top of page

Arama Sonucu

maviADA'ya DÖN

Boş arama ile 4409 sonuç bulundu

  • Şehir ve Gölgeler 2

    FOTO: Yusuf ERBAY   Yusuf ERBAY * Gölgeli kent / sarı yüzler İkindiyle akşam arası Yere düşüyor ekmek kavgası Kimse gülmüyor hesapsız Herkesin dilinde mahpus Kendi köyünün havası…   Boğazda kar köpükleri İkindiyle akşam arası Dalgadan taşıyor bir taka Ardına sığmıyor martı sürüsü…   -Dokunsan yıkılacak asma köprüler Üflesen sönecek fener lambası Bir bulut balıklara değiyor Siyah beyaz iki deniz arası…

  • Senin Kadar Yürekli Olmak İsterdim

    ŞENOL YAZICI * Yüzyıl önce dayısının çiftliğinde karga kovalayan yetim bir çocuğun okumayı düşlemesi bile yürek ister. Öğrencisini döverek eğiten devrin hocasına, ’dayak iyi bir şey olsaydı, cennetten kovulmazdı’, diyebilmek de... Hele okulundan özlediğin anneni görmeye geldiğinde gidecek bir baba evi bile bulamazken bir ülke kurmayı hayal edebilmek ve bunu hoyratça tüketilmiş bir enkazdan yaratmak... Senin kadar yürekli olmak isterdim. Karşılaştığımız ilk engelde bırakın büyük ülküleri, doğru yaşam çizgisinde ayakta bile duramıyor çoğumuz. İttihat ve Terakki ordusunun içinden çıktın. Özünde baskıcı yönetime, halkını hesaba katmayan düzene bir tavırdı. Güç noktası Selanik’ti. Resneli Niyazi, Tanrı’nın yeryüzündeki vekili padişaha kafa tuttu, ’hürriyet kahramanı’ oldu. Az yürek değildi o da. Başlangıç iyiydi, ama zaman onları, basiretsiz, gösterişçi, ulusunun kıt kaynaklarını düşüncesizce tüketen maceracı bir noktaya taşıyacaktı. Onlarla da çatışmaktan çekinmedin. Eleştirdin, aykırı düştün. Anlamakta güçlük çekiyorum, neye güveniyordun? Baba yok, bir kız kardeşle dul bir anne… arkan yok, partin yok, çeten yok, cemaatin yok... Tek sığınağın olan orduyu elinde tutanlarla doğrular için ters düştün. Sevmediler seni. Düşüncelerinden, eleştirilerinden, belki de gördükleri yeteneklerinden hoşlanmadılar, hak ettiğin görevlerin engellendi. Oysa uyumu becerenler, asilikten hürriyet kahramanlığına, ardından sultan damatlığına bile geçmişti. Sen bana omuz ver, ben sana ülkeyi,.. diyenler son hız tırmanıyorlardı. Biri istedi diye, doksan bin Türk genci dondu, Kafkaslarda. Su gibi tükettikleri ordularımızdan sonuncusuydu. Feda olsun. Padişahı eleştirerek gelmişlerdi yönetime ama onun kadar ulusal kaygıdan yoksun ve maceraperestiler. İttihat ve Terakkinin gözü pek, ama aklı bir adım önünü görmeyen saray damadının vitrinlenmesi gerekiyordu. Ülke tükense ne olurdu ki? Sense merkezden hep uzaklarda asker kaputunu yastık yaparak hiçbir zaman bizim olmamış çölleri kurtarmaya çalışıyordun. Çanakkale’de gösterdiğin başarı yabancı ülke kayıtlarında bile var. Kurduğun ülkende görmezlikten gelmelerine, silmeye uğraşmalarına nasıl katlandın? Kırıldın mı? İnsanı kırılmaları büyük adam yapar. Yaşadığın acılar bir ulusun acılarına denk olmalıydı, başka türlü nasıl anlayabilirdin onları? İngilizler, işgal ettikleri ülkemizde kendilerini güvende hissetmediklerinden padişahın gücünü kullanmak istemişlerdi. Sultan da bunun için göndermiş seni Samsun’a. Git halkıma söyle, işgalcileri rahatsız etmesinler, diye. Senin başka amaçların vardı, çürük bir gemiyle Anadolu’ya gitmeyi göze aldın. Yönetimin gözdeleri, tükettikleri imparatorluktan batan gemiyi terk eden fareler örneği çoktan kaçmışlardı. İstanbul’da kalıp şu ölümlü dünyada güçlü ve gösterişli bir yaşamı sürdürmek varken gitmendeki kararlılığı anlamak mümkün değil. Bu gün Anadolu’ya görevli gitmekten kaçınanları düşününce şaşıyor insan. Oralarda çiftliklerin, fabrikaların mı vardı? Senin Selanik’te bile dikili ağacın yoktu bildiğimiz. Tüm yaşamında bilmediğin tek şey kendi ikbalini düşünmek, keseni doldurmaktı. Daha başlangıçta pişman oldular, gönderdiklerine. Doğudan, katli vaciptir fermanı ile birlikte ordu salındı üstüne. Dönmedin. Bir güvencen üniformanı çıkardın, sıra bir yurttaş olup sürdürdün savaşını, Anadolu bozkırında yalnız bir adam olarak... Ki bozkır nasıl da besler ihaneti ve düşmanlığı?.. Bilmediğin değil... Nasıl yılmadın? Nasıl korkmadın? Ankara, yoksul bir Anadolu kasabasıydı. Ne donanımlı ordun, ne seni anlayan arkadaşların vardı. Çoğu yurtsever, iyi niyetliydi, ama cehennemin eşiği iyi niyet taşlarıyla döşeliydi belli. İlk görüşmelerde karşı çıkanlar oldu. Cumhuriyeti kurmaya kalktığında yol arkadaşların Fuat Cebesoy, Rafet Bele, Rauf Orbay egemenliğin halka devredilmesinden duydukları kaygıları dile getirip güçlükle elde edilen ülkeyi padişaha teslim etmekten söz ederler. İyi asker olduğundan kimsenin kuşku duymadığı Kazım Karabekir, harf devriminde Arap harflerinin kutsallığından dem vurur. Padişah ve halife yanlılarına silah arkadaşlarının eklenmesi nasıl sarsmaz, ürkütmez seni? Ölümlü dünya değil mi bu? Onları karşına alacak yerde, mademki halkın iktidarı olan Cumhuriyeti sevemiyorlar, kur saltanatını, ol padişah, sür devranını… Bozkırın ortasında yapayalnız kimi zaman halka rağmen, halkın iyiliğini savunmak nasıl bir yürektir? Bırak uzlaşmayı öfkelenmiştin. Elbet Cumhuriyet ilan olunacak ama, kimi kelleler kesilecektir, diyordun; düşmanlığı görmüş, kavgayı göze almıştın. Ödün vermeyecektin. Senin artık ülke dışında kalan kentini bilenler, ulusun vekili olmak için ‘şimdiki sınırlar’ içinde kalan bir kentte oturur olmak zorunluluğundan söz ederken içlerinden gülüyorlardı, oysa şimdi ne kadar acıklı hatta komik gözüküyorlar. Nasıl direndin, kırılmanı aştın, küsmedin? Dedik ya sılan çok uzaklardaydı, artık düşman eline de geçmişti. Sen vatanında olduğunu düşünürken, birileri seni gurbette sayıyordu. Milletinin bağrındaydın ama ne bir akraban, ne arkan, ne paran vardı. İçini dökeceğin, başını omzuna koyup güvenle uyuyabileceğin bir eşin, kadının bile yoktu. Bu kadar yalnızlığı nasıl kaldırdın? Tarihin en şanslı kadınlarından biri yaptığın Latife Hanımın komutanların önünde seni küçük düşürmesine, buyruklar yağdırmasına nasıl katlandın? Bir başkası olsaydı yerinde, bırakın kadına onca hak verilmesini, kadının var olan haklarını da almaz mıydı elinden, onu karanlığına, mutfağına ve elinin hamuruna tutsak edip? Onca yürek kırılmasını kaldırıp savaştın. Batı kadınının seçilme hakkı yokken daha, sen, ona seçilme hakkı verdin. Toprak reformunun yapamadığını, ekonomi devrimini tamamlayamadığını, çok partili demokrasiye geçilemediğini söylüyorlar, o dar zamanda, önceliği olan onca iş, kanama varken mümkünmüş gibi. Bunu iddia edenlerin de, hepimizin dedeleri de ordaydı, hangisi devrimlerinde sana omuz verdi, kaçı yanında yer aldı? Sen bir avuç bilinçli kadronla toprak ağalarıyla, aşiret reisleriyle, çıkarları bozulanlarla boğuşurken neredeydi dedelerimiz? Toprak reformunu defalarca kürsüye getirdin. Köylünün, emekçinin haklarından söz ettin. Ardında silahsız, üryan, dişiyle tırnağıyla savaşan Mehmetçik dışında bilinçli, baskı gurubu oluşturacak, sana omuz verecek ne işçin, ne köylün, ne aydının vardı. Cumhuriyette meclislerden kararlar oyla çıkardı. Demokraside alınan kararlar parmak hesabı değil midir? Her devrim için kelle almaya kalksaydın, korkarım ülkede insan kalmazdı. Kimi anladığından, kimi birilerine kul olduğundan, kimi çıkarından, kimi hasedinden bir şeye karşıydı. Dört yanın duvar, dört yanın engeldi. Demokrasi senin tutkundu. Bunun için yeni partiyi kendin kurdun. En güvendiklerine görev verdiğin partinin ülküsü sana düşmanlık oldu, demokrasi değil. Onda yer alan yakın arkadaşların, sana sataştığında nasıl incindin kim bilir? Vazgeçmedin, on beş yılda ümmetten çağdaş bir devlet yarattın, tüm altyapı ve ilkeleriyle. Bunca yılda biz ne yaptık, nereye taşıdık Cumhuriyeti, ne kadar yol aldık, diye sorma, bakarsın sorumlulardan ar edenimiz çıkar. Sözde biz yürekli, erdemli insanları severiz. Spartaküs’ü, Che’yi, Hz.Ali’yi... unutmayız. Ne var ki seni niçin unutturma derdindeyiz anlayabiliyor musun? Ankara’dan duyulan düşmanın top seslerinden korkup Kayseri’ye taşınmayı önerenler, tek umudun sen olduğunu bildikleri halde, önermeye geldiklerinde verecekleri yetkileri budama derdindeydiler. Savaştığın yabancı devletler çevrendeki birçok kişiden daha çok takdir ediyorlardı seni. Nasıl yılmadın? Padişah kendi halkından korkup İngiliz gemisiyle kaçmıştı. Sen nasıl uyuyabiliyordun, çevren düşmanla doluyken? Gericiliğin ne boyutlara varabileceğini çok iyi gördün, genç Kubilay’ın başını kestiklerinde, Doğuda İngiliz kışkırtmasıyla başkaldıranlar, din elden gidiyor, diye ayağa kalktıklarında kükremiş arslana dönmüştün. İç isyanlar yeni Cumhuriyeti boğmaya uğraşıyordu. Eski yönetim artıkları, umdukları rolleri kapamayanlar, din bezirgânları, ulus düşmanları sana dost mu olacaklardı? Hepsinin yükselen sesi ortaktı: Din elden gidiyordu. Oysa senin getirdiğin laiklik, dini, sömürmeyi sermaye edinmiş tüccarların elinden alıp ehil ellere, gerçek saygınlığına teslim ediyordu. Her devrimde bir arkadaşın eksildi. Onların gönülleri olsun diye amaçlarından vazgeçmedin, uzlaşmadın. Ulusal savaşa birlikte başlayan yolcuların kimileri "kendi düşünme ve ruh yeteneklerinin kavrama sınırı bittikçe, bana direnmeye ve karşı koymaya başlamışlardır," diye anlattın. Korkmadın. Sendeki yürek bende olsaydı... Sendeki yüreğin bir damlası bizde olsaydı... Şirin gözükeceğiz, sevecekler bizi, diye ne aşağılanmalara katlandığımızı düşünüyorum. Küçük çıkarlar için kimlerle işbirliği yaptığımızı, ne taklalar attığımızı, her konuda kıvırtmalarımızla oryantalin en iyisini becerir hale geldiğimizi, bir yandan sana ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sövüp bir yandan da aynı Cumhuriyet’in bir koltuğunu kapmak için birbirimizin gırtlağını nasıl sıktığımızı gördükçe utanmaktan öte, dehşete düşüyorum insanlığımdan... Sendeki yüreğin ve ruhun birazı biz de olsaydı... Haklısın, kendi düşünme ve ruh yeteneklerimizin kavrama sınırı bittikçe sana direnmeye ve karşı koymaya başladık. Sadece nasıl bu kadar nankör, bu kadar kör ve ne kadar çokuz... ona şaşıyoruz. Şimdi, senin hiç hissetmediğin bir çaresizlikle, yarın çarmıha gerecek yeni bir kurtarıcı ararken altını çizdiğin bilimsel gerçekle huzur buluyoruz. Su geri akmaz, tarih de… Ölüm mü? İnsanın naçiz vücudu aklı, onur ve belleği hiç mi yenilmez? Yenilir elbet, ama hatt-ı müdafada yenilse de, sath-ı müdafada ölümsüzdür. * 1O Kasım 2014 ÇOK OKUNANLAR *151 ZİYARETÇİ 17 bEĞENİ * NOT: 2014'ten bu yana her yıl Atatürk'le ilgili anma ve kutlamalarda her seferinde güncellenen yani aldığı beğeni, yorum ve ziyaretçi sayısı sıfırlanarak yayınlanan bu yazı, her yayınlanışında bir öncekinden aşağı kalmayacak derecede ziyaretçi , beğeni alarak okurun takdirini kazanmaktadır.

  • VakVak Ağacı

    VAKVAK AĞACI * Aycan AYTORE * VAKVAK ağacı resimde gördüğünüz gibi insan suretinde meyveler veren bir ağaçtır. Benzer türlü ağaçlar varsa da Hint mitolojisinde konu edilen ağaç gerçekle ilgisi olmayan bir efsanedir ve meyvelerin çıkardığı seslerden VAKVAK ağacı olarak adlandırılır. Tarihimizde adını bu ağaçtan alan Vaka i Vakvakiye adlı açgözlülük ve liyakat odaklı ünlü bir olay vardır. Son zamanlarda internette çok aranan bir sözcük var, Liyakat: Göreve görelik, uygunluk anlamı taşımaktadır. Türkçesi depreme dayanıklı bina tasarlayacaksan önce mimar olmalısın. Yumurtlayacaksan tavuk, balık, kuş cinsinden bir şey... Osmanlı zamanında sayısız örneklerini görsek de Cumhuriyet döneminde çok fazla görmediğimiz liyakatsiz uygulamalara son yirmi yılda bu denli sık rastlayınca şaşırıyoruz. Ne olursa olsun yeter ki bizden olsun 'un birer kötü örneği olan bu uygulamalar tepki topluyor. Güreşçiden bankacı görmüştük, ama herhalde İslam tarihçisi prof'dan mimarlık fakültesine dekanı ilk gördük. Oysa daha dün, Osmanlı zamanında bu tip olaylar ne kadar çoktu. Hele içlerinden biri var ki, göz diktiği makamı elde edebilmek için kışkırttığı olayların altında kalan bir sadrazamı anlatır. 1500 lü yılların sonunda Arnavutluk topraklarında doğan bir çocuk, devşirme olarak alınıp İstanbul'a getirilip Enderun mektebine verilir. Öteki çocuklardan farklı olarak sanata eğilimli olduğu gözlenince mehteran takımında zurnacılık görevine seçilir. Ne var ki yükselme heveslisi bu zurnacı kurduğu iyi ilişkilerle saraya kapıcıbaşı olmayı başarır. Kuşkusuz heveslerinden vazgeçmeyecek, yükselmek için elinden geleni yapacaktır. Ortam buna müsaittir; tek becerisi dönemin kudret macununu üretmek olan Safranbolulu bir cincinin ulaştığı gücü, hele padişahın da Deli İbrahim olduğunu düşününce... Rumeli Beylerbeyi , Baş Defterdar olacak... ama gözü sadrazamlıkta olduğundan durmayacaktır. Bu arada onu teşvik eden, önünü açan başka etkenler de vardır. Bunların başında uzun süren Girit'in fethi gelmektedir. Sadrazamlar sürekli Girit'tedir. Yaklaşık 25 yıl süren savaşta ekonomik durum bozulmuş, savaş diğer bölgelere, Ege ve Dalmaçya'ya da zaman zaman yansımıştır. Deli İbrahim'den sonra yerine geçen 10 yaşındaki padişah IV. Mehmet'e bir mektup yazıp sadrazamlığı ister. Büyük talihsizlik yazdığı mektup padişahtan önce sadrazam Ahmet Paşa'nın eline geçer. İstanbul'dan uzağa Karaman'a vali olarak gönderilir. Ardından Temeşvar valiliği göreviyle İstanbul dışında tutulan "zurnacı" yine de sonunda Kaptanı Derya olmayı başarır. Vaka-i Vakvakiye ya da Çınar Vakası , Osmanlı Devleti'nde 17. yüzyılda 1V. Mehmet‘in saltanatı sırasında 4-8 Mart 1656 arasında İstanbul'da çıkan askerî bir ayaklanmadır. Bu ayaklanma sonunda, isyancılar tarafından ölüme mahkûm edilen kişiler At Meydanı 'nda bulunan büyük bir çınar ağacının dallarına asılmış oldukları için bu ayaklanmaya Çınar Vakası denmiştir. Ayrıca, üzerine cesetler asılmış bu ağacın Hint mitolojisinde adı geçen ve meyveleri insan olan vakvak ağacına benzetilmesi sebebiyle Vaka-i Vakvakiye olarak da adlandırılmıştır. Büyük Valide Kösem Sultan ve ocak ağalarının öldürülmesiyle sonuçlanan ayaklanmanın neticesinde iktidar, iç oğlanları ve onlarla iş birliği yapan bazı kişilerin eline geçmiştir. Bunlar daha önceki ayaklanmalardan ders almayarak devlet işlerine karışmak, hazineden gereksiz harcamalar yapmak, yetkilerini kötüye kullanarak kendilerini resmî görevlilerden üstün saymaktaydılar. Bu arada Girit Savaşı 'nın sürmesi ve başarı elde edilememesi hükûmet otoritesini sarsmıştı. Paranın değer kaybetmesi iktidarı ellerine geçiren iç ağaları ve yardımcılarına karşı düşmanlığı arttırmıştır. Görevliler her aksayan işin sorumluluğunu bunlara yüklemekteydiler. Bu sebeple İstanbul'da halk ayaklanmaya hazır bulunuyordu. Bu ayaklanmaya önderlik edecek olanlar arasında Kaptan-ı Derya Zurnazen Mustafa Paşa ile Bostancıbaşı Hasan Ağa bulunuyordu. Bu sırada Girit'ten dönen yeniçerilerin aylıklarının ödenmemesi üzerine Ağa Kapısı'na başvurduklarında Kul kethüdası tarafından tahkir edilmeleri ve sadrazam Ermeni Süleyman Paşa 'nın ödeneklerinin düşük akçe olarak dağıtılması hoşnutsuzluğu arttırmıştır. Ayaklanmanın gelişimi ve sonuçları: 29 Şubat 1656 günü Hasan Ağa, Şamlı Mehmed Ağa ile Galata voyvodalarından Karakuş Mehmed Ağa, maaşlarını alamayan sipahiler ve maaşlarını alırken hakarete uğramış olan yeniçerileri ayaklandırdılar. Olay üzerine toplanan ayak divanında Mihter Hasan Ağa söz alarak, henüz genç yaştaki IV. Mehmed 'e kendisine karşı olmadıklarını bildiren bir duadan sonra isteklerini anlatarak idamlarını talep ettikleri kişilerin adları yazılı bir defteri padişaha verdi. Padişah listede olanların canlarının bağışlanmasını istediyse de ayaklananlar direndiler. Bunun üzerine bostancıbaşı istenilen kişileri öldürerek cesetlerini ayaklananlara teslim etti. Zurnacının Sonu Bu arada İsyancılar Zurnacı'yı sadrazam olarak sarayda görünce " Sen bizi sadrazam olmak için kullandın" diyerek onun da kellesini ister Her ne kadar kellesini kurtarmışsa da sadrazamlığı kaybeder Yine de Erzurum'a vali olarak tayin olur ve 1666'da orda ölür. Sebep olduğu isyan o kadar kolay bitmeyecek 30 devlet çalışanı boğularak isyancılara teslim edilecek, ardından cesetleri at meydanına değin sürüklenecekti. Oradaki çınar ağacına başaşağı asılırlar. Hint mitolojisindeki meyveleri insan görünümlü olan vakvak ağacını andırdığından olaya Vaka i Vakvakiye de denilir. *19.02.2023 SUPER POSTA: İLK 10 GÜNDE DEĞİL AMA YAYINLANDIĞINDAN BUGÜNE BİR İLK OLDU, TOPLAMDA 3000 ZİYARETÇİ İLE REKOR KIRDİ. ÇOK OKUNANLAR :Hiç bir yorum yapılmadığı HALDE yine de ÇOK OKUNANLARA da dahil edildi.

  • Victor Hugo

    AĞLAMAK İÇİN GÖZDEN YAŞ MI AKMALI / Victor HUGO * Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı? Sevmek için güzele mi bakmalı? Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı? Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır? Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı? Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır? Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı? Solması için gülü dalından mı koparmalı? Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı? Öldürmek için silah, hançer mi olmalı? Saçlar bağ, gözler silah, gülüş kurşun olamaz mı? * Doğum: 26 Şubat 1802 Besançon , Fransa Ölüm : 22 Mayıs 1885 (83 yaşında) Paris , Fransa Meslek : Şair, oyun yazarı, roman yazarı, deneme yazarı, devlet adamı Edebî akım : Romantizm Evlilikler : Adèle Foucher (1822–1868) -Nötre Dame'in Kamburu- Victor-Marie Hugo Babası subaydı. Aile içi çatışmalar nedeni ile mutlu bir çocukluk evresi geçirmediği bilinen yazar, yaşamının bu dönemini babasının görevi nedeni ile farklı şehirlerde geçirdi. Romantik akımın en tanınmış adları arasında yer aldı. Toplumsal sorunlar ve politikayla yakından ilgilendi, 1848 ayaklanmalarının ardından Kurucu Meclis’e katıldı, daha sonra milletvekilliği yaptı, l’Evénement adlı bir gazete çıkardı. 1852’de Louis Bonaparte’ın imparatorluğunu ilan ettiği hükümet darbesine karşı çıktığı için sürgün edildi. Cezası 1859’da sona erdi, fakat imparatorluk yıkılana kadar gönüllü olarak sürgünde kaldı, 1870’de Fransa’ya döndü. 1871’de Paris Komünü’nü desteklemese de komüncüleri savundu. Etkiledikleri: Louis-Honoré Fréchette, Charles Dickens, Fyodor Dostoevsky, Leo Tolstoy, Ayn Rand, Irvine Welsh, Albert Camus, Gérard de Nerval, Charles Baudelaire, Paul Verlaine, Oscar Wilde, Jean Cocteau, Gustave Flaubert, Jorge Luis Borges, Charles-Marie-René Leconte de Lisle Etkilendikleri: François-René de Chateaubriand , Walter Scott, Voltaire, Alphonse de Lamartine, William Shakespeare Eserleri Şiir Doğulular Cezalar Dalıp Gitmeler Müthiş Fil Dede Olma Sanatı Bu Çiçek Senin İçin Diana Dilenci Fransa Kadına Sitem Gelin Böceği Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı Sonbahar Yaprakları Asırların Efsanesi Söylesem Söyleyebilsem Ah Derdimi Aşk Dilencisi Aşkımın Aşkı Tiyatro Lucreca Borgia Ruy Blas Burgrave'lar Hernani Kral Eğleniyor Mary Tudor Roman Notre Dame'ın Kamburu (1831, 1958) Sefiller (1862, 1930) İdam Mahkumunun Son Günü (1829, 1972) Deniz İşçileri (1866, 1970) İzlanda Hanı 15 Yaşındaki Bir Kaptan İhtiyar Balıkçı Nişanlıya Mektuplar Politika Doksan Üç İhtilali (1874, 1962) - 1973 Devrimi (1967) - Doksan Üç (1985) 22.05.2021 SÜPER POSTA .. İlk 10 günde değil ama yayınlanışından bugüne 30.000 ziyaretçi ile kendi alanında rekor kırdı. BU NEDENLE SÜPER POSTAlara dahil edildi ÇOK OKUNANLAR : Hiçbir yorum yapılmasa da ÇOK OKUNANLARa dahil edilldi.

  • Şiirimizin Prometheus'u

    Orhan Veli Kanık * (13 Nisan 1914, İstanbul – 14 Kasım 1950, İstanbul ), daha çok Orhan Veli olarak tanınan Türk şairdir . Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile birlikte yenilikçi Garip akımının kurucusu olan Kanık, Türk şiirindeki eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayarak sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşıdı. Şair otuz altı yıllık yaşamına şiirlerinin yanı sıra hikâye , deneme , makale ve çeviri alanında birçok eser sığdırdı. SÜREÇ İÇİNDE HAKKINDA maviADA'da ÇIKMIŞ OLAN gerek yazarlarımızın yazdığı , gerekse O. VELİ'nin yazılarını OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYIN.

  • SİSTEN SONRA

    SALAH BİRSEL * ne kadar uyudunuzsa karalardan uyanın aklarla evler sokaklar Mustafa Kemal'lerle kalkın bir çelenk örün başınıza mutluluklardan davranın avlularla ağaçlarla meydanlara davullar zurnalarla koşun çekin bayramlıklarınızı sıkıntılardan Türkiye geçmiş değil gelecektir ışıklarla sabahlarla dostluklarla koç yiğitler sıra sıra kılıçlardan çıkın dağlara bayraklarla ne kadar bunaldınızsa dumanlardan uyanın fırlayın sularla topraklarla kuşlarla günaydın hepinize Türk Ordusu'ndan toplanın alanlara marşlarla özgürlük Mustafa Kemal'li bir çiçektir kalkın umutlarla sevgilerle selamlarla SALAH BİRSEL * Ahmet Salahattin Birsel (14 Kasım 1919, Balıkesir - 10 Mart 1999, İstanbul), Türk şair ve deneme yazarı. Hayatı Uzun yıllar İzmir, İstanbul ve Ankara'da yaşadıktan sonra İstanbul'a yerleşti. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin felsefe bölümünden mezun olduktan sonra müfettişlik, kitaplık ve basımevi müdürlüğü gibi görevlerde bulundu. Aynı zamanda Türk Dil Kurumu yönetim kurulu üyeliği yaptı. Oyuncu İhsan Devrim ve yazar Burhan Arpad'la birlikte 1940'lı yıllarda ABC Kitabevi'ni kurdu. Yönetmen Özdemir Birsel'in amcasıdır. Salâh Birsel, 10 Mart 1999'da kalp krizinden İstanbul'da öldü. Sanatı 1956'dan sonra Birinci Yeni şiirinden tamamen uzaklaştı ve kendine ait, bağımsız bir şiir anlayışı geliştirdi. Şiirde zekanın önemine inanır. Konuları alaya alır gibi görünerek şiirin düşündürücü yanını güçlendirmiştir. Nesirlerinde de mizah dikkati çekmektedir.

  • ATATÜRK YAZILARI

    ATATÜRK DOSYASINI görmek için RESME tıklayın maviADA DOSYA * Türkiye Cumhuriyetimizin Kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK'ü ölümünün 87. yıl dönümünde hüzünle, özlemle andık. maviADA Dergisinde 23 yılda yazılan yazılardan , sizin için, bir ATATÜRK DOSYASI hazırladık. Yazıları bilgisayarınıza indirmeniz, kaynak göstererek kullanmanız mümkün. DOSYAYI GÖRMEK için lütfen RESME TIKLAYINIZ

  • SALİHLİ ŞİİR İKİNDİLERİ

    52. Şiir İkindileri'nin Katılımcıları Bir Arada NİYAZİ UYAR * Harika bir isim değil mi, “ŞİİR İKİNDİLERİ"; ”GÜZ YAĞMURLARI gibi? Bu geleneksel etkinliğin adını koyan, onun mimarı, Salihli’nin efsane belediye başkanı Zafer Keskiner’dir. Sonra etkinliklerin o yıllardan bugünlere kadar ulaşmasına vesile olanlardan biri de Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’in manevi oğlu Profesör Şadan Gökovalı’dır. Ruhları şad olsun, toprakları incitmesin! Salihli Şiir ikindileri 1985 yılından başlayarak günümüze kadar devam etmiştir. Bu aynen bir ırmağın o günden bugüne, bugünden yarınlara akıp gitmesidir. Bu ırmağın suyu ile yıkanmak, onun suyundan kana kana içmek, sevda yüklü baharları, sevda yüklü güzleri kucaklamaktır.  Hayat pahalılığı, dünyanın neresinde olursa olsun süregelen savaşlar, hak hukuk ve adalet kavramlarının karalar bağladığı Türkiye coğrafyasında can suyumuzdur, sanatsal etkinlikler ve Salihli Şiir İkindileri!  2014 yılında el değiştiren Salihli’nin yerel yönetimi, Şiir İkindileri'ni gündeminden çıkarmış, Salihli’nin sanatsever, şiirsever halkı on yıl Şiir İkindileri'nden mahrum kalmıştır. Salihli bu manada on yıl "Fetret Devrini" yaşamıştır. Salihli’ye sanat güneşi 2024 yılında yeniden doğmuş, Şiir İkindileri ırmağı yeniden akmağa başlamıştır. 51. ve 52. Şiir İkindileri'ni izleme, takip etme şansım oldu. Etkinliğin adını önceki yıllarda duymuştum, fakat başka illerde görev yaptığım için izleyemedim. Bundan sonraki yıllarda bırakmam izlerim. Bir ilçede uluslararası bir etkinliğin düzenlenmesi çok kıymetlidir. Belediyelerin ekonomik sıkıntılar içinde olmalarına karşın sanat etkinliklerine bütçe ayırmaları hakikaten çok değerli; yazan çizen, eğitimci bir yurttaş olarak teşekkür ediyorum. Salihli Şiir İkindileri'ne dair bir iki kaynaktan okuma yaptım, bir de izlediğim bu iki etkinliğin (51. Ve 52. Şiir İkindileri) ışığında bu metin ortaya çıktı. Az önce ilk Salihli Şiir İkindileri etkinliği 25 Aralık 1985 tarihinde dönemin belediye başkanı Zafer Keskiner’le başladığını söylemiştim ya.  Bir sohbet sırasında Zafer Keskiner, Halikarnas Balıkçısının manevi oğlu Profesör Şadan Gökovalı’ya:  “Struga’da Şiir Akşamları olur da Salihli Şiir İkindileri niye olmasın?" diye Şadan Gökovalı'ya sorar. İşte bu sorunun yanıtı ve edebiyat sohbeti etkinliğin işaret fişeğini ateşlemiştir. Daha açık söyleyecek olursam, “Şiir İkindileri” adının isim babası Zafer Keskiner’dir. Şiir İkindilerine katılan gerçekten efsane isimlerden bazıları: Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Külebi, Salah Birsel, Cemal Süreya, Aziz Nesin, İlhan Berk, Melih Cevdet Anday, Ataol Behramoğlu, Cevat Çapan, Sunay Akın, Metin Demirtaş, Özdemir İnce, Nihat Behram, Orhan Alkaya, Gülten Akın, Ressam Fahir Aksoy, Arif Damar, Hidayet Karakuş… Adlarını yazmadığım diğer şairlerin affına sığınırım. Bence şiir olsun, öykü, deneme olsun, işte benim eserim bu demek bile başlı başına, yürek işidir. Yazdığın eser, okurla buluştuktan sonra, artık o yazandan üretenden çıkmış toplumlara mal olmuştur. Cesaret gösterip yazmaktan çekinen insanlar bir yazsalar kim bilir ne güzel eserler ortaya çıkacaktır. Sol başta - Manisa Belediye Başkanı Besim Dutlulu, Veysel Çolak, Ercan Kesal ve Salihli Belediye Başkanı Mazlum Nurlu Ben Şiir İkindilerinin dediğim gibi 51. ve 52.si ni İzledim. Fakat özellikle 52. Etkinliğe katılım çok yoğun oldu. Bu katılım tablosu, sanat adına, şiir adına kıvanç duyulacak bir tablodur. Salihli Şiir İkindileri, Salihli Belediye Başkanı Mazlum Nurlu ve Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Besim Dutlulu’nun konuşmalarıyla başladı. Her iki başkan da 9 Haziran 2025 tarihinde vefat eden Manisa’nın sevilen başkanı Ferdi Zeyrek’i anarak başladı. İki belediye başkanına bir eğitimci olarak teşekkür etmek isterim. Buna Turgutlu Belediye Başkanı Çetin Akın’ı da eklemek lazım. Etkinlik bitinceye kadar başkanların etkinlikten ayrılmamaları, şairleri alkışlamaları çok kıymetliydi; var olsunlar. Başkanların etkinliklere görevinin bir parçasıymış gibi bakıp yalnızca “başlama vuruşunu” yapıp beş on dakika izledikten sonra işlerinin yoğunluğunu bahane ederek ayrılmalarını yadırgarım. Bu durum her şeyden önce verilen emeği hafife almaktır. Ben derim ki, sayın yetkili, başka işleriniz varsa gidin o işlerinize bakın, sizi temsilen yardımcınız etkinliğe katılabilir. Bin bir emekle hazırlanan etkinliğin disiplinini lütfen bozmayın; mecbur değilsiniz katılmaya… Protokol konuşmalarından sonra, programın koordinatörü Tuğrul Keskin kısa bir giriş konuşması yaparak, 52. Şiir İkindilerinin onur konukları Dionysos Şiir Ödülü sahibi Veysel Çolak ve Dionysos Emek Ödülü Sahibi Ercan Kesal’a katılımları için teşekkür ederek sahneye davet etti. İki sanatçı günün anlamına uygun görüş ve düşüncelerini dile getirdiler. Onur konuklarından Veysel Çolak Nazım Hikmet'in Tahir ile Zühre şiirinin kısa bir çözümlemesini yaptı sonra da Terleten Kelimeler adlı şiirini okudu. Bu arada Dionysos kimdir, neden Salihli ile ilişkilendirilmiş olabilir, bilmeyenler için birkaç ipucu vereyim. Dionysos Eski Yunan’da Bağbozumu veya şarap tanrısı olarak bilinir. Bundan beş bin yıl önceki Bağbozumu şenlikleri onun adına yapılırmış. Bu şenlikler aynı zamanda modern tiyatronun doğuşu olarak kabul edilir. Cemal Süreya, “Salihli şiirin başkenti,” der. Salihli, çekirdeksiz, Sultaniye üzümün de başkentidir. Dionysos Şiir Ödülü, Dionysos Emek Ödülü Salihli Şiir İkindileri'ne ne güzel tesadüf etmiş. Yoğun bir katılım vardı dedim ya, ayakta duracak yer yoktu. İzleyenler sanata, şiire saygının en güzel örneğini verirken, şairlerin şiirlerini de aynı saygı içinde dinledi. Şiir İkindilerinin sunucusu, “ Şiir İkindilerinin konukları, artık şairlerimize sözü bırakalım," deyip ilk şairi çağırırken mealen, “Uzaklardan, Diyarbakır’dan geldi bu genç şairimiz Rona Aslan,” diyerek anons etti. Rona Aslan iki şiirini seslendirip alkışlar içinde yerine geçerken, sunucu sırasıyla birer ikişer takdim cümleleriyle diğer şairleri, şiirlerini seslendirmeleri için sahneye çağırdı. Sahneye çıkan her şair, iki şiirini seslendirdi. Kimlerdi bu şairler? Ümit İnatçı, Romanya’dan gelen Marıus Chelarıu, Bulgaristan’dan gelen eleştirmen, tasarımcı, şair Anastasıya Nikolaeva Stoeva, Hakkı Zariç, Süreyya Akçay, Sivas Madımak’ta katledilen Şair, Doktor Behçet Aysan’ın kızı Eren Aysan, Duygu Kankaytsın, Ünal Ersözlü, Salihlili Şair Hasan Ulaş ve Hakkı Avan… Şairlerin isimlerini bir çırpıda yazıp geçtim ya, lütfen kusura bakmasınlar. Her şair için bir iki cümle yazıp okudukları şiirlere dair bir çözümleme yapmak isterdim, fakat uzun yazıları okumak internet dünyasında pek tercih edilmiyor. Etkinliğe Salihlili genç bir kızımız Eylül, Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair adlı şiiriyle damgasını vurdu. Eylül, Nazım şiirini o kadar muhteşem seslendirdi, salonu heyecanlandırdı, büyük bir aşkla coşkuyla alkışladı. Şiir İkindileri'nin şairleri şiirlerini okumuş, sıra Viyolonsel Sanatçısı Adasu Akın’a gelmişti. Adasu’nun seslendirdiği beş muhteşem eser, sanatseverler tarafından çok beğenildi. Eli kalem tutan, sanatın bir dalı ile uğraşan, koca koca şirketleri yöneten kadınlarımızla, bir eğitimci olarak tarifsiz bir gurur duyuyorum. İşte diyorum, bu güzellik cumhuriyetin eseri diyorum. Ne ulaşılmaz dağsın aziz Atatürk diyorum, işgal kuvvetlerinin yurttan def etmekle kalmadın, insanımızı, özellikle kadınlarımızı birey katına çıkardın. Anıların önünde saygıyla eğilirken, bir kez daha minnettarlığımı ifade ediyorum. Adasu Akın Bu kadar güzel bir etkinliğin değerlendirmesini yapmak, emekli bir eğitimci olarak beni mutlu etmektedir. Etkinliğe yönelik bir iki önerime geçmeden Ressam Hülya Ersezgin’nin kişisel resim sergisinin açılışının yapıldığını ifade etmek isterim. Ressam Hülya Hanım’a Salihli’de oturan bir yurttaş olarak teşekkür ederim. Gelelim önerilerime: 1-Program iyi düşünülmüş, dolu dolu fakat izleyenlerin kapı önlerinde biriktirilmesi, sonra kapıların açılması. Bu vaziyet insanların yer kapmak için yarıştırılması gibi oldu, böyle bir uygulama Salihli’nin aydınlık yüzlü insanlarına reva görülmemeliydi. 2- Şairler, kendi şiirlerini ezbere okusalar, daha anlamlı olmaz mı? 3-Her şiir için, bir fon müziği ve o fon müziğinin görsellerle desteklenmesi daha muhteşem bir tablo ortaya çıkarmaz mıydı? Etkinlikte ortaya çıkan tablo: Törenlerde şiiri okuyan öğrencinin şiirini okuduktan sonra yerine geçmesine benzedi şairin şiirini okuyarak yerine geçmesi.   Şiir İkindilerine dair söyleyeceklerim bu kadar yetsin şimdilik, daha başka mutlaka söylenecek noktalar olacaktır. Gelelim sanatla dolu bir cumartesi gününün ikinci aşamasına, tiyatro gösterimine. Nazan Kesal’ın tek kişilik oyunu: “YARALARIM AŞKTANDIR!” Nazan Kesal, bir kadın olarak İranlı Füruğ Ferruhzad'in hayatını canlandırdığı  oyunda, onun Mollalara karşı duruşunu kendi kişiliği ile birleştirmesi neticesinde, seyrine doyum olmayan harika bir oyun ortaya çıkarmış. Ben Nazan Kesal’ı izlerken bir an gözlerimi kapatıp açtım, sandım ki, Yıldız Kenter Ben Anadolu adlı tek kişilik oyunundan sonra Yaralarım Aşktandır adlı oyununu sergiliyor. Nazan (Kırılmış) Kesal Bu etkinliğin şiir severlerle buluşmasına imza atan Salihli Belediye Başkanı Mazlum Nurlu, Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Besim Dutlulu’ya teşekkür ederim. Bir kez daha görüldü ki, sosyal demokrat belediyecilik halkımızın nefes borusudur, bunu bir de Türkiye’de merkezi iktidar olarak düşünelim… Çok değerli değil mi? Yeni şiir ikindilerinde görüşmek dileğiyle… Kasım 2025 /Salihli

  • ATATÜRK

    Zeki SARIHAN * Hangi koşulların ürünü? 19'uncu yüzyılın son çeyreğinde, Osmanlı toplumunun çeşitli unsurlarının yaşadığı ve Tanzimat'la başlayan Batılılaşma hareketinin en yaygın olduğu Selanik'te doğdu. Orta sınıftan bir aileye mensuptu. O dönemde en gözde mesleklerden biri olan askerliği seçti ve harp okulunu bitirdi. Zeki ve ele avuca sığmaz bir kurmaydı. Osmanlı taşrasında görevlendirildi ise de aklı fikri payitahtta idi ve ordunun başına geçmek istiyordu. Enver Paşa, ona bu fırsatı vermedi. O da son Padişah Vahdettin'in fahri yaveri oldu. Fransız İhtilalinin yaydığı Burjuva devriminin etkisindeyken 1917'de Rusya'da patlayan Komünist ihtilalin de tanığı oldu ve Anadolu'ya geçtikten sonra bir ara onun da etkisinde kaldı. 1929 İktisadi buhranı devlet başkanı olarak yaşadı. Kullandığı adlar Ailesi, ona Müslümanlar arasında en yaygın adlardan biri olan Mustafa adını koydu. Okulda matematik zekâsı nedeniyle öğretmeni buna Kemal adını ekledi. Harbiumumi'de paşa rütbesine yükseltilerek Mustafa Kemal Paşa oldu. Sakarya Savaşı'nda attan düşerek kaburga kemikleri zedelendiği için Gazi unvanını da aldı. Meclis reisi idi. Mareşal rütbesine de yükseldi. Harf devrimi üzerine Muallimler Cemiyeti ona "Başöğretmen" unvanını verdi. Uzun yıllar Gazi Mustafa Kemal adını kullandı ise de Atatürk soyadını aldıktan sonra Mustafa adını kullanmaz oldu. Kemal Atatürk olarak imza atarken, Arapça olduğu için Kemal adını da bir süre kale anlamına geldiği söylenen Kamal'a çevirdi ise de öldüğünde Kemal Atatürk'tü. Askerliği İtalyanlara karşı Trablusgarp'ta gerillacılık yaptı. Çanakkale Savaşı'nda ünlendi. Sofya'ya Ateşemiliter yapılarak İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Doğu'da askerî harekâtta bulundu. Suriye cephesinde ordusu feci bir yenilgi yaşadı. Mütarekede Yıldırım Orduları Grup Komutanlığından ayrıldı. İstanbul'da altı ay Harbiye Nazırı olmak istediyse istediğini elde edemedi. İngilizlerin, Doğu'daki karışıklık önlenmezse müdahale edeceklerini ihtar etmeleri üzerine, buraları yatıştırmak görevi ile Ordu Müfettişliği unvanıyla Anadolu'ya gönderildi. Yurdun birçok yerinde Müdafaai Hukuk Cemiyetleri kurmuş olan ve Yunanlıların İzmir'e asker çıkarmasıyla her yanda direnişe geçen milletin safını seçti ve Kurtuluş Savaşı'nın önderliğine adaylığını koydu. Erzurum ve Sivas kongrelerinin baş aktörüydü. Padişah ve hükümetle uzlaşma çabaları sonuç vermeyince askerlikten istifa etmek zorunda kaldı. Tarihin doğru yanında Millî Bağımsızlık ve ulusal kurtuluş hareketleriyle yeni tarihî bir dönem başladığını fark etti. Yeni dünya koşullarında Türkiye'nin bu badireyi atlatabileceğini, sultanlık gibi kurumların miadını doldurduğunu görüyordu. Dost ve düşmanlarını doğru saptadı ve düşmanlarını teker teker alt edecek bir taktik uyguladı. Bolşevik devriminden, İslam dünyasından destek istedi ve aldı. Milletin insan ve maddi kaynaklarını harekete geçirdi. Meclis'te bir yanına Alevilerin, öbür yanına Sünnilerin temsilcilerini oturttu ve Halifelikle hesaplaşmayı en sona bıraktı. Ülkedeki milliyetlerin kardeşliğini ve demokratik haklarını dile getirdi. Zaferden sonra orduyu barış düzenine geçirdi ve Lozan'da Misakı Millî'de sınır içinde gösterilen Kerkük ve Musul'u istemekten vazgeçti. Emperyalistlerin yaklaşan kapışmalarına karşı Yunanistan'la dostluk ve bölge ülkelerle ittifaklar kurdu. "Yurtta barış, dünyada barış" diyerek ülkeyi yeni maceralardan korumak istedi. Hatay'ı barış yoluyla Türkiye'ye katmayı başardı. Tek adam Anadolu Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesi Başkanlığından Büyük Millet Meclisi Başkanlığına geçti. Meclis tarafından Başkomutanlığa seçildi. Birinci Grup'u kurarak Meclis'te ona dayandı ve Grubu Cumhuriyet Halk Fırkasına dönüştürdü. 1923'te Cumhurbaşkanı sıfatıyla yetkilerini güçlendirdi. Türkiye'nin modern tarihinde en geniş yetkiler taşıyan bir asker ve siyasetçiydi. 1930'larda herhangi bir şeyi isteyip de reddedilmesi mümkün olmayan bir karizma edinmişti. "İsteyip de yapamayacağım bir şey yoktur" diyordu. Öldüğünde kendisine "Ebedi Şef" unvanı verildi. Bir saygı ifadesi olarak günümüzde "Ulu Önder Atatürk" diye anılmaktadır. Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanması, onu ülkede rakipsiz hâle getirdi. Osmanlı hanedanını saf dışı etti. Kurtuluş Savaşı sırasında birlikte hareket ettiği arkadaşlarını da tasfiye etti. Mebusların kendisi tarafından belirlendiği bir idare kurarak, gençliğinden beri özlemini çektiği laik ve modern bir ülke yaratma işine girişti. Batılı reformları peş peşe yaparak ülkeye Batılı bir görünüm vermek istedi. Türkiye'nin çağdaş uygarlığın üstüne çıkması ülküsüydü. Türk milliyetçiliğini esas alan ve kapitalizmin gelişmesi için devletin öncülük görevi yapacağı bir sistemin başında, kendisi de çiftçilik ve bankacılık yapmaya başladı. Türkiye'nin sayılan zenginlerinden biri hâline geldi. Ankara'dan İstanbul'a taşınması Düşmanları ona suikast girişiminde bulundular. Güneydoğu'da İslamcı bir Kürt ayaklanması, Ağrı İsyanı yaşandı. Dersimli Kürtleri sistemin içine almak için askerî harekâtlar düzenledi. Devletin başına geçtikten sonra can güvenliği gerekçesiyle hiç yurt dışına çıkmadı ve ülke içindeki gezilerini de çok seyrekleştirdi. 1927'de geldiği İstanbul'da son sultanların oturduğu Dolmabahçe Sarayı'nda kalmayı tercih etti. Kendi emirlerini yasalaştırmaktan başka bir işlevi olmayan Tek Partili Meclis'in yarattığı garabetin farkındaydı. Bunun için ikinci bir parti kurdurduysa da kitlelerin bu partiye akmakta olduğunu görerek bu denemeye son verdi. Mecliste seçtiği bazı mebuslarla "müstakil" grup kurdurduysa bunun da İşlemediğini gördü ve Tek Partili rejimde karar kıldı. 1930'larda halkla teması azaldı. Çankaya'ya, Dolmabahçe'ye Yalova'daki yazlığına çekilerek yakın arkadaşları ile içkili gece sohbetleri yapıyordu. Devlet işlerini Başbakan İsmet Paşa'ya bırakmıştı. 1937 yılına gelindiğinde, İsmet Paşa'yı da yanından uzaklaştırdı ve başbakanlık görevini Türkiye İş Bankası Genel Müdürlüğü ve İktisat Vekilliği yapmış olan Celal Bayar'a verdi. Ancak, 10 Kasım 1938'de öldüğünde mebuslar, İsmet Paşa'yı Cumhurbaşkanı seçerek bu tercihi geçersiz kıldılar. Tarih ve dil tezleri 1927'de rakiplerini niçin tasfiye ettiğini anlatmak niçin CHP kongresinin esas konusu olan Nutuk'unu okudu. Cumhuriyeti, gençliğe emanet ettiğini söyledi. Kurtuluş Savaşı ve erken cumhuriyet tarihi bu nutka göre yazılmaya başlandı ve bunun dışındaki görüşler yasaklandı. Türk tarih ve dil teorilerini ortaya attı. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunu, yeni kültürü yaymak için de Halkevlerini kurdu. Bütün uygarlıkların Türklerin Orta Asya'da kurduğu uygarlıklardan kaynaklandığını, bütün dillerin de Türkçe'den türediğini ileri sürdü. Türk Tarihini buna göre yazdırdı. Millî bayramlar onun eseri 1920'ye kadar ülkenin tek millî bayramı, İkinci Meşrutiyet'in 1908'de ilan edildiği 23 Temmuz'du. Onun yerini toplanması çağrısını kendisinin yaptığı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış günü olan 23 Nisan aldı. Zafer Bayramı, 30 Ağustos'ta Ordu'ya İzmir'e yürümesini emrettiği ve Dumlupınar Savaşı'nın kazanıldığı gündür. Adına Başkomutanlık Savaşı denilmiştir. Cumhurbaşkanı seçildiği gün (29 Ekim) Türkiye'nin en büyük bayramı olarak ilan edilmiştir. Dördüncü millî bayram olan 19 Mayıs Gençlik ve Spor ve Atatürk'ü Anma Günü ise Samsun'a ayak bastığı gün olarak çok sonraları kabul edilmiştir. Atatürkiye Atatürk, Osmanlı sonrası Türkiye'ye bütün anlamı ile damgasını vurdu. Paralarda onun resmi , devlet dairelerinde ve sınıflarda onun fotoğrafları. En büyük meydanlar ve en geniş caddeler onun adını taşıyor. En gösterişli heykeller meydanları, büstleri okul bahçelerini süslüyor. II. Dünya Savaşı içinde, şimdiye kadar herhangi bir Türk için yapılmış en görkemli bir anıt mezarın temelleri atıldı ve Atatürk'ün mumyalanmış bedeni 1953'te buraya taşınarak ziyarete açıldı. Günümüzde millî bayramlarda yurdun dört bir tarafından milyonlarca kişi burayı ziyaret ederek minnet borcunu yerine getirirken bir çeşit siyasi gösteri de yapıyor. Hakkında yazılmış binlerce kitap var. Bütün konuşmaları, yazıları, notları 30 cilt halinde yayımlanmıştır. Bıraktığı Türkiye Atatürk öldüğünde ardında yüzde sekseni köylerde yaşayan yoksul fakat siyasi olarak tam bağımsız bir Türkiye bıraktı. Türkiye'nin üç sorunu vardı: Yoksulluk, demokrasizlik ve Kürt sorunu. Bunlardan yoksulluk, ancak II. Dünya Savaşı'ndan sonra ülkeye Batı teknolojisi ve sermayesinin girmesiyle hafifledi. Ancak bu kez de emperyalizme bağımlılığın kapıları açıldı. Demokrasizlik, 1946'da çok partili hayata geçme kararıyla aralandı. 1960 devriminden sonra emekçi partileri ve kitle örgütlerinin kurulmaya başlanmasıyla yoluna girdiyse de zaman zaman askerî rejimler tarafından kısıtlandı, hatta ortadan kaldırıldı. Kürt sorunu ise 100 yıldır, özellikle 1984 Kürt kalkışmasından sonra ülkede büyük kan akmasına ve sosyolojik kırılmalara neden oldu. Bugünkü hükümet, bu gaileden nasıl kurtulacağının hesabını yapıyor. Milletin Atatürk hakkındaki görüşü Bütün milletler gibi bağımsız yaşamak isteyen Türkiye halkı bu savaşın başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk'e minnet borçludur ve bunu da göstermektedir. Kurtuluş Savaşı sırasında onun içeride baş düşmanları, İngiliz işbirlikçileri idi. Zaferden sonra, yönetimden tasfiye edilen rakipleri, karşısına geçtiler. Halifelik, Şeriye ve Evkaf Vekâleti, medreseler gibi kurumları kaldırılan siyasi İslamcılar ve dini muhafazakârlar, Atatürk'ten hiç hoşlanmadılar. Liberallerin de ona candan bağlı olduğu söylenemez. Sosyalistler ise, işçi sınıfı ve köylülük gibi, tam bağımsızlıkçı yanını övmekle birlikte sola karşı tavrından ötürü ona karşı güceniktirler. Atatürk'e itirazsız bağlı olan ve hatta onu tanrılaştıran bir kesim de vardır. Bunlar, Atatürk döneminde devlet desteği ile yaratılan zenginler ve bürokrat burjuvazinin devamı olan kesimlerdir. 12 Mart, 12 Eylül darbecileri de Atatürkçülük adına hareket ettiklerini ileri sürdüler. Günümüzün siyasi iktidarı, Atatürk'ü ve İsmet İnönü'yü hiç sevmiyor. Ancak onun kurduğu ve onun adına kurulan sistemi yok etmeye cesaret de edemiyor. Millî bayram günlerini istemese de kutluyor, belirli günlerde Anıtkabir'i ziyaret ediyor, paralardan ve devlet dairelerinden resimlerini, meydanlardan heykellerini kaldıramıyor. Günümüzde Atatürk'le ilgili 3 eğilim bulunuyor: Bir grup, onun tek parti dönemindeki uygulamalarını bugün aynen uygulamak istiyor, CHP'yi de bu ilkelerden sapmakla eleştiriyorlar. Akademide, basında, Meclis'te sözcüleri vardır. İkinciler ki sosyalistler ve sosyal demokratlardır: Atatürk'ün Kurtuluş Savaşındaki önderliğini takdir ediyor, modernleşme atılımlarını savunuyor ama Tek Parti yıllarındaki tutumunun uygulanamayacağını düşünerek "cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırma" düşüncesini savunuyor. Üçüncüler ki siyasi İslamcılardır. Kurtuluş Savaşı'ndaki rolünü önemsizleştiriyor ve cumhuriyet devrimlerinden nefret ediyor. Özellikle laiklik yerine devletin din esasına göre yapılanması için çalışıyor. 4. Kürtler, Kurtuluş Savaşı yıllarında kendilerine özerklik sözü verildiği hâlde, cumhuriyet kurulduktan sonra bu sözün unutulduğunu ve asimile edilmeye çalışıldıklarını, Atatürk'ten sonra da bu tutumun sürdüğünü söyleyerek bunun telafi edilmesini ve kimliklerinin tanınmasını istiyorlar. ( 10 Kasım 2025)

  • BARIŞ

    BARIŞ * Çocuğun gördüğü düştür barış. Ananın gördüğü düştür barış. Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış. Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba elinde yemiş dolu bir sepet; ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak bir testi gibi ter damlalarıyla alnında... barış budur işte. Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman, ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara, yangının eritip tükettiği yüreklerde ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun, ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık, boşa akmadığını bilerek kanlarının, barış budur işte. Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece. Barış, açılan bir pencerden, ne zaman olursa olsun gökyüzünün dolmasıdır içeriye. Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun gözlerinin önüne tutulan kitaptır. Başaklar uzanıp, 'ışık! ışık! ' diye fısıldarken birbirlerine! Işık taşarken ufkun yalağından. Barış budur işte. Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi gibi; barış budur işte. Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de bir kök olduğu zaman gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya. Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardısıra. Ve sonunda hissettiğimiz zaman yeniden zamanın tüm köşe bucağındaki acıları kovmak için ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin. Barış budur işte. Barış ışın demetleridir yaz tarlalarında, iyilik alfabesidir o, dizelerinde şafağın. Herkesin 'kardeşim' demesidir birbirine, 'yarın yeni bir dünya kuracağız' demesidir; ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle. Barış budur işte. Ölüm çok az yer tuttuğu gün yüreklerde, mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların, şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine büyük karanfilini alacakaranlığın... barış budur işte. Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın. Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir. Ve toprakta derin izler açan sabanların tek bir sözcüktür yazdıkları: Barış. Ve bir tren ilerler geleceğe doğru kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden buğdayla ve güllerle yüklü bir tren. Bu tren barıştır işte. Kardeşler, barış içinde ancak derin derin soluk alır evren. Tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini. Kardeşler, uzatın ellerinizi. Barış budur işte. * Yannis Ritsos Yannis Riços (1 Mayıs, 1909 - 11 Kasım, 1990), Yunan şair. Peloponez yarımadasında Monemvasia'da doğdu. Riços liseyi bitirdikten sonra, on yedi yaşında Atina 'ya gitti. Daha sonra yüksek öğrenimden vazgeçti. 1927–1931 yıllarını verem hastalığı nedeniyle bir sanatoryumda geçirdi. İlk şiirlerini bu dönemde yayımlamaya başladı. 1931'de komünist gruplara katıldı, bu şiirinin doğrultusunu çizdi; ilk şiirlerinde burjuva karşıtı devrimci sanatçıların çizgisini izledi. Trakter (1934, Traktör) adlı, Sovyetler Birliği 'nde sosyalist düzeni ele aldığı ve teknik temasını da Yunan şiirine sokan ilk kitabında, nihilizme karşı tavır aldı. Epitaphios (Yazıt-Mezar Yazıtı) (1936) adlı kitabı Atina 'da Zeus tapınağında , faşist cunta yönetimi tarafından törenle yakıldı. Şair, solcu siyasal görüşleri yüzünden Metaksas (Limnos, Agios Evstratios, Makronisos adaları) ve Papadopulos (Giaros ve Leros adaları) dönemlerinde Ege Adalarında sürgün olarak yaşadı. Ayışığı Sonatı (1956) adlı kitabıyla Ulusal Şiir Ödülü'nü, 1976'da Etna-Taormina Şiir Ödülünü ve pek çok uluslararası ödülü kazandı. Riços'un otuzdan çok kitabı yayınlanmıştır. Riços 1977 Lenin Uluslararası Barış Ödülü'nü almıştır. Riços, metaforlarla örülü şiirlerinde, Yunanistan coğrafyasını arka plana alarak, yurtseverlik duygularını işledi. İnsanın günlük yaşamdaki durumuna yaklaşımı, nesnelere duyduğu ilgi, ayrıntıları bütün yalınlığıyla yansıttığı kısa şiirlerinde iyice belirginleşir. Şiirleri 80 kadar dile çevrilmiş ve milyonlarca insana ulaşmıştır. Türkçeye Çevrilen Eserleri Alışkanlıklar Da Değişir Umarsız Penelope Yaşlı Kadınlar ve Deniz Helena ve Nöbetçi Boyun Eğmeyen Ülke Graganda Erotika Dikkatli Ariostos (Anlatı/Roman) Seçme Şiirler Tüm Şiirleri Ölü Ev Taşlar, Yinelemeler, Parmaklıklar Bir Mayıs Günü Bırakıp Gittin

  • Şimdi Kasım

    * Atatürk Zamanı... * ŞENOL YAZICI * Bazı değerler var ki ulusların vazgeçilmezi, yapı taşı... O taşlardan birini çeksen toptan yıkılır, sen de yıkıntının altında kalırsın. Bizim için Atatürk onlardan biri. Belki güncel siyasete katmıyorlar, seslerini yükseltmiyorlar ama en az yüzde seksenlerin olmazsa olmaz paydası. Tıpkı din gibi ya da yurtseverlik gibi... Her partide var onlar; her partide dini bütünler, milliyetçiler olduğu gibi Atatürk’e ve eylemlerine sevgiyle saygıyla bakan ezici bir çoğunluk var. Öte yandan kim ne derse desin, başkanlık seçimi demoklesin kılıcı. Hele iktidar % 1 farka bağlıysa… Bunu göremeyen ya da yaşadığı özgüvenle körleşen iktidar, bazen seçeneksizlikten, bazen başka nedenlerle ayakta dursa da gerçeğinde ayağına kurşun sıkıyor demektir. Çok zamandır yapılan da buydu. Hangi birini örneklemeli: Düne kadar, Sanki Türkiye Cumhuriyeti padişahın ve Batılı işgalcilerin armağanıydı. Yakın tarihin en önemli ve tek savaşı Atatürksüz(!) Çanakkale Savaşı’ydı. Kurtuluş Savaşı da Anadolu’nun her coğrafyasında sergilenen teatral bir gösteri… Yüzbinlerce insan eğlenirken izdihamdan ölmüş olmalı… Lozan başta olmak üzere bütün egemenlik adımları, devrimler hiçlendi, “KURTULUŞ”ta yapıtaşı olan o insanlar, düşmanına demekten utanacağın türlü sıfatlarla itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Yetmedi, onun kurduğu Cumhuriyeti koruma kollama görevi de üstlenen Ortadoğu’nun en güçlü ordusu türlü provokasyonlarla yıpratıldı. Neye hizmet edildiğini de 15 Temmuzda hepimiz gördük. Edebiyatta buna okuru ahmak yerine koymak denir; çok anlatılırsa öyle olurmuş gibi... Sanki mümkünmüş gibi uğraşmışlar yıllarca, bir ahmak ordusu yaratmak için. Atatürk çok zamandır sahipsiz gibi, yoğun saldırıya uğruyor. Herkes aklına geleni söylüyor, yakıştırıyor, karalıyor; hoşgörüyle adına düşünce özgürlüğü deniliyordu. Aynı hoşgörüyü bekleyip iktidara yönelik eleştiri, yorum yaparsanız vay halinize ama... Hadi dün neyse… Bitti mi sanki? Ders kitaplarındaki Atatürk konularını “sadeleştirmişler”, kısaltmışlar, bazı sınıflarda hepten kaldırmışlar. Bir Atatürk düşmanı kuşak yetişti mi? Belki istenilen oldu, OY’unun üstüne oynanan kitleden bazıları, çoktandır bekledikleri anı bulduğunu sanan üç beş yetişkin tip, gösterisini yaptı, içindekini sergiledi, tepki artınca meczuptur, delidir denildi, korundu, kollandı. Ama genç kuşak hayır… dedi ve gördük ki bu HAYIR nerdeyse koltukları devirecekti. Belli ki beklenen o ahmak okur onlar değildi. Atatürk’le birlikte savaşanlar ya da o günlerin tanıkları, ninelerimiz dedelerimiz birer canlı belge aramızda hala yaşarken olası mıydı bu? Varılan nokta şaşılan noktadır: Allahın sevmediğini peygamber sopayla kovalar; ortağı olduğumuz Nato, projesinde bir zamanlar önünde saygıyla eğildiği Atatürk’ü temsili düşman olarak gösterdi. Sonra da bugün, 10 Kasımda epey zaman sonra, apansız keskin bir U dönüşüyle Atatürk aşkı yeşerdi. Ki hiç de birden değildir; seçim orada, bu kadar yakın, istikbal sadece yüzde bire bağlıyken, partisi başka başka olsa da ezici çoğunlukta var olan Atatürk sevgisi hiç de görmezlikten gelinecek gibi değil. Zor demiri kesermiş. Malum anlayışın kıtaları Anıtkabir’e akıyor. Anıtkabir oldu olalı böyle bir kitle görmüş değil. Biz Atatürk’ü severiz ve kimseye de bırakmayız… hali sahici olsun olmasın iyi bir başlangıç, etkileyici, ayrıca doğru da… Ne milliyetçilik sadece MHP’nin tekelinde, ne Atatürkçülük CHP’nin… Elbette din de AKP’nin tekelinde olamaz. Bunlar hepimizin paydaları. Bizi ulus yapan unsurlardan bazıları… Ama samimi olmalı, diyeceksiniz. Niyet okumaya hiç gerek yok… Öyle diyorlarsa öyledir ve de sevindiricidir. Anıtkabir’e bu ülkede yaşayan her insan, her anlayış, her düşünce yakışır. Çünkü o kurtarırken şu özellikte, şu giyimde, şu anlayışta olanların dışındakiler… dışarı demedi, ötekileştirmedi, aksine tek vücut yapmaya uğraştı. Anahtarı ve rotayı elimize tutuşturup gösterdiği nihai hedef, ben ne diyorsam o…diye de demedi, çağdaş bilim ve akla ulaşın, dedi. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek olan sizsiniz, dedi. Ona borçlu olduğumuz DEMOKRASİ güzel şey; sizi iktidar, bizi de yönetime eleştirel bakma hakkına sahip vatandaş yapan demokrasi… Ne var ki ben o ütopik hali yeğlerdim. Hiçbir iktidarın halkın Atatürk sevgisine karışmadığı hali. Kuşkusuz inancına, yaşama tarzına, kılık kıyafetine, düşünce ve anlayışına da karışmadığı hali daha çok yeğlerim de karıştırmayalım, şimdi konumuz Atatürk sevgisi… Ülke bu güzel hale bürünmüşken artık itiraf edebiliriz; 1938 sonrası her gelen hükümetin kendi anlayış ve beklentilerine göre içini doldurduğu, daha doğrusu boşalttığı, bazen iyi bazen kötü, kendine göre anlamlandırıp muz gibi her şey yapıp her durumda dayatarak sunduğu Mustafa Kemal ATATÜRK'ten yorulmuş, sıkılmıştık. Bilmeliydik; ergin bir insana nefreti aşılamak kolay, ama sevgiyi aşılamak zordur, hele ben seviyorum, o zaman iyidir, sen de sev, ama gösterdiğim biçimde sev… hali akla ziyan bir uğraştır. İnsan bağrına basacağını ya da uğruna ölüme koşacağı felsefeyi tıpkı aşk gibi kendi yaratır. Dış etkenler olsa bile onu başka bir renge sokup kahramanı yapan gene bireydir. Ne vatanından çok uzakta, Kocaeli Değirmendere'de, KARTACA'yı bile görmeyen denize bakan mezarda artık kemikleri bile kalmayan ANİBAL'in, ne çağlar ötesinden bize, insan asla köle olamaz, diye haykırmayı başarmış SPARTAKÜS'ün, ne daha ASRISAADET döneminde, çağının en büyük dininin peygamberi dedesinin adı unutulmadan FIRAT kıyısında, sorarsan yine kendi dininden olanlarca boğazlanan HÜSEYİN'in, ne Pir Sultan'ın... partisi, hükumeti yoktur, onları yüzyıllarca EZBERLEYİN, diye dayatan, suni bir teneffüsle yaşatan, kalbimize zorla kazıyan...kimse yoktur. HALK ihtiyacını duyduğu kendi kahramanını, idolünü gününden ya da tarihin arşivinden bulur, çıkarır, tozlarını silker, giydirir, süsler zamana ve egemene inat yeniden, olduğundan daha görkemli yaratır ve yaşatır. İhtiyaç duyuyorsa, sen de karanlığa saklı değilsen, dağı taşı Karaoğlan yaptığı gibi... yapar. Ki ATATÜRK bulunması zor tarih de değildir, birilerinin soluğunu ensesinde hissedip dehşete düşeceği kadar yakın ve canlıdır, hala... ATATÜRK’ün egemen sınıflara ya da kör bir disiplin yaratmak için adını kullanacak hükumetlere ihtiyacı yok, O, artık hatasıyla sevabıyla HALKINDIR. Gariptir HALK... Her anlamda ve her yönüyle garip... Dün ölen dedesini anımsamakta güçlük çeken insan, hayatında tek kitaba sahip olmamış insan, bakarsınız tek bir yazılı yapıt bırakmayan, SOKRATES'i felsefesiyle, yaşam öyküsüyle ANIMSAR, ama gel gör ki onu kendini öldürmeye mahkûm edebilecek dende güçlü, çağının en görkemli egemenleri Antik YUNAN'ın 500'LER MECLİSİ'ni bilmez bile... Sen ne kadar karalarsan karala, unutturmaya çalışırsan çalış, o asla KAHRAMANINI unutmaz. Çünkü o senin baskına karşı da sığınağıdır. ATATÜRK ne zaman, tabandan kopuk egemen sınıfların, BEYAZ TÜRKLER'İN kahramanı olmaktan kurtuldu, gerçek yerini buldu, halkın oldu. Mağdur gibi görünüyorsa da aldırmayın, insanın doğasında vardır; ATATÜRK 19 Mayıs 1919’da bile belki yalnız, ama mağdur değil, ne yaptığını, yapacağını bilen, geldikleri gibi giderler diyen bir savaşçıydı. Öyle olsa bile HALK, özünde bir şeyler barındıran, bir şey vadeden omurgalı, ilkeli ve onurluyu sever... Kim ne yaparsa yapsın değişmez bu kural. AKP’nin bir süredir askıya aldığı “Yeni Türkiye” söylemlerine Atatürk’ü de eklemesi hangi niyetle olursa olsun bu ülkeyi kuran adama saygı göstermesi bizi kaygılandırmaz, aksine sevindirir. Akıl geç de olsa üstün geldi, olması gereken buydu deriz. Belki bu endişelendirebilir; iktidarın kendi tarzında olduracağı bir Atatürkçülük dayatması kaygılandırır. Önceden çok gördüğümüz, her gelen iktidarın önce içini boşaltıp, sonra da kendine göre oldurup, gündelik yaşamın her anına yanıt olacakmış gibi amentüye çevirip dayattığı Atatürk’ten yorulmuştuk. Şimdi AKP de aynı yolu izlerse, nasıl bir şey çıkar ortaya merak etsem de korkutur. Yoksa herkesin tam bağımsız Türkiye idealini savunan Atatürk’te birleşmesi doğru olandır. Ne var ki O, gündelik politikanın her zaman üstünde kalmalı. Siyasi çıkarlar için kullanılmayan hiçbir değer kalmadı, Atatürk’ü bari rahat bırakalım. Siz samimiyseniz, bir güzellik yapın, yakasını bırakın, öyle değil böyledir deyip kendi anlayış ve çıkarlarınızı monte ettiğiniz Atatürk hiç de sevimli gözükmeyecektir. Unutmamalı, sizi iktidara taşıyan geçmişin o dayatmalarıdır biraz da. Egemenler Atatürk’ü bıraktıkça halk onu daha da sevecektir. Çünkü olmazsa olmazımızdır O. * 21 Kasım 2017, mavi ADA -zaman değişmeyince....- FOTOĞRAF 29 EKİM 2013'te Bursa Nilüfer'de 5990 gönüllü katılımcının katılımıyla oluşturulmuş dünyanın en büyük ATATÜRK PORTRESİ resmidir. * 21 Kasım 2017

  • Yokluğunu Hissetmediğimiz Dostumuz Değildir

    Şenol YAZICI * Çocukluğuma dair çok fazla şey anımsamam, ne var ki, birkaç olay belleğimden hiç çıkmaz. Bazen zamanın her şeyi bulandıran sisleri arasından olanca netliğiyle fırlar, gelir. Bunlardan biri Ay'a gidilmesiyle ilgilidir. Önünü ardını bilmiyorum ama ilk Ay'a insanoğlunun ayak bastığını duyduğumda herhalde babamın elimden tutup götürdüğü camideki bir mevlitteydim. Büyükler radyodan duydukları bu haberi tartışıyor, büyük bir uğultuyla aya gidilip gidilemeyeceğini konuşuyorlardı. Çevrenin ileri gelenlerinden Ömer Ağa dedikleri hep at üstünde gezen şişman bir adam, hararetli tartışmaya, babamın evdeki sesi gibi kesin bir sesle son noktayı koymuştu. "Aya gidilemez, " demişti. "Çünkü Allah izin vermez. " Bütün tartışma bir anda son bulmuş, kısa bir sessizlikten sonra bu kez her ağızdan ağayı onaylar biçimde ama farklı farklı konuşmalar başlamıştı. Nasıl olduysa birisi itiraz etti. "Allah yarattığı gökten ve gezegenlerden insanın yararlanmasını niye yasaklasın? " Gene büyük bir sessizlik olmuştu. Mırıldanmalar başlamıştı ki, Ömer ağa kararına muhalefet eden adama döndü: "Sen Allah’ın işine karışma," dedi alayla, "Senin ne olduğunu hepimiz biliyoruz. " Ne demek istemişti anlamamıştım ama herhalde bildikleri şeyler ağır şeyler olmalıydı. Tereddütler anında yok oldu. Artık karar kesindi: Bizim orda kırk türlü olanak olsa dahi artık aya gidilemezdi. Hiç aklımdan çıkmayan bu olayın etkisiyle o muhalefet eden eğitmeni hep merak etmiştim. Neydi, nasıl bir suçu ya da sapkınlığı vardı? Hiç unutmadım. Sonradan kazandığım öğretmen okulunda kapıcı olduğunu görmüştüm. Devlet eğitmenini unutmamış gene bir görev vermişti. O zaman öğrendim ki köy enstitüsünü bitirmiş, yani köyün en tahsillisi, yani okur yazar olan ender insanlardan biri adamın herkesin bildiği tek kusuru; o devir muhalif olan bir partiye oy veren birkaç kişiden biri olmasıydı. Öyle önyargılı ve kendinden başka olana öyle tahammülsüz bir yaratık insanoğlu. * ON KASIM'DA maviADA'nın internet sayfasında Atatürk'ü anan benim imzamla bir yazı yayınladık. Derginin ve benim toplam on bini bulan üyelerinden bir bölümü, bazıları sitem ederek bazıları da sessizce ayrıldı. Sövmedikleri için teşekkür etmeliyim herhalde, ama tahammülsüzlüğe içerlemekten de kendimi alamıyorum. İlk fark ettiğimde aldırmadım, sonra sonra içerledim, ne var ki açık tepkim, taraftar yaratmak, karşıtlarını üretmek tarzı bir ilgi girişimi olarak tanımlanır, diye düşünüp sustum. Biri de çekilmedi ama özelden mesajla aydınlattı beni: Atatürk rantına sarıldın bakıyorum, diye. Onu da kendim sildim arkadaşlıktan. İyi de bugünlerde Atatürk'ü sevmek nasıl bir rant sağlar insana ki?.. Olsa olsa akılsızca yanlış zamanlama dedirtir... Övünmek gibi olmasın, ama sen de iyi bilirsin ki, benim aklımın zekatı sülalene de yeter. O halde?! Atatürkçülük'ten rant elde etmeyi düşünsem elbette devlet memuru olduğum günlerde yapar, istikbal sağlardım, oysa layığınca olmamakla suçlandım hep. Kendi ülkemde gurbetçi kaldım. Benimki romantik bir aşkmış, Spartaküs'ü de seviyormuşum, Atatürk'ü de... inanç değilmiş diye gazetede bile yazdılardı, dinimi, niyetimi ve aklımı okuyan bilirkişiler. Gariptir aynı günlerde sık sık orayı CHP'nın arka bahçesi yapmaya uğraşan yöneticilerle çelişkiler yaşasam da, dönemden memnuniyetsizliğimi dile getirebileceğim tek muhalif ortam gördüğüm ADD'nin komisyon başkanlarından biriydim de... Desenize bu da benim aleyhime bir durumdur. O zaman bilin de rahatlayın, bir dönem, küçük burjuva devrimlerine destek veren Lenin'i de, Küba'nın efsanevi devrimcisi Che'yi de çok sevmiştim. Bir dönem çalıştığım Ege kentinde bırakın sağcıyı, İGDli bile bırakmamaya kararlı temizlik yapan sol faşistlerle de kavgalıydım... Cezam nedir ki? Tümden gider beni SİZSİZ ve kimsesiz mi bırakırsınız? Sahi siz birine KİMSE olmuş muydunuz? Kendiniz de dahil... 2002'de maviADA'nın çekirdeği kimseSİZ dergisini yaptığımız günlerde sosyalist, özgürlükçü ve demokrat olduğunu hep söyleyen, kitaplarında Gorki'nin Türkiye versiyonu gibi yazan, onu da hala aşamadığından başka dil geliştiremeyen eski kuşak bir yazarımız, bir yemekte gözyaşlarıyla artık kimsenin kitabını basmadığını, yayınevi bulamadığını söylediğinde üzülerek, gel dergide biraz reklamını yapalım, demiş, bir süre ona yönelik olumlu bir farkındalık oluşturmaya çalışmıştım. Kuruluşuna hiçbir katkısı olmadığı halde derginin pöpüler yazarı olarak göklere çıkardığım, tanıtımını yaptığım o günlerde aramızdan su sızmıyordu. Ta ki derginin o dönem Trabzon temsilcisi olan bir yazarın yazdığı, samimi olmayan Atatürkçülerle ilgili eleştirel bir yazıya dergide yer verinceye kadar... Bana hiçbir şey söylemedi ama bizim yerli Gorki bundan rahatsız olmuştu ya da kendine yeni makam yaratacak bir kaynak bulmuştu. Bir otelin konuklarına verdiği yılbaşı yemeğine davetli giden benim arka çıktığım bu sosyalist, kadınların olduğu ortamlarda içki içmeden sarhoş ve kahraman olma gibi bir meziyeti olan hayli yaşlı yazarımız, övüngenliği tutup, ben sosyalistim, Atatürk'ün olduğu bir dergide yazmam... gibilerinden ver yansın etmişti bize. Hem de derginin temsilcisi olan kimi hanımların yanında yapmıştı bunu. Kulağıma gelince, bu akılcı eleştirini sokağa değil, bana yapsan yol alırdık, farklılığa tahammülü olmayandan sosyalist mi olur, faşistim de bari, diyerek dergiden çıkarmıştım . Hala da konuşmayız. Bu ülke ilginç... Kırk yıl önce böyle olması doğal gelirdi bize, uğruna cihat etmeye değer gözükürdü. Devletin bizzat mimarlığını yaptığı bir toplumsal algı düzenleme etkinliği vardı ve o algının dışında düşüneni linç ederdik. Çünkü belki iyiniyetli ama zır cahildik. Ömer Ağa gibiler ne dese onu doğrulardık. Öylece gençliği sokağa sürdüler, yetmedi beş bin kişiyi sokaklarda kuduz köpekler gibi avladılar, kurşunladılar, bombaladılar, astılar. Sadece neden bıyığın öyle, neden saçın uzun, neden o gazeteyi ya da bunu okuyorsun diyerek başlayan algı değiştirme operasyonlarında. İnkar edecek değilim; Nazım deyişi o "sarışın kurt"u aşkla seviyorum, çünkü o çağdaşlığın aklın bilimin aydınlık yüzü, ışığı... Sadece benim değil, senin de, Kürt'ün de Laz'ın da, Çerkez'in, Müslümanın, ateistin de karanlığa karşı kalkanı oluşundan seviyorum. Başkalarını da seviyorum, Fatih'in İtalyan ressama portresini yaptıran geleneği kıran, çağaşan anlayışını, Kanuni'nin adalet aşkını, Enver'in korkusuz savaşçılığını, Marks'ın ezilen sınıfları kurtarma mücadelesini... Ne var ki onları bir yönleriyle seviyorum, öteki yönleri aklıma geldikçe duralıyorum. Aslında buna takdir etmek, insanlığa katkılarına müteşekkir olmak denir, aşk değil... Oysa ATATÜRK'ü tıpkı CHE gibi, tıpkı Deniz GEZMİŞ gibi, tıpkı ECEVİT gibi aşkla seviyorum, kusursuz ve ideal olarak. Bilmek istersen anlatayım, beni olduran da seni olduran koşullar. Uzatmaya çalıştığım saçım, azıcık genişleyen paçam safımı ilk belirleyen oldu. Koca delikanlıyken bile saçlarımı sıfıra vurup, başıma şapka geçiren beni ancak öyle öğrenci görebilen anlayışı nasıl severdim ki?.. Devlet diye algıladığımız gerçekte geçici bir hükümetin kendi anlayışına göre dayattığı algı zapturaptına hep karşı oldum. Bir parmak çocukken denk geldiğim, biraz sürü psikolojisi, en çok da üst sınıfların zoruyla bilmeden, anlamadan korku ve kaygıyla ama arkadaşlarımı terk edemeyişimin sonucu kerhen katıldığım öğretmen okulu boykotu da anlamadan beni bir siyasete dahil ediverdi. Ülkeme olan sevgim ne olursa olsun, farklı olanı hesaba katmayan, bir saç, bir bıyık, bir gazete... nedeniyle karşı olduğunun ölümüne fetva veren bu anlayışın saflarında olmayı bile sırtını sağlama dayamak alçaklığı görüp tam karşı safı seçme talihsizliği ya da ahmaklığı ya da şansını yaşayanlardan biri olacakyım. O saf dünden bir karış da olsa ilerde ve öğrendiğimdi. Öğrendikçe olgunlaştırdığım, olgunlaştırdıkça estetikleşen ve ötekini de hesaba da katan yaşına, eğitimine, konumuna uygun adam olmaya çalıştı. Ya sen? Sorarsan ihanetim yok dersin, aslım neyse neslim de o olacak da dersin. İyi de asıl ihanet o değil mi, yaratılışın sana insan olarak bağışladığı güç, akıl ve yetenekleri ne kendin, ne ailen ne dünya için kullanmayıp, hiç gelişmeyip aynı ve kendin kalmak, Allah'a da da sana da, ailene de, ülkene de ihanetin en büyüğü değil mi? Mağaradan çıksaydın, bir eve geçmeyi kendine ve kabilene ihanet mi sayacaktın? Kimseyi kandırma. Öğrenme yeteneğin yok, yapmak için eringensin, becerin varsa da körleşmiş, bütün derdin statükoyu korumak, ölene kadar aynı kalmak; penisilin mi icat olmuş, sen ısırgan otu kullanırsın, gavur icadı deyip. FARKINDA MISIN, EN BÜYÜK HAİN SENSİN? Tek fark ben sana tahammül edip seni uyandırmaya çalışıyorum gene de, sense elinden gelse beni haritadan sileceksin. Ben olmazsam, neyim diye soracağın aynan da kalmayacak düşünmüyorsun. Her yasak ve çağ dışı anlayışlarına kaynak gösterip fetva buldukları Atatürk’ü de elbette o dönemki sol gençlik gibi hiç sevmedim. Nasıl sevecektik ki, hiç tanımadığımız ATATÜRK'ü, bizi görünce zebani görmüş gibi davranan ilkokul mezunu bile olmayan cebebrrut mahalle imamı ya da bize zamane veledi gözüyle bakan dedemiz gibi görüyor, onun da yaşasa bıyığımızla, paçamızla, eteğimizle, saçımızla uğraşacak bir köhne anlayışı temsil ettiğini düşünüyorduk. Çarşaf, sarık ve zıpkınlı şalvar döneminde bir onun çağdaş giysilerle dolaşan, her yeniliği ülkesine sanki kişisel eviymiş gibi hevesle aktarmaya çalışan olduğunun resmini bile görmemiştik ki... Ülkemizi kurtaran, Cumhuriyeti kuran kişi olduğu bilinci henüz oluşmamıştı, ezberletilmeye çalışılıyor ama izlenen yöntemler doğru da söylense isyanımızı körüklüyordu sadece... Eskiden sanıyordum ki, sadece biz "cahil" gençler böyleydik, devlet erkini temsil eden umur görmüş yaşlılar tarafsız bir gözle Olimpos'tan bize bakıp halimize üzülüyorlardı. Bilincim artıp anlayışım arttıkça, hele devletin politikasının karanlık yüzü kazaen ortaya çıkıp kirli çamaşırlar saçıldıkça, görüldü ki o umur görmüş yaşlılardı asıl bizi arenada dövüşen gladyatöre çevirenler... Onlardı kişisel iktidarlarına Atatürk'ü kaynak yapan, adına fetva yazanlar. Aslında asıl onlardı Atatürk'ü hiç anlamayanlar, çağdaşlaşma adımlarından zarar gören dedesinin kinini güdenler, onu sevmeyenler, bir miras gibi Atatürk düşmanlığını bilinç altına işleyip gelecek kuşaklara aktaranlar. Onlardı Ömer Ağa gibi Allah adına fetva yazıp kul aldatanlar. Onlar aslında bilgisi, görgüsü sıfır, kerameti kendinden menkul ama düşman yaratmayı, ötekileştirmeyi iş edinmiş, makamını, iktidarını buna borçlu insanların dümen suyunda gitmeyi seviyordu, kendi yargıları, sorgulamaları yoktu. Onlar Deli İbrahim'i seviyordu, onlardı tarihin en eli kanlı adamı Moğol Cengiz Han'ı Türk sayıp baş tacı yapıyordu, onlar Oğuz'un Kayı boyundan gelenleri bu ülkenin gerçek efendisi sayıyor, benim gibi antik karanlıkta Latin eli değmiş bir eyaletten gelenleri parya görüyordu... Ben de onlara düşman oldum. Ne kadar zaman... Bilmem... Ama inkâr edecek değilim, yaşadığım koşullanmışlık ya da akıl körlüğü bir zaman sürmüştür eminim. Yine de olmayan aklına sonsuz köle olanları düşündükçe halime şükretmeli... Şimdi başka türlü düşünüyorum. Kimilerinin Deli İbrahim' i sevmesi ne kadar doğalsa benim de Atatürk'ü sevmem doğaldı. ben ona tahammül edecektim o da bana... Kimileri nasıl simsiyah teniyle zenci doğuyorsa, kimileri de benim gibi çekik gözlü Çinli doğuyordu. Bunda hiç suçumuz yoktu ve öteki kadar bizim de bu dünyanın nimetlerinden yararlanmaya hakkımız vardı. Aynı vatanda, hatta aynı dünyada huzurla yaşamak istiyorsak farklılıklarımızı bir enerjiye çevirip tahammülü öğrenmemiz gerekiyordu. Bazılarının Atatürk'ü anan sitemizde yayınlanan imzamı taşıyan 10 Kasım yazımızı gerekçe gösterip % 3 lük oranda, yani 5000 kişi de 150 kişinin aramızdan yani maviADA üyeliğinden ayrılmasını elbette yadırgadım. Yazıyı yeniden okuyup bir anlayışa bir inanca sataşan bir yanı mı var diye de baktım, ama ben göremedim. Varsa inciten düşmanca bir yanı, ayrılanlardan geri dönmemeleri şartıyla peşinen özür dilerim. Neden geriye dönmemeleri şartıyla… diyorum, biliyor musunuz? Bu anlayış sürdükçe yani kendilerinden olmayanların penceresindeki her camı alaşağı etmeyi görev edindikçe, bütün pencerelerin camsız kalmasının kaçınılmaz olduğunu bilmeyene ne diyeceksin? Sizin Deli İbrahim'i sevmeniz nasıl doğalsa ve ben buna alışmalıysam, sizin de benim Atatürk'e geçe kalmış sevgime de alışmanız gerek diye mi? Ya da Atatürk olmasaydı... diye başlayan aklı olan herkesin anında kestirebileceği olasılık hesaplarını mı sayıp dökecektim. Hadi canım sen de… Olympos’taki iktidar sahiplerinin buyruklarıyla algı belirleyen ya da değiştiren kişi de beni dinleyecek öyle mi? Bana sempatisi zaten benzediğimizi sanmasındandı, birkaç yönlü benzemezliğimizi görünce… İyi ki bu kadar kaldı kendimi açığa vurmam, ben soğanın cücüğünü severim desem acep ne olurdu? Yok istemem, böylesi belki düşmanım değildir, o sevgime itiraz ediyordur sadece, ama dostum da değil, diye düşündüğümden, dönmelerinden bir şey hissetmeyeceğimdir. Eğitimsiz, kaba ve çirkef, ama suret i haktan gözüken, çapına fazla gelen koltuklarda oturmaya heveslenen ve bununla böbürlenen dangalak arife böceklerine, nankör ve ikiyüzlülere, ucuz politika simsarlarına, ciğersiz ama sanala sığınıp mangalda kül bırakmayana, edebiyat çetelerine, anamalcı düzenin temsilcilerine, sanatı ya da politikayı zevzeklik, inanç, ırk, tanıdık, cinsel istismar yoluyla yapmaya çalışan adına da vatan millet adına diyenlere… unutmadan bir de hiçbir şey vermediği dergileri kendilerine hizmet etmeye mecbur reklam aracı, kendilerini Nobel almış sanatçı görene de karşıyım, hatta gündüz sarımsak yiyene, hatta Amerika’nın dünya jandarmalığına da… daha birçok kişiye ya da anlayışa karşı, acizane aklımla onayladığım sevdiğime taraf yazılar yazıyorum, yani aynen sizin gibi. Muhalif ya da taraf olma hakkımı mümkün olduğunca nezaketle kullanmaya çalışıyorum, diyelim ki yine sizin gibi. Ne var ki, ayrıldığımız yer de var; siz ne kadar rahat olsanız da ben de aksi durum var, terbiyem ortalık yerde sövmeme izin vermiyor... İma ediyorum. Ne var ki görüyorum ki hiçbiri üstüne alıp da gitmiyor, ben kovmadıkça. Ne duruyorlar ki?… Yalnızlık üşütür insanı doğru, ama sanalda değil... Hele böylelerinin yokluğu hiç değil... DERLER YA; İNSAN DEDİĞİN İZ BIRAKIR; VARLIĞINI YA DA YOKLUĞUNU HİSSETMEDİĞİN ne DOSTUN ne de DÜŞMANIN DEĞİLDİR... Git be arkadaş, hiç derdim değilsin... *Yazdığım bence il kitap komisyonundan bile onay alabilecek masumiyettteki yazıyı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz. ya da https://www.adadergi.com/single-post/2014/11/10/Senin-Kadar-Y%C3%BCrekli-Olmak-%C4%B0sterdim adresinde bulabilirsiniz. 22 Kasım 2014, 04:17, maviADA

  • İnönü ve Anıtkabir'in Sessiz Buluşması

    Mehmet ŞAMİLOF * ​Her yıl 10 Kasım sabahı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kalbinde, Anıtkabir'de, kimsenin şahit olmadığı ancak tüm bir milletin hissettiği derin bir ritüel yaşanırdı. ​İsmet İnönü. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün en yakın silah arkadaşı, kadim dostu ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci Cumhurbaşkanı. 10 Kasım'lar geldiğinde, resmi törenlerden çok önce, henüz şafak sökmeden Anıtkabir'in o görkemli, ancak o günlerde bir o kadar da hüzünlü atmosferine adım atardı. ​Bu, bir devlet adamının ziyareti değil, bir dostun vedasıydı. ​ ​Kimseye yer vermez, protokolü bir kenara bırakırdı. Atatürk'ün mozolesinin tam karşısına, sanki yıllar önceki Çankaya köşkünde bir çalışma masasına oturur gibi, sessizce yerleşirdi. ​"Dava ve Silah Arkadaşı, En Büyük Dostu..." İnönü, karşısında uyuyan o büyük lidere, Atatürk'e, saatlerce bakardı. Bu, sessiz bir dertleşmeydi. Yılların yükü, memleketin geleceği, omuzlarına binen sorumluluk... Tüm bu konuları, belki de en iyi anlayacak olan tek insana, sessizce anlatırdı. Bu anlamlı ve dokunaklı gelenek, İsmet İnönü'nün son nefesine kadar, bir gün bile aksamadan devam etti. Her 10 Kasım, bir saygı duruşundan çok, iki dev ismin ruhani bir buluşmasıydı. ​Onların dostluğu, sadece uyumdan ibaret değildi. En sert tartışmaları bile memleket meseleleri üzerineydi. Yakın çevrelerince biliniyordu ki, birçok konuda keskin görüş ayrılıkları yaşanabilirdi. Biri, heyecanlı ve vizyoner adımların öncüsü; diğeri, temkinli ve gerçekçi adımların savunucusuydu. Ancak bu tartışmaların bir kavgaya dönüşmesine asla izin verilmezdi. ​İşte tam bu anlarda, o tatlı arabulucu devreye girerdi: Salih Bozok. Atatürk'ün yaveri olan Bozok, tartışmanın tansiyonu yükseldiğinde, tecrübesi ve sevecenliği ile konuyu bir şekilde "tatlıya bağlamayı" başarırdı. Çünkü iki lider de bilirdi ki, bu tartışmalar, kişisel hırslardan değil, sadece ve sadece Türkiye'nin geleceği içindi. ​Anıtkabir'deki o yalnız sandalye, sadece bir anıt değil, aralarındaki o büyük ve eşsiz dostluğun, saygının ve memleket aşkının ebedi bir sembolü olarak kalmıştır.

  • KAHRAMAN

    FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA * Gölgen bir nur işledi güneşe vardığı gün; Seni gördük sesimiz Hak'ka yalvardığı gün, Seni gördük bir mazi dağları sardı ses ses, Bir Akdeniz dalgası buldu içinde herkes... Sana çıkar bu yurdun ararsak son yolu da, Kutlu bir Tanrı oldun güzel Anadolu'da. O kadar eskisin ki şimdi ruhumuzda sen, Bulursun bu sevgide asırları istersen. Ararsan bakışında uzun ovalar erir, Dinlersen gönül denen yüce dağlar ses verir. Bir dünya, bir millete düşman olduğu zaman Sana büyük hızını verdi nabzındaki kan.. Dört sınırın ucunu getirdin bir araya, Dört bucak sevgisini topladın Ankara'ya. Sesin, bir tılsım gibi, yurdu dolaştı yer yer Ve senden öyle keskin hız aldı ki gönüller, Yüzyılda giden vatan bir anda geri geldi... Sonra sanki ruhunda kartal sesleri geldi; Sanki yeni bir ışık süzüldü gözlerinden Ve bir fert, tek başına, bir millet yarattın sen. Bastığın yer tarihten yer alırmış, yok, değil: Bir gününe bir tarih bağışlasak çok değil! Çok değil, kanımızın rengini süze süze, İsmini döğmelerle işlesek göğsümüze.. Çok değil göğsümüzün içine çizsek seni. İsterse bundan sonra ufuk yansın, gök yansın; Çünkü sen bu milletin umduğu kahramansın... Gölgen bir nur işledi güneşe vardığı gün; Seni gördük sesimiz Hak'ka yalvardığı gün. Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

  • Şehrin Gölgesi

    Foto: Yusuf Erbay Şehir ve Gölgeler 1. bu şehir aslında yok çoktan silinmiş resim gördüğüm çizgiler gülün gölgesi…   yaldızı dökülmüş fener şehrin boğuk sesini çekip damarlarına ışığı gizliyor…   savrulan suyun nefesi tenime çarpıyor / üşüyorum… bu hayat aslında yok gördüğüm yalnızca gülün gölgesi…

  • Leonard COHEN; Efsane Bir Bas Bariton

    Leonard Norman Cohen (21 Eylül 1934, Montreal, Québec - 7 Kasım 2016, Los Angeles, ABD[), Kanadalı yazar, şair, romancı, söz yazarı ve müzisyendir. İlk şiir kitabını Montreal'de 1956'da, ilk romanını ise 1963'te yayımlayan Cohen'in erken dönem şarkıları müzikal olarak Avrupa pop müziğine dayanır ve çoğunluğu 1967 yılında çıkan Songs of Leonard Cohen albümünde yer alır. 70'lerde pop, kabare ve dünya müziği üzerine çalışmalar yapan Cohen'in, 80'lerden itibaren tipik olarak bas bariton tonda söylediği şarkılarına kadın vokalistler ve elektronik bireştiriciler eşlik etmiş, çalışmalarında genellikle din, yalnızlık, cinsellik ve kişiler arası karışık ilişkileri konu edinmiştir. Yine Cohen'in şarkıları ve şiirleri pek çok başka şarkıcı ve şarkı yazarını etkiledi. Eserleri binden fazla başka sanatçılarca yorumlandı ve kaydedildi. "Canadian Music Hall of Fame" ve "Canadian Songwriters Hall of Fame"e kabul edilen Cohen, ayrıca ülkenin en büyük sivil şeref madalyası olan "Companion of the Order of Canada" ile ödüllendirildi. 10 Mart 2008'de Lou Reed'in yaptığı bir konuşma sonrası "Rock and Roll Hall of Fame"e kabul edilen Cohen böylece en güçlü ve etkileyici şarkı yazarları arasındaki yerini belgeledi. BİR COHEN ŞARKISI Hayatı Gençlik yılları Cohen 1934 yılında Montreal, Québec'te Polonya-Litvanya kökenli orta sınıf bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak doğdu. Westmount'ta büyüyen sanatçının babası, Nathan Cohen Montreal'in büyük giysi mağazalarından birinin sahibiydi ve Leonard 9 yaşındayken öldü. İsimleri Cohen, Katz, Kagan vs. olan diğer birçok Yahudi ailesi gibi Cohen'in ailesi de Kohanim'in soyundan geldiklerini iddia ediyorlardı. Cohen 1967'de Richard Goldstein'a "Mesihsel bir çocukluk geçirdim. Harun'un torunlarından biri olduğum söylendi." dedi. Ergenlik döneminde gitar çalmayı öğrenen Cohen, Buckskin Boys isimli bir folk grubu da kurdu. Babasının ona bıraktığı vasiyeti ile Leonard edebi hırslarının peşine daha rahat düşebildi. Şair Gelişimi 1951'de McGill Üniversitesi'ne giren Cohen orada McGill Müzakere Grubu'nun başkanlığını da yaptı. İlk şiir kitabı olan Let Us Compare Mythologies 1956 yılında Cohen hala öğrenciyken çıktı. 1961'de yayınladığı The Spice-Box of Earth onu şiir dünyasında özellikle de kendi ülkesi Kanada'da bilinen bir isim hâline getirdi. Mezuniyetten sonra bir yılını McGill'in hukuk fakültesinde bir yılını ise (1956-1957) terk ettiği Columbia Üniversitesi'nde geçirdi. Cohen gençlik yıllarında edebi hırslarına çok ciddi bir iş ahlakı ile yaklaştı. 1960'ların çoğunu şiir ve roman yazarak geçirdi ve yarı münzevi bir hayat yaşamayı tercih etti. Bir Yunan Adası olan Hydra'ya taşındıktan sonra Flowers of Hitler (1964), Gözde Oyun (1963), Görkemli Kaybedenler (1963) isimli kitaplarını yayınladı. Gözde Oyun genç bir adamın edebiyattaki kimliğini arayışını konu alan otobiyografik bir romandır. Aile hayatı 1960'larda Hydra'da kalırken İskandinavyalı romancılar Axel Jensen ve Göran Tunström ile arkadaş olan Cohen, Axel ve eşi Marianne Jensen ayrıldıktan sonra, Marianne ile ilişki yaşamaya başladı. Sanatçı, "So Long, Marianne" şarkısını da Jensen'e yazdı. Uzun yıllar boyunca Axel Jensen'in Joacim (1961) isimli romanındaki Lorenzo karakterinin Cohen olduğuna inanılmasına rağmen, Axel bu karakterde Tunström'den esinlendiğini açıkladı. Her ne kadar Leonard Cohen cesaretsizlik ve korkusunun resmen evlenmesine engel olduğunu söylese de, biyografi yazarı ve film yapımcısı Harry Rasky'e göre, müzisyen 1970'lerde çok derin bir ilişki yaşadığı Suzanne Elrod ile evlendi. Sanatçının Elrod'dan 1972'de Adam isimli bir erkek, 1974'te ise ismini Federico Garcia Lorca'dan alan Lorca isimli bir kız çocuğu oldu. Adam Cohen, şarkıcı/şarkı yazarı olarak 1990'ların ortasında başladığı müzik kariyerine Low Millions isimli bir grubun solisti olarak devam ediyor. Suzanne Elrod, Cohen'in Live Songs isimli albümünün kapak fotoğrafını çekti ve Death of a Ladies' Man albümünün kapağında yer aldı. Cohen ve Elrod 1979'da ayrıldılar. Sanılanın aksine Cohen, en bilinen şarkılarından biri olan Suzanne'i Elrod için değil, yakın arkadaşı heykeltıraş Armand Vaillancourt'un eski eşi Suzanne Verdal için yazdı. 1990'da oyuncu Rebecca De Mornay ile birlikte olmaya başlayan Cohen, Anjani Thomas ile hem bir ilişki yaşadı, hem de birlikte çalıştı. COHEN'in ÜNLÜ ŞARKILARINDAN "HALLELUJAH" 1960'lar ve 1970'ler 1967'de Cohen, bir folk müzik şarkıcısı/şarkı yazarı olarak kariyer edinmek üzere Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşti. O günlerde Suzanne isimli şarkısının Judy Collins yorumu parlamıştı. Bazı folk festivallerinde sahneye çıkan Cohen, Columbia Records'un temsilcilerinden John H. Hammond'ın (Bob Dylan, Bruce Springsteen, Billie Holiday gibi isimlerle de anlaşma yapmış bir isim) ilgisini çekti. Leonard Cohen'in ilk albümü Songs of Leonard Cohen ticari bir başarı kazanmak için çok karanlık bir albümdü fakat yine de folk müzik dünyasında yankı uyandırdı. Albüm özellikle Britanya'nın albüm listelerinde 1 seneden fazla kaldı ve Cohen kült bir isim hâline geldi. Bu albümü 1969'da Songs from a Room, 1971'de Songs of Love and Hate, 1973'te Live Songs ve 1974'te New Skin for the Old Ceremony izledi. 1971'de Cohen'in müziği, Robert Altman'ın McCabe & Mrs. Miller filminin müziği olarak kullanıldı. Şarkılar daha önce yazılmış olmasına rağmen, filmin hikâyesine o kadar uyuyordu ki pek çok kişi Cohen'in film için müzik yaptığını düşündü. Sanatçı, 60'ların sonu, 70'lerin başında ABD, Kanada ve Avrupa'da tura çıktı. 1973'te ise Yom Kippur Savaşı sürerken İsrail'e gidip orada askerlere konser verdi. 1974'ün başlarında piyanist John Lissauer ile yaptığı canlı müzik olumlu eleştiriler alsa da bu çalışmaları hiç kaydedilmedi. Aynı günlerde, Cohen turlarında vokalist olarak Jennifer Warnes ile çalışıyordu. Warnes, Cohen'in ileriki albümlerinde de onunla çalışmaya devam etti ve 1987'de Cohen şarkılarını seslendirdiği Famous Blue Raincoat isimli bir albüm çıkardı. 1977'de Cohen, Death of a Ladies' Man'i yayınladı (Bundan 1 sene sonra 1978'de ise aynı isimli şiir kitabını çıkardı). Albüm "Ses Duvarı" olarak bilinen tekniği de bulan Phil Spector imzasını taşıyordu ve Cohen'in her zamanki minimalist tarzından uzaktı. Albümün kaydedilmesi sırasında pek çok zorluk yaşandı. Söylentilere göre Spector albümü gizli stüdyo oturumlarında hazırladı ve Leonard Cohen'in dediğine göre Spector bir keresinde sanatçıya tatar yayı ile saldırdı. Cohen sonucun acayip fakat aynı zamanda usta işi olduğunu düşünüyor. 1979'da Cohen hayranlarının karşısına geleneksel Cohen tarzındaki Recent Songs albümü ile çıktı. Prodüktörlüğü kendisinin ve Joni Mitchell'in ses mühendisi olan Henry Lewy'nin üstlendiği albümde ud, mandolin gibi oryantalist enstrümanlar da kullanıldı. 2001 yılında Cohen, 1979'da albümün tanıtımı için çıktığı turda canlı kaydedilen şarkılarından oluşan Field Commander Cohen: Tour of 1979 albümünü çıkarttı. 1980'ler 1984'te Cohen, içinde pek çok müzisyen tarafından tekrar yorumlanan Hallelujah'ı barındıran, son derece ruhani bir albüm olan Various Positions'ı çıkarttı. Sanatçının plak firması olan Columbia, sanatçının popülerliği kaybolmaya başladığı için albümü ABD'de yayınlamayı reddetti. Kariyeri boyunca, Cohen'in müziği Avrupa ve Kanada'da ABD'de olduğundan çok daha iyi sattı. Bir keresinde Cohen, Amerikan şirketinin promosyon konusundaki alçak gönüllüğünden ne kadar etkilendiğini ince bir alayla belirtmişti. 1986'da Miami Vice dizisinin French Twist isimli bölümüne konuk oyuncu olarak katılması ve 1987'de Jennifer Warnes'ın albümü Famous Blue Raincoat Cohen'in ABD'deki kariyerini tekrar sağlamlaştırmasını sağladı. Ertesi sene müziğinde sert değişimler olduğunu dinleyicilere gösteren I'm your man 'i çıkardı. Bu albümdeki şarkı sözlerinde Cohen'in toplumsal konularda yaptığı yorumlara ve kara mizaha rastlanır. Songs of Leonard Cohen'den sonra sanatçının en çok alkışlandığı ve popüler olduğu dönem I'm Your Man'ı çıkardığı dönemdi. Bu albümde özellikle First We Take Manhattan ve I'm Your Man parçaları çok tuttu. 1990'lar 1990'da Pump Up the Volume isimli filmde Cohen'in Everybody Knows isimli şarkısının kullanılması sanatçını genç dinleyiciler tarafından tanınmasını sağladı. 1992'de yayınladığı The Future'daki 3 parça -"Waiting for the Miracle", "The Future" ve "Anthem"- Oliver Stone'un tartışmalara yol açan, şiddet içeren filmi Natural Born Killers'ın film müziklerinde yer aldı. Albümle aynı ismi taşıyan parçada, Cohen "Geleceği görüyorum kardeşim: Cinayet var (I've seen the future, brother: It's murder)." diyerek politik ve sosyal çöküntüyle ilgili yakın geleceğe dair bir kehanette bulundu. Aynı albümde bulunan "Democracy" isimli şarkıda ABD'yi eleştirdi fakat aynı zamanda ülkeyi sevdiğini eklemeyi de unutmadı: "Bu ülkeyi seviyorum fakat ülkedeki manzaraya dayanamıyorum(I love the country but I can't stand the scene)". Aynı şarkıda Amerikan halkının politikaya olan ilgisizliğini ve televizyon bağımlılığını da "Solda ya da sağda değilim//Umutsuz küçük ekranda kaybolmak için/Bu gece sadece evdeyim(I'm neither left or right/I'm just staying home tonight/getting lost in that hopeless little screen)" sözleri ile iğneledi. Nanni Moretti'nin 1993 yapımı filmi "Caro Diario"'da Cohen'in I'm Your Man isimli parçası, Moretti Roma sokaklarında Vespa'sı ile dolaşırken çalındı. 1994'te The Future'ın tanıtım turunda iken, Cohen, Los Angeles yakınlarındaki Mount Baldy Zen Merkezi'nde 5 yıllık bir inzivaya çekildi. 1996'da, Cohen'e Rinzai Zen Budist Rahibi unvanı verildi ve sanatçı "sessizlik" manasına gelen Jikhan ismini aldı. Cohen, Mount Baldy'den 1999'da ayrıldı. 2000'ler Cohen, Baldy Dağı Zen Merkezi'nde zen budist rahibi olarak inzivaya çekildiği 5 senenin ardından, 2001'de yapımcılığını Sharon Robinson'un üstlendiği Ten New Songs isimli albümü ile müziğe döndü. Bu albümde Cohen, The Future'ın dışa dönük ve iyimser havasının tersine, yaklaşan ölüm, kaybedilen aşklar gibi romantik ve ilahi kişisel kayıpların yasını tutmaya yöneldi. Ten New Songs albümü, Cohen'in albümlerinde Recent Songs'dan beri pek görülmeyen bağdaşık yapısını, Robinson'un katkısına borçludur. Albümde yer alan "Alexandra Leaving" isimli şarkı, Kavafis'in "Tanrının Antonius'u Bırakmasıdır" şiirinin çarpıcı bir uyarlamasıdır. Bu albüm Cohen'in en keskin olmasa da en melankolik albümüdür. Ekim 2004'te Cohen, aynı zamanda sevgilisi olan jazz şarkıcısı Anjani Thomas'ın işbirliği ile hazırladığı Dear Heather albümünü yayınladı. Sharon Robinson da, birinde Cohen ile düet yaptığı üç şarkı ile albüme katkıda bulundu. Önceki albümü ne kadar karanlıksa, Dear Heather da o derece aydınlık bir albümdü ve Cohen'in ruh hâlindeki değişimin bir yansımasıydı. Cohen de birkaç röportajında, yaşlanmaya bağlı nörolojik değişiklikler sebebiyle depresif ruh halinin hafiflediğini açıklamıştı. Dear Heather Cohen'in belki de en az bağdaşık, en deneysel ve oyunsu albümüdür. Başta albüme isim veren olmak üzere şarkılardaki bu üslup Cohen'in pek çok hayranının tepkisini çekti. Canadian Songwriters' Hall of Fame'e kabulünün ardından verdiği bir röportajda Cohen; bu albümün aslında tematik bir not defteri ya da karalama defteri sayılması gerektiğini, albümün piyasaya çıkışının hemen ardından daha düzgün şekilde bir kez daha kaydedilmesinin planlandığını, ancak eski bir menajeri ile yaşadığı yasal sorunlar sebebiyle bu planın gerçekleştirilemediğini açıkladı. 8 Ekim 2005'te Cohen, uzun süre birlikte çalıştığı eski menajeri Kelley Lynch'in, emeklilik hesabındaki 5 milyon dolar ile şarkılarının yayın haklarını zimmetine geçirdiğini, kendisine de sadece 150.000 dolar bıraktığını öne sürdü. Bunun karşılığında bazı eski iş arkadaşları da Cohen'e dava açtı. Bu olaylar onu ilgi odağı hâline getirdi. Kanada'da yayınlanan Maclean's Magazine'de, Cohen hakkında "Devastated!" (harap olmuş) başlıklı kapak haberi yer aldı. Los Angeles bölgesi üst mahkemesinde görülen dava Mart 2006'da sonuçlandı ve Cohen 9 milyon dolarlık tazminata hak kazandı. Ancak Lynch bu kararı umursamadı ve finansal kayıtlarını mahkemeye bildirmesi için gelen celbi yanıtlamadı. Sonuçta Cohen'in bu parayı hiçbir zaman tahsil edememe durumu ortaya çıktı. Cohen ve Anjani'nin birlikte yazdıkları şarkılardan oluşan Blue Alert albümü, 23 Mayıs 2006'da yayınlandı ve olumlu tepkiler aldı. Bu albümdeki tüm şarkıları söyleyen Anjani, bir eleştirmene göre "Cohen'in kadın olarak yeniden doğmuş" haliydi ve "tek bir nota bile seslendirmemiş olsa da Cohen'in sesi, albüme bir sis gibi sinmişti." Cohen'in 1961 tarihli şiir kitabı The Spice-Box of Earth'te yer alan As the mist leaves no scar isimli şiirinden, True Love Leaves No Traces adıyla Spector tarafından bestelenmiş ve Death of a Ladies' Man'de yer almış olan şarkı, yeniden düzenlenerek bu albüme dahil edildi. Cohen'in şiir ve çizimlerden oluşan kitabı Book of Longing Mayıs 2006'da yayınlandı. Mart ayında, Toronto'da kurulu bir firma, ön sipariş yoluyla satın alınacak ilk 1500 kopyanın Cohen tarafından imzalanacağını duyurdu ve kitaplar birkaç saat içinde tükendi. Kitap kısa sürede Kanada'daki çok satanlar listesinde birinci sıraya yükseldi. Cohen 13 Mayıs 2006'da, on üç yıl sonra ilk defa toplum içine çıktı ve Toronto'daki bir kitapçıda düzenlenen tanıtım toplantısına katıldı. Toplantıya katılmak isteyen yaklaşık 3000 kişinin kitapçının önünde toplanması sebebiyle civardaki caddeler trafiğe kapatıldı. Cohen toplantıda, Barenaked Ladies ve Ron Sexsmith ile birlikte, eski ve tanınmış iki şarkısı olan So Long, Marianne ve Hey, That's No Way To Say Goodbye'ı seslendirdi. Toplantıya ayrıca yeni albümünü tanıtan Anjani de katıldı. Cohen, 13 Ocak 2008'de hayranlarının uzun süredir beklemekte olduğu dünya turunu başlatacağını açıkladı. Cohen'in son 15 yıldaki ilk turu olan bu turne Mayıs 2008'de başlayacak ve Kanada ile Avrupa'yı kapsayacak. Cohen tur çerçevesinde The Big Chill Festivali'ne ve 29 Haziran 2008'de de Glastonbury Festivali'ne katılacaktı. Mart 2008'de Cohen, "en esin verici bestecilerden biri" olduğu için American Rock and Roll Hall of Fame'e kabul edildi. Cohen 1988 Temalar Aşk, seks, din, psikolojik depresyon ve müziğin kendisi Cohen'in eserlerinde en çok görülen temalardır. Diğer temalar kadar olmasa da şarkılarında politikaya da rastlanır. Aşk ve cinsellik popüler müziğin ortak konusu olmasına rağmen sanatçının romancı ve şair altyapısı sayesinde Cohen'in işlerinde bu temalar daha karanlık ve derin bir hal alır. Örneğin Suzanne ve Joan of Arc dinsel bir meditasyona sahip özlem dolu aşk şarkılarıdır. Evliliği en yakın arkadaşının karısıyla birlikte olması sonucu bitmiş bir erkeğin arkadaşına yazdığı mektup olan Famous Blue Raincoat’ta şöyle seslenir adam eski en yakın dostuna: “Sanırım seni özledim/Sanırım seni affettim...”. Everybody Knows'un bir bölümünde ise AIDS'in sert yüzüne "... Çıplak adam ve kadın/Geçmişin parlayan sanat eserleri" diyerek dokunur. Sisters of Mercy 'de Cohen, Edmontonlı iki kadına rastlamasının ardından bir otel odasında gerçek sevgiyi bulmasını anlattı. İddialara göre Chealse Hotel' de ise Janis Joplin ile yaşadığı tek gecelik ilişki sonrası, bu duygulardan uzak gecenin yarattığı gerçek bir aşktan daha karışık duyguları anlattı. Cohen'in Yahudi geçmişi kendini en çok Story of Isaac ve sözleri ve melodisi bir 11. yüzyıl şiiri olan Unetaneh Tokef'i andıran Who by Fire isimli şarkılarında gösterir. Various Positions albümünde Yahudi-Hristiyan temalar daha geniş yer bulmuştur. Müziğin ikinci planda kaldığı Hallelujah şarkısı, Davud'un "Tanrı'yı mutlu edecek" bir şarkı besteleyişini hatırlatarak başlar, Bathsheba ve Samson'a referanslarla devam eder. Kariyerinin başlarında, henüz bir roman yazarıyken, Görkemli Kaybedenler isimli romanında Katolik ve aynı zamanda bir Amerikan yerlisi olan Catherine Tekakwitha üzerine yazdı. Cohen, ayrıca budizm ile 1970'ten beri ilgili ve 1996 yılında budist rahibi unvanını aldı. Her şeye rağmen, sanatçı kendisini bir Yahudi olarak kabul ediyor ve "Yeni bir din aramıyorum. Eskisi ile (Musevilik) mutluyum." diyor. Cohen hayatının büyük bir bölümünde depresyon çektiği için, özellikle ilk eserlerinde depresyon ve intihar temaları önemli yer tutar. Beautiful Losers'taki kahramanın karısı kanlı bir şekilde intihar eder, Seems So Long Ago, Nancy intihar hakkındadır, kara komedi unsurları içeren One of Us Cannot Be Wrong'da intihardan bahsedilir, Dress Rehearsal Rag'de ise son dakikada vargeçilen bir intihar anlatılır. Please Don't Pass Me By ve Tonight Will Be Fine gibi şarkılarda genel bir depresif hava vardır. Yukarıda bahsedilen Hallelujah'ın yanı sıra Tower of Song, A Singer Must Die ve Jazz Police gibi pek çok şarkıda ise, müziğin kendisi bir tema olarak yer alır. Özellikle son dönem albümleri kültürel olarak son derece muhafazakâr unsurlar içerse de Cohen, bu albümlerinde, solcu politikaların izahı için sosyal adaleti sık sık konu etti. Örneğin Democracy isimli şarkısında "Kargaşaya karşı savaşlar/... gece ve gündüz sirenler/...evsizlerin ateşleri/...gaylerin külleri" diyerek huzursuzluğunu dile getirdi ve şarkıyı Amerika Birleşik Devletleri'nde demokrasi olmadığını söyleyerek bitirdi. Bu şarkıdaki klasik sol duruşun bir benzeri Tower of Song'daki "Zenginlerin kanalları var fakirlerin yatak odasında/Kudretli bir yargılama yaklaşıyor onlara" sözlerinde de görüldü. The Future 'da "Yükselen ve düşen milletler görüyorum/.../Fakat sevgi hayatta kalmak için tek motor" diyerek kehanetini barışçı bir şekilde dile getirdi. Anthem'de "Yüksek mevkilerdeki, dualarını bağırarak okuyan katiller/... benden duyacaklar." dedi. The Land of Plenty 'de ise Birleşik Devletleri (belki de varlıklı batı ülkelerinin tamamını) şu sözleri ile anlattı: "Bolluklar ülkesindeki ışıklar bir gün gerçeği parlatabilirler". Eserlerindeki sürekli temalardan biri olan savaş konusunda Cohen'in fikirleri erken dönem eserlerinde - ve hayatının ilk dönemlerinde - görüldüğü üzere çelişiktir. 1961'deki ABD-Küba gerginliği sırasında Küba'da yaşamış ve söylentilere göre Che Guevara tarzı sakal bırakmış olan Cohen, Field Commander Cohen şarkısında kendini Fidel Castro ile sohbet eden bir asker/ajan olarak hayal eder. Bu şarkı, Cohen'in bir cephe görevinde İsrail hava kuvvetlerine katılışının hemen ardından yazıldı. Bu görevin izleri ise Night Comes On şarkısındaki Mısır'da savaşıyorduk sözlerinde görüldü. 1973'teki Yom Kippur Savaşı'nda İsrail tarafında yer almak için Kudüs'e giden Cohen silah altına alınmadı ancak Sina Yarımadası'ndaki cephelerde bulunan tank mevzileri için düzenlenen bir moral turunda görevlendirildi. Bu mevzilerden birinde ateş altında kaldı. Ayrıca kendisine olan hayranlığını açıklayan ve o sırada henüz general olan Ariel Şaron ile konyak içti. Yaralı ve ölü İsrailli askerleri gördükçe hayal kırıklığına uğradı ve İsrail'e destek vermek için, Bu sana bir kalkan olsun, düşmana karşı bir kalkan sözleriyle sona eren Lover Lover Lover isimli şarkıyı yazdı. Cohen kendi eserlerine benzemeyen Irving Berlin'in Always 'i ya da Marlena Shaw'un az tanınan soul şarkısı Be for Real gibi aşk şarkıları da kaydetti. Son zamanlardaki politik görüşlerinde ezilenlerin, "görkemli kaybedenlerin" tarafında oldu. Gerek Anna Marly ve Emmanuel d'Astier tarafından yazılmış bir Fransız Direnişi şarkısı olan The Partisan'ı seslendirmesi, gerekse yenilmiş bir kral yanlısının bakış açısıyla The Old Revolution şarkısını yazması, kariyeri boyunca ezilenlere karşı duyduğu sempatinin ve verdiği desteğin göstergesidir. Cohen savaşa yanlısı gözükse de, en "militan" albümü sayılabilecek olan New Skin for the Old Ceremony'de olduğu gibi savaş, aslında genelde kültürel ve kişisel sorunlara ilişkin bir metafordur. Cohen, politik ve kültürel konulardaki kötümser fikirlerini eserlerinde mizah ile harmandı. Nüktedanlığı ile keskin gözlem gücünü bir arada kullanarak sözel oyunlarla dolu ve hatta neşeli şarkılar yazdı. Örneğin Tower of Song'da, kalın sesiyle bilinen cohen ironik biçimde altın bir ses yeteneğiyle doğduğunu söyler. Karamsar bir şarkı olan Is This What You Wanted?'da sen Babil bayramının fahişesiydin / ben ise Rin Tin Tin mısraları yer alır. Konserlerinde ise zaman zaman şarkılarının sözleriyle oynar ve bir şarkıyı başka bir şarkısından ya da şiirinden bölümler kullanarak anons eder. Unvanları ve onur ödülleri 1968'de Cohen İngiliz dilindeki şiir ya da oyun kategorisindeki Devlet Genel Ödülü'nü almayı reddetti. 1991'de "Canadian Music Hall of Fame"'de çalışmaya başladı. 1993'te Yılın Erkek Solisti dalında Juno Ödülü kazandı. 1994'te Yılın Şarkı Yazarı dalında Juno Ödülü kazandı. 1996'da Rinzai Budist Rahibi oldu. 2001'de Ten New Songs isimli albümünün Fransa'da 100.000 adetten fazla satılması sebebi ile SNEP Ödülü'nü aldı. 2003'te Kanada'nın en büyük sivil onur madalyası olan "Companion of the Order of Canada"yı aldı. 2004'te Görkemli Kaybedenler "Canada Reads 2005" ödüllerine aday oldu. Kitap seçilip Rufus Wainwright tarafından kazanan olarak ilan edilmesinin ardından, komite Wainwright'ın yerine Molly Johnson'ın jüriye alındığını duyurdu. 2006'da "Canadian Songwriters Hall of Fame"e kabul edildi. 2007'de Herbie Hancock's'un albümü The Joni Letters'ta görev alan sanatçılardan biri olması sebebiyle Grammy Ödülü kazandı.[20] 2008'de "Rock and Roll of Fame"e kabul edildi.[21] Cohen ve Doğu Avrupa Cohen'in şarkıları Doğu Avrupa'da çok uzun süre yasaklı kaldı. Bu ülkelerdeki komünist devlet yapısının ve bu yapının sansür anlayışının çökmesinden sonra bazı Doğu Avrupa ülkelerinde (çok azında) Cohen'in şarkıları başarılı bir şekilde kendi dillerine çevrildi. Yine de eski Doğu Bloğu ülkelerinden sanatçının şarkılarını karşı koyulmaz bir şekilde tanıyan ve coşku ile karşılayan Macaristan oldu. Bu durumun sebebi, güçlü ve sözü geçen Budapeşteli sanatçı ve müzisyenlerin büyük çoğunluğunun İkinci Dünya Savaşı sonrası (1946-1949) dünyaya gelmiş Yahudi kökenliler olmasıydı. Örneğin Macaristan'daki çok popüler sanatçılardan biri olan komedyen, şarkıcı, aktör ve film yapımcısı András Kern (1948-) önemli Cohen yorumcularından biridir. Kern, 1998'de, yine Macaristan'ın tanınmış şarkı ve şarkı sözü yazarlarından Péter Fábri ile birlikte, bir düzineden fazla Cohen şarkısının Macar versiyonlarından oluşan Engem Vársz (Beni Bekliyorsun) isimli bir albüm çıkardı. Film Leonard Cohen ile ilgili, Donald Brittain ve Don Owen tarafından yönetilmiş, yapımcılığını the National Film Board of Canada'nın üstlendiği 1965 yapımı Ladies and Gentlemen... Mr. Leonard Cohen isimli bir belgesel çekildi.[22] Bu belgeselden 31 yıl sonra 2006 yılında ise Leonard Cohen: I'm Your Man gösterime girdi. Film, 2005'te Sidney Opera Binası'nda çeşitli sanatçıların görev aldığı Came So Far For Beauty isimli Cohen'e saygı konseri sırasında çekildi. Lian Lunson tarafından yönetilen filmde Nick Cave, Beth Orton, Antony and the Johnsons'un Antony'si, Rufus ve Martha Wainwright yer aldı. Aynı filmde Cohen ve U2'nun Tower of Song yorumuna da yer verildi. Sanatçıların Cohen şarkı yorumları ve Cohen hakkındaki fikirlerinin yanı sıra sanatçının yaşamındaki ve kariyerindeki önemli kısımlarla ilgili bizzat Cohen'in yorumlarına da yer verildi. 2003 yılında Kanada'da Gözde Oyun isimli romanı filme çekildi. Ayrıca Cohen, The Tibetan Book of the Dead: A Way of Life isimli bir belgeselde anlatıcılık da yaptı. 1985'te ise Lewis Furey ile ortak yazdıkları ve müziklerini de yaptığı Night Magic isimli bir film çalışması yaptı. Diskografi Cohen'in bütün albümleri Columbia Records'tan çıktı. Stüdyo albümleri Albüm Adı Çıkış Tarihi Songs of Leonard Cohen 27 Aralık 1967 Songs from a Room Nisan 1969 Songs of Love and Hate Mart 1971 New Skin for the Old Ceremony Ağustos 1974 Death of a Ladies' Man Kasım 1977 Recent Songs Eylül 1979 Various Positions Aralık 1984 I'm Your Man Şubat 1988 The Future Kasım 1992 Ten New Songs 9 Ekim 2001 Dear Heather 26 Ekim 2004 Old Ideas 31 Ocak 2012 Popular Problems 2014 You Want It Darker 21 Ekim 2016 Canlı albümleri Albüm Adı Çıkış Tarihi Live Songs 1973 Cohen Live: Leonard Cohen in Concert 1994 Field Commander Cohen: Tour of 1979 2001 Derleme albümleri Albüm Adı Çıkış Tarihi The Best of Leonard Cohen 1975 So Long, Marianne 1991 More Best of Leonard Cohen 1997 The Essential Leonard Cohen 2002 Kitapları Let Us Compare Mythologies (1956-şiir) The Spice Box Of Earth (1961-şiir) The Favorite Game (1963-roman) Gözde Oyun, Çev. Berat Çelik, Altıkırkbeş Yayınları, Aralık 2006 En Sevilen Oyun, Çev. Algan Sezgintüredi, Versus Yayınları, Temmuz 2008 Flowers For Hitler (1964-şiir) Parasites of Heaven (1966-şiir) Beautiful Losers (1966-roman) Görkemli Kaybedenler, Çev. Nezih Onur, Altıkırkbeş Yayınları, Nisan 2000 Görkemli Kaybedenler, Çev. Algan Sezgintüredi, Versus Yayınları, Temmuz 2008 Selected Poems: 1956-1968 (1968-şiir) The Energy of Slaves (1972-şiir) Death of a Ladies' Man (1977-şiir) Stranger Music (1993-şiir)

  • ESKİ BİR MEKTUP

    DOĞAN SOYDAN * Bu sabah ilginç bir mektup okudum. Şair Ahmet Haşim, Demokrat Parti kurucularından ilk Savunma Bakanı Refik Şevket’e Niğde’den göndermiş. Anadolu halkının o günkü sefil yaşamını anlatan bir mektup… Okurken içimizi ürperten bazı paragrafları alıntıladım. Cumhuriyet'in önemini anlamak, kavramak için fazla söze gerek yok. *** “Refik; Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere Ankara’ya gönderdiği bir tıp heyetinin büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği. Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasız nakil araçları kağnıdır. hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat, hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevk eden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim. Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdinde kıymeti hayret vericidir. Sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküzlerin ... bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adımlarla koşarak, öküzün ... düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan göz bebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. Bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar. Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. Bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir… Anadolu, hemen bir uçtan bir uca frengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder... Bu gözlemlerin ortaya koyduğu, Anadolu’nun, taş devrinden kalmış, orta çağ koşullarına indirgenmiş, geri kalmış o düzeye itilmiş bir toplum olduğudur.” *** Bu mektuptan da anlaşılıyor ki Osmanlı, Anadolu halkını “b.k.n içinde” yaşatmış. Ne acıdır ki Anadolu insanına o sefaleti ve sefil yaşamı reva gören Osmanlıya, bugün en çok da o sefaleti yaşayanların çocukları, torunları hayranlık duyuyor, sahip çıkıyor. Bilgisiz, bilinçsiz yapay bir milliyetçilik sevdası… İşte Osmanlı döneminde Anadolu'nun ve Anadolu insanın ahvali bundan ibaret…

  • Yardımseverlik Evcilleştiren Bir İlişki midir?

    Suat DELİBAŞ Dönemin bakanı Edirne ziyaretinde kanser ilaçlarının tedariki için derdini anlatmaya çalışan Dilek ÖZÇELİK'e cebinden çıkardığı parayı vermek istemişti. Dilek, bu davranış karşısında gözyaşlarına boğulmuş ve " Ben dilenci değilim !" diyerek kendisine uzatılan parayı reddetmişti. Aslında bir yurttaş olarak Dilek ile devletin temsilcisi bakan arasında cereyan eden hadise, üzerinde düşünülmesi gereken derin bir sosyolojik ve siyasi meselenin kapısını aralar. Ülke olarak içinde bulunduğumuz bazı gerçeklikleri ve olması gerekeni gözler önüne serer. Bu diyalog, bir yurttaş ile devlet temsilcisi arasındaki ilişkinin doğasını, yardımseverlik olgusunun ardındaki güç dinamiklerini ve vatandaşlık bilincinin anlamını sorgulamamıza vesile olur. Dilek , bir "yurttaş " olarak bakandan yardım dilenmiyordu . kendisini bu duruma iten devletin, asli görevini işaret ediyordu. Devlet bu ilacı temin etmeli, karşılamalı ve ben gibi olanların güvencesi olmalıdır. Ha keza devletin asli görevi de bu değil midir? Vatandaşını yardıma muhtaç etmemek! Bakanın yaklaşımı ise "yardıma muhtaç duruma itilmiş" Dilek'in yerini göstermek ve “ edilgen" konumunu hatırlatmaktı. Bu, devletin sosyal sorumluluklarını bir lütuf gibi sunma eğiliminin bir tezahürüydü. Peki yardımseverlik bir " evcilleştirme " aracına dönüşebilir mi? Doğada kendi başına bir hayvan, yaşamını en iyi şekilde idama ettirir. Muhtaç değildir. Özgürdür. Evcilleştirilmiş bir hayvan ise insanın yardımına muhtaçtır. Edilgen pozisyondadır. Sahibi onu kendisine muhtaç olacak pozisyona getirmiştir. Onun verdikleri ile beslenmek, onun koyduğu kuma ihtiyacını gidermek, onun sevgisine muhtaç olmak ve sınırları belirlenmiş bir alanda yaşamak zorunda kalmıştır. İtiraz edemez aksine itaat eder. Doğada yaşayan hayvan ile evcil hayvan arasındaki fark ; doğadaki hayvanın lehinedir çünkü o özgürdür. Aynı şekilde, yardım ilişkisi de taraflar arasında bir bağ kurar. Ama bu bağ eşitlik temeli üzerinde devam eden bir ilişki değil; etken ve edilgen pozisyonda ilerleyen bir ilişkidir. Bu durum, yalnızca bireysel ilişkilerle sınırlı değildir. Günümüzde yardımseverlik; vakıflar, dernekler, cemaatler ve siyasi partiler gibi yapılar eliyle kitlesel bir kontrol mekanizmasına dönüşmüştür. Ve bu etken grup yöneten pozisyonundadır. Karşısındakinin pozisyonundan da gayet memnundur. Yoksulluğun sürdürülebilir kılındığı, insanların “yönetilebilir” kitleler haline getirildiği bu düzende; güç olma, yönetme, konsolide edebilme ve artı psikolojik tatmin. Yardım edilen kişi ise "eleştirel bir bilinç" sahibi olmadığı için bulunduğu pozisyonu, neden bu durumda olduğunu ve bu durumdan kurtulmanın yollarını sorgulayamaz, mücadelesini veremez. Üniversite öğrencisi Dilek ise bu bilince sahiptir. Ben dilenci değilim diyerek, bir "yurttaş" olduğunu ve devletin yurttaşına sağlığıyla ilgili her türlü hizmeti sunması gerektiğini hatırlatıyordu. Bunu en iyi dillendirebileceği ve kamuoyu oluşturacağı ortamı gözetmiş ve yakalmıştır. Paulo FREİRE, " Eleştirel Bilinç İçin Eğitim " adlı kitabında; " Yardımseverliğin en büyük tehlikesi şiddetli diyalog karşıtlığıdır ; bununla sessizliği ve edilgenliği empoze etmek suretiyle insanların bilinçlerini geliştirmeye da " açmaya " yatkın koşulları yadsır ." der. Yardımseverlik kişiler arası bir ilişki durumundan öte kurum, kuruluş, vakıf, dernek, cemaat, siyasi partiler ve onlara bağlı çeşitli yapılar elinde bir iktidar aracına dönüştürülmüştür. Bu yapılar Ellerindeki güç sayesinde kitlelerin mahkum edildiği yoksulluğu çok iyi yönetmektedirler. Yardıma muhtaç bırakılmış, bulunduğu durumu sorgulamayan, ayıkmayan, yönetilebilir, istendiği zaman bir fikir, bir grup, bir kişi, bir parti... etrafında konsolide edilebilen topluluk. Yardımsever kurum ve kuruluşlar geleceği kendi anlayışları doğrultusunda dizayn edebilmek, yürütmek, gücü ve kontrolü elinde tutmak için " yardımseverlik" düzeninin en yılmaz savunucuları olmaya devam edeceklerdir. Unutmamak gerekir ki yardım eden el, aynı zamanda “yer gösteren” eldir. Bu el, karşısındakini borçlu kılar; minnettarlıkla, hatta bazen suçlulukla bastırır. Aslolan ise devletin vatandaşını yardıma muhtaç etmemesidir. Herhangi bir afette televizyonlarda bir gösteriye dönüşen; "hayırseverlik" egosuna muhtaç edilmemiş, hak temelli ve onurlu bir " yurttaşlık bilinci"ne sahip bireyler olunca gerçek bir toplum oluruz. Yardımseverliğin psikolojik rahatlık, tatmin veya ruhunu tamir etme boyutu ise bana sorarsanız insanlığın en aciz halidir .

  • Yapamadığımız

    - Rahşan'a- Bülent ECEVİT * Akşam kapı eşiğinde bir terli giysi gibi Soyunmak vardı derdinden evrenin Bir entari serinliğini giyinmek Kendi derdini tespih gibi çekmek elinde Yün örmen vardı akşamları koltuğa gömülü Karşında polisiye roman okumak vardı Sorgusuz bakışmak yoruldukça gözlerimiz Sevinçsiz gülmek üzüntüsüz ağlamak Oturmağa konuklar gelmesi bazen Çevresinde bir masanın kaygısız Sıcacık konularda bir demli çay gibi Bilmedik komşularla konuşmak Dünyamızla uyuşmak vardı Oyunda sonunu görmeden oynamak Sevinebilmek kazandığına Yitirdiğine yerinebilmek Düşünmiyebilmek yoruldukça düşünmekten Kamaştıkça örtebilmek gözlerini Düşlerde bile ışıktan sakınarak kendini Uyayabilmek vardı vaktinde rahat * 26 Mayıs 2020, maviADA Dergisi

  • Albert Camus

    d. 7 Kasım 1913 - ö. 4 Ocak 1960), Fransız yazar ve filozof. Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir "varoluşçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanarak, Rudyard Kipling'den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında ÖLMÜŞTÜR. Hayatı Çocukluğu ve gençliği 20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913'te Cezayir'in (Fransız Cezayiri: O dönemde bir Fransız sömürgesi) Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası Alsaslı, annesi ise İspanyol'du. I. Dünya Savaşı sırasında, 1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi'ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. Hastalığı yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936'da tamamlayabildi. 1934'te Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist öğretisine (doktrinine) desteğinden ziyade, İspanya'da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus, 1934'te Simone Hie'yle evlendi. Simone, bir morfin bağımlısıydı ve Camus'yle evlilikleri, Simone'nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935'te "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu. Fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi. 1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı. II. Dünya Savaşı'nın henüz "Tuhaf Savaş" olarak adlandırılan ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux'ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan "Yabancı" ve "Sisifos Söyleni"ni tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terk edip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris'e döndü. Edebiyat kariyeri Camus II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası'na karşı oluşmuş Fransız Direnişi'ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak "Combat" adında bir gazete yayımlamaya başladı. 1943'te gazetenin editörü oldu; fakat 1947'de "Combat" ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşmiştir. Savaştan sonra, Sartre ve Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain'deki Café de Flore'u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika'yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre'dan da uzaklaştırdı. Camus, 1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve "Başkaldıran İnsan"ı yayımladı. BAŞKALDIRAN İNSAN kitabı, Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre'la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus'yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye Camus, 1950'lerde kendini insan haklarına adadı. 1952'de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco diktatörlüğündeki İspanya'yı üye olarak kabul edince UNESCO'daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insanlık dışı bir sertlik kullanan Sovyet metotlarını eleştirdi. Pasifistliğini koruyan Camus, idam cezasına karşı savaşını sürdürdü. Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlakî bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızları tasvir ederken kullandığı sıfat olan "siyah ayak"tı. Ancak, sonunda, savaşta Fransa hükümetini savunuyordu. Kuzey Afrika'da başlayan isyanın, aslında Mısır önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler Birliği'nin işleri olduğunu düşünüyordu. Cezayir'in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyor; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte yandan, Araplar'la "siyah ayak"ların beraber yaşayabileceğini düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulması için gizlice çalıştı. Camus, 1955 ve 1956 yıllarında Fransız "L'Express" dergisinde yazdı. Bunların ardından 1957 yılında Camus Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Nobel Ödülü'nü aldıktan sonra büsbütün genişleyen ünü, onu XX. yüzyıl dünya edebiyatının başköşesine yerleştirdi. Genel yaklaşım Nobel ödülünün bir önceki yıl yayımlanan "Düşüş" için değil, idam cezasına karşı yazdığı "Réflexions Sur la Guillotine" makalesi için verildiğidir. Stockholm Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşma esnasında Cezayir konusundaki hareketsizliğini savundu. Fakat daha sonra Cezayir'de yaşayan annesinin başına ne geleceği konusunda meraklandığını bildirdi. Çelişkili sayılan bu durum Fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı. Ölümü Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında "Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu öldü. Daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuştur. Büyük bir olasılıkla, Camus gideceği yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. İronik biçimde, Camus daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmişti. Kazanın gerçekleştiği Facel Vega marka otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da Camus'yle birlikte öldü. Çek şair Jan Zábrana günlüklerinde "güvendiği birisinden Camus'un KGB tarafından öldürüldüğünü duyduğu" söylemiştir. Camus'un biyografisini yazan Olivier Todd iddiaya dair daha sonraki araştırmalarında Sovyet arşivlerinde iddiayı destekleyen bilgi bulamamıştır. Camus Lourmarin Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de gömülmüştür. Albert Camus, mezartaşı Camus'nün ölümünden sonra telif hakları Camus'nün çocukları olan, Catherine ve Jean Camus'ye devredildi. Ölümünden sonra 1970'te "Mutlu Ölüm", 1995'te de öldüğünde hala bitmemiş olan "İlk Adam" yayımlandı. Camus'ye göre "absürd" Camus'nün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof bu felsefesini "Sisifos Soyleni"de açıklayıp "Yabancı" ve "Veba" gibi romanlarında da işlemiştir. Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır, Camus "saçma"nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar. Camus, makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık.. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleni'de bu dualizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak "Absürt"ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Fakat Camus intihardan yana değildir,[4] yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz. Varoluşçuluk ve absürdizm hakkındaki görüşleri Bazı eleştirmenler Camus'yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus'nün kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar: "Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söyleni'dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.[5] Camus felsefesini en iyi anlatan sözlerinden biri de; 'hayat hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız.'dir. Hayatın bir anlam aramaya çalışmayacak kadar kısa olduğunu, nihayetinde bir anlamı olmadığı, anlamı olsa bile olmasının hiçbir şey değiştirmeyeceğidir. Bu yüzden insanın yapabileceği en iyi şey hayatını yaşamak olacaktır. Camus hayatın anlamsız olduğunu söylemiştir, fakat anlamsız bir şeyi anlamlı yaşamanın da bir sakıncası yoktur. Bu yüzden Camus'un felsefesi pesimist veya aşırı melankolik değildir. Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler: "Absürt kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürt'ü Sisifos Söyleni'nde ele alırken, bir metot arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığını varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım." Camus ve futbol Camus'yle birlikte anılan ve sık sık gönderme yapılan konulardan biri de kaleciliğidir. Bir süre Cezayir Üniversitesi genç takım kaleciliği yapmıştır ve maç raporlarına göre tutkuyla oynayan cesur bir kalecidir. Bir seferinde arkadaşı Charles Poncet "tiyatroyu mu yoksa futbolu mu" tercih edeceğini sorduğunda, "Tereddütsüz futbol" cevabını vermiştir. Tüberküloza yakalanınca futbolu bırakmak zorunda kalmıştır. 1950'li yıllarda bir spor dergisine futbol hakkında bir yazı yazması rica edilince şöyle demiştir: Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum. Camus, dini ve politik insanların aklımızı karışık ahlaki sistemlerle karıştırmaya çalıştığını böylece aslında basit olan şeylerin olduğundan daha komplike göründüğünü söyler. İnsanlar, politikacılar ve filozofların alanı yerine futbolun basit ahlakına bakmakla daha iyi edebilir. Uyarlamalar Filmler İtalyan yönetmen Luchino Visconti Yabancı'yı 1967'de sinemaya uyarladı, başrolünde Marcello Mastroianni oynuyordu. Luis Puenzo ve Felix Monti Veba'yı 1991'de piyasaya çıkardı. Filmin başrolünde William Hurt oynuyordu. Zeki Demirkubuz 2001'de Yabancı'yı Yazgı ismiyle sinemaya uyarladı. Kitapla çeşitli farklılıklar olsa da Musa karakteri Meursault'u çağrıştırmaktadır. Şarkılar The Cure grubu 1978'de Yabancı'ya dayanan Killing an Arab isimli bir parça çıkardı. Meursault'un sahilde bir Arap'ı öldürmesini konu alan bu şarkıyı son yıllarda grup "Kissing an Arab" ve "Killing Another" biçiminde seslendirmektedir. Streetlight Manifesto ve Bandits Of The Acoustic gruplarının parçası Here's to Life'ta Camus'den bahsedilmektedir. Post Punk grubu The Fall ismini "Düşüş"ten almaktadır. Ünlü eserleri Romanları Yabancı (L'Étranger) (1942) Veba (La Peste) (1947) Düşüş (La Chute) (1956) Mutlu Ölüm (La Mort heureuse) (ölümünden sonra, 1970) İlk Adam (Le premier homme) (ölümünden sonra, 1995) Hikâyeleri Sürgün ve Krallık (L'exil et le royaume) (1957) Oyunlar Asturya'da İsyan (1935 yılında yazıldı)[10] Caligula (1938'de yazıldı, 1945'te oynandı[11][12]] Yanlışlık (1943'te yazıldı)[13] Sıkıyönetim (1948"de yazıldı (İlk kez, 27 Ekim 1948'de, "Madeleine Renaud-Jean-Louis BarraultTopluluğu" tarafından, Simonne Volterra'nın yönettiği Marigny Tiyatrosu'nda oynanmıştır.) Adiller (1949 yılında yazıldı) Denemeler Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisyphe) (1942) Tersi ve Yüzü (L'envers et l'endroit) (1937) Başkaldıran İnsan (L'Homme révolté) (1951) Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar (Lettre a un ami allemand) (1945) Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler (Reflexions sur la guillotine) Yazışmalar (1944–1959) Albert Camus ve María Casares'in kızı Catherine Camus'un önsözüyle yazışmaları (2017)

bottom of page