Anadil, insanın dünyaya geldiği andan itibaren kazanmaya başladığı ve yaşamı boyunca sahip olmak zorunda olduğu en önemli öz değeridir.
Ninnilerle başlayan anadil edinme süreci, kültürel bir kimliğe bürünme, kendini tanıma ve tanıtmayı kapsayan uzun bir yolculuktur. Ninnilerle başlayan kültürleşme sürecini masallar, öyküler, şiirler, tekerlemeler, atasözleri, şarkı-türküler,…vb. sözlü ve yazılı ürünlerle buluşma aşamaları izler. Elbette ki bu kültürleşme dizgesinin veriliş biçimi, koşulların niteliği, verili ögelerin benimsenmesinde etkili olmaktadır.
Anadilin bir bütün olarak kavranılması ve geliştirilmesi sözsel ve yazınsal sürecin verimli kullanılabilmesiyle mümkündür. Okuma ve yazma alışkanlıklarının dışında kazanılan anadil oldukça sınırlıdır. Çevresel, bölgesel ya da inanç kültürüne ait söyleyiş özellikleri taşır. Buna karşın anadil, bütünlüğünü, nesnelliğini ve özünü tarihsel olarak yazınsal biçimde buluruz.
Öz değerlerimizin başında gelen ve kültürel mirasımızın anahtarı olan anadilimiz, birey olarak kendimizi de ifade edebilmenin biricik anahtarıdır. Düşünsel özgürleşme dolayısıyla çağdaş bir kişilik kazanma, anadilimizi en etkili biçimde kullanabilmekten geçer. Anadilimiz şüphesiz ki salt zorunlu gereksinmelerimizi ifade etme aracı değil; bir kişilik, kimlik kazanma ve uygarlaşma aracıdır esasta.
Bir toplumun kültürel temizliği, anadiline verdiği önemle ölçülür. Bugün gerek ahlaki anlamda gerekse kültür, sanat, bilim, teknoloji ve hatta spor alanda gelişmiş toplumların anadiline en çok sahip çıkan toplumlar olduğunu görmekteyiz. Çünkü, kişilik ve zihinsel gelişim de bir anadil sorunudur. Bu gelişim koşulları uygun olmayan birey ve toplumlar kendinden beklenen gelişmeleri sergileyemeyeceklerdir. Başka kültürlerin etkisi ya da baskısı altında olacaklardır.
Kültürel bağımsızlık, yani özgür düşünme ve ifade edebilme ancak ve ancak öz dille olanaklıdır. Ekonomik göçün etkisiyle son otuz yıldır Avrupa ülkelerinin çoğunda resmi dillerin dışında en çok konuşulan dil Türkçedir. Ama ne yazık ki Türkçe sahipsizlik nedeniyle olumsuz bir statü içerisindedir. Diğer göçmen topluluklarının dilleri de aynı kaderi yaşıyor. Aslında ülke dışında yaşama zorunluluğu bile öz değer ve kaynaklarımıza yeterince sahip çıkılmadığının bir sonucu olarak kendini göstermiyor mu?
Avrupa ülkelerinden sadece Alman’da üç milyonun üzerinde Türkçe konuşan bir kitle olduğu bilinmektedir. Bunun da 550 binini her kademeden öğrenciler oluşmaktadır. 1961 yılından bu yana kitlesel olarak yaşanan Almanya’da bu genç nüfusumuz, dördüncü kuşağı oluşturmaktadır. Bu dördüncü kuşak ise sınırlı olanaklar içerisinde, daha çok aile içinde, öğrendiği anadili Türkçeyi yarım yamalak konuşmaya çalışıyor. Türkçe konuşan toplum içinde birinci kuşaktan sonraki kuşaklar ülkenin resmi dili ile Türkçe karışımlı ‘Euro Türkisch’ diye tabir edilen karma bir dil konuşmaktadır. Bu sürecin nereye gideceğini düşünüp araştırmak da dil bilimcilerin gündemlerinden biri olacaktır elbette ki. Yurt dışında yaşayan gençlerimiz ile anadilde iletişim kurabilmek için geç kalınmış tedbirlerin acilen alınması gerekmektedir. Bu tedbirlerin başında da anadil hakkının her eğitim kademesinde uygulanabilirliğini savunmak ve bu hakkı da ikirciksiz kazanabilmemiz bulunuyor. Ülkeleri dışında yaşayan tüm diğer azınlık toplum kesimleri için de geçerli olan anadil bilincini değerli hale getirip toplumsallaştırmalıyız.
Çok dilli bir Avrupa’ya gidilirken anadilimizin yitik dillerden sayılması kabul edilemez bir tarihi bir sorumsuzluk olur. Ülkeler arası protokollere dayanarak Avrupa ülkelerinin bazılarında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gönderilen öğretmenlerce verilmeye çalışan ‘Türkçe ve Türk Kültür Dersleri’ hem içerik hem de nitelik olarak ihtiyacı karşılamaktan çok uzaktır. Bu konu ayrı ve kapsamlı bir araştırma yazısının da konusu olacaktır.
Anadil bilincinin yaygınlaştırılması sadece ilgi çevrelerinin değil, tüm toplumun sorumlu olması gereken ana konulardan biri olduğunu hatırlatmayı bir görev biliyorum.