar vermiş. Yollara düşmüşüz hep beraber. Yolculuğu anımsamıyorum bile. Zor olmuş. Çoğu kez yolu yolağı olmayan dağları, sık ormanları geçit vermeyen deniz kıyılarını kat etmişiz. Laz'ı, Çerkez'i, Abaza'sı, Gürcü'sü, Türk'ü, Rum'u, Kürt'ü, Acem'i... kısaca Müslüman olan bir yığın millet, sırtlarında denkleri, kucaklarında çocukları, kurtarmaya çalıştıkları canları, ana yurda akmışlar. Biz de onlarla gelmişiz.


Önce şehre ulaşmışız. Ovalardan dağlardan gelenlerle tıklım tıklım doluymuş şehir, öyle doluymuş ki, sokaklarda yatıp kalkıyormuş insanlar. Birçoğu İstanbul'a gitmek derdinde limanı doldurmuş, düşmanın oraya giremeyeceğini sanıyorlarmış ama bir haber gelmiş ki, Rus, İstanbul'da... Bir sefillik, bir perişanlık ki, sormayın. Annem şimdi bile anlatırken ağlar. Hele çocuk ölülerinin sokak köşelerine öylece atıldığını ve dev fareler tarafından paramparça edildiklerini gözleriyle gördüğünü anlattığında ben de ağlarım. Öyle ya, o farelerden birinin midesinde olabilirdim.


Neyse, Rus gemileri şehri topa tutunca daha içerlere kaçmışlar. Gelip buraya, o gökyüzündeki koca kayaya oyulu manastırın gölgesine, Melas’a yerleşmişler. Denize uzak belki ama babam diyor ki, Rus için de uzak, Trabzon'u alsalar da buraya gelinceye değin, ay aşar bacadan.


Babam iyi demirci ustasıydı. Ağabeyimle birlik hemen iş düzen kurmuşlar. Bağımız bahçemiz, evimiz oldu. Manastırın tam altındaki düzlükte, Karadağ'ın eteklerinde, göklere erişen çamların arasından gürül gürül akan ırmağın kenarında yalınayak baş kabak oynayarak büyümüşüm. Çektiğimiz sıkıntıları, yaşadığımız yabancılığı, annemin hala ağlayarak anlattığı memleket öykülerini hatırlıyorum. Gene de geriye dönüp baktığımda, çocukluğum çok kötü gelmiyor bana. Anımsadığım en kötü olay, ağabeyimin uzak diyarlara asker olarak gidip bir daha dönmediğiydi. O günden sonra, zavallı Rabia annem birden çökmüş, dünyayla bağlantısını yitirmiş, usul usul söylediği Gürcü şarkılarından da vazgeçmişti. Uzun bir süre ne babamla, ne benimle tek kelime etmeden dağları aşıp gelen yoldan ötelere, çok ötelere bakarak oturduğunu anımsıyorum. Ağladığını pek görmüyordum ama gözyaşlarını yüreğine akıttığı, yüzündeki hiç değişmeyen acı çeken anlatımdan da belliydi.


Çok kalabalık değildi köyümüz. Bizimle beraber yerleşenlerden bazıları, bu dağların arasına sıkışmış, güneşi yeterince göremeyen küçük vadiyi yaşanmaz bulup daha aşağılara, kente yakın yerlere göç etmişlerdi. Geride birkaç yerli aile ve manastırın çevresine evlerini kurmuş Rumlar kalmıştı. Yamaçlardaki Rum çocukları oynayabilmek için aşağıya, ırmağın kıyısındaki düzlüğe gelirlerdi. Hep bir arada büyüdük. Sonra birden, ötemde berimde tüyler, sonra saklamak için kat kat yamalarla sıkıca sardığım göğüslerim belirdi. Büyümüştüm. Annem, beni eskisi kadar oyunlara göndermez oldu. Ev işleri öğrenmemi, kızlarla bir araya gelip çeyiz hazırlamamı istiyordu.


Büyümek, bir kız için büyümek ne zor işti. Erkekler, büyüdükçe daha özgür olurken bizler, dört duvar arasına kapatılıyorduk. Yukarıdaki manastırın çevresindeki evlerden ve bizim mahalleden toplanan çocuklar evimizin önünden akıp giden ırmağın kıyısındaki düzlükte, bağrış çağrış oynarken, biz üç beş kız, büyük armut ağacının dibine oturmuş kanaviçe işliyorduk. Aklımız onlardaydı. Bütün kızların bir sevdalısı vardı. Sık sık işaretleşirlerdi. İyice deli göz olan büyük kızlar, su almak, inek otlatmak, ot toplamak bahanesiyle ırmak boyu, akça söğütlerin iyice sıklaştığı yerde buluşurlardı bilirdim. Sonra da merak ettiğim fısıltılarla anlatırlardı. Benim yoktu. Bir yârim olmadığından utanıyordum. Bir gün anlatacak birini buldum. Buldum dememeli, uydurdum.


Delikanlıların, düzlüğe ulaşmak için, bizim sarenderin altından geçmeleri gerekiyordu. Kızlar da bizim harmana ondan dolayı toplanıyorlardı. Bir akşam, tuhaf gözlü, kıvır kıvır saçlı, kız gibi güzel yüzlü bir çocuk, geçerken artık sararıp dökülmeye başlayan armutlara uzandı. Yola sarkan daldan bir tane koparmıştı ki, beni fark etmiş, şaşırmıştı. Kopardığı armudu ne yapacağını bilememiş, kıpkırmızı kesilmişti. Ağlayacak gibiydi.

"- Al, korkma!" diye bağırmıştım.


Armudu alıp gitmişti. Artık her geçişinde bana gülümsüyordu. Bir gün, geçerken bizden yana bakmış ve gene gülmüştü. Küçük yalanım da o anda gelmişti aklıma. Kim bu, diyen kızlara, büyük bir çalımla, anlayın işte, der gibi bakmıştım. Ondan sonra da, adı benimki olmuştu. Bir süre sonra armut savdı. Çocuk da, bizden yana bakmaz oldu. Çok gelmiyordu zaten. Geldiğinde de, beni ya unutmuştu ya da diğer kızların arasından ayırt edemiyor, bakmıyordu bile. Çok sonraları sorduğumda da, daha önce beni hiç görmediğini söylemişti, armudu ve bir mor etekli kızı hatırlıyordu ama beni hatırlamıyordu. Kızlar da benimle alay etmeye başlamışlardı. Bu yalanı doğrulamam gerekiyordu, bir an önce. O kış aklım hep ondaydı.


Baharda inekleri otlatmaya çıkmıştık. Köyün bütün çocukları, sabahın erken saatlerinde, inekleri önümüze katar, manastırın altından, kıvrıla kıvrıla yükselen patikayı aşar, yukarıdaki yaylımlara, ağaçların azaldığı, otların çoğaldığı yerlere çıkardık. Büyüklerin denetiminden kurtulmuş, özgürce gün boyu koşturur, oyunlar oynardık. Biraz daha yetişkinler, sevdikleriyle ağaçların arasında kaybolur, ancak gün akşama dönerken ortaya çıkarlardı. Orda, onu yeniden gördüm. Dizilmişler, bir oyuna başlayacaklardı. Benden büyük bir kızın elinden tutuyordu. Gözleri güneşin altında dalga dalga renklerde parlayınca ayırt ettim ki, o. Hiç düşünmeden fırlayıp kızın elinden aldım onu. Biraz da canı yanmış olmalıydı ki, öfkeyle baktı bana, ama o kadar, kızamadı.


Bundan böyle söyleyeceğim hiçbir şey yalan değildi, o benimdi. Uzakta bile olsa, gözleri hep beni arıyordu. Benden bir iki yaş küçüktü, ama boyu benim boyumdaydı. Bir iki yıl sonra, benden çok daha uzun ve güçlü olacaktı. Küçük olması daha iyiydi. Ondan korkmuyordum en azından. Artık akşamları fındık ayıklarken ya da mısır soyarken benim de anlatacak bir şeylerim oluyordu kızlara. Gerçi onunla konuştuklarımızla anlattıklarım birbirinden epeyce farklıydı ama olsun, bir sevenim olduğu yalan değildi ya.


Yaşamımın en güzel yazıydı, ondan hızlı bir rüya gibi geçti.. Sonbaharda, yapraklar sararıp, bıldırcınlar gelmeye başlayınca inekleri ahıra çektikten sonra da gördüm onu. Düzlüğe sık sık gelip gidiyor, gözleriyle beni arıyordu. Bir defasında su getiren anneme yardım etti. Su dolu küleği, evimize değin tek başına götürdü.


Büyüyordu, fark ediyordum. Diğer kızların bakışından fark ediyordum.

"-Ne güzel çocuk," demişti annem. "Ne terbiyeli." Yere göğe sığmamıştı mutluluğum.

Sonraki yaz boyu hep beraberdik yaylımda. Boylanmış, sakalları çıkmaya başlamış, sesi değişmişti. Başımı geriye devirip bakıyordum ona. Düne değin ona çocuk diyen kızlar şimdi peşinden koşuyordu. Birine bakacak diye ödüm kopuyordu. Bakmıyor, gözü benden başkasını görmüyordu. Sığır beklemeye gittiğimiz yollardaki bütün ağaçlara, bana taktığı adı, Menekşe’yi kazımıştı. Okuma yazma da biliyor. Bana da, Rumca menekşe yazmayı öğretti. Viola deniliyormuş. Şelalenin oradaki büyük kestanenin gövdesine, kocaman bir "V" çizmiş, bir de menekşenin açmış çiçeğini. Dibine de, menekşe elmaları taşıyıp dikmiş. Küçük mor bir bahçemiz var orda şimdi. Diğer kızlar kıskanıyorlar, deli oluyorlar. Bir oyun gibi başlamıştı, ama şimdi onu seviyorum. Deli gibi seviyorum. Ne yapacağımı da bilmiyorum.


Sonbaharları istemiyorum. Ardından kış geliyor ve ta orak ayına kadar göremiyordum onu. Artık büyüdüğü için de öyle rahatça evin önünden gelip geçemiyor. Olmadık bahanelerle dışarı çıkıyorum, deli gibi dolaşıyorum ama ona rastlamıyorum. Manastırda olabileceği geliyor aklıma, kışın derse gidiyor galiba oraya. Babası da orda çalışıyor, nasıl giderim?


Bir kez, onu görürüm diye çocuklar oynarken su almaya gittim. Ağır su kabını ırmaktan doldururken az daha kolum kopuyordu. Zorlukla kenara çektiğimde, hiç tanımadığım bir ses:


"- Bana deseydin ya, Menekşe, " demişti. Ödüm kopmuş, yaşmağıma sarılıp dönmüştüm. Kıvır kıvır, dalga dalga saçlı, bıyıklı, dağ gibi bir genç arkamda duruyordu. Düz kaşlarının altında gözleri gök kuşağı gibi renkten renge girerek bakıyordu. Ben sanki onun içindeydim, öyle bakıyordu. Ne kadar güzeldi. Benden bir parçaydı sanki çocuğumdu. Onu ben sevdamla büyütmüştüm, ondan böyle güzeldi. Belki kapanıp kaçmam gerekiyordu, yapamadım.


"- Yusuf! Adın gibi, anlattığın öyküdeki gibi olmuşsun."

Beni özlüyordu. Görmek istiyordu. Şelaleye, alabalıkların en çok kaynaştığı yere, kestanenin altına gelmemi istedi. Ay manastırın üstüne varınca gelecektim, söz vermiştim. Zorluğunu düşünmeden gelirim, demiştim.

Gidememiştim.


Eve döndüğümde, annem elinde bir çubukla beni bekliyordu. Öfkeliydi. Bizi görmüştü. Bir erkekle konuşmam belki kötüydü ama hissettiğim, asıl onun Rum olması, Hıristiyan olmasıydı. Onun dininden olanlar, bizi, asıl yurdumuzdan buralara kovmuş, büyükannemi, ağabeyimi uzak diyarlarda onlar öldürmüştü. Ben nasıl böyle birine gönül verirdim. Annem her şeyi biliyordu. Sağ olsunlar kıskanan kızlar gidip bir bir anlatmışlardı. Yaşamımın en büyük dayağını yedim. Bir kez daha görürse, duyarsa, babama söyleyeceğini de ekleyip bırakmıştı. Bu beni korkuttu. Babam duyarsa, kesin öldürürdü. Geldiğinde konuşmalarına kulak kesildim. Su taşırken geciktiğim için dövdüğünü söylemişti, sadece. Babam da yemeğini yemiş yatmıştı. Ucuz atlatmıştım. Bir daha Yusuf'la konuşmaya cesaret edebileceğimi sanmıyordum.


Odaya kapanmış, vücudum yılan gibi kabarıklarla kaplı inlerken çamların arasından yükselen ayı izliyordum. Gidemeyeceğimi bilmek beni deli ediyordu. Ay büyüdükçe, cesaretim artıyor, gitmeyi düşünüyordum. Gitsem, onunla dolunayın altında, menekşelerin üstünde oturarak bir saat geçirebilsem ve sonra öldürseler beni umurumda değildi. Gidecektim. El ayak çekilince, uyuyunca herkes gidecektim. Ulu dallarıyla göklere uzanmış kestaneyi burdan görüyordum. Ay, bir ara bulutların ardında saklandı. Dışarısı, armut ağacı, küçük menekşelerim zifir zindan kesildi. Sonra yeniden ışıdı. Tam yukarıda, tepemizin üstüne asılı duran kayalığa oyulmuş manastırın yanında belirdi. Karanlığın içinde korkutucu bir görünüm çizen manastır, ay büyüdükçe değişti, güzellendi. Harap duvarları, bakımsız pencereleri, yarısı yıkık küçük çan kulesi, görünmez bir el tarafından onarıldı, bir masal şatosu biçimine dönüştü. Benim güzelimin yaşadığı şatoya. Sonra yeniden yürüdü ay. Şimdi kayalığın tam ardındaydı. Gözükmüyordu. Manastır yeniden karanlığa bürünmüştü. Tepesindeki pınarın çevresinde yer alan çamlar bir ışık seli içinde kalmış, şöyle böyle gözüküyordu. Şimdi ay ışığım ordaydı. Ulu ağaca sırtını vermiş, görmeden benim pencereme bakıyordu. İçim içime sığmıyordu. Sızlayan vücudumu unutmuş, odada dört dönüyordum. Bir çıkabilsem… Kapıyı aralayıp baktığımda, annemi, yerevinin ortasında postun üstünde yatar gördüm. Hapistim. Çok zaman görmedim onu. Düzlükteki oyunlara da gelmiyordu. Küsmüş müydü? Deli divane baharı ettim. Orak ayından sonra, inekler yaylıma çıkarılmaya başlandı. Annem beni göndermemek için evin çevresinde otlatıyordu ineği. Milletin küçük bağını, bahçesini altüst ediyordu bizim Nazara ile Sarıkız. Bir de, hiç yerinde duramayan buzağıları olunca, engel olmak ne mümkün? Baktı ki olmayacak, sıkı sıkı öğütlerle salıverdi beni. Çıldırabilirdim sevinçten. Ama gelecek yaz gönderir miydi, bilemiyorum.


O yazın nasıl geçtiğini anlayamamıştık. İlk kez birbirimizi sevdiğimizi söyledik. İlk kez öptü beni ağzımdan. İlk kez sevdiğim bir erkek tarafından öpüldüm. Sonra nasıl evleneceğimizi kurduk. Annesine açmış, tepkileşmiş annesi. Benimkiler zaten belli. Rum kızı olsam hiç mesele değil. Ya da o kız, ben erkek… Girer Müslümanlığa, olur biter. Din eğitimi görüyordu Manastırda Yusuf. İlerde papaz olacakmış. Babası da manastırda. Nasıl din değiştirirdi? Kaçmayı, uzak diyarlara gitmeyi kurduk. Orda Müslüman olurdu. Ama önce biraz daha büyümeliydik.



Biraz daha büyümemizi beklemediler. Menekşemi çaldılar. Her bir şeye razıydım. Din değiştirmeye, yağlı ipe, padişah cellâdına razıydım,bırakmadılar.


Kararlaştırmıştık her şeyi. Huylanmasınlar diye bir zaman görüşmeyecektik. Biraz daha büyüyecek, sonra kaçacaktık. Mümkün olduğunca para biriktirecektik bu sürede. Ben manastırda aldığım bahşişleri kestane ağacının altına gömüyordum. Rum, Osmanlı bir yığın param olmuştu bile. O da çeyiz düzüyordu, yükte hafif pahada ağır. Her şey yolunda gibiydi. Ne var ki, bu kez Rabia annesi ne bağırmış ne çağırmış, öyle sessiz yapmış hazırlığını.


Bir bayram, çiçeğimi alıp gittiler. Irmağın birleştiği büyük derenin kıyısında, denizin gözüktüğü bir köyde oturan yakınları varmış, Onları ziyarete gittiler sözde. Çok kaldılar, endişelendim. İş önceden kotarılmış olmalı ki, annesi babası geri geldi, ama Gül dönmedi. Duydum, zengin biriyle evlendirmişler.


Çiçeğim, ay ışığım, menekşem yok artık, yok! İçim kanıyor!

Akıl sır erecek gibi değil. Onca sevdik birbirimizi, onca emek verdik. Sözümden söz kattım, ruhumdan ruh. Ben, o oldum, o ise ben. Eksiksiz bir yakınlık için anladık birbirini. Neye ağlar, neye güleriz, o niye açar gök gözlerini öyle geniş geniş, neden öyle bir gamzesi çıkık güler, neden gözleri ışık içinde menevişlenir… Bilirdik. Geceler boyu bir sevdayı, hem de bir çocuk sevdayı onca emekle bir aşk yapmışken, hiç ilgisi olmayan biri, tek şansı aynı dinden olmak olan, insanlığı hiç sınanmamış biri, bir hırsız çaldı onu. Sadece aynı dinden diye hiç emek vermeden sahibi, her şeyi oldu. Hepimizi yaratan aynı Tanrı, hepimizin kitabı, aynı Tanrı'dan değil mi?


Şimdi sonbahar. Önceleri ölüm gelirdi bu mevsim. O evine kapanacak, göremeyecektim. Şimdiyse ölümden de öte. Sığamıyorum, hiçbir yere sığamıyorum. Ne manastırın yüz odasına, ne dağlara, ne ulu kestanemizin altındaki menekşe tarlamıza, ne eve. Koca kış ne yapacağım? Bir burda rahatım. Bıçak kesimi dimdik yükselen dev kayanın tam tepesinde, her bir şeyin üstünde, Meryem Ana’mızın susuzluğunu gidermesi için, Tanrının bir işaretle göklerde yarattığı efsane pınarın bile üstünde, o minik düzlükte, o üç çamın, yaban gülünün yanında huzur buluyorum. Benden yukarda hiçbir şey yok. Güneş aşağılarda doğuyor. Ay benim kanatlarım, yanımda açılıyor mavi göğe.


Buraya daha önceleri de gelirdim. Ay ışığı tam buraya düştüğünde, manastırın içinden geçen bir tünelden, binanın bu kayaya oyulmasının nedeni olan gizemli pınarın tavanından damladığı mağaraya çıkardım. Sonra da ağaç köklerine tutuna tutuna, beş yüz metre aşağılara uçup Gül'ün evinin önünde parçalanmanın korkusunu yaşayarak tırmanırdım. Orda ay, dünyanın en büyük, en parlak ayı arkamda durmadan büyürken, oturur, onun da tam o saatte, pencereden bana baktığını bilerek gülümserdim. Bilirdim, gülümsememi görürdü. Sonradan, Tanrının hikmetiyle burada büyümüş çamlardan birine bağladığım bir halatı, mağaranın önüne değin indirince inip çıkmak oyuncak olmuştu. Gene de ayaklarımın altında, büyük Sümela’yı küçücük bir odaymış gibi içine alıp, yüzlerce metre aşağılara uzanan dev kayanın baş döndürücü yüksekliğini algılar, sivri taşlarla döşeli yatağında gümbür gümbür akan ırmağın sesini duyar, ölümle aramda bir sigara kâğıdı kadar aralık olduğunu bilerek dehşete kapılırdım.


Oraya bu kez ölmeye gitmiştim. Ay, tam arkamda tüm dünyayı kaplamış kadar büyükken, kuşlar gibi kendimi boşluğa bırakacak ve gecenin karanlığında, Gül'ün demirci babasının, Rabia anasının evi önünde, ırmağın sivri taşlarından birine çarparak, her halde dolu bir çuval gibi patlayacaktım. Böylesine bir ölü iğrençti. Gül ölümü görmezdi belki ama o halimi duyardı bir gün. Vazgeçtim. Tek bundan dolayı değil, bir başka neden orda, ay ışığında belirmişti aklımda. O adam, Gülizar'ı alan bir hırsızdı aslında. Bir hırsıza cezasını vermeyi düşünmeyişime şaşırmıştım. Bana ait olanı geri alacaktım. İlle de ölmem gerekiyorsa, bunun için ölecektim. Manastırdaki din eğitimimi bitirecektim ve onu geri alacaktım.



Kilise, aşağılardan akan ırmaklardan ve hepsinin birleştiği dereden çok yukarılarda, ormanın içindeki düzlükte yapılmıştı. Basit, ilk Hıristiyanların kullandıkları tipteydi. Kimi taşlarının gemilerle cok uzaklardan; Yunanistan'dan, İstanbul'dan, Marsilya’dan limana, sonra da at, eşek sırtında buraya taşındığı söylenirdi. Küçük bir çan kulesi, hiçbir zaman evlenmeyecek keşişin yaşamını sürdüreceği ek yapı ve ana binadan oluşuyordu. Üç köydeki Hıristiyanların kolayca ulaşması için burası seçilmişti. Daha önce ıssız, sık bir ormanken kesilen ağaçlarla açılan düzlük gitgide genişlemiş, kilisenin çevresine evler yapılmış, küçük bir mahalle haline gelmişti.


Keşiş, akşam yemeğini yiyip evinden çıktı. Düzlüğün ucundaki, düşen bir yıldırım nedeniyle ortadan ikiye bölünmüş, ama her iki parçası da hala yeşil, yaşam dolu büyük çamın altındaki tahta sete oturdu. Serinlemek umuduyla derin derin nefes aldı. Gün çok sıcak geçmişti. Bir esinti çıkmazsa gece uyumak zor olacaktı. Henüz tek bir yaprak kıpırdamıyordu.


Gölgeler güneşin önünde uzadı. Gökyüzü, dağlar, mor bir dumanla kaplandı. Güneş, sapsarı bir top olup dağların ardına, denize doğru kaydı. Duyulur bir hışırtı yürüdü dağlarda. Aşağılarda Müslüman köylerine değin uzanan orman denizi canlandı. Günün kavurucu sıcağı yerini denizden kalkıp gelen okşayıcı, büyülü bir serin rüzgâra bıraktı.


Birden kırlangıçlarla doldu gökyüzü. Keşişin başının üstünden, şimşek hızıyla zigzaglar çizerek geçiyorlardı. Alaca bulaca tüyleri, güneşin son esintisi ışık parçaları altında menevişleniyordu. Güneşin gökyüzüne vuran kızıllığı da yok olduktan sonra kırlangıçlar da ortadan kayboldu. Aşağıdaki köyde aç bir inek böğürdü. Vadilerde, kuytularda başlayan karanlık, dağların doruklarına değin dört yanı sardı. Rüzgâr da kesildi. Kulak versen duyulur, ağır bir sessizlik oturdu.


İlk gece kuşu, bir kedinin mırıltısını andırır bir sesle öttü, sonra diğerleri. Şimdi gecenin içinde sanki binlerce minik hızarcı çalışıyordu. Hafif bir kanat esintisiyle gündüzleri ıssızlıklarda saklanan, kocaman siyah kanatlarında iki büyük göz olan bir gece kelebeği geçti. Mermer oluğun yanındaki mora kafulundan bayram maytapları gibi ışık parçaları savruldu havaya. Sonra o minik ışık demetleri canlanıp karanlığı delik deşik eden binlerce yıldız olup dört yana dağıldı. Düzlük yanıp sönen ateş böcekleriyle doldu.


Sonra o hışırtı yeniden başladı. Orman yaprak yaprak, dal dal oynadı. Bu kez ürperten bir rüzgâr, ateş böceklerini önüne katarak esti geçti. Doğudaki dağların üstü, bir lamesli pide gibi kızardı, yandı. Ay nazlanarak gülümseyen yüzünü çıkardı. Sonra yükselip ufka yerleşti. Esinti yavaşladı, kayboldu. Ateş böcekleri, geri dönüp telaşlı telaşlı havadaki yerlerini aldılar.


Ormanın hemen bitiminde, köydeki evlerde ışıklar yandı. Keşiş yerinden doğrulup kiliseye doğru seslenince, temizliğe de bakan çancı çocuk koşarak geldi.

- Küçük testiyi getir, su alacağım.


Düzlüğün ucunda, orman denizinin başındaki mermer oluğa yürüdü. Gecenin içinde, huzur veren bir çağıltıyla akan sudan testiyi doldurup kenardaki zifin çiçeklerinin içine sakladı. Elini yüzünü yıkadı, su içti. Sonra ormana inen patikaya saptı. Defalarca gidip geldiği yolu